13 Nisan 2022

,

Angela Davis’e Mektup

Kız Kardeşim Angela Y. Davis’e Mektup


Sevgili kardeşim:

İnsan, siyahî bir bedenin zincirlere vurulduğunu, o zincirleri gördükleri anda Amerikalıların, o tahammül edemedikleri hafızasının kamçılamasıyla birlikte, hep beraber, aynı anda ayağa kalmalarını ve kelepçeleri kırıp atmalarını umut ediyor. Oysa beyhude bir umut bu, bilâkis, o insanlar o zincirlerle övünüyorlar. Görünüşe göre kendi güvenliğinin düzeyini o cesetlerle ve zincirlerle ölçüyorlar. Tam da bu yüzden Newsweek denilen savunmasızların medeni savunucusu olduğu iddiasındaki dergi, seni timsah gözyaşlarıyla meydana getirdiği o denizde boğmaya çalışıyor, “Davis ne tür bir kişisel kurtuluşa erdi, bize onu görmek kaldı” diyen dergi, senin elleri zincirli hâlini kapağa koyuyor. [26 Ekim 1970 tarihli nüshası]

Orada öyle yapayalnız görünüyorsun ki. Tıpkı Dachau Toplama Kampı’na giden yük vagonu içindeki Yahudi ev kadınının veya bir Hristiyan’ın toprağına getirilmek için, İsa adına birbirlerine zincirlenmiş Siyahî atalarının hâline benziyor hâlin.

Valla ne diyeyim… Sessizliğin sadece suç değil bir tür intihar etme biçimi hâlini aldığı bir çağda yaşadığımız için burada, Avrupa’da radyo ve televizyonda çıkartabildiğim kadar ses çıkarttım, yaygara koparttım. Kısa süre önce de yakın zamana dek o sessiz çoğunluğu ile nam salmış olan Almanya’da idim. Bayan Angela Davis davası ile ilgili konuşmamı istediler, ben de bir iki kelâm ettim. Beyhude bir çaba olsa da insan gene de en ufak fırsatı değerlendirmeli.

Ben senden yaklaşık yirmi yaş büyüğüm, George Jackson’ın cüret edip de “içinde sağlıklı tek bir kardeşimiz yoktu” dediği kuşaktanım. Bu söze itiraz edecek donanımdan yoksunum, çünkü onun neyi kastettiğini çok iyi biliyorum.

Benim sağlık durumum gayet kırılgan. Seni düşünürken, Huey, George ve özellikle Jonathan Jackson’ı düşünürken, sizlerin kölelerin deneyimini kullanmaktan söz ettiğinizde aklınızda neyin olduğunu kavramaya başladım. Anladığım kadarıyla, yalın bir biçimde ifade edecek olursam, tüm bu yeni kuşak, kendi tarihlerini değerlendirip özümsedi, o muhteşem eylemlilik süreci içerisinde kendilerini o tarihten kurtardı. Artık onların bir daha kurban olmaları mümkün değil. Bizim hayatımız ve kendi hayatı için dövüşen, şuan hapiste olan bir kız kardeşime böylesi sözler söylemek biraz tuhaf, uygunsuz ve duygusuz gelebilir. Ama beni yanlış anlamayacağını bilsem de bunu söyleme cüretinde bulundum, bunları her şeyden önce, olan biteni oturup izleyen bir izleyicinin konumundan söylemediğimi bil.

Ben aslında sana, benim babamın oğlu olmam gibi senin de babasının kızı olarak görünmemenden bahsediyorum. En temelde babam da ben de aynı beklentilere sahiptik. Onun kuşağı ve benim kuşağımın beklentileri aynıydı. Aradaki büyük yaş farkı, güneyden kuzeye gelmişliğimiz, hiçbir şey bu beklentileri değiştirmedi, hayatımızı daha yaşanılır kılmadı. Aslında o dönemin tabirini, ümitsizlik üzerine kurulu o içselleşmiş dili kullanacak olursam, babam basit bir emekçi vaizdi, ben de öyle. Ben sonra başka yöne saptım, ama bunun pek bir önemi yok. Neticede bazı yoksul İspanyolların sonrasında zengin birer boğa güreşçisi olması gibi, bazı yoksul siyahî çocuklar da zengin birer boksör oldular. Bu nadiren görülen durum, büyük bir duygusal arınmanın ötesinde, birçok insanın karnını doyurdu ki ben asla bu durumu küçük görüyor değilim. Neticede Cassius Clay Muhammed Ali oldu ve tüm parasını feda ederek o üniformayı giymeyi reddetti. Bu tavrı insanları çok farklı yönlerden etkiledi, böylece farklı bir eğitim süreci başlamış oldu.

Amerika’nın yaşadığı trajediyi gizleyen zafer, siyahların kendilerini hor görmelerini sağladı. Küçükken kendimi hor görürdüm. Daha iyi bir şey bilmezdim. Biraz da bilinçsizce, ama kendi iradem hilafına, büyük bir acı çekerek, kendi babamı da hor görürdüm. Tabii annemi, erkek kardeşlerimi, kız kardeşlerimi de.

Ben gençken siyahlar, Lenox Bulvarı’nda her cumartesi akşamı birbirlerini öldürüyorlardı. Onlara ve bana kimse çıkıp da birbirlerini öldürsünler diye kurulan düzeni izah etmedi. Siyahlar, kendilerini hayvanlardan daha iyi durumda hissetmesinler diye onlara sürekli hayvan gibi davranılıyordu. Her şey gerçekliğe dair bu hissi beslemek için vardı, ortada o hissi redde tabi tutacak hiçbir şey yoktu. Dolayısıyla bir siyah, vakti gelip işe gittiğinde, orada köle muamelesi görmeye hazır hâle geliyordu. Terör kapıyı çaldığında siyah gidip, beyaz Tanrı’nın önünde eğiliyor, kurtuluş için İsa’ya yalvarıyordu. Ama aynı beyaz Tanrı, bir şeyler yapmak için parmağını kımıldatmıyor, kimsenin kirasını ödemiyor, çocukların kurtulması için siyahlara yardım etmiyordu.

Ama hep görünenin ardında daha fazlası vardır ve o fazla, hızla idrak edilir. Onca feryat onca figan, olanı biteni oturup eli kolu bağlı izlemek, hesapçılık, palyaçoluk, hayatta kalmak için atılan türlü taklalar ve kurnazlıkla malul bir hayattır bu yaşanan. Tüm bunlara rağmen gene de biraz güç biriktirilir ve o güç, mirasımızın parçası hâline gelir. Gene de yolculuğumuzun o özel yanı ardımızda kalır. Sır faş olmuştur artık: “Biz insanız!”

Bu dili yara eden sır tüm çıplaklığıyla açığa çıktığında millet, ölüm korkusuyla tir tir titrer. Keşke bu sır, “hayat”ı korkutsaydı, ama bu talebin de vagonlara doluşup orada “İleri Hristiyan Askerler!” şarkısını söyleyen yurtsuz insanların olduğu koşullarda, yersiz ve aşırı bir talep olduğunu biliyorum. Hadi diyelim ki Amerika bir millet, ben bu milletin böylesi bir güne hazırlıklı olduğunu düşünmüyorum. Amerikalılar böylesi bir güne tanık olmayacaklarına inanıyorlar, bir yandan da ilerleme ve demokrasiye inandıklarını söylüyorlar. Amerikalıların dudaklarından eksik olmayan bu kelimeler bugün küfre dönüştü. Aritmetiğe iman etmiş güçlü ama çoğu mutsuz olan bu insanlar, tarihlerinin cebri ile yüzleşmeyeceklerini umuyorlar.

Bir milletin ne kadar sağlıklı olduğunu bilmenin, özel çıkarlarıyla ayrıksı bir millet olarak görülüp görülemeyeceğini bilmenin veya neyin onun çıkarına olduğunu belirlemenin bir yolu da o halkın kendisini koruması ya da temsil etmesi için kimleri seçtiğini incelemektir. Amerikalı liderlere (o kukla başkanlara) baktığımızda aslında şunu görüyoruz: Amerika, bugün kaosun eşiğindedir. O, siyahlara bir gelecek bahşedip etmeyeceğine, bunun Amerika’nın çıkarına olup olmadığına karar vermek durumunda. Amerikan halkının büyük çoğunluğu böyle düşünmese bile durum budur. Aslında bugün belirli bir kesim, siyahlara geçmişi de vermeme fikrinden yana.

Şurası açık ki hemşehrilerimizin önemli bir kısmı bizi sarf malzemesi gibi görüyor. Nixon, Agnew, Mitchell ve Hoover gibi efendiler, Acı Günler filminin işe yaramazı, sonradan seçim kazanan Ronnie Reagan gibi isimler, yapıp ettiklerini halkın isteği olduğunu söylemekte bir an bile tereddüt etmeyecekler.

Peki Amerika’da halk ne istiyor? Adını andığım isimler için halk kimdir? Halk, Vietnam’daki katliamdan sorumlu olan güçler gibi yukarıda adı geçen kişileri de iktidara taşıyan güçleri de biliyor. Amerika’da halk, ancak mebzul miktarda olan, kutsal sayılan, kutsiyeti her daim beslenen cahiller ne isterse onu ister. Ayrım gözetmeden beyazları ve siyahları demokratik yollardan kıyıma tabi tutan, mağdur eden açgözlü bir ekonominin oyuncağı olmayı daha iyi bir şey zannediyor o. Birçok Amerikalı, bu gerçek konusunda belirli bir şüpheye sahip olsa da onu kabul edecek yürekten yoksun. Öte yandan aynı gerçek, siyahlar için ölümcül bir tehlikeyi, millet içinse bir trajediyi ihtiva ediyor.

Başka bir ifadeyle, beyaz Amerikalılar, beyazlık denilen o en büyük tuzaktan kurtulamadıkları için mecburen ona sığınmak durumunda kalıyorlar. Kendi adlarına milyonlarca insanın katledilmesine izin veriyorlar, bir kukla gibi yönetilmelerine izin veren bu insanlar, ırkla alakalı savaş olarak gördükleri ve bu şekilde meşru kabul ettikleri şeye teslim oluyorlar. Beyazlık, onları böldüğü, başkalarıyla ilgili deneyimlerini kendi deneyimlerinden ayırdığı sürece, mesafelere yol açıyor. Böylece beyaz, kendisini yeterince insan, yeterince değerli sayıyor, kendisinden, liderlerinden, ülkesinden, çocuklarından veya kendi kaderinden sorumlu olduğunu düşünüyor. Biz, o beyazlığı kendi siyah kilisemizde dâra çektiğimizde beyazlar, kendi günahlarında yani kendi vehimlerinde boğulacaklar. Hiç lafı dolandırmayalım. Bugün tam da bu yaşanıyor.

Bu uçsuz bucaksız diyarda yaşayan milyonlarca insan içerisinde sadece bir avuç kişi, senin ve George Jackson’ın başına gelenlerin farkında. Bir avuç insan, toplama kamplarındaki sayısız insanın çektiklerini biliyor. Oysa bu kader, beyazları da içine çekecek bir girdap. Çünkü bu ülkede muktedir olan güçler açısından beyazların hayatı da siyahların hayatı gibi kutsallıktan uzak. Birçok öğrenci, bu gerçeği gün gün öğreniyor. Vietnam’dan Amerika’ya gelen cenazeler, bu uyanışın kanıtı.

Eğer Amerikan halkı, kendi onurunu kurtarmak adına, çocuklarına duydukları o sevgi adına, seçimle başa geçmiş liderleriyle mücadele etmezse biz siyahlar, Batı’nın en fazla redde tabi tutulmuş çocukları, ondan hayır ve yardım görmeyeceğini düşünmeye başlayacak ki bu, zaten hiç bilmediği bir gerçek de değil.

Amerikalıların anlamadığı şu: aynı şehirde, aynı toprakta iki kardeş arasında yaşanan savaş, ırkla alakalı bir savaş değil, bir iç savaş. Ama Amerika bir vehmin kölesi olduğu için, kendi kardeşlerinin hepsinin beyaz olduğunu düşünmekle kalmıyor, aynı zamanda tüm beyazların da kardeşi olduğunu sanıyor.

Varsın öyle olsun. Uykuda olanı uyandıramadık, ama Tanrı şahit, bunun için çabaladık. Elimizden geleni yapmak zorundayız, birbirimize yaslanmalı, her birimizin canını korumalıyız. Dışarıyla ilgisini kesmiş, işi gücü kendisinden nefret eden insanların düştüğü kuyuya düşmüş değiliz. Yenilmez sanılan güçlere meydan okuyacak ölçüde kendimizi değerli görüyoruz. Amacımız, kendi kaderimizi, çocuklarımızın kaderini, dünyanın mevcut hâlini değiştirmek!

Biz, insanın bir eşya olmadığını, nesnelerin insafına kalmaması gerektiğini biliyoruz. Biz, havanın ve suyun sanayicilere değil, tüm insanlığa ait olduğunu biliyoruz. Biz, bir bebeğin dünyaya sadece başkalarına kâr getirecek bir araç olarak gelmediğini biliyoruz. Biz, demokrasinin tüm insanların ölüm kokan, en nihayetinde şeytanî olan o sıradanlık önünde diz çöktürülmesini değil, insanın içindeki veya bugüne dek gerçekleşmiş olan en iyi şeyleri herkes için arzulayacağımız özgürlük koşullarını ifade ettiğini biliyoruz.

Biz, siyahların, açgözlülüğü besleyip duran, tek tanrısı kâr olan bir sistemin kurbanı olduğunu biliyoruz. Biz, bu sistemin sadece cehalet, ümitsizlik ve ölüm ürettiğini, dünyanın artık sırtında taşıyamadığı bu sistemin ölüme mahkûm olduğunu, yaşaması durumunda dünyanın yok olacağını biliyoruz. Biz, bu sistemin daimi olması için bizim acımasızca zulme maruz kalacağımızın farkındayız. Bu sistem sürsün diye bize bizim hakkımızda, akrabalarımız, geçmişimiz, sevgi, hayat ve ölüm konusunda sürekli yalan söylendiğini, bu sebeple beden ve ruhun cehennemden çıkamadığını biliyoruz.

Siyahların bilincinde yaşanan, bizim kuşağımızın tanık olduğu o muazzam devrim, ya Amerika’nın sonunu ya da yeni güne uyanışını ifade ediyor, sevgili kardeşim. Siyah ya da beyaz, bazılarımız, bu yeni bilinç, bu yeni halk, eşi benzeri bulunmayan o millet varolsun diye ne bedeller ödendiğinin farkında. Madem biliyorsun bir şeyler yap o zaman, yapmıyorsak, bizim adımıza tutulmuş katillerden beteriz demektir.

Madem biliyoruz, o zaman senin hayatını kendi hayatımız bilerek dövüşmeliyiz. Seni gaz odasına götüren o koridorda gövdemizi siper etmeliyiz. Çünkü biz biliyoruz ki yarın sabah seni almaya gelenler, akşamına bizi almak için gelecekler.

O hâlde: barış.

Kardeşin James

James Baldwin
19 Kasım 1970
Kaynak

0 Yorum: