Kız Kardeşim Angela Y. Davis’e Mektup
İnsan,
siyahî bir bedenin zincirlere vurulduğunu, o zincirleri gördükleri anda Amerikalıların,
o tahammül edemedikleri hafızasının kamçılamasıyla birlikte, hep beraber, aynı
anda ayağa kalmalarını ve kelepçeleri kırıp atmalarını umut ediyor. Oysa beyhude
bir umut bu, bilâkis, o insanlar o zincirlerle övünüyorlar. Görünüşe göre kendi
güvenliğinin düzeyini o cesetlerle ve zincirlerle ölçüyorlar. Tam da bu yüzden Newsweek
denilen savunmasızların medeni savunucusu olduğu iddiasındaki dergi, seni
timsah gözyaşlarıyla meydana getirdiği o denizde boğmaya çalışıyor, “Davis ne
tür bir kişisel kurtuluşa erdi, bize onu görmek kaldı” diyen dergi, senin
elleri zincirli hâlini kapağa koyuyor. [26 Ekim 1970 tarihli nüshası]
Orada
öyle yapayalnız görünüyorsun ki. Tıpkı Dachau Toplama Kampı’na giden yük vagonu
içindeki Yahudi ev kadınının veya bir Hristiyan’ın toprağına getirilmek için,
İsa adına birbirlerine zincirlenmiş Siyahî atalarının hâline benziyor hâlin.
Valla
ne diyeyim… Sessizliğin sadece suç değil bir tür intihar etme biçimi hâlini
aldığı bir çağda yaşadığımız için burada, Avrupa’da radyo ve televizyonda
çıkartabildiğim kadar ses çıkarttım, yaygara koparttım. Kısa süre önce de yakın
zamana dek o sessiz çoğunluğu ile nam salmış olan Almanya’da idim. Bayan Angela
Davis davası ile ilgili konuşmamı istediler, ben de bir iki kelâm ettim.
Beyhude bir çaba olsa da insan gene de en ufak fırsatı değerlendirmeli.
Ben
senden yaklaşık yirmi yaş büyüğüm, George Jackson’ın cüret edip de “içinde
sağlıklı tek bir kardeşimiz yoktu” dediği kuşaktanım. Bu söze itiraz edecek
donanımdan yoksunum, çünkü onun neyi kastettiğini çok iyi biliyorum.
Benim
sağlık durumum gayet kırılgan. Seni düşünürken, Huey, George ve özellikle
Jonathan Jackson’ı düşünürken, sizlerin kölelerin deneyimini kullanmaktan söz
ettiğinizde aklınızda neyin olduğunu kavramaya başladım. Anladığım kadarıyla,
yalın bir biçimde ifade edecek olursam, tüm bu yeni kuşak, kendi tarihlerini
değerlendirip özümsedi, o muhteşem eylemlilik süreci içerisinde kendilerini o
tarihten kurtardı. Artık onların bir daha kurban olmaları mümkün değil. Bizim
hayatımız ve kendi hayatı için dövüşen, şuan hapiste olan bir kız kardeşime
böylesi sözler söylemek biraz tuhaf, uygunsuz ve duygusuz gelebilir. Ama beni
yanlış anlamayacağını bilsem de bunu söyleme cüretinde bulundum, bunları her
şeyden önce, olan biteni oturup izleyen bir izleyicinin konumundan söylemediğimi
bil.
Ben
aslında sana, benim babamın oğlu olmam gibi senin de babasının kızı olarak
görünmemenden bahsediyorum. En temelde babam da ben de aynı beklentilere
sahiptik. Onun kuşağı ve benim kuşağımın beklentileri aynıydı. Aradaki büyük
yaş farkı, güneyden kuzeye gelmişliğimiz, hiçbir şey bu beklentileri
değiştirmedi, hayatımızı daha yaşanılır kılmadı. Aslında o dönemin tabirini,
ümitsizlik üzerine kurulu o içselleşmiş dili kullanacak olursam, babam basit
bir emekçi vaizdi, ben de öyle. Ben sonra başka yöne saptım, ama bunun pek bir
önemi yok. Neticede bazı yoksul İspanyolların sonrasında zengin birer boğa
güreşçisi olması gibi, bazı yoksul siyahî çocuklar da zengin birer boksör
oldular. Bu nadiren görülen durum, büyük bir duygusal arınmanın ötesinde,
birçok insanın karnını doyurdu ki ben asla bu durumu küçük görüyor değilim.
Neticede Cassius Clay Muhammed Ali oldu ve tüm parasını feda ederek o
üniformayı giymeyi reddetti. Bu tavrı insanları çok farklı yönlerden etkiledi,
böylece farklı bir eğitim süreci başlamış oldu.
Amerika’nın
yaşadığı trajediyi gizleyen zafer, siyahların kendilerini hor görmelerini sağladı.
Küçükken kendimi hor görürdüm. Daha iyi bir şey bilmezdim. Biraz da
bilinçsizce, ama kendi iradem hilafına, büyük bir acı çekerek, kendi babamı da
hor görürdüm. Tabii annemi, erkek kardeşlerimi, kız kardeşlerimi de.
Ben
gençken siyahlar, Lenox Bulvarı’nda her cumartesi akşamı birbirlerini
öldürüyorlardı. Onlara ve bana kimse çıkıp da birbirlerini öldürsünler diye
kurulan düzeni izah etmedi. Siyahlar, kendilerini hayvanlardan daha iyi durumda
hissetmesinler diye onlara sürekli hayvan gibi davranılıyordu. Her şey
gerçekliğe dair bu hissi beslemek için vardı, ortada o hissi redde tabi tutacak
hiçbir şey yoktu. Dolayısıyla bir siyah, vakti gelip işe gittiğinde, orada köle
muamelesi görmeye hazır hâle geliyordu. Terör kapıyı çaldığında siyah gidip, beyaz
Tanrı’nın önünde eğiliyor, kurtuluş için İsa’ya yalvarıyordu. Ama aynı beyaz
Tanrı, bir şeyler yapmak için parmağını kımıldatmıyor, kimsenin kirasını
ödemiyor, çocukların kurtulması için siyahlara yardım etmiyordu.
Ama
hep görünenin ardında daha fazlası vardır ve o fazla, hızla idrak edilir. Onca
feryat onca figan, olanı biteni oturup eli kolu bağlı izlemek, hesapçılık,
palyaçoluk, hayatta kalmak için atılan türlü taklalar ve kurnazlıkla malul bir
hayattır bu yaşanan. Tüm bunlara rağmen gene de biraz güç biriktirilir ve o güç,
mirasımızın parçası hâline gelir. Gene de yolculuğumuzun o özel yanı ardımızda
kalır. Sır faş olmuştur artık: “Biz insanız!”
Bu
dili yara eden sır tüm çıplaklığıyla açığa çıktığında millet, ölüm korkusuyla
tir tir titrer. Keşke bu sır, “hayat”ı korkutsaydı, ama bu talebin de vagonlara
doluşup orada “İleri Hristiyan Askerler!” şarkısını söyleyen yurtsuz insanların
olduğu koşullarda, yersiz ve aşırı bir talep olduğunu biliyorum. Hadi diyelim
ki Amerika bir millet, ben bu milletin böylesi bir güne hazırlıklı olduğunu
düşünmüyorum. Amerikalılar böylesi bir güne tanık olmayacaklarına inanıyorlar,
bir yandan da ilerleme ve demokrasiye inandıklarını söylüyorlar. Amerikalıların
dudaklarından eksik olmayan bu kelimeler bugün küfre dönüştü. Aritmetiğe iman
etmiş güçlü ama çoğu mutsuz olan bu insanlar, tarihlerinin cebri ile
yüzleşmeyeceklerini umuyorlar.
Bir
milletin ne kadar sağlıklı olduğunu bilmenin, özel çıkarlarıyla ayrıksı bir
millet olarak görülüp görülemeyeceğini bilmenin veya neyin onun çıkarına
olduğunu belirlemenin bir yolu da o halkın kendisini koruması ya da temsil
etmesi için kimleri seçtiğini incelemektir. Amerikalı liderlere (o kukla
başkanlara) baktığımızda aslında şunu görüyoruz: Amerika, bugün kaosun
eşiğindedir. O, siyahlara bir gelecek bahşedip etmeyeceğine, bunun Amerika’nın
çıkarına olup olmadığına karar vermek durumunda. Amerikan halkının büyük
çoğunluğu böyle düşünmese bile durum budur. Aslında bugün belirli bir kesim, siyahlara
geçmişi de vermeme fikrinden yana.
Şurası
açık ki hemşehrilerimizin önemli bir kısmı bizi sarf malzemesi gibi görüyor.
Nixon, Agnew, Mitchell ve Hoover gibi efendiler, Acı Günler filminin işe
yaramazı, sonradan seçim kazanan Ronnie Reagan gibi isimler, yapıp ettiklerini
halkın isteği olduğunu söylemekte bir an bile tereddüt etmeyecekler.
Peki
Amerika’da halk ne istiyor? Adını andığım isimler için halk kimdir? Halk,
Vietnam’daki katliamdan sorumlu olan güçler gibi yukarıda adı geçen kişileri de
iktidara taşıyan güçleri de biliyor. Amerika’da halk, ancak mebzul miktarda
olan, kutsal sayılan, kutsiyeti her daim beslenen cahiller ne isterse onu
ister. Ayrım gözetmeden beyazları ve siyahları demokratik yollardan kıyıma tabi
tutan, mağdur eden açgözlü bir ekonominin oyuncağı olmayı daha iyi bir şey zannediyor
o. Birçok Amerikalı, bu gerçek konusunda belirli bir şüpheye sahip olsa da onu
kabul edecek yürekten yoksun. Öte yandan aynı gerçek, siyahlar için ölümcül bir
tehlikeyi, millet içinse bir trajediyi ihtiva ediyor.
Başka
bir ifadeyle, beyaz Amerikalılar, beyazlık denilen o en büyük tuzaktan
kurtulamadıkları için mecburen ona sığınmak durumunda kalıyorlar. Kendi adlarına
milyonlarca insanın katledilmesine izin veriyorlar, bir kukla gibi
yönetilmelerine izin veren bu insanlar, ırkla alakalı savaş olarak gördükleri
ve bu şekilde meşru kabul ettikleri şeye teslim oluyorlar. Beyazlık, onları
böldüğü, başkalarıyla ilgili deneyimlerini kendi deneyimlerinden ayırdığı
sürece, mesafelere yol açıyor. Böylece beyaz, kendisini yeterince insan, yeterince
değerli sayıyor, kendisinden, liderlerinden, ülkesinden, çocuklarından veya
kendi kaderinden sorumlu olduğunu düşünüyor. Biz, o beyazlığı kendi siyah
kilisemizde dâra çektiğimizde beyazlar, kendi günahlarında yani kendi
vehimlerinde boğulacaklar. Hiç lafı dolandırmayalım. Bugün tam da bu yaşanıyor.
Bu
uçsuz bucaksız diyarda yaşayan milyonlarca insan içerisinde sadece bir avuç
kişi, senin ve George Jackson’ın başına gelenlerin farkında. Bir avuç insan, toplama
kamplarındaki sayısız insanın çektiklerini biliyor. Oysa bu kader, beyazları da
içine çekecek bir girdap. Çünkü bu ülkede muktedir olan güçler açısından beyazların
hayatı da siyahların hayatı gibi kutsallıktan uzak. Birçok öğrenci, bu gerçeği
gün gün öğreniyor. Vietnam’dan Amerika’ya gelen cenazeler, bu uyanışın kanıtı.
Eğer
Amerikan halkı, kendi onurunu kurtarmak adına, çocuklarına duydukları o sevgi adına,
seçimle başa geçmiş liderleriyle mücadele etmezse biz siyahlar, Batı’nın en
fazla redde tabi tutulmuş çocukları, ondan hayır ve yardım görmeyeceğini
düşünmeye başlayacak ki bu, zaten hiç bilmediği bir gerçek de değil.
Amerikalıların
anlamadığı şu: aynı şehirde, aynı toprakta iki kardeş arasında yaşanan savaş,
ırkla alakalı bir savaş değil, bir iç savaş. Ama Amerika bir vehmin kölesi olduğu
için, kendi kardeşlerinin hepsinin beyaz olduğunu düşünmekle kalmıyor, aynı
zamanda tüm beyazların da kardeşi olduğunu sanıyor.
Varsın
öyle olsun. Uykuda olanı uyandıramadık, ama Tanrı şahit, bunun için çabaladık.
Elimizden geleni yapmak zorundayız, birbirimize yaslanmalı, her birimizin
canını korumalıyız. Dışarıyla ilgisini kesmiş, işi gücü kendisinden nefret eden
insanların düştüğü kuyuya düşmüş değiliz. Yenilmez sanılan güçlere meydan okuyacak
ölçüde kendimizi değerli görüyoruz. Amacımız, kendi kaderimizi, çocuklarımızın
kaderini, dünyanın mevcut hâlini değiştirmek!
Biz,
insanın bir eşya olmadığını, nesnelerin insafına kalmaması gerektiğini
biliyoruz. Biz, havanın ve suyun sanayicilere değil, tüm insanlığa ait olduğunu
biliyoruz. Biz, bir bebeğin dünyaya sadece başkalarına kâr getirecek bir araç
olarak gelmediğini biliyoruz. Biz, demokrasinin tüm insanların ölüm kokan, en
nihayetinde şeytanî olan o sıradanlık önünde diz çöktürülmesini değil, insanın
içindeki veya bugüne dek gerçekleşmiş olan en iyi şeyleri herkes için arzulayacağımız
özgürlük koşullarını ifade ettiğini biliyoruz.
Biz,
siyahların, açgözlülüğü besleyip duran, tek tanrısı kâr olan bir sistemin
kurbanı olduğunu biliyoruz. Biz, bu sistemin sadece cehalet, ümitsizlik ve ölüm
ürettiğini, dünyanın artık sırtında taşıyamadığı bu sistemin ölüme mahkûm olduğunu,
yaşaması durumunda dünyanın yok olacağını biliyoruz. Biz, bu sistemin daimi
olması için bizim acımasızca zulme maruz kalacağımızın farkındayız. Bu sistem
sürsün diye bize bizim hakkımızda, akrabalarımız, geçmişimiz, sevgi, hayat ve ölüm
konusunda sürekli yalan söylendiğini, bu sebeple beden ve ruhun cehennemden çıkamadığını
biliyoruz.
Siyahların
bilincinde yaşanan, bizim kuşağımızın tanık olduğu o muazzam devrim, ya Amerika’nın
sonunu ya da yeni güne uyanışını ifade ediyor, sevgili kardeşim. Siyah ya da
beyaz, bazılarımız, bu yeni bilinç, bu yeni halk, eşi benzeri bulunmayan o
millet varolsun diye ne bedeller ödendiğinin farkında. Madem biliyorsun bir
şeyler yap o zaman, yapmıyorsak, bizim adımıza tutulmuş katillerden beteriz demektir.
Madem
biliyoruz, o zaman senin hayatını kendi hayatımız bilerek dövüşmeliyiz. Seni gaz
odasına götüren o koridorda gövdemizi siper etmeliyiz. Çünkü biz biliyoruz ki yarın
sabah seni almaya gelenler, akşamına bizi almak için gelecekler.
O
hâlde: barış.
Kardeşin
James
James Baldwin
19 Kasım 1970
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder