02 Nisan 2022

,

Yeni Otoriterler

Trump’ın 2016’da başkan olmasından sonra Demokrat Parti’ye oy veren birçok seçmen, bu gelişme karşısında afalladı ve ihanete uğradığını düşündü. Anket firmaları ve istatistikçiler, Hillary Clinton’ın büyük bir zafer elde edeceğini öngörmüş, Clinton’ın yürüttüğü kampanya ile Trump’ın yıldızını parlattığını, çünkü onun yenilmesi en kolay rakip olarak görüldüğünü söylemişlerdi. Sonrasında Clinton'ın kampanyasını yürütenler ve medya, kendine yakışır bir biçimde, Rusların seçime müdahale ettiği yalanına ve beyaz üstünlükçülüğünün Demokratik Ulusal Komite’nin kurulmasını sağladığı iddiasına sarılarak, böylesine büyük bir hesaplama hatasını neden yaptıkları sorusunu savuşturmaya çalıştı.

Gerçekte bu hesaplama hatasının, Trump’ın seçmene cazip gelme sebeplerini anlayamamalarının asıl sebebi, onlarca yıldır oluşan sınıfsal ayrışmaydı. Yetmişlerden 2008’deki finansal çöküşe dek uzanan dönemde ülkenin yüzde 20’sini teşkil eden zengin kesim, reel gelirini artırırken, geri kalan yüzde 80’in geliri sürekli yerinde saydı. Bu yüzde 20’lik kesim, esas olarak üniversite mezunu, Demokrat Partili olmuş meslek sahibi kişilerden oluşurken, yüzde 80 daha çok işçi sınıfına denk düşüyordu.

1960’ta Demokrat Partili başkan John F. Kennedy, beyaz üniversite mezunlarının oyunu kaybetmiş, ama öte yandan üniversite yüzü görmemiş seçmenin neredeyse yarısının oyunu almayı bilmişti. Joe Biden’da tam tersi bir durum yaşandı.

1992’de Bill Clinton’a destek verenlerin yaklaşık yüzde 60’ı üniversite diploması olmayan beyazlarken, Biden’a oy verenlerde bu oran, sadece yüzde 27. 2018’de Kongre’de temsil edilen on en zengin şehrin hepsi de Demokratların elindeydi.

Demokrat Parti’deki elitizm sorunu, liberal meslek sahibi kesim arasında uzun zamandan beri görülen bir eğilime denk düşüyor. Onlarca yıldır bu kesim, kendisinden aşağıda gördüğü kesimlere karşı bir sınıf mücadelesi veriyor. 1994’te kaleme aldığı Revolt of the Elites and the Betrayal of Democracy [“Elitlerin İsyanı ve Demokrasiye İhanet”] isimli kitabında Christopher Lasch de bu tespiti yapıyor. Lasch kitabında, yönetim kademelerinde bulunan elitlerin kamuyu ilgilendiren tartışmalardan çekildiğini, halkın çoğunluğuyla alakalı temel yükümlülüklerini terk ettiğini söylüyor. Demokrat Parti’ye bağlı üst orta sınıf ile ülkenin geri kalan kısmı arasındaki ekonomik ayrışma, zaman içerisinde gerçeklikten kopmuş, şirketlerin çıkarlarına bağlanmış, kendi dünyasına kapanmış bir aydın sınıfı meydana getirdi.

Cumhuriyetçi Parti, bir zamanlar büyük şirketlerin partisi olarak görülürken, bugün büyük miktarlarda bağışlarda bulunan milyarderlerin yarısından fazlası Demokrat Partili. Parti, ilâç, teknoloji ve finans şirketlerinden yüksek miktarlarda bağış alıyor. Demokrat Parti’nin savunduğu davaya ve konu başlıklarına şirket yöneticilerinin sunduğu destek, genelde sağın ayaklanmacı ve anti-demokratik girişimleriyle yol açacağı tehditlere karşı zorunlu bir dayanak olarak görülüyor. Oysa ifade hürriyetini ortadan kaldıran, sözünü esirgemeden konuşma imkânını yok eden bu ittifak, aşırı merkezîleşmiş, şirketlerin kontrolüne girmiş bir hükümetin ortaya çıkmasına neden oluyor.

Trump’ın seçilmesi sonrası birçok yorumcu, Trump’ın takipçilerinin ülkeyi aşırı sağcı bir otoriterizme sürükleyeceği konusunda kaygılı olduklarını dile getirmişlerdi. Ama tam aksine, kişisel özgürlükleri yok etmek ve otoriteye körü körüne itaat etmek gerektiğini açıktan dillendirmek, üniversite mezunu Demokrat Partililere düştü. Doksanlarda Lasch’in bahsini ettiği eğilim derinleşti. Artık bu eğilim, sadece demokrasiyi tehdit etmiyor, temel demokratik ilkelere karşı topyekûn saldırıyor. Temel hak ve özgürlükleri savunmaktan çok uzak olan ve Trumpizme karşı “direniş” ortaya koyduğunu iddia eden bu eğilim, otoriterizmin birçok özelliğini kendisinde somutluyor: bu anlamda, muhalefeti eziyor, sorgusuz sualsiz itaat talep ediyor, bilgi akışının sıkı bir biçimde kontrol edilmesini istiyor. Trump destekçilerini hedefe koyan milyarderler, duyarcı şirketler, aydınlar ve Demokrat Parti yetkilileri, popülist sağın ürettiğini iddia ettikleri otoriterizm bataklığına yuvarlanıyorlar.

İlk bölümü 26 Ekim 2017’de yayınlanan, Margaret Atwood’un aynı adlı romanından uyarlanmış The Handmaid’s Tale [“Hizmetçinin Hikâyesi”] isimli dizi, liberal medya organlarında “önsezileri güçlü” bir eser olarak Trump dönemi Amerika’sına ayna tuttuğu için övüldü. Gazeteciler, ABD’nin dizide aksettirilen Gilead denilen yere benzediğini, bu mekân üzerine kurulu distopyanın hâlihazırda gerçekleştiğini söylediler ve insan haklarının artık varolmadığı bir gerçekliğe doğru ilerlendiği konusunda uyarılarda bulundular.

Baskılarla karşılaşılan Kovid döneminin seyircisini hedef kitle olarak belirlemiş olan dizi, aslında izleyiciye yönelik bir uyarıdan çok bir tür el kitabı işlevi görüyor. İnsanlara zorla ve baskı yoluyla uygulanan tıbbi prosedürler, maske zorunluluğu, sansür, banka hesaplarının dondurulması gibi uygulamalar, hem romanda hem de dizide tasvir edilen totaliter devletin ana unsurlarıydı. Nihayetinde dizi, sağın otokratik hamlelerinde değil, aşı zorunluluğu, tıbbi değeri şüpheli maske şartı, ifade hürriyetine getirilmiş kısıtlamalar, göstericilerin hesaplarına el konulması gibi liberallerce onaylanıp desteklenen tedbirler üzerinden somut gerçeklikte karşılık buldu. Laptop sınıfı, tüm bu yaptırımlara, tedbirlere ve dayatmalara destek sundu.

Burada mesele, sadece riyakârlık değil. Üniversite mezunu profesyoneller, kendi otoriterliklerini kendilerini zalimlerle mücadele eden mağdurlar olarak resmetmek suretiyle rasyonalize ediyorlar. Mağdurluk denilen din de baskıcı tedbirleri meşrulaştırmak adına faşizm, kadın düşmanlığı veya beyaz milliyetçiliği denilen umacılardan bahsedip duruyor. Tam da bu sebeple, meslek sahibi sınıf (orta sınıf) sürekli aşısız insanları “Trump destekçisi” olarak damgalıyor. Oysa birçok büyük şehirde aşı pasaportu uygulamasına en çok da Demokrat Parti’ye oy veren siyahlar riayet etmiyorlar.

Aşı karşıtlığı ile mücadele kılıfı ardında duyarcı liberal siyasetçiler, o karşı çıktıklarını iddia ettikleri ayrıştırıcı politikaları benimsiyorlar, “sistematik ırkçılığa” destek sunuyorlar. Kendilerini doğrunun ve aklın safında olan kişiler olarak gören liberal yorumcular, hastanelerin aşısız hastaları kabul etmemesini isteyebiliyorlar. Hatta bazıları, aşısızlar ölünce sevinçten taklalar atıyorlar. Üstelik bunlar, Trump’ın başkan olmasının başkalarını cezalandırmayı öngören, ülkeyi geriye götürecek bir eğilime yol açacağı konusunda uyarılarda bulunan kişiler. Bu başvurulan söylem sayesinde birçok güçlü kişi, kendilerini biçare ve mazlum olarak gösterme imkânı buluyor.

New York Times gazetesinin yayın kurulu, kısa süre önce Amerika’daki birçok kuruma nüfuz eden “toplumun dilsizleştirilmesi”ne dönük girişimleri eleştiren bir makale kaleme aldı ve orada, birçok önde gelen ilericinin sindirildiğini söyledi. Kongreye girişi konusunda yaşadığı şehirde en nezih mahallelerden destek görmüş olan New York temsilcisi Alexandria Ocasio-Cortez ise sadece solun sansür kültürünün kurbanı olduğu, bağnazları sadece solun kamuoyu önünde rezil ettiği iddiasında. Bu iddiasını dillendiren Ocasio-Cortez, nedense birçok kez sansürü savunmuş bir isim olduğunu unutuyor. Örneğin 2019’da Facebook’un icra kurulu başkanı Mark Zuckerberg’e “yalanları silmesi” çağrısında bulundu. 2021’de muhafazakâr kesimde popüler olan sosyal medya uygulaması Parler’ı 6 Ocak’taki Senato isyanı sonrası uygulama mağazalarından kaldırması konusunda Apple ve Google’a baskı uygulayan gene oydu. Ocasio-Cortez, aslında yaptığının gerçekte bir sansür çağrısı olduğunu düşünmüyor, çünkü o, tüm politik muhalefetin kendisini öldürmeye ahdetmiş şiddet yanlısı teröristlerden oluştuğuna inanıyor (Oysa kendisi 6 Ocak günü Senato binasında değildi). O temelde silinip gitmeyecek bir mağdur imajı çizmeye, bu sayede despotik yaklaşımını meşrulaştırmaya çalışıyor.

Öte yandan Biden da büyük teknoloji şirketlerinin Kovid aşıları konusunda farklı görüşleri olan kişilerin sosyal medya platformlarından atmasını istedi. Hatta bu kişilerin insanları öldürdüklerini söyledi ve onları birer katil olarak niteledi. Sosyal medyada aşıların bulaşa mani olmadıklarına ilişkin iddiaya benzer iddiaların doğru olduğu görülmesine rağmen sansür, kollarını her yana uzatmayı bildi.

Sahip oldukları platformların nasıl kullanılacağı konusunda kendi takdir hakkını kullanan bu teknoloji şirketleri, esasen yürütme erki ile koordineli hareket ediyor, dolayısıyla bu anlamda, bu şirketler, platformlarda ifade hürriyetine getirdikleri kısıtlamalarla ABD Anayasası Birinci Değişikliği’nde belirtilen kanun maddesini ihlal ediyorlar. Bu açıdan, kendilerinin bir zamanlar sadece diktatörlüklerde görüldüğünü iddia ettikleri toplumu dilsizleştirme, susturma çabalarına ortak oluyorlar.

Öte yandan yanlış bilgiler sosyal medya değil, ana akım haber kanallarından yayılıyor. Trump destekçileri, en çok da yalan yanlış iddialara körü körüne, hiç düşünmeden inandıkları için eleştiriliyorlar. Oysa pandemi döneminde bu tespitin en çok da üniversite eğitimi almış Demokrat Partililer için geçerli olduğu görüldü. Bu kesim, hâlen daha Kovid ile ilgili birçok çarpık ve yanlış görüşe inanmaya devam ediyor.

2022’de yapılan bir araştırmaya göre, kendisinin “fazla liberal” olduğunu söyleyen insanların yüzde 48’i Kovid’in çocukların sağlığı için büyük bir risk teşkil ettiğine inanıyor. Bu insanlar, Kovid’in çocuklar nezdinde yol açtığı riskin çok küçük olduğuna dair kanıtlarla hiç ilgilenmiyorlar.

Hastalıkları Önleme ve Kontrol Merkezi’nin (CDC) aktardığına göre, Ocak 2021-Eylül 2021 arası dönemde Kovid yüzünden ölen çocuk sayısı 280 (sonrasında CDC toplam ölüm sayısını yüzde 25 oranında şişirdiğini kabul etti).

2015-2019 arası döneme ait veriler, grip ve zatürree yüzünden daha fazla sayıda çocuğun öldüğünü ortaya koyuyor. Kalp hastalığı, havai fişekler, boğulma ve motorlu araçlar çocuklar için Kovid’den daha fazla risk barındırıyor. Kovid’in çocuklar için büyük bir risk teşkil ettiğine inanıp çocuklara maske zorunluluğu getirilmesi ve okulların kapatılması gerektiğini söyleyenler, tam da gazetelerin Trump destekçilerinde gördüğü türden, bilim konusunda sahip oldukları cehaleti ortaya koymuş oluyorlar.

Üniversite eğitimi almış Demokrat Partililer, aynı zamanda ulusal güvenliği esas alan gözetim devletine de giderek daha fazla destek sundular. ABC kanalında yayınlanan View isimli sohbet programına katılanlar, Tucker Carlson ve Hawaii temsilcisi Tulsi Gabbard’ın Ukrayna savaşı karşıtı görüşlerine itiraz ettiler, ayrıca bu kişilere Adalet Bakanlığı tarafından bir tür McCarthy’ci soruşturmaya tabi tutulması gerektiğini, Amerika Karşıtı Faaliyetler Komitesi’ne benzer bir komitenin kurulmasının şart olduğunu söylediler. Bir yandan polis teşkilâtını paylayıp, duyar kasmak adına Siyahların Hayatı Önemlidir hareketine destek çıkan bu ilerici isimler, kontrolsüz bir gücü elinde bulunduran, tarihi insan hakları ihlalleri ve temel hakların çiğnendiği pratiklerle yüklü olan kudretli kurumların gölgesine sığınmayı tercih ediyorlar.

2017’de Demokrat Partililerin yüzde 67’si, FBI’ın “iyi” veya “mükemmel” bir iş çıkarttığını söylerken, Cumhuriyetçilerde bu oran yüzde 49’tü (2003 senesinde Demokrat Partililerde bu oran yüzde 44’tü). Gene 2017 yılında Demokratların yüzde 32’si CIA’ye destek verirken, Cumhuriyetçilerde bu oran sadece yüzde 4’tü.

Ülke genelinde Demokrat Parti içinden hukukî yaptırıma ve istihbarat kuruluşlarına verilen desteğe, teknoloji şirketleriyle ve medya kuruluşlarıyla parti arasındaki işbirliğinde gözlemlenen artış denk düşüyor. Bu işbirliğinin en önemli kanıtı da bugün doğru olduğu bilinen laptop hikâyesi. (2020’de Biden’ın oğlu Hunter Biden, bozulan bilgisayarını tamirciye götürüyor. O bilgisayardan kimi gizli bilgiler ifşa oluyor. Buna göre oğul Biden, bir enerji şirketiyle ilişkisi dâhilinde yüklü miktarda para almış. -ç.n.)

Bu haber çıkar çıkmaz Twitter ve Facebook habere yasak getirdi. Onlarca istihbarat uzmanı çıkıp bu haberin Rus kaynaklı dezenformasyon çabasının ürünü olduğunu ispatlamaya çalıştı.

Sansür, susturma ve dışlama üzerine kurulu kültürden sadece kimi politik kazanımlar elde etmeye çalışan Demokratlar istifade etmiyor. Bu kültür, en çok da partiye destek sunan finans kurumlarının ekmeğine yağ sürüyor.

Kovid dönemi boyunca parti ve partiyle bağlantılı beyaz yakalı işçiler, milyarderlerin ve şirketlerin ideolojisini uygulama görevini layıkıyla yerine getirdiler.

Kapanma tedbirleri ve aşı uygulamaları üzerinden teknoloji ve ilâç şirketleri muazzam kârlar elde ettiler ve her dönemeçte sahada üzerlerindeki pijamalarla kendileri için dövüşen piyadelere yardım edip onları kışkırttılar. Kapanma tedbirlerinin milyonlarca Amerikalıyı işsizliğin, ümitsizliğin ve açlığın dünyasına sürüklediği koşulları meslek sahibi sınıf bir tür lüks olarak değerlendirdi. Bu dönemi evde dinlenme, işe gidip gelirken strese yol açan şeylerden arınma imkânı olarak gördü. Bu dönemde milyarderler servetlerine servet katarlarken, üst orta sınıf, süreci sessizlikle karşıladı veya işlenen suça ortaklık etmeyi seçti. Bunun nedeni, orta sınıfa mensup birçok insanın uzaktan çalışma üzerine kurulu yaşam tarzlarını olabildiğince uzatmak istemesi değil, yukarıda Times yayın kurulunun tarif ettiği “toplumu dilsizleştirme” çabalarına ortak olmasıydı.

Dilsizleştirme işlemi, birçok ciddi sonuca yol açtı. Örneğin bugün herkesin kabul ettiği gibi, okulların kapatılması yanlıştı, ama bunun yanlış olduğunu en başta dile getirenler, dostlarından, işlerinden oldular, olası fırsatlardan mahrum kaldılar.

Kimse, sansür kültürünün, insanların üzerini çizme anlayışının otoriter projenin merkezî unsuru olduğunu görmedi. Her momentte “çizgiyi düzleştirelim”, “ninelerimizin hayatını kurtaralım” veya “virüsün yayılmasını iki haftada durdururuz” türünden yeni bir fikir ortaya atılır ve bu fikir gerekli, sorgulanamaz bir fikir olarak takdim edilir, ardından en eğitimli sınıfın o güçlü desteğine başvurulur. Oysa bu yaklaşım, bu destek arayışı, tüm toplum için bir tehdit teşkil etmektedir.

Her seferinde yeni bir panik ortamı yaratacaklar, yeni katı kurallar belirleyecekler, ifade hürriyeti konusunda yeni kanunlar çıkartacaklar, böylelikle insanların hâkim ideolojiye sadık olup olmadıklarını teste tabi tutacaklar.

Denize kıyısı bulunan liberal bir şehirdeki zengin bir mahalleden yürüyerek geçen her insan, evlerin önünde “Bu evde biz falana inanıyoruz” yazılı bir tabelaya illaki rastlamıştır. Bu tür evlerin sahipleri yüzeyden bakıldığında neye inanırsa inansınlar, aslında derinde bu türden tabelalar, tek bir önemli özelliğe işaret etmektedirler: Uyumlu olma arzusu.

Peki meslek sahibi sınıf, duyar kasmaya, kendi üyelerinin bile gözetlenmesine neden bu kadar meraklı?

Seksenlerden beri sınıf atlama imkânı giderek azaldı. Üniversite eğitimi görmüş Y kuşağı (1980-2000 arasında doğmuş kuşak -ç.n.) Büyük Resesyon’dan beri ekonomik durumlarını bir türlü düzeltemedi. Bu insanlar, uzun süre öğrencilik dönemine ait borçları kapatmak, yüksek faiz oranlarıyla aldıkları kredileri ödemek için mücadele ettiler ve çok az insanın ekonomik açıdan ilerleme kaydettiği o “kayıp on yıl”ın çilesini çektiler. Bu süreçte ev sahibi olmak, neredeyse imkânsızlaştı. Birçok Y Kuşağı mensubunun birikimi enflasyon sebebiyle eridi.

Bu artan ekonomik basıncın neticesinde üniversite mezunu kesimin verdiği sınıf mücadelesi zaman içerisinde çatallandı. Demokrat Parti’yle bağlantılı akademisyenlerden, STK’lardan ve bürokratlardan oluşan ağ, sadece “cahil” halk kitlelerine karşı harekât düzenlemek zorunda kalmadı, aynı zamanda elit kesim içinde süren ve her daim rekabetle malul olan kavgaya da karıştı. Bu türden kavgaların şiddeti Trump’ın başkan seçilmesiyle arttı ve pandeminin başlaması ile birlikte doruk noktasına ulaştı. Dolayısıyla ortaya duyarcı profesyoneller, duyar kasmayı iş hâline getiren, meslek sahibi kişiler çıktı. Bu insanlar, daha iyi bir konuma gelebilmek için rakiplerinin ayağını kaydırmak ve yönetim kademelerinde zaten sınırlı sayıda olan makamlara oturmak için yarışmak zorundaydı. İlgili makamlar daha da ulaşılmaz hâle geldikçe, o makamlardaki insanlar da daha mutlakiyetçi, daha zorba ve daha fazla demokrasi düşmanı oldular. Başka bir ifadeyle bu insanlar, bir vakitler bize Trumpizmden korkmayı öğretirken, dillerine doladıkları, sürekli eleştirdikleri her türden vasfı yüklendiler.

Alex Gutentag
30 Mart 2022
Kaynak

0 Yorum: