26 Nisan 2022

Demokrasiye ve Seçime Dair


Bugün tüm ülkeyi ilgilendiren bir olay olarak seçim meselesi hakkında konuşacağım. Beni haklı olarak oportünizmle, medya denilen o kaba mekanizmanın gözüyle bakmakla suçlayabilirsiniz. Benim zaten herkesin bildiği şeylerle ilgili gevezelik ettiğimi de söyleyebilirsiniz.

En azından kısmî de olsa kendimi şu şekilde savunabileceğimi düşünüyorum: Bu seminerde sözlerime, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turuna ait sonuçlar konusunda sıradan, sayıları esas alan, oy hesabına yaslanan düşüncelerle başlamayacağım. Bu, felsefenin değil gazeteciliğin işi, gazeteciliğin kurallarına tabi olsaydım, bu tür düşünceler serdederdim. Ama aynı zamanda bu seçimlerin bağlamının tamamen dışında konuşuyormuş gibi görünmek de istemiyorum. Zira seçim bağlamı dışından konuşmak, her hâlükârda entelektüel züppeliğin basit bir tezahürü olarak görülmeli. Şu an için empirik, somut bir tespit yapmakla yetineceğim.

Herkes, son birkaç yılın karanlık, neredeyse yıkıcı bir dönem olduğunu söyleyip duruyor. Özgürlüklerin yitip gittiğinden, ekonominin düzensizleştiğinden, hayatın momentumunu kaybettiğinden söz ediyor. Kör ve duygusuz bir otoriterliğin üzerimize çöktüğünden yakınılıyor, solun tümüyle silinip gittiği konusunda yas tutuluyor, devamında da Sarı Yelekliler’in ve aşı karşıtlarının gerçekleştirdikleri eylemlerin önemi üzerinde duruluyor. Hatta kimileri, en kötüsünün henüz yaşanmadığını, enflasyonun hızla tırmanacağını, kıtlıkla yüzleşileceğini, özellikle doğal gaz ve petrol konusunda sorunlarla boğuşulacağını söylüyor. Bu arada ben de siyaset sahasındaki yön kaybından birçok kez bahsettiğimi belirteyim.

Görünüşe göre, Batı Avrupa ülkelerinde ortalama insanın bile sahip olduğu rahatlık tehlikede, bu ülkeler çalkantılı, tehlikelerle yüklü bir döneme girdiler.

Neyse ki iyi haberler de alıyoruz! Seçime dayalı parlamentarizm, her şeyin güzel olduğunu, hiçbir şeyin değişmediğini, değişmemesi gerektiğini söylüyor. Beş yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde parlak bir isim olarak lanse edilen Emmanuel Macron ile seçim pusulalarının herkesçe bilinen yıldızı Marine Le Pen, ikinci tura kaldı. Klasik sol bünyesinde değerlendirdiğimiz Sosyalist Parti ve Komünist Partisi gibi eski partiler çöküş yaşadılar. Bugün de ikinci tura kimlerin kalacağını önceden bilebiliyoruz. Aynı düzen içerisinde aynı isimler ikinci tura kalıyorlar. Le Pen geleneğinin varisi, artık eskimiş bir yüze sahip olan çırak Macron’u takip ediyor. Klasik sol içinse değişen bir şey yok. Hepsi, radikal sol gruplar ve aşırı sağın yedek güçleri ile birlikte dikkate alınamayacak kadar küçük partiler torbasına doluşuyor.

Bu mekanizma, bir noktada sorunsuz işliyor aslında. Gerçekte konjonktürler değişebiliyor, ama seçim denilen usul ve sahip olduğu işlev, hiç değişmiyor. O, Fransız toplumunun verili gerçekliğinin ve hâkim grubun mevcut hâli devam etsin diye var. Seçim denilen müsamerede hangi maskelerin teşhir edildiğinin bir önemi yok.

Bu noktada eskiden adalet bakanı olarak görev yapmış, eski dögolcü Alain Peyrefitte’in lafını anımsamakta fayda var. Mitterand’ın başını çektiği sosyalist-komünist koalisyonunun iktidara gelmesi ile sonuçlanan 1981 seçimleri düzene her zaman sadakatle bağlı olan gerici dögolcü Peyrefitte’i epey korkutmuştu. Seçim sonuçlarının açıklanması ardından Peyrefitte, takdir edilecek bir tespitte bulundu: “Seçimler hükümeti değiştirmek için yapılır, toplumu değiştirmek için değil.”

Seçim sonuçları ardından yeise kapılan eski adalet bakanı, çelişkili bir biçimde Marx’ın sözüne benzer bir şey söylüyordu aslında: Marx’ın ifadesiyle seçimler, bir mekanizma olarak sadece “sermayenin failleri”ni belirler. Zıt kutuplarda yer alan Marx ve Peyrefitte, esasında burjuva kapitalist düzenin yönetilmesi, yani hükümetle ilgili olduğunu, seçimlerin bu düzeni sorgulamak gibi bir derdinin olmadığını söylüyordu.

Kanaatimce, iki yüz yıl boyunca kapitalist düzenin somut temeller üzerine inşa edildiği bir toplumda düzeni altüst edip, onun yerine kolektivizmin yaratıcı bir türevini ikame eden tek bir seçim bile yaşanmadı, bundan sonra da yaşanmayacak.

Oportünizmi esas alan kimi değişimler tabii ki yaşanabilir. Meselâ burjuvazinin memnun olmadığı koşullarda, finansal durumun da talebi doğrultusunda dümen sağa kırılır veya halkın homurdandığı, para musluklarının biraz açılmasının uygun görüldüğü koşullarda aynı dümen sola kırılır. Ama hâkim toplumsal örgütlenmenin dayandığı temel düzen asla değişmez.

Bu noktada on dokuzuncu yüzyılda sokakları arşınlamış militanlarından daha kör ve daha ürkek olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Seçimlerin demokrasinin sergilendiği bir sahne olduğuna, o sahnede muhafazakâr düşmanın bir şekilde mağlup edilebileceğine hâlen daha inananlara karşı, geçmişin gerçek militanları, tüm o işçiler ve aydınlar, hep bir ağızdan “parlamentoculuğun aptallık” olduğunu söylüyorlardı.

Bugünse demokrasi adı altında “parlamentocu ahmaklığın” bir biçimini yaşıyoruz. Bilhassa aydınlar, totaliterizmle demokrasiyi günümüz koşullarında karşı karşıya getiriyorlar. Bu yaklaşım, parlamentocu ahmaklığın bir sonucu olan muhafazakârlık hastalığından daha tehlikelidir.

Ben de bilhassa altmışların başlarında bu türden bir salaklığa meyilli biriydim. Sosyalist hareket içerisinde solcu eğilimlerden biri içerisinde faaliyet yürüten biri olarak seçim kampanyalarına katıldım, ne yazık ki oturup seçimde alınan oyları hesapladım, bir sonraki seçime yönelik olarak yürütülen hazırlık çalışmalarında yer aldım, solun bütün olarak oluşturduğu ittifakın hayallerini kurdum. Kısacası, ben de mangalda kül bırakmayan militanlığa can verebilmek adına, o parlamentocu aptallık için gerekli olan her şeyi yaptım.

68 mayısının fırtınası her yanı kasıp kavuruyordu. Fabrikalara gidiyorduk, işçilerin, bilhassa göçmenlerin politik becerilerini keşfediyorduk. Tüm bunlar, komünist kolektivizme uzanan yolun seçimlerden geçmediğini, geçemeyeceğini ortaya koyuyordu. 1968 seçimlerinde en saldırgan gerici gücün ulaştığı zafer, bu tespitlerimizi teyit etmişti.

O günden beri, yani tam 54 yıldır aptallıktan sıyrılmak için bir tedavi sürecinden geçiyorum. Hiçbir seçimde oy kullanmadım. Solcu geçinen partilerin zaruri olduğunu duygu yüklü cümlelerle anlattığı koşullarda bile o sandığın başına gitmedim.

Bence şunu anlamak lazım: Batı ülkelerinde işlediği biçimiyle seçim sistemi demokratik yol addediliyor ve politik rejimin özgürleştiren bir şey olarak görülüyor. Rusya ve Küba gibi ülkelerse diktatörlük veya totaliter ülkeler olarak kabul ediliyorlar. Kapitalist olmayan yolu yürümemiş, seçim yapmayan, Batı tipi parlamentarizmi tecrübe etmeyen ülkeler bile bu şekilde değerlendiriliyorlar.

Marx’ın Paris Komünü’nden, ondaki o büyüklükten ve yaptığı hatalardan, komünün sunduğu temel tecrübeden, devleti sönümlendirmeye ve böylesi bir iktidar bağlamında her şeyin yönetilme hakkını insanlara bahşetmeye mahkûm olan geçici komünist iktidarın verili niteliğinin düşmana karşı göstereceği şiddete dayalı direniş düzleminde “proletarya diktatörlüğü” olması gerektiği sonucunu çıkarttığına ilişkin tespit, doğru bir tespittir.

Dolayısıyla Batılı emperyalist ülkelerde “demokrasi” denilen şeyi burjuva diktatörlüğünün rafine, ama zorba biçimi olarak görmek gerekiyor. “Parlamenter kapitalizm” olarak adlandırılan bu biçim, nispeten biraz daha teknik, ama daha çıplak.

Her şeyden önce şunu tespit etmek gerek: demokrasi, seçim ritüeli üzerinden tanımlanamaz. Etimolojik açıdan “demokrasi, halk iktidarı, hatta “çokluğun yönetimi” demek. Dolayısıyla, bu türden bir yönetimin Antik Elen’de Atinalıların icra ettikleri biçimiyle, insanların buluşması anlamında “kolektif” bir nitelik arz etmesi gerek. Bu açıdan, bir kişinin oy kabinine girmesini demokratik bir pratik olarak görmek abes. Oy kabini, aslında politik kanaatlerle ilgili burjuva anlayışın izlendiği yer. Seçim bağlamında özel kanaat, bir mülk olarak teşhir ediliyor esasında. Tıpkı vergi cennetlerine sığınmak suretiyle mülklerini saklayan burjuva hissedarlar ve sermayedarlar gibi seçmen de oy pusulasına mührü basıp pisuarda işini görürcesine oyunu başkalarından gizlemek ve bu şekilde oy kullanmak zorunda. Hem tek başına kalacaksın hem de demokratik bir faaliyet içinde olacaksın, bu olmaz! Çünkü gerçek bir demokraside tüm kararlar, her türden ihtimalin tartışılıp, herkesçe idrak edildiği bir toplantının neticesinde alınmalı. Ayrıca bu toplantı, ister fabrikada ister mahallede ister bir köyde, kasabada, bölgede veya ülkede, hatta günü geldiğinde tüm evrende yapılsın, ele alınan konuya ve yürünen yola tabidir. Proletaryanın savaş şarkısı tam da bunu söyler: “Kalkalım ayağa, yarın Enternasyonal olsun tüm insanlık.”

Oy kabini, burjuva ve muhafazakâr bir fikrin, bugün hâkim olan siyasi düzende var olan her şeyin temel biriminin birey olduğunu teyit eden bir fikrin gerçekleşmesidir.

Bir anlamda, asıl çelişki, esasen sonuna "cilik" ekini getirdiğimiz kelimenin kendi çelişkisidir. O eki “birey” kelimesine eklediğimizde, hâkim ideolojiyi tanımlayan ifadeye ulaşırız. Bireycilik, burjuva özel mülkiyet düzenine bağlanır, o, doğrudan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle ilişkilidir.

Aynı eki “iştirak” kelimesine de eklemek mümkün. İştirakçilik veya komünizm, müzakere süreçlerine herkesin, alınacak kararla alakası bulunan herkesin katılımını, katılma zorunluluğunu ifade eder. Dolayısıyla komünizm, kolektif mülkiyetle, belirli bir yerde yaşayan veya çalışan herkesin paylaştığı kolektif mülkiyetle bağlantılı bir olgudur.

Bu sebeple bize göre oy kabinine girip, bireyciliği ve burjuva mülkiyetini kimlerin koruyacağına karar verdiğimiz sürece “demokrasi” değil, “parlamentarizm” denmelidir. Zira işlemde kolektif kararlar alınmamakta, kapitalist muhafazakârlığın bakanlar ve milletvekilleri türünden temsilcilerinin toplaştıkları özel alana bir ayar çekilmektedir. Dolayısıyla bu tür bir rejim, ancak “kapitalist parlamentarizm” olarak adlandırılabilir.

Bugün bu tabirin kullanılması gayet meşrudur. Sermayeye ait siyasi mekânlar olarak meclislere ve senatolara kimlerin gireceğinin seçim yoluyla belirlenmesi süreci, burjuva mülkiyetinin sopasının üzerinde sallandığı devasa bir propaganda aygıtı eliyle programlanmaktadır. Büyük ulusal gazeteler ve haftalık gazeteler, radyo ve televizyon kanalları uzun yıllardır kesintisiz bir özelleştirme sürecinin konusu olmuştur. Bu da kendi içinde belirli bir tutarlılığa sahip bir süreçtir. Kapitalist bireyciliğin güç simsarlarını seçme işi, tüm propaganda araçlarının adı çıkmış, kendinden emin kapitalistlere ait olduğu koşullarda daha güvenilir bir iştir. Hayatta kalmayı bilmiş, burjuva devlete ait az sayıda kamusal medya kuruluşunun da özelleştirilmesi gündemdedir. Bugün burjuva bireyci propaganda devlet eliyle yürütülürse, onun totaliter olduğunu, milyarderlerin eliyle yürütülürse “demokratik” olduğunu söylemektedir.

Burada, parlamento usulünün sadece bireyleri değil, işçi sınıfı gibi kolektif yapıları temsil ettiğini söyleyen bir partiyi de kapsayabileceği itirazında bulunmak tabii ki mümkündür. İşçi sınıfının partisi olarak komünist partisi de bu süreç içerisinde yer alabilir, bu itiraza göre. Bu bakış açısı uyarınca seçim denilen usul, toplumsal çeşitliliği temsil eden grupları içerdiği için kolektif bir pratik olarak görülebilir. Lenin, “toplumun sınıflara ayrıştığını, bu sınıfların partilerce temsil edildiğini, partilere de liderlerin öncülük ettiğini” söyler. Ben, onun haklı olduğundan pek emin değilim.

Burada asıl mesele, “temsiliyet” denilen, şüpheyle yaklaşılması gereken anlayıştır. Her şeyin ötesinde kapitalist parlamentarizm, toplumun verili gerçekliğinin politik partiler ve parlamento seçimleri sayesinde, seçimle belirlenmiş meclislerde “temsil” olunduğunu iddia edebilmektedir.

Dolayısıyla, benim tezim şu şekildedir: gerçek demokrasiyi karakterize eden şey, temsili kabul etmemesidir. O, temsil edilemez. Bir parti, kendisini ne kadar proleter ilân ederse etsin, işçilerin, işçi sınıfının temsilcisi değildir, olamaz. O, ancak burjuva hegemonyasına karşı verdiği mücadelede sınıfın elde ettiği siyasi araçlardan sadece biri olabilir. Bu nedenle, bu parti, çokluğun elindeki bayrağın altında yürüyen unsurlardan biri olarak kalır. Parti, neticede örgütlü proleter çokluktan başka bir şey değildir.

Esasında siyasette asıl belirleyici olan varolmak, o varlığı takdim etmektir, temsiliyet değil. Önemli olan, çokluğun kararıdır, bir kişinin temsiliyeti ve herkesten kopuk kararı değil.

Şu iki örnek oldukça önemlidir.

1. 1917 devriminin başladığı sürecin ilk günlerinde sürgünden Rusya’ya döndüğünde Lenin’i o tren istasyonunda partisinden önemli birçok isim karşıladı. Lenin, orada “tüm iktidar sovyetlere!” diye haykırdı.

Bugün sovyet, işçilerin ve halkın elindeki meclislerdir. Lenin’e göre bu meclisler, yeni sosyalist politika tarzının gerçek politik varolma biçimidir. Bu tarz, Fransa veya Almanya’daki sosyalist partilerin teslim oldukları parlamentocu ve seçimci çizgiye karşıdır. Bu çizgi, sosyalist partileri 1914-1918 arası dönemde yaşanan kıyım sürecinde kendi ülkelerinin işledikleri cinayetlere ortak etmiştir.

Lenin, hiçbir zaman “tüm iktidar partiye” demedi. Lenin yirmilerde, ölümünden kısa bir süre önce komünist partisinin yönettiği sovyet devletinin çarlık düzeninde faal olan devletten farklı olup olmadığını sorguladı. İşçilerin ve köylülerin oluşturacağı ve devletin kontrolünden doğrudan sorumlu olacak bir denetim kurulunun meydana getirilmesini önerdi. Fakat bu önerisinin somutta başarıyla uygulanmasını sağlayamadan öldü. Sonrasında Stalin, parti ve devleti temsiliyet düzleminde bir tutan yanlış fikri ifrata vardırdı.

2. Çin’deki Kültür Devrimi esnasında Mao Zedung’a sıklıkla Çin’deki durum hakkında konuşurken neden hep proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği mücadeleden dem vurduğunu soruyorlardı. Oysa Çin, komünist bir devletti, komünist partisi tarafından yönetilen bir devlete sahipti. Bu soruya Mao şu cevabı veriyordu: “Bana hep Çin’de burjuvazi nerede diye soruyorlar. Burjuvazi Komünist Partisi’ndedir.”

Mao, partinin devletle cem olduğu vakit yozlaşabileceğini görmüştü. Tüm üretim, dağıtım ve yönetim süreçlerini kolektif iradeye teslim edip devleti çökertmek yerine parti kadroları, yeni bir burjuvazi meydana getirmişlerdi. Bu kadrolar, özel mülkiyeti kolektivize etmek şöyle dursun, onun yönetilmesi işini üstlendiler. Kapitalist devleti sönümlendirmediler, aksine, tekelci devlet kapitalizmini meydana getirdiler. Bugün Çin, komünist hiçbir vasfa ve niteliğe sahip olmayan bir devlet olarak, dünya piyasasının önemli bir gücü ve ABD’nin rakibi hâline geldi.

Her iki örnekte de görüleceği üzere büyük komünist düşünürler ve liderler, halkın politikayı belirlediği düzenin halkın seçimler yoluyla veya parti aracılığıyla temsil edildiği bir düzenle ikame edilmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu görmüşlerdi. Onlar, bu anti-demokratik sürece mani olamadılar, neticede kapitalist hâkimiyetin yegâne alternatifi olan komünist hipotez zayıfladı.

Gerçek demokrasi, belirli örgütlenme biçimlerini ifade eder tabii ki ama örgütlenmenin kendisi temsiliyete indirgenemez, indirgenmemelidir. Örgütlenme pratiği, faal, eylem hâlindeki çokluğa tabi olmalıdır.

Öte yandan, faal, eylem hâlindeki çokluk da bireyler toplamına indirgenmemelidir. O, bireyler toplamından ibaret değildir. Çokluk, uzay boşluğunda, tek başına hareket etmez. Durumu hep birlikte analiz eder, önemli olan eyleme karar verir. Her türden gerçek demokratik politik buluşma mevcut durum üzerine çalışır ve o durumun ne’liği, ayrıca üstlenilecek görevler ile ilgili sorulara cevap bulur.

Dolayısıyla, eylem hâlindeki çokluğun mevcut durumu ve o durum dâhilinde üstlenilecek görevleri tanımladığı söylenebilir. Bu noktada iki riskle karşılaşılır: Çokluğun ortaya koyduğu pratik, seçimci bir yaklaşımla bireylerin oy kullanmasına indirgenir, bu da o çokluğu dağıtır. İkinci riskse pratiğin parlamentoculuğa indirgenmesidir ki bu pratik çokluğu belirli bir yöne sevk eder, böylece çokluk, kendi tarzını temsiliyet üzerinden oluşturur.

Seçimciliğin yol açtığı dağılma ve hâkim olan temsilci siyaset, parlamentocu aptallığın tesis ettiği diktatörlükten kurtulmaya çalışan her türden siyasetin içine düştüğü iki tuzaktır.

Gerçekte parlamenter demokrasinin asıl korktuğu şey, kapitalist parlamentoculuğun kullandığı mengenenin iki dişi olarak dağılma ve temsiliyetin bir biçimde zayıflamasıdır. Bu iki diş, siyaset sahnesinde teyit edilmenin yegâne yolu olarak oy kullanma hakkına itiraz edildiğinde ve politik eylemin ortaklaşılan yegâne biçimi olarak devlet iktidarına kafa tutulduğunda kırılır.

Muhalefet güçlerinin teslim olduğu parlamentocu aptallık, sürekli sözde demokratik siyasete yönelik iki tür radikal eleştiriden uzak duruyor, hep iktidarda olsa her şeyin başka türlü olacağını söylüyor. Oysa gerçeklikte iktidar aynı kalıyor. Çokluğun harekete geçirilebilmesi için onun dağılma ve temsil denilen tuzaklardan uzak tutulması gerekiyor.

Bu tespitler ışığında, mevcut duruma dönebiliriz, biraz soyut da olsa onun hakkında bir iki kelâm edebiliriz.

Seçim müsameresinin üç ortağı var. Bunların ikisi ikinci tura kaldı: Macron ve Le Pen. Bir de solcu Mélenchon var. Diğerleri, parlamentocu mantık bağlamında kendi küçük seçmen kitlesini bir hiç uğruna satmak zorunda kalan insanlardan oluşuyor. Parlamentoculuğun dağıtıcı pratiğine hizmet eden müfrezeleri meydana getiriyorlar. Bu üç politik hat dağılma tuzağından kurtulsa bile temsiliyet konusunda ciddi sorunlarla yüzleşiyor. Onlar hangi çokluğu temsil ediyorlar? Kimler adına konuşuyorlar? Meclis seçimleri onlar için epey endişe verici.

Seçime giren üç isim içinde sadece Marine Le Pen’in partisi var. Macron, yamalı bohçaya dönüşmüş, yamaların arasındaki ipliklerin söküldüğü bir ittifakın temsilcisi. Mélenchon ise artık sosyalist veya komünist bir partinin üyesi değil. O, sadece kendi dağıtma pratiğini temsil ediyor.

Peki biz ne yapabiliriz? Çokluğun birleşik liderliğini nasıl örgütleyebiliriz? Le Pen’in başı dertte çünkü diğer iki isim ona karşı birleşti. Macron, partisiz bir isim olarak Le Pen’i istemeyen herkese kucak açmaya hazır. Mélenchon “Le Pen’e tek bir oy bile yok” dedi, hem de dört kez. Ama hiç “oylar Macron’a” demedi.

Bu koşullarda, dağıtıcı basınçlı suyu ve temsilci musluğu ile seçim mekanizması, önümüzdeki ay güçsüz bir cumhurbaşkanına ve çoğunluğa sahip olmayan bir parlamentoya yol açacak, öte yandan kimse gerçeği dile getirmeyecek: yani söz konusu mekanizma, her şeye uyum sağlayabilecek bir yapı. Ama tabii Perefitte’in önermesinde dile geldiği biçimiyle, seçim mekanizması toplumu değiştiremez. Seçim oyunu, modern kapitalizmi kontrol altına alacak bir saldırı gerçekleştiremez. Bu saldırı, hiçbir zaman yaşanmayacak!

Mülkiyet sermayenin elinde olduğu sürece seçim mekanizması hiçbir işe yaramaz.

Gençliğimiz dördüncü cumhuriyette geçti. Hiçbir parti çoğunluğu elde edemiyordu, sonuçta da sürekli başbakan değişiyordu. Halk, kimin başbakan olacağını bilemeden sandığa gidiyor, hükümetler kısa sürede değişiyordu.

Ama bu durum, ellilerde ve altmışlarda Fransız kapitalizminin kendisini o “şanlı otuz yıl” dediği döneme taşımasına mani olmadı. Yaşanan durum, ayrıca Guy Debord’un ve durumcuların “tüketici toplumu”nun doğuşundan bahsetmesine da mani olmadı.

Buradan şu çıkarımı yapabiliriz: Dağılma ve temsiliyet denilen tuzaklardan uzak durmak istiyorsanız sandığa gitmeyin, oy kullanmayın, bir daha elinize o pusulayı almayın. Gerçekten kolektifleştiren toplantılar düzenleyin, sizi ilgilendiren her şeyle ve her yerle bağ kurun.

Yegâne düşmanınızın, sistemden tek faydalanan unsurun sermayenin ekonomik ve toplumsal diktatörlüğü olduğunu unutmayın. Totaliterizmin karşısına çıkartılan “demokrasi”nin somutta ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya vb. olduğunu bilin.

Emperyalist güçler ve milyarderler, yoksulların üçüncü dünyasına dair siyasetleri için milyarlar harcıyorlar. O yoksullarsa hayatta kalmak veya yaşamak için ülkelerini terk edip başka yerlere gitmeye çalışıyorlar. Bu milyarder denilen akbabaları kovmamıza, onların sıcak diyarlardan gelen Asyalı, Güney Amerikalı, Afrikalı mağdurlarını kucaklamamıza katkı sunmuyorsa neden oy kullanalım?

Oysa seçim mekanizması buna asla izin vermez. Dolayısıyla oy kullanmaya artık bir son verip, herkesin eşit olacağı başka bir insanlık inşa etmek için birleşelim.

Amacımız şudur: bırakalım sandığın önünde sadece milyarderler sıralansın. Böylesi daha hayırlı.

Bu arada sizi biraz rahatlatmak için, şarkı niyetine, siyaset üzerine güzel bir metinden parçalar okumak isterim. Platon’un Devlet eserinin sondan bir önceki bölümünden aktarıyorum. Bu bölümde karşımıza sahte demokrasi denilen biçimin ve başvurduğu dilin karşısına rasyonel militanlığa dair umut çıkartılıyor.

Aktardığım alıntıların çevirisi bana ait. İlki Sokrates’ten:

“Zenginler yoksul işçileri neden hor görüyorlar, onlara hiç tereddüt etmeden ‘barbar’ diyebiliyorlar veya onların medeniyete entegre olamamış unsurlar olduklarını nasıl söyleyebiliyorlar, onlar aleyhine olan, o işçileri hakir gören kanunları nasıl çıkartabiliyorlar, iğrenç şehirlere nasıl istifliyorlar, isyan edecekler diye onları kontrol altına almak, dövmek, tutuklamak hatta vurup öldürmek gibi işlere neden tevessül edebiliyorlar? Çünkü çok korkuyorlar. Zenginler ve meclisteki saf insanlık fikrine bağlı partileri hâkimiyeti elinde bulunduran canavardaki korkaklık önünde aslan gibi görülen işçideki duygulanımı diz çöktürmek için uğraşıyorlar. Politik gücü ve cesaretiyle işçiler, gerçeklikte yozlaşmış ve korkak olan zenginlerin iktidarını tehdit ediyorlar.”

Sokrates’in Glaucus isimli genç bir öğrencisi hocasına şunu söylüyor:

“Ben, tüm bu kötülüklerin yol açtığı tehlikeden bizi kurtaracak yolu hâlen daha göremiyorum.”

Ardından Sokrates şunu söylüyor:

“Adı ne olursa olsun her türden politik kolektif, hakikati görüp söyleme becerisi olan insan gibi olmalıdır. Düşünce pratiği neticede politik hakikati teşkil edecek, tartışılmış, akla dayanan bir değerlendirmeye yol açmalıdır. Her türden şiddet aracıyla kendi çıkarlarının peşine düşmüş olan bir toplumsal grubun aldığı kararların karşısına sadece bu hakikat çıkartılmalıdır.”

Filozofun öğrencisi olan Amantha isimli genç kadın lafa giriyor:

“Bana öyle geliyor ki siz ticaretin ardındaki tutkuların ve kişisel çıkarcı eylemlerin karşısına, insanüstü kapasiteye sahip olana dek insanın rıza göstermesi gereken bir tür disiplini çıkartıyorsunuz. Siz politik müzakere denilen şeyin bizi hep birlikte aramızdaki öznel uyumun hizmetine sunmasını istiyorsunuz.”

Sokrates’in cevabı şu şekilde:

“Her hâlükârda, sermayenin yoğunlaştığı o acımasız sürecin her yerde verdiği emirlerden kurtulacağız. İçimizdeki hükümete, aktif düşüncemize döndüğümüzde kendi arzularımızın ötesinde genel önemi haiz olanı yaratabilecek olanı devreye sokmak için kendi payını kullanacak, parayı ve parayla alakalı işleri bu pratiğe tabi kılacağız. Aynı şeyi her türden seçim mekanizmasının ötesine geçip, kamu nezdinde tanınma meselesi bahsinde de yapacağız. Oturup oy saymayacağız. İnsanlar için en hayırlı olanı düşündüğümüze dair övgüleri büyük bir memnuniyetle kabul edeceğiz, dünya sahnesinde dilimizden dökülen taahhütlerde ve kendi özel hayatlarımızda özne olduğumuz sürece zarar veren, sadece kendisine hizmet eden haraççılardan uzak duracağız.”

Biraz melankolik olan genç Glauque endişesini şu şekilde dile getiriyor:

“Muhtemelen o zaman tüm siyasi eylemlerden ve tüm politikacılardan uzak duracağız.”

Bu lafa Sokrates şu sert tepkiyi veriyor:

“Hayır aksine. Ülkemizin insanları içinde işleyen siyasette olabildiğince faal olacağız, aynı zamanda tüm insanlığa hizmet edeceğiz! Ama bu hizmeti devlet düzeyinde, resmi bir görev dâhilinde vermeyeceğiz, devlete mesafe alacağız. Öngörülmesi mümkün olmayan devrimci koşullar ortaya çıkana kadar yolumuza devam edeceğiz.”

İçi yeniden ümit dolan Glaucous şunu söylüyor:

“Ah evet! Geçen akşamdan beri hakkında onca söz sarf ettiğimiz türden bir politik düzeni kuracak olan koşullardan bahsediyorsunuz, değil mi? Zira bu düzen, sadece konuşmalarımızda var. Böylesi bir düzenin bu dünyada başarılı herhangi bir örneğinin olabileceğini sanmıyorum.”

Bunun üzerine Sokrates son sözünü söylüyor:

“Muhtemelen birçok ülkede gerçekte işleyen politik süreçler bizim fikrimizle uyuşmuyor, zira kimilerinin komünizm, gerçek komünizm dediği bu fikrin kapsamı evrenseldir. Faal özneler olarak bizim hareketlerimizi tayin eden, bu politik süreçlerin güçlü ya da yeni, sayıca bol ya da nadir olmaları değildir. Bizim tek umudumuz, bir gün politikaların bizdeki fikre dünya ölçeğinde ona destek sunacak gerçekliği temin etmesi yönündedir. Henüz böyle bir gerçeklik elde mevcut olmasa bile, biz gene de bu fikre, sadece bu fikre ve taahhüt ettiklerimize sadık kalacağız.”

Aynen öyle. Sadakatimizi koruyalım. Tekraren söylüyorum: bir daha oy kullanmayalım, sandığa gitmeyelim. Oy kullanmak, iktidarın yozlaştıracağı sürecin başladığı yerdir. Bu oy kullanmamayı öngören tavrın, mücadeleci tutumun yol açtığı boşlukta halka ve arzuya sarılalım, sermayeyle, yoğunlaşma süreciyle, milyarderlerle, oligarşiyle ilişkisini gayriresmi yollardan da olsa kesen herkese çevirelim yüzümüzü. Böylelikle, her yerde her türden meseleyle ilgili en iyi kararı yeryüzündeki tüm halklar adına halk meclisleri, seçimle belirlenmeyen sovyetler versin.

Alain Badiou
23 Nisan 2022
Kaynak

0 Yorum: