31 Ağustos 2023

,

İran’ın Batı’yla Ağulanması


İran’ın Batı’yla Ağulanması:
Behrengi’nin, Âl-i Ahmed’in ve Şeriati’nin Tarif ve Tepkileri

Giriş

Altmışlarda ve yetmişlerde dini kurumsal yapının dışından gelip de rejim karşıtı, gidişattan hoşnut olmayan İranlıları en fazla etkilemiş olan isimler, Samed Behrengi (1939-1968), Celâl Âl-i Ahmed (1923-1969) ve Ali Şeriati’dir (1933-1977). Her bir isim ülkenin farklı eyaletlerinden gelmektedirler: Behrengi Azerbaycanlı, Âl-i Ahmed Tahranlı, Şeriati ise Horasanlıdır. Bu üç aydın ömürleri boyunca kendilerine sadık bir kitle inşa etmeyi bilmiştir. Üçü de kendilerine bağlı kitle nezdinde “şehit”tir ve ölümleri ardından ömürlerinde tanık olmadıkları bir popülerliğe kavuşmuştur. Ayrıca üç isim şahın rejimine indirilecek son darbe için hazırlanan taraftarlarını besleyen, onlara ilham verip tahrik eden kapsamlı bir toplumsal eleştiri ortaya koymuştur.

Tarzları, bulundukları ortam ve mesajlarının içeriği farklı olsa da bu üç aydın da yaptıkları toplumsal eleştiri dâhilinde Pehlevi rejiminin hüküm sürdüğü İran’da yürürlükte olan ve en fazla öne çıkan sosyo-ekonomik ve kültürel güçle, ülkenin Batı’yla ağulanması” süreciyle cebelleşmiştir.

Bu makalenin amacı, İran’ın “Batı’yla ağulanması” sürecine dair bu üç simin ortaya koydukları tarifleri ve tepkileri analiz etmektir. Bu türden bir analiz, 1978-1979’da gerçekleşen İran Devrimi’nde görünür olan Amerika ve Batı karşıtı akımların daha iyi idrak edilmesine katkıda bulunacaktır.

Buna ek olarak, böylesi bir analiz, altmışlarda ve yetmişlerde Pehlevi rejimine karşı çıkan İranlıların, bilhassa aydınların yürüdükleri yolun tespit edilmesini sağlayacaktır.

İlk isim, solcu ve laik bir öğretmen olan Behrengi’dir. Samed Behrengi, Batı kültürünü taklit eden bayatlamış burjuva kültürünü alaya alır, İran toplumundaki gelir eşitsizliğine karşı çıkar ve İran eğilim sisteminde Amerika’nın sahip olduğu etkiye itiraz eder. Behrengi’nin talebi, toplumsal eşitliğe ve kültürel bağımsızlığa ulaşmak için, bilgi ve deneyim üzerine kurulu, gerektiğinde şiddete başvuran devrimci bir mücadele yönündedir.

Diğer isim, ünlü edebiyatçı ve laik bir kişilik olarak Âl-i Ahmed’dir. İran’ın ekonomi ve kültür düzleminde Batı’ya bağımlılığını eleştiren Âl-i Ahmed Batı’nın hâkimiyeti karşısında duramayan etkisiz bir kale ve gerici bir yapı olarak dini ve ulemayı ağır bir dille eleştirir ve teknolojinin yerlileştirilmesi üzerinden “makinenin evcilleştirilmesi” önerisinde bulunur. Ne var ki Âl-i Ahmed, hac vazifesini ifa ettiği dönemde dini yeniden incelemiş, bu yoğun çalışma sonrasında Âl-i Ahmed dinin İran kimliğinin Batılı olmayan, yerli ve oldukça önemli bir kısmını oluşturduğunu kabul etmiş, onun “Batı’yla ağulanma” sürecine karşı etkili bir direniş ortaya koyma potansiyeline sahip olduğunu söylemiştir.

Son isimse dini kurumsal yapının dışından gelen, Batı’da eğitim almış dini lider Şeriati’dir. Üçüncü Dünya halklarının dünya genelinde emperyalizme karşı yürüttüğü mücadeleye destek sunan Şeriati, Marksizmin alternatif teşkil ettiği fikrine karşı çıkmış, ama gene de onun ortaya koyduğu kimi görüşlerin değerini teslim etmiş, Marksizme ait ifadeleri zaman zaman kullanmıştır. Şeriati, politik açıdan faal, hatta devrimci olan, yeniden diriltilmiş, İran’a has bir Şiiliği savunur ve onun Batılılaşma ile Marksizm karşısında üçüncü yolu temsil eden hat olarak, sosyal adalet için mücadele yürütmesi gerektiğini söyler.

Behrengi, Âl-i Ahmed ve Şeriati, velut yazarlardır. Buradaki analiz, toplam asarın küçük bir kısmını temel almakta, sadece Batı’yla ağulanma olgusuyla ilgili olan metinlere odaklanmaktadır.[2]

Behrengi’nin Burjuvazi ve Amerika’yla Ağulanma Eleştirisi

Behrengi’nin İran burjuvazisine ve (benim ifademle) Amrikazadegi’ye [“Amerika’yla Ağulanma”] dair geliştirdiği solcu ve laik eleştiri, bunun yanında, İran toplumu için önerdiği reçeteyi incelemeden önce, onun geçmişinin öne çıkan kimi yönlerini kısaca aktarmak faydalı olacaktır.

Behrengi, başarılı bir eğitimciydi. On bir yıl boyunca Azerbaycan’daki köy okullarında, belirli fasılalarla, Tebriz’deki öğretmen okulunda hocalık yaptı. Köylülerdeki yoksulluğa bizzat şahit oluşu ve Azeri halk kültürüyle tanışması, onun bir yazar olarak dile getirdiği mesajın içeriğinin ve o mesajın aktarımında kullanılacak aracın şekillenmesine katkıda bulundu.

Behrengi’nin kısa hikâyelerden oluşan asarı, Batı’da çoğunlukla çocuk hikâyeleri olarak görüldü, oysa hem çocuklar hem de yetişkinler için yazılmış, belirli bir zamana ait olmayan halk hikâyeleri olarak bu hikâyeler, Behrengi’nin köylerde öğretmenlik yaparken edindiği deneyimin ve Azeri halk kültürüne yönelik sevgisinin bir ürünüydü. Kendisinin dile getirdiği biçimiyle Behrengi, bu hikâyeleri insanları eğitmek ve harekete geçirmek için yazıyordu:

“Çocuk edebiyatının pasif propagandayla ve kaba, verimsiz kurumlarla sınırlandığı dönem sona erdi. Çocuklarımızı umutlarını yalan yanlış ve boş görüşler ve gelecek tasarımları üzerine inşa etmelerine mani olup, onların umutlarını, toplumdaki acı gerçekleri doğru bir biçimde anlayıp yorumlama pratiği ve o acı gerçekleri ortadan kaldırma konusunda verilecek mücadeleye bağlamalarını sağlamalıyız.”[3]

Behrengi’nin hikâyeleri, sadece zevk almak için okunamaz. Onları okumanın en önemli sebebi zevk olamaz:

“Hikâyeler, sadece zevk almak için okunmaz. Bilinçli çocukların hikâyelerimi sadece zevk almak için okumalarını istemem.”[4]

Halk hikâyeleri yanında Behrengi, İran eğitim sisteminin farklı yönlerini eleştiren bir dizi makale kaleme aldı. Bu makaleler, Kand o Kâv dar Masâ’el-e Tarbiati-ye Irân [“İran’ın Eğitimsel Sorunlarına Dair Soruşturma”] başlıklı makale derlemesi gibi çalışmalar içerisinde yayımlandı. Öte yandan Behrengi, Azerbaycan tarihi, Azeri Türkçesi, çocuk edebiyatı, köy hayatı ve dilbilgisi gibi konu başlıklarını ele alan makaleler de yazdı. Bilhassa eğitimin sorunlarıyla ilgili olan makaleler türünden çalışmalarının önemli bir bölümünde pedagojik bir dil hâkimken, köy hayatına dair makaleleri ise daha çok tasvire dayalıydı.

Sınıf dışında yürüttüğü faaliyetlerde de Behrengi, gençleri “eğitmeye”, onlara rehberlik etmeye, bir yandan da eğitim sistemini reforma tabi tutmaya yönelik çalışmalar yürüttü. Areş isimli edebiyat dergisinin özel sayı olarak bastığı, onun için ölümü ardından yazılmış yazılardan, anılardan ve anekdotlardan oluşan çalışmanın birçok yerinde Behrengi’nin köylüleri eğitmek için ortaya koyduğu, fedakârlık üzerine kurulu çabalarından bahsediliyor.

Örneğin ondaki kitap sevgisi, tüm parasını kitaplara harcamasına sebep oluyordu. Hatta bazen Behrengi, seyyar kütüphanecilik yapıp o kitapları Azerbaycan köylerinde dağıtıyordu. Boş zamanlarında kitapçıları dolaşan Behrengi, değersiz kitapları aldıklarını gördüğü insanları o kitapları almamaya ikna etmek için uğraşıyor, onun yerine ilham verici ve öğretici bir başka kitabın alınmasını sağlıyordu.[5] Behrengi, ayrıca müfredat çalışmalarında da yer alıyordu. Okutulmasını istediği ve en çok sevdiği kitapsa Azeri Türkçesi konuşan insanlara Farsça öğreten, kendisine ait “alfabe kitabı”ydı.[6]

Behrengi, eğitimci olarak yürüttüğü çalışmaların yanında, bir de çeviri faaliyeti yürütmekteydi. Fransızca eserleri Farsçaya kazandıran Âl-i Ahmed ve Şeriati’den farklı olarak Behrengi, İngilizce bilmesine, Tebriz Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmuş olmasına rağmen, Batı dillerinden hiçbir çalışmayı çevirmedi. O, daha çok kendi ana dili olan Azeri Türkçesi’ne ait eserleri çevirmekle ilgilendi. Kendi derlediği ve arkadaşı Behruz Dehkani ile birlikte çevirdiği iki ciltlik Azeri halk hikâyeleri derlemesini yayımladı. Ayrıca Behrengi; Şamlu, Ferruhzad ve Nima Yuşiç gibi kendi döneminin önemli İranlı yazarlarının eserlerini Azeri Türkçesi’ne çevirdi, ancak ne yazık ki bu çeviriler, Azeri Türkçesi’yle yazılmış eserlerin Şah rejiminin son döneminde yayımlanmasına izin verilmemesi sebebiyle, yayımlanamadı.[7]

Sansürden kaçınmak amacıyla Behrengi, edebi çalışmalarında halk hikâyesi formunu kullanıyordu.[8] Bu çalışmalar, tümüyle halk hikâyelerinden oluşuyordu. Bu hikâyeler, ya Azeri Türkçesi’nden çevrilmiş eserlerdi ya da tümüyle yeni kaleme alınmış çalışmalardı. Azeri halk hikâyelerine olan düşkünlüğü ve köy okullarında halk hikâyelerini öğretirken edindiği olumlu deneyim üzerinden düşünüldüğünde, bu tarzı seçmesi gayet doğaldı. Ancak öte yandan Behrengi, alegoriler ve mecazlar üzerinden sansürden kaçınmak için her fırsatı kullanmaktaydı.[9] Tam da bu sebeple, örtük bir dille “çocuk edebiyatı” olarak adlandırdığı halk hikâyesi türü, Fars edebiyatı içerisinde sahip olduğu o uzun ve zengin tarihiyle birlikte, Haziran 1963 sonrası İran’da en önemli türlerden biri hâline geldi.[10]

Behrengi’nin ölümünden sonra Mahi-ye Siyah-e Kuçulu [“Küçük Kara Balık”] 1969 yılında Bolonya ve Bratislava’da düzenlenen edebiyat festivallerinde uluslararası ödüller kazandı. Dünya genelinde gördüğü kabul sayesinde hikâyenin İran’daki itibarı da arttı, dolayısıyla, bir tek o hikâyesi ülkede yasaklanmadı.[11] Çalışmalarını İmparatoriçe Farah’ın himayesinde yürüten Çocukların ve Gençlerin Düşünsel Açıdan Beslenmesi Derneği, tuhaf bir yaklaşım üzerinden, hikâyenin allı pullu ve güzel resimlerle bezenmiş bir baskısını yaptı.

Âl-i Ahmed ve Şeriati gibi Behrengi de genç bir yaşta, henüz 29’undayken üstelik hâlen daha sırrı çözülememiş koşullarda vefat etti. (Bilindiği üzere, Âl-i Ahmed 46, Şeriati ise 44 yaşındayken vefat etti.) Onların rejimin öfkesine mazhar olmuş mesajlarına vakıf olan, onların muhalif duruşunu bilen takipçileri ve dostları, ani ve beklenmedik ölümleri karşısında duydukları kederle birlikte, ilk elden SAVAK’ı suçladılar, bu üç ismin ölümlerinin doğrudan veya dolaylı sebebi olarak bu istihbarat kuruluşuna işaret ettiler.

Üç yazarın ölümleri ile ilgili olarak aktarılan kanıtları ve dile getirilen teorileri incelemenin yeri burası değil elbette.[12] Ölümlerle ilgili aktarılan hikâyelerin şu veya bu versiyonunu savunanlar, ölümün sebebini şüpheleri giderecek şekilde ortaya koyabilmiş değiller. Lâkin burada meselemiz bu değil. Bu noktada üzerinde durulması gereken husus, bu kişilerin SAVAK’ın ölümlerde parmağı olduğuna dair inancı güçlü ve inatla dile getirişlerinin, o dönemki İran toplumuyla ilgili önemli bir hususu açığa çıkartıyor olması: O dönemde birçok İranlı aydında kökleşmiş bir kötümserlik, toplumun ve insanın kötü yanına yönelik vurgu, şüphe ve muhalif duygular hâkimdi.

Areş dergisinin Âl-i Ahmed’i anmak için hazırladığı sayısında aktarılan anılarda da görüldüğü üzere, Behrengi ile Âl-i Ahmed arasında duygu yoğunluğu yüksek bir kişisel ilişki mevcuttu. Behrengi, Âl-i Ahmed’in dikkatini ilkin İran’ın Eğitimsel Sorunlarına Dair Soruşturma çalışmasıyla, ardından da kısa hikâyeleriyle çekti.[13] Sonrasında Tahran’a yaptığı ziyaretlerde Âl-i Ahmed’in etrafında toplaşmış genç aydın çevresinin toplantılarına ve sohbetlerine katıldı. Âl-i Ahmed ise Behrengi’nin yakın dostlarından, Azerbaycanlı yazar ve oyun yazarı Gulam Hüseyin Sacidi ile birlikte Nisan/Mayıs 1967’de Tebriz’de Behrengi’yi ziyaret etti.[14] Sohbetlerinde Âl-i Ahmed, Behrengi’den “fevri Samed” veya duygusal bir ifadeyle, “küçük kardeşim” olarak bahsediyordu. Aslında tanışmaları mümkün olsa da Behrengi, Şeriati’yi tanıma imkânı hiçbir zaman bulamadı, zira Behrengi’nin 1964’ten 1968’de ölene dek yürüttüğü, çok verimli geçen edebiyat ve yayıncılık faaliyetleri esnasında Şeriati ya hapisteydi ya da Meşhed Üniversitesi’ndeydi.

Behrengi’nin hayat hikâyesi ve yürüttüğü faaliyetler, onun İran burjuvazisi ve Amrikazadegi’yle ilgili eleştirilerini anlamamıza katkı sunacaktır. Behrengi, Âl-i Ahmed’in doğrudan İran’ın Batı’yla ağulanması sürecini ele alan Garbzadegi kitabı türünden bir eser kaleme almadı, bunun yerine, bu mevzuyu ele alan bir dizi makale yazdı. Âl-i Ahmed’in İran’daki Batılılaşma olgusuna dair genel kültürel analizine karşılık Behrengi’nin geliştirdiği anlayış, daha çok sınıfsaldı ve solcu bir bakış açısının ürünüydü.

Behrengi, bir çalışmasında İranlı sosyolog Taki Müderrisi’nin sözünü aktarıyor ve memurlar sınıfının giderek halka yabancılaştığını, kaygısızlaştığını, toplumsal sorunlara yönelik ilgisini yitirdiğini, bu anlamda, “toplumsal hayat denilen ortamda bir tutam kuru dal”a dönüştüğünü söylüyor.[15] Açıktan dile getirmese de Behrengi, modern burjuvazinin Batı’nın etkisinde olduğuna, oradan gelen fikirlerle zehirlendiğine inanıyor. Ardından Behrengi, ferhengiyanın (eğitimcilerden, eğitim uzmanlarından, profesörlerden, öğretmenlerden, müdürlerden, idarecilerden oluşan eğitim kurumunun), yani Müdderrisi’nin “kuru dal” dediği kesimin kültürünü teşrih masasına yatırıyor. Behrengi, bu kesimin hayat pratiğini, aldığı şekli, hareketini ve bünyesine giren zehri öğrenmek, buradan, gerekli panzehri geliştirip ondan kaynaklanan hastalıkları tedavi edebilmek için ilgili kesimin tıpkı bir mikrop gibi mikroskop altında incelenmesi gerektiğine inanıyor.[16] Bir kuşak boyunca lise ve üniversite mezunlarının bu ferhengiyanın etrafa yaydığı mikroptan etkilendiğini söyleyen Behrengi, bu hastalığın zamanla tüm topluma yayılacağını iddia ediyor: “Bu sınıfın yaydığı hastalığın bir salgın hâlini aldığını söylemeye bile gerek yok.”[17]

Ferhengiyanın kültürüne dair eleştirisinde Behrengi, bu kesimin yegâne hedefinin kendisi ve ailesi için maddi rahatlığı ve refahı sağlamak olduğunu söylüyor. Maaşının bu refahı sağlama konusunda yeterli gelmediğini görürse “taksitle alışveriş” üzerine kurulu bir hayata yöneliyor.[18] Ferhengiyan denilen kesimin kültürünün önemli bir kısmını sinema teşkil ediyor: genelde haftada bir, belirlediği günlerde, ibadet edercesine, kendince seçtiği sinemada film izliyor. Bu sinemalar, tabii ki alt sınıfların giremediği yerler ve daha çok, en olmadık yerlerde şarkılar söyleyen kızların eşlik ettiği orkestralarla beslenen, aniden ve gereksiz kavgaların yaşandığı, insanı aldatmaktan başka bir işe yaramayan, aptalca ve yüzeysel aşk filmleri gösteriyorlar.[19]

Ferhengiyan, aynı ölçüde bayat şeyler okuyor: Batı’nın sinema yıldızlarıyla ilgili dedikodularla, çekici erkeklerin sırlarına dair makalelerle veya en son üretilmiş kozmetik ürünlerinin reklâmlarıyla dolup taşan kadın dergileri.[20]

Ferhengiyanın müziği Behrengi’nin hoşlanmayacağı türden: O, daha çok, sadece zevk almak için müzik dinliyor, aşkı besleyen veya anımsatan şeylere kulak veriyor. Bülbül gibi şakıyan işveli bir kadının duygusal nağmeleri ve ona eşlik eden her türden enstrüman, ona kâfi geliyor. Radyoda “Canlı Çiçekler” veya “Yeşil Ağaç Dalı” gibi isimleri olan insanı aptallaştırıcı romantik şarkıların çalındığı programları dinliyor.[21]

Çocuk yetiştirme konusunda ise ferhengiyanın derdi, üst asil sınıfa yükselmek. Bu amaca ulaşmak için çocuklarına, anadillerinden önce İngilizce öğretiyor. Ancak bu noktada Behrengi verdiği örnek dâhilinde, tüm İranlıların İngilizce öğrenmesinin önemi ile Farsça konuşmayan etnik grupların Farsça öğrenmesinin önemi arasında net bir ayrım yapmıyor. Örneğin Tebriz’deki çocukların sevgi ifadesi olarak babalarına Azeri Türkçesi’yle “ata” ya da “dada” yerine, Farsça “baba” demeye zorlandıklarından bahsediyor. Bunun sebebininse o çocukların anne-babalarının dinledikleri ve öğrendikleri materyaller üzerinden Batı’nın ve küçük burjuvalığın kokusunu almış olmaları olduğunu söylüyor. Bu sebeple, anne babaların “ata” ve “dada” sözcüklerini geri kalmış köylülükle ve eski kafalılıkla ilişkilendiriyorlar.[22]

Behrengi’nin görüşüne göre, bu burjuva kültürünün belirlediği ortam:

“bu anne babaların dünya görüşünün evlerinin dört duvarıyla sınırlı kalmasına neden oluyor. Erkekler eşlerine, varsa çocuklarına o dört duvar içerisinde sarılıyorlar, tüm hayatları büro, okul ve ev arasında geçiyor. Eğlenmek ve vakit öldürmek için hobiler ediniyorlar. Boş zamanlarını aylaklık ederek, oyunlar oynayarak ve eğlenerek geçiriyorlar. Enerjilerini midelerini ve bağırsaklarını doldurmak için harcıyorlar. Bunun sonucunda da ortaya yüzeysel ve muhafazakâr erkekler çıkıyor.”[23]

Behrengi’nin modern İran burjuvazisine dair tasviri, Batı burjuva kültürünün Marksist ve Marksist olmayan eleştirilerini okumuş Batılıların tasvirini andırsa da Behrengi’nin, altmışlarda İranlılara yönelik dile getirdiği eleştirinin yepyeni bir eleştiri olduğunu görmek gerekiyor.

Celâl Âl-i Ahmed, Batı’yı niyeti İran’a hâkim olmak olan monolitik bir bütün olarak anlarken ve Batılı uluslar arasında sadece İran’da yaşanan belirli tarihsel olaylarla ilişkileri dâhilinde ayrım yaparken, Behrengi, neredeyse sadece ABD’ye yoğunlaşıyor ve Amerikan kültürünün etkili olduğu alanlara odaklanıyor. Behrengi’de Âl-i Ahmed’in garbzadegi kavramının yerini Amrikazadegi alıyor. Behrengi, bilhassa Amerika’nın İran’daki eğitim sisteminde sahip olduğu kapsamlı etkiye yoğunlaşıyor, kişisel deneyimi üzerinden bizzat aşina olduğu konu başlığı üzerinde duruyor.

Behrengi, Amerikalı eğitimcilerin öğretmen okullarındaki etkilerinden bahsediyor. Tahminine göre, İran’daki öğretmen okullarında kullanılan eğitim ve psikoloji kitaplarının yüzde doksanından fazlası, Farsçaya çevirmiş, Amerikalı eğitimcilerce kaleme alınmış çalışmalar. Behrengi bu analizi dâhilinde, aşırı kilolu veya zayıf öğrenciler konusunda öğretmenlerin koydukları teşhislere, okulda öğle yemeğinde verilen yemeklere ve dersliklerdeki işleyişe dair yürütülen tartışmaların ABD’ye özgü ve orayla bağlantılı olduğunu söylüyor ve bu Amerika’dan gelen kitapların İran’daki sorunlarla bir ilişkisinin bulunmadığını iddia ediyor. Ona göre, bu kitaplar üzerinden geliştirilen önerilerin en iyi ihtimalle sadece Kuzey Tahran’daki birkaç okulda uygulanma imkânı var.[24]

Behrengi, Amerikalı eğitimcilere bu kadar çok bel bağlamanın, İranlılara kendi eğitimsel ve kültürel sorunlarını unutturduğuna veya o sorunlara karşı körleştirdiğine, tüm enerjilerini ülkede varolan, gerçek ve ağır eğitim sorunları karşısında İran’la alakası bulunmayan, sadece gelişmiş ülkeleri ilgilendiren eğitim sorunlarının çözümüne teksif etmeye ittiğine inanıyor.[25]

Behrengi, aynı zamanda İran okullarında İngilizce öğretmek için kullanılan kitapların büyük bir bölümünün İran kültürüyle bağlantısının olmadığı üzerinde duruyor. İddiasına göre, bu kitapların önemli bir bölümü, yarısını Tahran’da oturan Amerikalıların, yarısını Batılılaşmış İranlıların oluşturduğu sınıflar için tasarlanmış. O açıdan, İngilizce derslerinin “hot dog” [“sosisli sandviç”] veya “beysbol” gibi Amerika’ya has kültürel ifadeleri temel alması tam anlamıyla saçmalık.[26] Tebriz Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okumuş olan Behrengi’nin İngilizce eğitim ihtiyacını sorgulamaması, ama öte yandan İngilizce eğitiminde kullanılan kitapları eleştirmesi önemli.

Devamında Behrengi, Eğitim Bakanlığı’nın okullarda dayağı ve fiziki cezayı yasaklama amaçlı talimatlarının ve bu konuda yürüttüğü kampanyanın kaynağının Amerika’daki eğitim danışmanları olduğunu söylüyor. Behrengi, belirlenen hedefi doğru bulmakla birlikte, hedefe ulaşmak için uzun soluklu ve kademeli bir mücadele verilmesi gerektiğine, köklü ve kapsamlı bir çalışmanın şart olduğuna inanıyor. Behrengi, burada sadece Amerikalı eğitim danışmanlarının, Amerikan okullarının siyahilerin gözden ırak tutulduğu, linç edildiği veya Ku Klux Klan’ın saldırılarına uğradığı, şiddet yanlısı Senatör Goldwater gibilerin yetiştiği bir toplumu ürettiği koşullarda, İran okullarında dayağın yasaklanması tavsiyesinde bulunmalarının küstahlık, hatta iki yüzlülük olduğunu söylüyor.[27]

Amerika’nın İran eğitimindeki etkisi sorununa dair sunduğu çözümler dâhilinde Behrengi, ders kitaplarını yazma, müfredat oluşturma ve idari yapıya yardımcı olma gibi işleri, yabancı danışmanlar veya Batı’ya gitmiş olanlar değil, köylerde ve şehirlerde öğretmenlik tecrübesi olan İranlıların üstlenmesi önerisinde bulunuyor. Behrengi, öğretmenlere dizginlerin teslim edilmesi neticesinde İran’daki otoriter eğitim sisteminin genel yapısındaki katılığın azalacağına, bunun sonucunda da tüm toplumda gücün yeniden dağıtılması ihtiyacının gündeme geleceğine inanıyor.


Ferhengiyanın sebep olduğu kültürel hastalığın tedavisi konusunda ise Behrengi, yazdığı İran’ın Eğitimsel Sorunlarına Dair Soruşturma isimli çalışmada herhangi bir reçete sunmuyor. Ancak diğer yazılarında görülüyor ki Behrengi, emperyalizmi defetmek ve Batılılaşmış sınıfları, yani burjuvaziyi dönüştürmek için silâhlı mücadelenin gerekli olduğu üzerinde duruyor. “Anayasa Hareketi’nde Azerbaycan” başlıklı makalesinde kendi döneminin olaylarından bahseden Behrengi, Tabatabai ve Behbahani’nin Anayasa’nın kan dökülmeden veya savaşmadan uygulanabileceğine dair kanaatlerini alaya alıyor:

“Dünya’nın tarihsel düzlemde, eski çağlarda ve günümüzde edindiği deneyim de gösteriyor ki bu türden bir barışçıl yöntem arayışı, çile çeken ülkemi emperyalizmin zincirlerinden de sömürüden de bugüne dek kurtarabilmiş değil. İntikam eylemleri ve/veya sıkılı yumruklar olmadan, kimse, her türlü hileyi bilen, her türden silâhı kuşanmış düşmana karşı galip gelemez.”[28]

Behrengi, deneyim yoluyla edinilmiş bilginin insanı eyleme yönlendirmesi, onu toplumdaki hastalıklara şifa olacak eylemlere sevk etmesi gerektiğine dair tespitini yazdığı kısa hikâyelerde bu bahsini ettiğimiz makaleden daha güçlü bir biçimde dile döküyor. En ünlü hikâyesi Küçük Kara Balık bu tespiti tüm canlılığıyla aktardığı çalışmadır. Orada küçük kara balık, denizde bilginin peşine düştüğü yolculuktan ve onun balıkla beslenen balıkçılla girdiği ölüm-kalım mücadelesinden bahsedilir.

Toplumdaki hastalıkları ortadan kaldırmak için insan ya Küçük Kara Balık’ta olduğu gibi bireysel düzlemde fedakârlıkta bulunmalı ve o birey örnek olabilmeli ya da Uykuda ve Uyanık 24 Saat isimli hikâyesinde dile getirildiği biçimiyle, Kuzey Tahran’ın imtiyazlı ve zengin sınıfını hedef alan, şiddet eylemleri gerçekleştirebilmelidir. Hikâyenin sonuç bölümünde Tahran’a kısa süre önce köyden göç etmiş olan yoksul genç, oyuncakçıdan hikâye boyunca özlemini duyduğu peluş deve yerine makineli tüfek almak istiyor. Hikâyeden, bu gencin o makineli tüfeği peluş deveyi satın aldıktan sonra arabasına atlayıp hızla uzaklaşan zengin babaya karşı kullanacağı net bir biçimde anlaşılıyor. Üstü başı kan içinde olan genç, devenin ardından ümitsizce çığlık atıyor.

Behrengi’nin makalelerinde kullandığı dille halk hikâyelerinde kullandığı dil arasında dikkat çekici bir farklılık söz konusu. Makalelerinde Behrengi, belirli toplumsal sorunları, bilhassa eğitimle alakalı olanları tartışıyor ve çoğunlukla eğitim sahasında öğretmen olarak edindiği, farklı boyutları olan deneyimini temel alan, derinlemesine tefekkür edilmiş, pragmatik, hatta kademeli ilerlemeyi esas alan çözümler öneriyor. Makalelerinde Amerika’nın etkisine yönelik nefretini açıktan dile getiren Behrengi, emperyalizmi ve Amerika’nın etkisini söküp atmak için mücadelenin, şiddetin, hatta devrimin şart olduğunu söylüyor. Buna karşılık, kısa hikâyelerinde Behrengi, daha kapsamlı, genelde sınıfla bağlantılı konuları tercih ediyor. Hikâyelerde açıktan kimi ahlaki değerler üzerinde duruyor: Bu hikâyeler, ezilenlerin, toprakta ter döken emekçilerin ve işçilerin bir avuç imtiyazlı insana karşı ayaklanması gerektiğini, ama bu ayaklanmanın deneyimi temel alan bir eylem programı dikkatle bilince çıkartıldıktan sonra başlamasının şart olduğunu söylüyor. Bu anlamda, Behrengi’nin devrimci mesajının tüm boyutlarını kavramak için onun hikâyelerini ve makalelerini birlikte okumak gerekiyor. Zira o hikâyeler ve makaleler birbirini tamamlıyorlar.

Behrengi’nin analizinde din ve ulema kendilerine pek yer bulmuyor. Celâl Âl-i Ahmed, Behrengi’nin ölümü sonrası yazdığı yazıda, onun hem ateist hem de komünist olduğunu söylüyor.[29]

Ferhengiyanın dinini tartışırken Behrengi, “materyalizm dini”nden yana olduğunu açıktan dile getiriyor.[20] Buna karşılık, Behrengi, ulemaya bir rol vermek gibi bir eğilim içerisine kesinlikle girmiyor. Ancak öte yandan, köylülerdeki dindarlığın saygı duyulması gereken bir şey olduğunu, toplumla iyi ilişkiler kurma niyetinde olan bir köy öğretmenin o dindarlığı dikkate alması gerektiğini söylüyor, ayrıca dinin amaca ulaşmak için gerekli bir araç olarak kullanılabileceği imasında bulunuyor.[31]

Doğal bir gelişme dâhilinde politik düzlemde aktif olan solcu öğrenciler, vefatı ardından “Samed”i kahraman ve ilham kaynağı bellediler. Behrengi’nin vefatından üç yıl sonra, 1971 güzünde, Tahran Üniversitesi’nde Behrengi festivali düzenlendi.[32] Yetmişli yıllar boyunca ülke dışında faal olan solcu İranlı Öğrenciler Derneği, birçok hikâyesini hem Farsça hem de bulundukları ülkenin dilinde yayımladı. Bu hikâyeler, politik içeriği bariz takdim yazılarıyla birlikte basıldı. İran Devrimi boyunca İran’da ve yurtdışında Halkın Fedaileri, üzerinde Behrengi’nin resminin olduğu afişler hazırlayıp duvarlara astı. Devrim sonrasında, bir vakitler yasaklı olan kısa hikâyelerinin yeni baskıları yapıldı ve yaygın bir biçimde dağıtıldı.

Brad Hanson

[Kaynak: International Journal of Middle East Studies, Cilt 15 Sayı 1 (Şubat 1983), s. 1-7.]

Dipnotlar:
[1] “Batı’yla ağulanma” Farsça “Garbzadegi” sözcüğünün çevirisi. Burada, yerli kültürün Batılılaşmasına, Batı’ya sevdalanmasına, onun zehrini içmesine atıfta bulunuluyor. Terimi popüler kılan Celâl Âl-i Ahmed muhtemelen kelimenin iki anlamı üzerinde duruyor. Bazıları terimi İngilizceye “Batı düşkünlüğü”, “Batı manyaklığı”, “Batı’yla kirlenme” ve “Batı’nın etkisinde olma” şeklinde çevriliyor.

[2] Behrengi konusunda Kand o kâv dar masâ’el-e tarbiati-ye Irân eserinden, Majmu’ah-ye maqâlehhâ’da çıkmış makalelerinden ve Küçük Kara Balık gibi önemli kısa hikâyelerinden istifade ettim; Celâl Âl-i Ahmed konusunda, şu eserlerden yararlandım: Gharbzadegi, Modir-e madraseh ve Khasi dar miqat; Şeriati konusunda, Mas'uliat-e Shi’eh budan, Agar Pâp va Marks nabudand, ayrıca Saçedina ile Algar’ın çevirdiği İslamşinasi eserinin belirli bölümlerinden, Campbell’ın çevirdiği diğer eserlerindeki kimi bölümlerden yararlandım.

Bu üç İranlı toplum eleştirmenin eserlerinin diğer çevirileri ve son dönemde basılan analiz arasında şu çalışmaları anmak gerekiyor: Behrengi konusunda: G. R. Sabri-Tabrizi, “Human Values in the Works of Two Persian Writers”, Correspondance d'Orient, 11 (1970), s. 411-18; Thomas Ricks, “Samad Behrangi and Contemporary Iran: The Artist in Revolutionary Struggle”, The Little Black Fish and Other Modern Persian Stories içinde, Çeviri: Mary ve Eric Hooglund, (Washington, D.C.: Three Continents Press, 1976), s. 95-126; ve Yayına Hz.: Michael C. Hillmann, Literature East and West, “Major Voices in Contemporary Persian Literature”, Cilt. 20 (1976, Haziran 1980’de yayımlandı). Celâl Âl-i Ahmed konusunda: Michael C. Hillmann, “Al-e Ahmad's Fictional Legacy”, Iranian Studies, 9, 4 (Sonbahar, 1976), s. 248-265; Sabri-Tabrizi, “Human Values”; ve Hillmann, Literature East and West. Şeriati konusunda: Hamid Algar’ın On the Sociology of Islam’da yer alan, çevrilmiş iki Şeriati makalesi için kaleme aldığı takdim yazısı, Çeviri: Hamid Algar, (Berkeley, Calif.: Mizan Press, 1979) ve Marxism and Other Western Fallacies: An Islamic Critique, Çeviri: R. Campbell, (Berkeley, Calif.: Mizan Press, 1980); ve Mangol Bayat-Philipp’in iki makalesi: “Shi'ism in Contemporary Iranian Politics: The Case of Ali Shari'ati”, Yayına Hz.: Elie Kedourie ve Sylvia G. Haim, Towards a Modern Iran içinde (Londra: Frank Cass, 1980), s. 155-168 ve “Islam in Pahlavi and Post-Pahlavi Iran: A Cultural Revolution?”, Yayına Hz.: John L. Esposito, Islam and Development: Religion and Sociopolitical Change içinde (Siraküza, N.Y.: Syracuse University Press, 1980), s. 87-106.

Pehlevi İranı’nın tarihçesini anlatan çalışmalar içerisinde birkaç ismin çalışması öne çıkıyor: Shahrough Akhavi, Religion and Politics in Contemporary Iran: Clergy-State Relations in the Pahlavi Period (Albany: SUNY Press, 1980); Michael M. J. Fischer, Iran: From Religious Dispute to Revolution (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1980); ve Nikki Keddie, Iran: Roots of Revolution (New Haven, Conn.: Yale University Press, 1981), bilhassa Yann Richard’ın kaleme aldığı bölüm.

[3] Samad Behrengi’den aktaran: Ricks, “Samad Behrangi”, s. 124. Yazar ayrıca şu çalışmanın giriş bölümünden de alıntı yapıyor: The Little Black Fish and Other Stories by Samad Behrangi, Çeviri: Iranian Students Association (Kaliforniya, 1972), s. ii.

[4] Samad Behrangi, “Arusak-e sokhangu”, s. 64, aktaran: Gholam Hosain Farnur, “Mo’allem-e mardom”, Aresh, Sayı. 18 (1347/1968), s. 60.

[5] Gholam Hosaim Sâ’edi, “Shab hast, ari hast”, Aresh, Sayı. 18 (1347/1968), s. 106-107.

[6] Jalal Al-e Ahmad, “Samad va afsaneh-ye cavam”, Aresh, Sayı. 18 (1347/1968), s. 12. Her ne kadar Behrengi ana dili Azeri Türkçesi’ni çok seven, o dile çeviriler yapan, o dilde yazılar yazan biri olsa da o aynı zamanda Azerbaycanlı çocukların Farsça öğrenmesi gerektiğini düşünen bir isim. Öte yandan, Behrengi, Azeri Türkçesi konuşanlara ana dili Farsça olan kişiler gibi Farsça öğretilmemesi gerektiğine inanıyor. Bu bağlamda Behrengi, detaylandırdığı önerisi dâhilinde, Azeri Türkçesi konuşan çocuklara, çocukların bildiği, Azeri Türkçesi ile Farsçada ortak bulunan kelimeleri temel alan, iki dilin dilsel farklılıklarını gözeten dikkatle ve planlı bir biçimde çizilmiş bir yol üzerinden Farsça öğretilmesi gerektiğini söylüyor. (Bkz.: Kand o kâv, s. 87-100).

[7] Sâ’edi, “Shab hast”, s. 106. Aslen Azerbaycanlı olan Saidi de Azeri halk hikâyelerini derledikten sonra Behrengi’nin o hikâyeleri kendi ana dilinde yayımlamasına izin verilmemesi karşısında duyduğu şaşkınlıktan söz ediyor. Bunun üzerine Behrengi, hikâyeleri Farsça olarak yayımlamaya karar veriyor (Sâ’edi, a.g.e., s. 16).

[8] Pehlevi rejiminin başvurduğu sansür aygıtına ve rejime karşı gelen yayınların ne düzeyde susturulduğuna dair elimizde kapsamlı bir değerlendirme bulunmuyor. Buna karşılık, Emin Banani, bu konuyu şu çalışmada ele alıyor: “The Role of the Mass Media”, Yayına Hz.: Ehsan Yar-Shater, Iran Faces the Seventies içinde (New York: Praeger, 1971). Behrengi, Celâl Âl-i Ahmed ve Şeriati yazılarının sansürlenmesi sorunuyla yüzleşiyor. Her bir isim de sansür engelini aşmak için farklı teknikler kullanıyor.

[9] The Little Black Fish and Other Modern Persian Stories isimli çalışmaya dair eleştirisinde Ahmed Kerimi Hakkak şunları söylüyor: “Yazar, bir yandan hükümete bağlı sansür kurullarını yanıltmak adına anlam katmanlarını gizleme ve örtük ifadelere başvurma yöntemini kullanırken, bir yandan da her türden edebi çalışmanın merkezinde politik bir tespit bulmak isteyen okura gerçek anlamı aktarmayı da biliyor. Bu da metinlerin çevirisini imkânsız kılıyor.” Iranian Studies, 10, 3 (Yaz 1977), s. 221.

[10] Ricks, “Samad Behrangi”, s. 123.

[11] Mary ve Eric Hooglund, Çevirmenin Notu, The Little Black Fish and Other Modern Persian Stories içinde, s. xix.

[12] Genelde Celâl Âl-i Ahmed’in ve Şeriati’nin ya basit bir kalp krizi sonucu ya da SAVAK’ın Celâl Âl-i Ahmed örneğinde damara hava enjekte etmesiyle veya Şeriati örneğinde gene SAVAK’ın müdahalesiyle öldüğüne inanılıyor. Şu iki çalışma Celâl Âl-i Ahmed’in kalp krizi sonucu öldüğünü doğruluyor: Michael Hillmann, Celâl Âl-i Ahmed’in The School Principal isimli eseri için yazılmış takdim yazısı ve notlar, Çeviri: John R. Newton [Minneapolis ve Şikago: Bibliotheca Islamica, 1974], s. 27 ve Literature East and West, s. 64) ayrıca İhsan Yar Şatir’in Iran Faces the Seventies’deki makalesi, (s. 308). Şeriati’nin vefatı sonrası, onunla ilgili makalelerin yer aldığı çalışmalarda doğal ölüm olasılığını ortadan kaldıran bir dizi delile yer veriliyor. Ervand Abrahamyan’ın 24 Temmuz 1979’da bana gönderdiği mektupta “Iran in Revolution: The Opposition Forces” başlığıyla MERIP’in 75/76. sayısının [Mart/Nisan 1979] altıncı sayfasında dile getirdiği, Şeriati’yi SAVAK’ın öldürdüğüne dair iddiasından vazgeçtiğini söylüyor. Mektupta Abrahamyan’ın dile getirdiği biçimiyle İngiliz doktorlar kalp krizini doğruluyorlar. Cenazeyi alan ailesi de “cinayet”i ispatlayacak herhangi bir tıbbi delil bulamıyor. Ancak gene de sürekli saldırı altında olma hâlinin, belirsiz yaşam koşullarının ve sansür sebebiyle yaşanan sorunların da gerilimlere ve kasılmalara, sebep olabileceği, bunun sonucunda da erken ölümlerin yaşanabileceği söyleniyor. Bu anlamda, “Şeriati’nin ölümünün müsebbibi olarak rejime işaret etmek mümkün” deniliyor.

Behrengi’nin ölümü ise daha sorunlu: Bu konuda Areş dergisinin Behrengi sayısında onun ölümüne rejimin sebep olduğu tezini çürüten, Celâl Âl-i Ahmed, Saidi, İslam Kazimiye gibi yazarların yazılarına bakılabilir. İran Azerbaycanı ile Sovyet Azerbaycanı arasındaki sınırı teşkil eden Aras nehrini geçerken boğulan Behrengi ya da suikasta kurban gitti ya da Sovyetler Birliği’ne geçmek isterken kazayla öldü.

[13] Michael C. Hillmann, Literature East and West, s. 197.

[14] Al-e Ahmad, Aresh, s. 8.

[15] Samad Behrangi, Kand o kâv dar masâ’el-e tarbiati-ye Irân (Tebriz: Châpkhâneh-ye Mohammadi-ye ‘Elmieh, 1344/1965), s. 123.

[16] A.g.e., s. 123-124.

[17] A.g.e., s. 124.

[18] A.g.e., s. 124-125.

[19] A.g.e., s. 125-126.

[20] A.g.e., s. 126.

[21] A.g.e., s. 127.

[22] A.g.e., s. 129.

[23] A.g.e., s. 130.

[24] A.g.e., s. 3-22.

[25] A.g.e., s. 10.

[26] Behrengi, birçok İngilizce öğretmeninin “sosisli sandviç”i bilmemesi sebebiyle öğrencilere “bu Amerikalılar Hristiyan, dolayısıyla kâfir oldukları için domuz, eşek, hatta köpek eti yiyorlar” demek zorunda kaldıklarını söylüyor. Aynı şekilde, çok az sayıda İngilizce öğretmeni “beysbol” oyununun ne olduğundan ve nasıl oynandığından haberdar (a.g.e., s. 83-84).

[27] A.g.e., s. 57-58.

[28] Samad Behrangi, Majmu’ah-ye maqâlehhâ (Tebriz: Enteshârât-e shams, Tir 1348/1969), s. 27.

[29] Celâl Âl-i Ahmed’in aktarımına göre, bir kültürün ve dilin ayrıksılığı, bunun yanında “orak”, Behrengi’nin ağabeylerine göre Medine kadar kutsaldı. Bu açıdan, Behrengi’nin Azeri Türkçesiyle inşa edilmiş kültüre, dile veya sosyalizme olan bağlılığı tartışmalı. (Aresh, s. 12).

[30] Kand o kâv, s. 128-129.

[31] A.g.e., s. 112.

[32] Hooglunds, Little Black Fish, s. xii.

30 Ağustos 2023

,

Türk’ün Zaferi



Büyük Yunanistan hayali suya düştü. Kral Konstantin, “kendisine sadık tebaasının istekleri ve canından çok sevdiği Yunanistan’ın iyiliği için”, zarif bir hamleyle, tahttan çekildi.

Venizelos, henüz dizginleri ele geçirdiğini cümle âleme duyurmuş değil, onun perde gerisinden ipleri çekiştirip durduğunu biliyoruz. Venizelos, sık sık gerçekleştirdiği ziyaretlerle, Manş Denizi’nin iki yakasındaki dışişleri bakanlıklarının sürekli çalışmasını sağlıyor, her ziyaretinde yeni ve kimsenin bilmediği, sır gibi saklanan öneriler sunuyor. Bu kurnaz Giritli, Büyük Yunanistan hayalini canlı tutmak için zaruri olan ordunun desteğini güvence altına almadan ülkeyi kurtarma görevini üstelenecekmiş gibi görünmüyor. Baş düşmanı Tino’nun ikinci kez koltuğundan olduğu günün ertesi Atina’ya dönmemiş olmasının sebebi, Venizelos’un Downing Caddesi’nin (İngiliz Maliye Bakanlığı’nın) kayıtsız şartsız sunduğu destek vaadini heybesine henüz koyamamış olmasıydı.

Türk ordusu öyle büyük bir zafer elde etti ki İngiliz hükümeti, barbar Türkleri Avrupa’nın dışında tutmak için Yunan halkının “o kararlılıkla yürüttüğü büyük kavgası”na öncülük etme görevini Venizelos’a vermeden önce iki kez düşünmek zorunda kaldı. Zafer, İngiliz emperyalizminin zerre endişeye kapılmadan risk almasına imkân vermeyecek, alabildiğine ciddi ve ağır olasılıkları gündeme getirebilirdi. Ama o tahtta oturan rakibinden farklı olarak Venizelos, neyse ki her iki kampta da dostlara sahipti. Hem Fransız dışişleri tarafından korunan, hem de Osmanlı’da Muğlalı bir Rum ailenin içine doğmuş, İngiliz yanlısı silâh tüccarı Sör Basil Zaharoff’un oluşturduğu zemin üzerinden Lloyd George-Churchill kliğinin güvendiği bir isimdi. Bu anlamda, Venizelos oyununu, Fransızların antipatisini kazanmış, bunun çilesini çeken Kral Konstantin’e kıyasla, daha avantajlı bir konum üzerinden oynama imkânına sahipti.

Fransızlar, Yunan emperyalizmine sundukları desteği tümüyle çekmesinler diye Kral Konstantin tahtından inmek zorunda kaldı. “Büyük” Yunanistan kral baştayken, ancak İngilizlerin desteğine güvenebilirdi, Venizelos idaresinde ise Büyük Yunanistan, Manş Denizi’nin iki yakasındaki rakip devletlere bel bağlamak zorundaydı. Venizelos, işte tam da bu oyunu oynuyor. 21 Eylül tarihli Ortak Müttefikler’e ait nota, Venizelos’un bu oyunda yürüttüğü diplomasinin en azından kısmi bir başarı elde ettiğini ortaya koyuyor. Fransız maliyesi ile İngiliz maliyesi arasındaki rekabet, Sovyet Rusya’nın Türkiye’nin arkasında karaltı içerisinde de olsa durduğu koşullarda, görünen o ki henüz o kadar sertleşmiş değil. Kemalist ordunun arkasındaki o gözle görünmeyen gücün Milliyetçi Türkiye’nin koruyucusu rolünü üstlenmek suretiyle Yakındoğu’yu tekeline alma arzusunda olan Fransız başkentinde korkuya yol açtığı görülüyor. Sovyet Rusya’nın dikkatlerini İngiltere yerine İstanbul’a odaklaması, esasen Fransa’nın kabul edebileceği bir ihtimal değil. Bu sebeple, Fransa tereddütlü bir tavır içerisinde, tam da bu sebeple, Fransız diplomat M. Franklin Bouillon, Kemal’e Fransız hükümetinin kendisiyle nereye kadar yürüyebileceğini söylemek için aniden Ankara’ya gidiyor.

Yunan güçleri tümüyle demoralize olmuşlar; İstanbul Boğazı’nın Asya tarafında bulunan İngiliz askerlerinin Türklerin ilerleyişine karşı koyacak güçleri yok. Ankara ordusunun yürüdüğü yol, pratikte İstanbul’a kadar açık. Buna karşın, Mustafa Kemal, ilerleyişin durdurulması çağrısında bulunmak ve hasımlarıyla müzakere etme konusunda istekli olduğunu beyan etmek zorunda kaldı. Oysa Mustafa Kemal, bir general olarak, askerin ilerleyişinin durdurulmasının düşmana kendi güçlerini harekete geçirecek vakti kazandıracağı için bu kararın askerî açıdan intihar olacağını bilebilecek bir isim. İki hafta önce yapılması mümkün olan şeylerin bugün yapılabilmesi artık imkânsız. Bugünden sonra Kemalist güçler, Boğazlar’a ve İstanbul’a saldırma imkânı bulacakları bir konumda değil. Peki o zaman Türk komutanlar, neden böyle bir şeyin yaşanmasına izin verdiler? Zaferin yol açacağı kazanımların parmaklarının arasından kayıp gitmesine neden göz yumdular?

Yakındoğu’da oynanan satranç oyununda kullanılan piyonların Londra ve Paris’teki gizemli ellerce yönlendirildiğini bilenler için bu soruların cevabı gayet basit. Kurtuluşun eşiğine gelindiğinde Türk köylüsünün elindeki devrimci toplumsal güce bel bağladıkça Kemal, zaferden zafere koştu, fakat askerlikten gelen ve her türden devrimci düşünce veya görüşten yoksun olan diktatörler gibi o da İngiliz emperyalizmine karşı dolap çeviren Fransız emperyalizminin boyunduruğu altına girdi. Türk köylüsünün çektiği çile ve ondan dökülen kan üzerinden kazanılmış olan zafer, bugün pratikte hükmünü yitirme tehdidiyle karşı karşıya. Dünyadaki önemli bir etmen olarak emperyalizm konumunu muhafaza etsin diye, Kemal’in Türk köylüsünün devrimci gücüne kıyasla daha fazla bel bağladığı iki emperyalist grup arasındaki rekabet ortadan kalkacak. Bugün ülkelerin birbirine gönderdikleri notaların gerçek anlamı bu gelişmede saklı. Bu ülkeler ara sıra birbirlerini tehdit ediyorlar, ama hiçbirisi tehdidin ötesine geçmiyor, Türklerin elde ettikleri o olağanüstü zaferin ve gene aynı ölçüde olağanüstü bir olay olarak Yunan’ın yaşadığı yenilginin anlamını yitirdiği gizli ya da açık konferanslar düzenlemekle yetiniyorlar.

Yakındoğu’daki bu çatışma süreci, nihayetinde ne tür bir sonuç ortaya koyarsa koysun, Hindistan dâhil tüm Doğu ülkelerinin moralini büyük ölçüde artıracak. Emperyalistler arası kavganın kurduğu kapana kısılan Kemal, hâkim olduğu, ama askerî açıdan savunulması zor olan konumu terk etmek zorunda kalabilir, bunun için o, dostluğun ve desteğin bankacıların ve finans sektöründeki kodamanların kârlarına bağlı olduğu Batı Avrupa’yla kurulan diplomatik ilişkilerin ayaklarına taktığı prangalardan kurtulma cesaretini göstermek zorunda.

Büyük Yunanistan, savaştan zaferle çıkmış olan İtilaf Kuvvetleri’nin onayı ve Londra’nın koşulsuz desteği ile kurulmuştu ama o, artık mazide kaldı. Sadece Anadolu’nun tamamı değil, Trakya’nın belirli bir kısmı da Türklerin eline geçecek. Doğulu bir millet, Avrupa emperyalizminin bir milleti ebedi köleliğe mahkûm etme iradesine başarıyla karşı koyabilme becerisine sahip olduğunu cümle âleme gösterdi. Bu millet, tüm boyun eğdirilmiş halklara ilham verdi. Örneğin, gayet makul bir yaklaşım dâhilinde, bu deneyimin Hint Müslümanları’nı hilafetin muhafaza edilmesine dönük çabalara katkıda bulundukları, bu uğurda ter döktükleri sürecin beyhude olduğuna ikna etme ihtimali mevcut. Türklerin İtilaf Kuvvetleri’ni Milletler Cemiyeti’nin onay verdiği anlaşmanın bir kısmını iptal etmeye zorlayabilmiş olması, hiç şüphe yok ki, Iraklı Arapları Sör Percy Cox’un başını çektiği mandacı diktatörlüğe karşı isyana teşvik edebilir. Öte yandan, İngilizler, İran’daki nüfuzlarını çoktan kaybettiler. Mısır ise üst sınıfa mensup siyasetçilerin ihanetine rağmen sürekli isyanda. Uygulanan ağır baskılar ve burjuva milliyetçiliğinin iflası neticesinde demoralize olan bu isyan, yeniden dirilme işaretleri gösteriyor. Tüm bunlar, Türklerin zaferinin halkların morali üzerinde yol açtığı etkinin birer sonucu. Yaşanan bu zafer, başka sonuçlara da yol açacak. Doğu ülkelerindeki devrimci milliyetçi unsurların görüşlerinde radikal değişimler yaşanacak, hatta bu süreçte ezilen halkların gerçekleştirdikleri isyanın toplumsal niteliği de değişecek.

Milliyetçi Türkiye’nin arkasında Sovyet Rusya ve Fransa dururken, İngiltere Yunanistan’a destek verdi. Fransa’nın bu tavrı pratikte, Doğu ülkelerindeki burjuvazi üzerinde İngilizlere yönelik muhalefetin olumlu bir izlenim bıraktığı koşullarda, Sevr Anlaşması’nı hükümsüz kılıyor. Böylelikle, Dünya Savaşı deneyimiyle birlikte epey sarsılmış olan, en önemli emperyalist hükümetlere yönelik baskıya karşı demokratik milletlerin dostluğunu güvence altına almaya dair o eski fikir, yeniden dirilmeye başladı. Bu fikrin yol açtığı kötü sonuçları herkes biliyor. Bu fikir sayesinde mevcut emperyalizmin yerini almaya çalışan yeni emperyalizm, her yana nüfuz etme imkânı buluyor. Türkiye’yi bu emperyalistler arası rekabet paramparça etti, parçalanma sürecini, bir yandan da emperyalist açgözlülüğün sunağında kendi halkını konumlarını güçlendirecekleri umuduyla kurban eden Türk diplomatları ve askerî klikleri besledi. Suç işleyen bu tür kişilerin yürüttükleri siyasetin sonucunda bir millet olarak Türkiye tarumar oldu. Sonrasında halk parçalanma tehdidine karşı ayaklandı ve bu ayaklanma bugünkü milliyetçi hareketi doğurdu.

Ankara’da yeni kurulan milliyetçi hükümete onu ortadan kaldırmakla tehdit eden tüm İtilaf kuvvetleri karşı çıktı. Ankara’ya bir tek Devrimci Rusya’nın yardım eli uzandı. Ama çok daha önce Fransa, Türkiye’yi rakibi İngiltere’ye saldırmak için kullanılacak bir araç olarak görmüştü. Elindeki manda topraklarını boşaltan Fransa, bu hamlesiyle Ankara üzerinde önemli izlenim bıraktı, fakat bu süreçte Franklin Bouillon ile imza edilen Ankara Anlaşması ve orada yer alan gerçek maddeler sıradan halktan saklandı. Ordu mensupları, Prusyalı meslektaşlarıyla el ele kol kola girmenin kendileri için daha kârlı olacağını tespit edene dek tüm Türk aydınları ve askerleri Frankofildi. İngiliz liberalizminin sırtını yasladığı tüccar sınıfına ait çıkarları temel alan geleneksel Türk karşıtı siyaset sayesinde Fransız finans kuruluşları Türkiye’ye girme imkânı buldular. Osmanlı’nın borçlarının yaklaşık yüzde yetmişlik bir kısmı Fransız bankalarında duruyordu. Derinleşen ve bir türlü kapatılamayan açığın çilesini çeken Fransız bütçesinin boşalmasına sebep olan manda toprakları karşılığında Fransa, kendi lehine olacak bir pazarlık yürüttü ve bu devasa borcun tahsili konusunda bir anlaşmaya vardı. Ardından demiryolu ve madencilik alanında kopartılan tavizler sayesinde Türkiye, Fransız finans sermayesine boyun eğdirildi.

Bu anlamda, Fransa-Türkiye arasında imza edilen anlaşma, savaştan zaferle çıkmış diğer imzacı devletler şahsında, Sevr Anlaşması’nın mezarına kürekle son toprağın atılmasından başka bir anlama sahip değildi. Ama bir yandan da anlaşma, tüm zaferin Fransa’nın hanesine yazılacağı bir dönemin kapılarını araladı. Ankara hükümeti, Paris’in fedakârlık nedir bilmeyen dostluk ilişkisini önce askerî bir zorunluluk, ardından da İngiltere’yi korkutacak bir diplomatik hamle, ama esasında, Rusya’ya yakınlaşma sürecini ve bu sürecin Türk egemen sınıfının ürkmesine sebep olan devrimci sonuçlarını dengeleyebilecek bir gücü bulacağı bir yol olarak kabul etti. Türk egemen sınıfının asıl korkusu, milliyetçi devrimin omurgasını teşkil eden köylülüğe işçi-köylü hükümetinin yardımıyla öncülük edildiği sürecin, ülke içerisinde siyasetin üst sınıfın hâkimiyetini esas alan teoriyle birlikte, uzun süre yürütülemeyecek olması ile ilgiliydi. Bu korku, doğalında bir güvensizliğe yol açtı ve Fransa, bu güvensizliğin açtığı kapıdan girdi.

Fakat bugün yaşanan kriz, durumun yalın ve açık bir biçimde görülmesini sağladı. Fransa’nın dostluğunun boş olduğu ortaya çıktı. Türk liderler, Fransız hamilerinin kendilerinden üstlenmelerini istedikleri gerçek rolü daha hâlâ kavrayamamışlarsa demek ki çok kalın kafalılar. Türk liderler, Manş Denizi’nin iki yakasındaki iki emperyalist hükümetin oynadığı oyunda birer piyondan başka bir şey olamazlar. İngiltere, Avrupa’da Fransız militarizminin taleplerine teslim olur, tüm dünyadaki ekonomik sömürüden dikkate değer bir pay kopartır ise iki emperyalist güç arasındaki rekabet daha da sertleşir. Sonuçta Türklere “Dur” emri verildi, böylelikle, onlar kesin bir zafer elde etme imkânını yitirdiler. Franklin Bouillon Kemal’e tam da bu mesajı iletti, onun teşvikiyle Kemal talimatı Ankara’daki Millet Meclisi’ne sundu, meclise askerî zaferin kesin olduğu momentte müzakere lehine karar alması yönünde baskı uygulandı. Bu mesaj görmezden gelinseydi, Türkler, Paris’teki dostlarından gelen talimatların aksi yönünde hareket edebilecek ölçüde yürekli olabilselerdi, Avrupa siyasetinin birçok kez öldürülüp gömüldüğü İtilaf Kuvvetleri’nin hep bir ağızdan yürüteceği muhalefeti karşısında bulurdu.

Ezilen Doğu halkları içindeki devrimci unsurlar, bu olaydan büyük bir ders çıkartacaklardır. O devrimciler, emperyalizmin şu veya bu devletin sınırlarına hapsolmuş bir güç olmadığını, hiçbir milletin doğası gereği emperyalist olmadığını, emperyalizmin uluslararası planda işleyen bir güç olarak ekonomiye ait bir olgu olduğunu öğreneceklerdir.

Boğazlar’ın savunulması konusunda Müttefik Kuvvetler’in yanında duracağına dair açıklama yapan Amerika’nın Hristiyan azınlıkları koruma denilen o kutsal görevi üstlenmiş olmasıyla birlikte resimdeki eksik parça yerine oturmaktadır. Asıl mesele, muhtelif emperyalist güçlerin yağmanın bölüşülmesi konusunda birbirleriyle rekabet etmeleri, ama iş yağma etmeye geldiğinde, bir araya gelmeleridir. Örneğin Fransızların Türk milliyetçilerinin davasına verdiği koşulsuz destek, Fransız siyaseti kadar İngiliz siyasetinin temelini teşkil eden emperyalizme ve yayılmacılığa dair hukuku ayaklar altına almaktadır. Doğu halkları, milletin hürriyete belirli bir hırsız çetesinin desteğini bekleyerek kavuşamayacağına dair dersi acı yenilgilerden ve yaşanan hayal kırıklıklarından çıkartmayı bileceklerdir. Ezilen halkların hürriyet mücadelesine, birbirleriyle uyum içerisinde hareket eden emperyalist güçler karşısında devrimin bayrağını dalgalandırmaya devam eden öncüsüyle, bir tek Avrupa işçi sınıfı gerçek dost olabilir, çünkü o ezilen halkların da işçi sınıfının da esenliği ve mutluluğu emperyalizmin yok olmasına bağlıdır.

Milliyetçiliğin üst sınıfa mensup liderleri, emperyalizme bu şekilde karşı koymuyorlar. Onlar, şu veya bu emperyalist güce itiraz etmekle yetiniyorlar. Bu sebeple, nihayetinde bu liderler, emperyalist diplomasinin şu veya bu kampının elinde birer araç olarak iş görüyorlar.

Türk’ün zaferi, ancak Türk halkının liderlerini sürekli dolaplar çeviren emperyalist diplomatlarla cilveleşmeyi bırakıp, cesaretle Devrimci Rusya’nın dostluğuna sırtını yaslamanın zaruri olduğunu anlamaya zorladıkları takdirde tamama erecektir.

Aynı durum, Türklerin deneyiminden çok şey öğrenecek olan diğer Doğu halkları için de geçerlidir.

Manabendra Nath Roy
17 Ekim 1922
Kaynak

28 Ağustos 2023

,

Redneck


Son dönemde Batı Virjinya’da gerçekleşen eylemler ve grevler, Amerikan tarihinin tanık olduğu, bugünlerde kötü bir şöhrete sahip olan kızıl boyunlu figürünün hikâyesini akıllara getirdi.

Bugünlerde “kızıl boyunlu” [redneck] tabiri bizi bölüyor, oysa geçmişte o, bizi bir araya getiren şeydi. Kelimenin ilk anlamından uzaklaşıldı, içeriği tahrif edildi. Bu tahrifse o kavramın ilk düşmanlarının, her gün ter döken, farklı ırklara mensup Amerikalıları hiçbir şekilde umursamayan, rüşvet bataklığında debelenen siyasetçilerin ve büyük şirketlerin ekmeğine yağ sürüyor.

Batı Virjinya’da bu “kızıl boyunlu” ifadesinin tarihi, maden işçilerinin patlamalar, göçük ve kötü çalışma koşulları sebebiyle sürekli ölüm tehdidiyle karşı karşıya kaldığı 1900’lü yıllara dek uzanıyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında orduda olan bir Batı Virjinyalının ölme ihtimali, kömür madeninde çalışan hemşehrisinin ölme ihtimalinden daha düşüktü.

1921 yılında hayatlarını her yönden kontrol altında tutan ve sömüren kömür şirketleriyle cenk etmek amacıyla siyahi, beyaz ve göçmen maden işçileri silahlandılar. Bu bir araya gelen ve savaş meydanında birbirlerini tanımak için boyunlarına kırmızı bir bandana saran işçiler, kendilerine “Kızıl Boyunlular Ordusu” adını verdiler.


Batı Virjinya’da gerçekleşen maden savaşları, Amerikan tarihinde işçilerin tanık olduğu en kanlı çatışmaydı. 1921’de Blair Dağı Muharebesi’nde zirvesine olan süreçte on binden fazla madenci Kanawha Vadisi’ni yürüyerek geçti, Mingo üzerinden ilerleyip, eylemdeki diğer madencilerle bir araya geldi. Yolda karşılarına dikilen Logan kasabası şerifi Don Chafin’in cebinde kömür şirketlerinin verdiği 32.000 dolarlık rüşvet bulunmaktaydı. Bu meblağ, bugünün parasıyla 400.000 doları buluyor.

Chafin, iki bini aşkın paralı askerden ve bomba yüklü birkaç uçaktan oluşan özel bir orduya komuta ediyordu. Uçaklara o bombalar işçilerin üzerine yağdırılmak üzere yerleştirilmişti. Chafin ve kömür şirketlerinin sahiplerinden yana saf tutan Başkan Warren G Harding, merkezi devlete bağlı, gaz kapsüllerine ve daha fazla uçağa sahip olan askerleri de sahaya sürdü (bu askerler, dağlık bir bölge üzerine kurulu olan eyalette örgütlü işçileri ezmek için dördüncü kez görevlendiriliyordu.)

Madenciler, bugün hepimizin bildiği bir gerçeği eylemleriyle kanıtladılar: bir kömür patronunu veya rüşvetçi bir siyasetçiyi, cesur, güçlerini birleştirmiş, farklı etnik kimliklerden gelen işçilerin oluşturduğu koalisyondan daha fazla korkutan bir şey yok.


O kömür madenleri için kurulmuş olan kamplarda siyahlar ayrı evlerde kalıyor, ayrı okullara gidiyor, daha düşük ücret alıyorlardı. Şirket yöneticileri, siyahi işçileri ithal etmek suretiyle grevleri kırıyor, ırklar arasına fitne tohumları ekiyordu. Gelgelelim, 1910’larda eşitlik için mücadele eden Amerika Birleşik Maden İşçileri Sendikası (UMWA) her bir işçinin sendikaya üye olmadan önce “inanç, renk veya milliyet” üzerinden kardeşlerine karşı ayrımcılık yapmayacağına dair yemin etmesini istiyordu.

Batı Virjinya’da sendikadan ücret alarak örgütleme çalışması yürüten ilk kişi, bir siyahiydi. Madenciler, bu süreçte birbirlerine “sınıf veya din” konusunda ayrımcılık yapmayacaklarına dair yemin ediyorlardı. Oluşturulan ilk planlama komitesinde üç isim bulunuyordu: biri Batı Virjinyalı beyaz bir kişi, biri İtalyan bir göçmen, diğeri de bir siyahiydi.

Bir madencinin aktardığına göre, “ortada, farklı renklerden ve kabilelerden gelen, birbiriyle harmanlanmış, iç içe geçmiş, sarmalanmış, örgütlenmiş, belirli bir dil oluşturmuş, kökleşmeyi bilmiş tek bir beden vardı.”


Öte yandan, bu madenciler, Batı Virjinya’nın ilk devrimcileri değildi.

1774’te Point Pleasant’ın dışında, bugün Batı Virjinya olarak bilinen bölgede devrimci savaş ilk muharebesine tanık oldu. O muharebede yetmişten fazla Batı Virjinyalı ve yerli Amerikalı öldü.

1863’te Batı Virjinyalılar, başka bir devrim için mücadele ettiler. Virjinyalı toprak sahiplerinin büyük bir kısmı, birlikten ayrılma yönünde oy kullanınca, bazı işçi liderleri “Hayır” dediler ve Wheeling’de kendi eyalet hükümetlerini kurdular. Kendisini “Virjinya Hükümeti” olarak adlandıran iki ayrı hükümet, bir yılı aşkın bir süre faaliyet yürüttü. İşçi liderleri köleliği reddetti, birliği savundu. Nihayetinde bizimkiler Batı Virjinya’yı kurdular. İç savaş denilen kazan, bir tek bu eyaletin pişip oluşmasını sağladı.

Maden savaşlarında cesaretle dövüşen işçiler kardeşlerini yitirdiler. Zafere ancak otuzlarda ulaşılabildi. O dönemde kanunlar değiştirildi, sendikanın üye sayısı hızla arttı, madencileri koruyan zırh güçlendirildi.

Bugün Batı Virjinya, yeni bir devrimci momentin ortasında.

Neredeyse iki kuşaktır Batı Virjinyalı aileler, yereldeki işletmelerin kapısına kilit vuran finansçıların, döktüğümüz terin, çektiğimiz acının kaymağını yiyen şirket sahiplerinin ve işçi ailelerine karşı her seferinde şirketler adına lobi faaliyeti yürütenleri tercih eden rüşvetçi siyasetçilerin saldırısı altında.

Son kırk yıldır Batı Virjinya’da iş bulmak çok zor, bulsanız bile elinizde tutmanız imkânsız. Eskiye nazaran çok düşük ücretler ödeniyor. Weirton Çelik Şirketi, bir kuşaktır bölgenin en büyük işvereni. 2015’te onun yerinde Walmart vardı. Öte yandan, sırtımızdaki yük daha da büyüyor, sağlık, çocuk bakımı ve sağlıklı gıdanın maliyeti iyice arttı.

Aileler belirledikleri amaçlara ulaşmak için mücadele ettiler diye kiliselerin, mahalle derneklerinin ve sendikaların kapısına kilit vuruldu. Boşanma oranları, uyuşturucu kullanımı, borç yükü, hapishaneye girenlerin sayısı ve intihar oranları zirveye ulaştı. 2,900 kişinin yaşadığı Williamson kasabasında son on yıl içerisinde 20,8 milyon ağrı kesici ilâç reçete edilmiş. Onlar, çok basit ve herkesin bildiği bir formülü kullanıyorlar: biz ne kadar çok acı çekersek onlar da o kadar çok zenginleşiyorlar.

Batı Virjinyalı ailelerin iktidarı ele geçirebilmeleri için yeni bir devrime ihtiyaç var. O devrimin tohumları ekilmekte. Onlarca gönüllünün yönettiği direniş grupları son 18 ay içerisinde ayağa kalktı. Bu örgütlerin içerisinde Charleston’da faal olan Ayağa Kalk, Morgantown’daki İlerleme Yanlısı Dağlılar ve tüm eyalet genelinde çalışma yürüten Yığınlar ve Bölünmezler gibi örgütler var.

Geçen sonbaharda Siyahların Hayatı Önemli eylemleri dâhilinde yüzlerce Batı Virjinyalı hükümet binasına yürüdü. Geçen yıl Lewisburg ve Morgantown şehirlerindeki konsey seçimlerinde ilerici adaylar zaferler elde ettiler. Bu yıl içerisinde ABD Kongresi’ne gidecek isimleri belirlemek amacıyla okulların yönetim kurullarına halkın adayı olarak girmek için ilk kez elliden fazla isim başvuruda bulundu.

Geçen ay Batı Virjinya’daki 55 şehirde öğretmenler, otuz yılı aşkın bir zaman sonra ilk kez büyük bir iş bırakma eylemi gerçekleştirdiler. Batı Virjinya’nın ruhuna uygun olarak, grev esnasında bir anda onlarca gönüllü gıda ve çocuk bakımı programı oluşturuldu.

Yurttaşların öncülük ettikleri yardım kampanyasında eyalet genelinde 332.000 dolar toplandı. Binlerce öğretmen, hademe ve otobüs şoförü hükümet binasına girdi. Hepsinin de boynunda kızıl bandanalar vardı. Bu insanlar, Cumhuriyetçilerin hâkim olduğu yasama meclisini ve valiyi tüm kamu çalışanları için yüzde 5’lik ücret artışı yapmaya mecbur etti.

Bir hafta sonra Batı Virjinyalı haberleşme işçileri greve gittiler ve iş güvenliği için verdikleri mücadeleyi zaferle sonuçlandırdılar. Bugünse öğretmen grevleri tüm ülkeye dalga dalga yayılıyor.

Bu tepeler, bir vakitler Amerikan tarihinin gördüğü en güçlü ve en fazla çeşitliliği kucaklayan işçi sınıfı hareketlerinden birine ev sahipliği yapmıştı. Bu miras yaşamaya devam ediyor.

Dolayısıyla, bize pekâlâ “kızıl boyunlu” diyebilirsiniz. Biz, o kızıl bandanaları gururla takıyoruz.

Stephen Smith
Wilma Lee Steele
Tina Russell
14 Nisan 2018
Kaynak

27 Ağustos 2023

, ,

Antikomünizm ve CIA

İlginçtir, CIA de Lenin’in “devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz” tespitini kabul ediyor. Antikomünist faaliyetleri dâhilinde uyumlu bir sol inşa etmek için uğraşan CIA devrimci teoriyi zihinsel karantina altına alıyor.

Soğuk Savaş’ın başladığı günden itibaren CIA devrimci hareketleri devrimci teoriden mahrum bırakma çabası dâhilinde, politik spektrumdaki tüm akımların yürüttükleri antikomünist projelerin her türlüsüne destek sundu.

Sağ dâhilinde Amerika Ukraynalılar Kongre Komitesi (UCCA) ve Harvard Ukrayna Çalışmaları programına para veren CIA, bu kurumlarda Amerika’da yaşayan Ukraynalı faşistlere destek sundu. Söz konusu faşistler, Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımının “Yahudi komünizmi” yüzünden Holodomor’da yaşanan kıtlığa-soykırıma bir tepki olarak gerçekleştirildiğini söyleyen teoriyi savunuyorlar.

Solda ise CIA, muhtelif antikomünist ideolojileri besledi, komünist hareket içerisindeki ideolojik ayrışmaları derinleştirmek için elinden geleni yaptı, tek korktuğu ideoloji olarak Marksizm-Leninizm dışında duran her türden radikal hareketin yelkenini şişirdi.

Kültürel Soğuk Savaş’ın amacı, antiemperyalizmi görmeyen ve etkisiz bir örgütsel stratejiyi savunan uyumlu solu besleyip büyütmekti. Bu noktada George Jackson ve Kara Panter Partisi’ne sopa, emperyalizme dair “incelikli” fikirlere sahip akademisyenlere ise havuç düştü.

Avrupa işçi hareketine sızma ve hareket içerisinde suyun başını tutan kişileri içerme çabası yanında CIA, pratikte radikal aydın gruplarına nüfuz etti, buralarda reformizmin ve radikal liberalizmin farklı biçimlerinin güçlenmesi için uğraştı. Bu fikirler, komünizme karşı çıktıkları ölçüde kabul ve destek gördüler.

Bu noktada Cezayir bağımsızlık mücadelesiyle zerre ilgilenmemiş, sınıfa ve emperyalizme kör bakmış, genelde sosyalist devletleri eleştirmiş olan, çocuk tacizcisi Michel Foucault’nun akademide Marx’ın yerini alması asla tesadüf değil.[1]

Sola yönelik zihinsel karantinanın en somut hâlini Noam Chomsky ve Michael Parenti’nin kariyerleri örnekliyor. Her iki isim de kapitalizmi, medyayı ve ABD emperyalizmini eleştiriyor. Buna karşılık Chomsky düzenli olarak ulusal televizyonlara çıkarken, Parenti işinden kovuluyor, ismi her yerden siliniyor.[2]

Michael Parenti, dün olduğu gibi bugün de tüm tarihsel ve bugünde devam eden kurtuluş mücadelelerine, bunun yanında, Sovyetler’den Sandinistlere tüm iktidar deneyimlerine desteğini sürdürüyor. Chomsky ve en genel anlamda uyumlu sol, ya bu konularda hiç konuşmuyor ya da ABD emperyalizminin hedef aldığı güçleri ve ülkeleri “soldan” eleştirmeyi tercih ediyor.

Faşist sağ ve antikomünist sol arasında duran CIA, iki uç arasındaki mutlak orta nokta olarak liberal demokrasiye işaret eden, öte yandan, komünizmi ve faşizmi “totalitarizm”in iki biçimi olarak sunan hâkim liberal söylem için bir hikâye kaleme aldı.

“Totalitarizm” formülü, Avrupalı olmayan halklara liberal demokrasilerin uyguladıkları sömürgeci soykırıma örtük olarak (Arendt örneğinde açıktan) kılıf ve bahane sunuyor. Bu ideolojik tahrifatın ürünü olan malumat, ABD’de okullarda tarih derslerinde öğrencilere aktarılıyor.

Stalin karşıtı ezber, zihinsel karantinanın temel taşı. Bu ezberin akademideki karşılığı, sosyalizmi de Stalin kadar kötü olarak gören ve gösteren, yanlışlanması mümkün olmayan, Soğuk Savaş kaynaklı ideolojik ezbere dair görüş birliğidir.

Stalin karşıtı ezber, Kruşçef’in Stalin’i ve “kişilik kültü”nü mahkûm ettiği o ünlü “Gizli Konuşma”sını yaptığı (sonrasında bilerek sızdırdığı) 1956 yılı sonrasında somutluk kazandı.

Yeni devlet başkanının amacı, kendi iktidarını perçinlemek, aynı zamanda Stalin’i günah keçisi hâline getirip, kolayca çürütülebilecek yalanlarla bezenmiş bir polemik dâhilinde Sovyetler’in iniş çıkışlı ve sert seyretmiş olan hikâyesindeki her bir aşırılık konusunda onu suçladıktan sonra gidip ABD ile uzlaşmaktı.

Kruşçev’in bu tarihsel hatası yüzünden Çin-Sovyet ayrışması yaşandı, komünist sol demoralize oldu, Stalin karşıtı paradigma oluşturuldu. Kruşçef’in konuşması, yol açtığı sonuçlar ve eleştirdiğini iddia ettiği gerçeklik Domenico Losurdo’nun Stalin: The History and Critique of a Black Legend [“Stalin: Siyahi Bir Efsanenin Hikâyesi ve Eleştirisi”] isimli mükemmel kitabında ele alınıyor.

Uyumlu sol içerisinde yer alan Troçkistler gibi eğilimler, sosyalizmi ve Stalin’i birlikte kötü gören anlayışa saldırırken, sosyalizmle Stalin’i ayrıştırma gereği duyuyorlar. CIA de bunu tercih ediyor, o, insanların haklı olarak Stalin’le Sovyetler’i ve reel sosyalizmi ilişkilendirdiğini biliyor.

CIA, soyut ideolojik konumları dert etmiyor. Zira sosyalizmin düşmanları, sizin Marx, Makhno, Deleuze veya soyut olarak komünizm konusunda neler düşündüğünüzü umursamıyorlar, onlar sadece FARC, Naksalcılar, Küba ve Kuzey Kore ile ilgili duygu ve düşüncelerinize önem veriyorlar.

Devrimciler, içeride ve dışarıda can sıkıcı tercihlerle ve acılar getiren çatışmalarla yüzleştiler, güçlü düşmanları tarafından katledildiler. Devrimcilerin bir biçimde inşa ettikleri “kuşatma sosyalizmi”, sınanmamış bir teoriyi esas alan saf sosyalizmle kıyaslandığında, çok ağır ve kötü koşullara tabiydi.[3]

Saf sosyalistler, kusurlu gerçeklik karşısında teorilerindeki saflığı tercih ediyorlar. CIA’in verdiği destek ve cesaretle, uyumlu sol içerisinde yer alanlar, tarihsel deneyimi redde tabi tutuyorlar ve şovenizm bataklığına yuvarlanıyorlar, neticede Batı dışında yürütülmüş ve yürütülmekte olan çok önemli mücadelelerden kendilerini kopartıyorlar.[4]

Sosyalistler, insanın kurtuluşunun ve bu kurtuluş için verilen mücadelenin düşmanlarınca kurulmuş tuzağı reddetmek zorunda. Etkin bir mücadele için tarihle ilgilenmemiz, onunla bağ kurmamız gerekiyor. Düşmanın sosyalizmin o büyük tarihsel liderleriyle ve hareketleriyle ilgili çiziktirdiği kötü niyetli karikatürlere boyun eğenlerin başarılı olma ihtimali yok.

Bu anlamda, Max Ajl’ın “zihinsel karantina” tabiri, antikomünizmin işleyiş tarzını çok iyi anlatıyor.

Zihinsel ve teorik planda komünizmi tecrit etmeye yönelik çalışmalarının yanında CIA, bir yandan da dünya genelinde komünist solu onun beslendiği en önemli güç kaynaklarından biri olan örgütlü emekle bağlarını kopartmak için milyonlarca dolar harcıyor.

Your Communist Dad
14 Şubat 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Gabriel Rockhill, “The CIA Reads French Theory”, 28 Şubat 2017, Salon. Türkçesi: İştiraki.

[2] Michael Parenti, “Inventing Reality -I”, 9 Temmuz 2021, Substack.

[3] Michael Parenti, “Left Anticommunism: The Unkindest Cut”, 21 Ocak 2016, Mondialisation.

[4] Jones Manoel, “Western Marxism Loves Purity and Martyrdom, But Not Real Revolution”, 10 Haziran 2020, BAR. Türkçesi: İştiraki.