16 Ağustos 2023

Nusret Fatih Ali Han


1990 yılında “kevvâlî müziğinin en parlak yıldızı” olarak anılan Nusret Fatih Ali Han, Londra’nın doğusunda bulunan Hackney Empire isimli konser salonunda verdiği konserde, sahnede yalınayak bağdaş kurup oturmuş hâliyle çıktı karşımıza. Solunda grubunun diğer üyeleri bulunuyordu: sekiz kişiden oluşan koroya bir tablacı, çift körüklü enstrümanıyla bir akordeoncu ve biraz ötesinde duran ve grubun en genç üyesi olan, Nusret’in oğlu duruyordu.

Akordeonun sesine koro, alkışlarla eşlik etmeye başladı. Her şey, bu kadar yalın ve basitti. Alkışla birlikte ritim, sizin bir şeyler beklemenize neden oluyordu. Daha fazla şeyin arzulandığı ortamda bir an önce ses girsin istiyordunuz. Sonra o sesi duyduğunuz andan itibaren başınız dönüyor, saatlerce süren performans sizi vecde sürüklüyor, Nusret’in sesindeki güce teslim oluyordunuz.

Yüzyılımız, bu türden bir sesi bir iki kez dinlemiştir. Bunlar, hem insanın içini paralayan hem de sakinleştiren sesler. Maria Callas veya Mısır’ın büyük şarkıcısı Ümmü Gülsüm gibi sesler, sahip oldukları güzellikleri ölçüsünde dinlenilmek isterler. O ses, dinleyeni yükseltir. Yükseklere ve ötelere götürür, dinlenildikçe kendisini tüketip yok eder. Ya da Tanrı’sına kavuşur.

Tam da bu sebeple, Peter Gabriel, Martin Scorsese’in Günaha Son Çağrı filmi (1988) için yaptığı müzikte İsa’nın çektiği çilenin zirveye ulaştığı anlarda Nusret’in sesini kullanmıştır. Oliver Stone Doğuştan Katiller’de (1994), Tim Robbins Ölüm Yolunda (1995) filminde Nusret’in sesinin sahip olduğu potansiyeli görmüştür. Stone Nusret’i delice coşkuyu, Robbins ise tahammülü zor acıyı aktarmak için kullanmıştır.

Nusret, Bruce Springsteen ve Pearl Jam grubundan Eddie Vedder’ın albümünde de karşımıza çıkar. Popüler bir isim hâline gelen Nusret, birçok onur ödülü almıştır. Ayrıca 1995 yılında Unesco ödülü de kendisine verilmiştir. Tüm bunlar, onun ne kadar çok saygı gören biri olduğunun ispatıdır.

Ülkesi Pakistan’da ve komşusu Hindistan’da epey hürmet gören Nusret, muazzam hikâyeler anlatan şarkılarıyla, en seküler dinleyicilerini bile kendilerinden geçirmekte, Tanrı’ya teslim olmanın yol açtığı vecd hâliyle tanıştırabilmektedir. Bu noktada, o dinleyicilerin şarkıların özüne, tasavvufla aralarındaki bağa ve onuncu yüzyılda İran’da kurulmuş olan tarikatla ilişkisine vakıf olmalarına gerek yoktur.

Dini müziğin bir türü olan (“söz” anlamına gelen “kavil”den türetilmiş olan) “kevvâlî”nin bugünkü hâli, on üçüncü yüzyılın sonlarında Hindistan’ın alt kısmında inşa edildi. Altı yüz yıllık bir kevvâlî geleneğinin ürünü.

1948’de Pakistan’da, bugün Faysalabad olarak bilinen Lyallpur şehrinde dünyaya gelen Nusret, kevvâlî üstadı olan babası Üstad Fatih Ali Han’dan ilk müzik derslerini aldı. Baba 1964 yılında ölünce Nusret babasının ağabeylerinin öğrencisi oldu. 1971 yılında amcası Mübarek Ali Han öldü, bunun üzerine Nusret, yaşayan en büyük kevvâllardan biri hâline geldi. O günden beri, bilhassa ömrünün son sekiz-dokuz yıllık diliminde, bu müziği dünya sahnesine taşıdı.

Popülaritesinin önemli bir kısmını Dünya Müzik, Sanat ve Dans Festivali’ne (WOMAD) ve Peter Gabriel’ın Real World albümüne borçlu. Nusret, ilk WOMAD konserini 1985’te İngiltere’de verdi. En çok dinlenen şarkılarının toplandığı albümlerin sayısı yirminin üzerinde, ayrıca konser kayıtlarından oluşan onlarca albümü var. Ama bence en iyi albümleri, Gabriel’ın şirketinden çıkan Shahen Shah (“Şehinşah” -1989) ve Shahbaaz (“Şahbaz” -1991). Ayrıca Asya’daki dans müziği kanallarında akıp duran, yeniden düzenlenmiş ve Nusret’in şarkılarından alıntı yapan çok sayıda şarkıya rastlıyoruz. En çok dinlenenleri, gene Real World’den çıkanlar. Mustt Mustt (1990) ve Night Song (“Gece Şarkısı” -1996) bu tür şarkılardan. İkisinde de Nusret’e Kanadalı elektronik müzikçi Michael Brook eşlik ediyor.

Massive Attack grubunun remikslediği “Mustt Mustt” Nusret’in kulüplerde dans eden insanlarca tanınmasını sağladı. İlk başta bu kuşak, Nusret’in gelenekselden beslenen eserleriyle kendinden geçme, vecd deneyimi dâhilinde ilgilendi. Peygamberlere, imamlara ve tarikat pirlerine duyulan sevgi ve onlara yönelik bağlılığın bir biçimi olarak gelişmiş olan kevvâlî müziği, seküler duygusal aşkın bir ifadesiymiş gibi değerlendirildi. Bu sayede Nusret, hep istediği şekilde, kendi müziğini batılı elektronik dans müziğiyle buluşturma imkânı buldu. Ama bunun sonucunda müziğin dini yönünün değersizleşip yavanlaşacağını düşünen Pakistan’daki kimi muhafazakâr isimler, Nusret’e suçlamalar yönelttiler.

Oysa Nusret’in farklı kültürleri harmanlayan çalışmalarında ne tavizden ne de ihanetten eser vardı. Onun müziği, açık fikirli ve sınırları zorlayacak ölçüde keşif meraklısıydı.

Birçok dinleyiciye göre, Nusret’in doğu ve batıyı kucaklayan albümleri, farklı şirketlerin çıkarttığı, geleneksel çalışmalara ait kayıtlara uzanan yolu açmaktaydı. Gene Real World’den çıkan The Last Prophet (“Son Peygamber” -1994) geleneksel müziğin ölçütlerine sıkı sıkıya sarılan, peygamberlere ve tarikat pirlerine adanmış şarkılara yeni şarkılar katan, değerli bir çalışma. Albümün zirvesinde Şahbaz için yazılmış 25 dakikalık “Cevle Lal” şarkısı duruyor. Şahbaz, Kalenderî tarikatına mensup olup on üçüncü yüzyılda yaşamış olan Osman-ı Merendî’nin öteki adı.

Ama öte yandan, Nusret’in o güçlü sesini en iyi canlı performans esnasında işitebiliyorsunuz. Onu sahnede dinlediğinizde, “bu ses daha ne kadar süre kesilmeyecek, daha ne kadar yükseğe çıkacak?” sorusunu soruyorsunuz.

Son demde Londra’daki Barbican gösteri sanatları merkezinde konser verdi. Orada söylerken sesindeki o yorgunluk belirtilerini alabiliyordunuz. Sesi sanki hareket alanını az çok yitirmiş gibiydi. Bunun bir sebebi de kevvâlî müziği konusunda cahil veya ilgisiz olan salon çalışanlarının seyirci aralarına sandalye atmasıydı. Sahnede veya sahne yakınında dans etmek isteyen seyirci, bu kısıtlılık yüzünden rahatsız oldu, aynı zamanda sahnedekileri de rahatsız etti. Nispeten rahat ortamlarda, şarkılar havalandıkça seyirci de kendinden geçiyor, hatta üstada para yağdırıyordu.

Nusret şarkı söylerken ellerini indirip kaldırıyor, böylelikle ritim tutuyor, bir yandan da havada gözle görülmeyen dans figürleri çiziyordu. Koroyla yarış içine giren Nusret, şarkıdaki ana ifadeleri duygu yüküyle birlikte aktarıyor, koroya öncülük ediyor, dinleyeni hipnoza sokacak tekrarlarla o sözleri yineliyor, şarkı, giderek dinleyeni kendinden geçiren kreşendolarla zirveye ulaşıyordu. İşte o noktadan sonra Nusret, artık ses çıkartan kişi olmaktan çıkıp bizatihi Ses’in kendisi oluyordu.

Batıdaki birçok dini müzik örnekleri ölüm kadar soğuk ve rahatsız edici gelebiliyor dinleyene. El çırpmalarıyla verilen ritmiyle ve tablanın yol açtığı girdapla Nusret’in müziği, hem kendisini hem de dinleyeni arşa çıkartıyor. Akkor gibi ateş fışkırıyor her yerinden. On üçüncü yüzyılda yaşamış mutasavvıf Mevlânâ’nın şu sözünü anımsatıyor:

“Ben ses değilim, şarkı söyleyen ateşim.
Duyduğun şey, yüreğindeki çıtırtı.”

Geoff Dyer
17 Ağustos 1997
Kaynak

0 Yorum: