30 Ağustos 2023

Türk’ün Zaferi



Büyük Yunanistan hayali suya düştü. Kral Konstantin, “kendisine sadık tebaasının istekleri ve canından çok sevdiği Yunanistan’ın iyiliği için”, zarif bir hamleyle, tahttan çekildi.

Venizelos, henüz dizginleri ele geçirdiğini cümle âleme duyurmuş değil, onun perde gerisinden ipleri çekiştirip durduğunu biliyoruz. Venizelos, sık sık gerçekleştirdiği ziyaretlerle, Manş Denizi’nin iki yakasındaki dışişleri bakanlıklarının sürekli çalışmasını sağlıyor, her ziyaretinde yeni ve kimsenin bilmediği, sır gibi saklanan öneriler sunuyor. Bu kurnaz Giritli, Büyük Yunanistan hayalini canlı tutmak için zaruri olan ordunun desteğini güvence altına almadan ülkeyi kurtarma görevini üstelenecekmiş gibi görünmüyor. Baş düşmanı Tino’nun ikinci kez koltuğundan olduğu günün ertesi Atina’ya dönmemiş olmasının sebebi, Venizelos’un Downing Caddesi’nin (İngiliz Maliye Bakanlığı’nın) kayıtsız şartsız sunduğu destek vaadini heybesine henüz koyamamış olmasıydı.

Türk ordusu öyle büyük bir zafer elde etti ki İngiliz hükümeti, barbar Türkleri Avrupa’nın dışında tutmak için Yunan halkının “o kararlılıkla yürüttüğü büyük kavgası”na öncülük etme görevini Venizelos’a vermeden önce iki kez düşünmek zorunda kaldı. Zafer, İngiliz emperyalizminin zerre endişeye kapılmadan risk almasına imkân vermeyecek, alabildiğine ciddi ve ağır olasılıkları gündeme getirebilirdi. Ama o tahtta oturan rakibinden farklı olarak Venizelos, neyse ki her iki kampta da dostlara sahipti. Hem Fransız dışişleri tarafından korunan, hem de Osmanlı’da Muğlalı bir Rum ailenin içine doğmuş, İngiliz yanlısı silâh tüccarı Sör Basil Zaharoff’un oluşturduğu zemin üzerinden Lloyd George-Churchill kliğinin güvendiği bir isimdi. Bu anlamda, Venizelos oyununu, Fransızların antipatisini kazanmış, bunun çilesini çeken Kral Konstantin’e kıyasla, daha avantajlı bir konum üzerinden oynama imkânına sahipti.

Fransızlar, Yunan emperyalizmine sundukları desteği tümüyle çekmesinler diye Kral Konstantin tahtından inmek zorunda kaldı. “Büyük” Yunanistan kral baştayken, ancak İngilizlerin desteğine güvenebilirdi, Venizelos idaresinde ise Büyük Yunanistan, Manş Denizi’nin iki yakasındaki rakip devletlere bel bağlamak zorundaydı. Venizelos, işte tam da bu oyunu oynuyor. 21 Eylül tarihli Ortak Müttefikler’e ait nota, Venizelos’un bu oyunda yürüttüğü diplomasinin en azından kısmi bir başarı elde ettiğini ortaya koyuyor. Fransız maliyesi ile İngiliz maliyesi arasındaki rekabet, Sovyet Rusya’nın Türkiye’nin arkasında karaltı içerisinde de olsa durduğu koşullarda, görünen o ki henüz o kadar sertleşmiş değil. Kemalist ordunun arkasındaki o gözle görünmeyen gücün Milliyetçi Türkiye’nin koruyucusu rolünü üstlenmek suretiyle Yakındoğu’yu tekeline alma arzusunda olan Fransız başkentinde korkuya yol açtığı görülüyor. Sovyet Rusya’nın dikkatlerini İngiltere yerine İstanbul’a odaklaması, esasen Fransa’nın kabul edebileceği bir ihtimal değil. Bu sebeple, Fransa tereddütlü bir tavır içerisinde, tam da bu sebeple, Fransız diplomat M. Franklin Bouillon, Kemal’e Fransız hükümetinin kendisiyle nereye kadar yürüyebileceğini söylemek için aniden Ankara’ya gidiyor.

Yunan güçleri tümüyle demoralize olmuşlar; İstanbul Boğazı’nın Asya tarafında bulunan İngiliz askerlerinin Türklerin ilerleyişine karşı koyacak güçleri yok. Ankara ordusunun yürüdüğü yol, pratikte İstanbul’a kadar açık. Buna karşın, Mustafa Kemal, ilerleyişin durdurulması çağrısında bulunmak ve hasımlarıyla müzakere etme konusunda istekli olduğunu beyan etmek zorunda kaldı. Oysa Mustafa Kemal, bir general olarak, askerin ilerleyişinin durdurulmasının düşmana kendi güçlerini harekete geçirecek vakti kazandıracağı için bu kararın askerî açıdan intihar olacağını bilebilecek bir isim. İki hafta önce yapılması mümkün olan şeylerin bugün yapılabilmesi artık imkânsız. Bugünden sonra Kemalist güçler, Boğazlar’a ve İstanbul’a saldırma imkânı bulacakları bir konumda değil. Peki o zaman Türk komutanlar, neden böyle bir şeyin yaşanmasına izin verdiler? Zaferin yol açacağı kazanımların parmaklarının arasından kayıp gitmesine neden göz yumdular?

Yakındoğu’da oynanan satranç oyununda kullanılan piyonların Londra ve Paris’teki gizemli ellerce yönlendirildiğini bilenler için bu soruların cevabı gayet basit. Kurtuluşun eşiğine gelindiğinde Türk köylüsünün elindeki devrimci toplumsal güce bel bağladıkça Kemal, zaferden zafere koştu, fakat askerlikten gelen ve her türden devrimci düşünce veya görüşten yoksun olan diktatörler gibi o da İngiliz emperyalizmine karşı dolap çeviren Fransız emperyalizminin boyunduruğu altına girdi. Türk köylüsünün çektiği çile ve ondan dökülen kan üzerinden kazanılmış olan zafer, bugün pratikte hükmünü yitirme tehdidiyle karşı karşıya. Dünyadaki önemli bir etmen olarak emperyalizm konumunu muhafaza etsin diye, Kemal’in Türk köylüsünün devrimci gücüne kıyasla daha fazla bel bağladığı iki emperyalist grup arasındaki rekabet ortadan kalkacak. Bugün ülkelerin birbirine gönderdikleri notaların gerçek anlamı bu gelişmede saklı. Bu ülkeler ara sıra birbirlerini tehdit ediyorlar, ama hiçbirisi tehdidin ötesine geçmiyor, Türklerin elde ettikleri o olağanüstü zaferin ve gene aynı ölçüde olağanüstü bir olay olarak Yunan’ın yaşadığı yenilginin anlamını yitirdiği gizli ya da açık konferanslar düzenlemekle yetiniyorlar.

Yakındoğu’daki bu çatışma süreci, nihayetinde ne tür bir sonuç ortaya koyarsa koysun, Hindistan dâhil tüm Doğu ülkelerinin moralini büyük ölçüde artıracak. Emperyalistler arası kavganın kurduğu kapana kısılan Kemal, hâkim olduğu, ama askerî açıdan savunulması zor olan konumu terk etmek zorunda kalabilir, bunun için o, dostluğun ve desteğin bankacıların ve finans sektöründeki kodamanların kârlarına bağlı olduğu Batı Avrupa’yla kurulan diplomatik ilişkilerin ayaklarına taktığı prangalardan kurtulma cesaretini göstermek zorunda.

Büyük Yunanistan, savaştan zaferle çıkmış olan İtilaf Kuvvetleri’nin onayı ve Londra’nın koşulsuz desteği ile kurulmuştu ama o, artık mazide kaldı. Sadece Anadolu’nun tamamı değil, Trakya’nın belirli bir kısmı da Türklerin eline geçecek. Doğulu bir millet, Avrupa emperyalizminin bir milleti ebedi köleliğe mahkûm etme iradesine başarıyla karşı koyabilme becerisine sahip olduğunu cümle âleme gösterdi. Bu millet, tüm boyun eğdirilmiş halklara ilham verdi. Örneğin, gayet makul bir yaklaşım dâhilinde, bu deneyimin Hint Müslümanları’nı hilafetin muhafaza edilmesine dönük çabalara katkıda bulundukları, bu uğurda ter döktükleri sürecin beyhude olduğuna ikna etme ihtimali mevcut. Türklerin İtilaf Kuvvetleri’ni Milletler Cemiyeti’nin onay verdiği anlaşmanın bir kısmını iptal etmeye zorlayabilmiş olması, hiç şüphe yok ki, Iraklı Arapları Sör Percy Cox’un başını çektiği mandacı diktatörlüğe karşı isyana teşvik edebilir. Öte yandan, İngilizler, İran’daki nüfuzlarını çoktan kaybettiler. Mısır ise üst sınıfa mensup siyasetçilerin ihanetine rağmen sürekli isyanda. Uygulanan ağır baskılar ve burjuva milliyetçiliğinin iflası neticesinde demoralize olan bu isyan, yeniden dirilme işaretleri gösteriyor. Tüm bunlar, Türklerin zaferinin halkların morali üzerinde yol açtığı etkinin birer sonucu. Yaşanan bu zafer, başka sonuçlara da yol açacak. Doğu ülkelerindeki devrimci milliyetçi unsurların görüşlerinde radikal değişimler yaşanacak, hatta bu süreçte ezilen halkların gerçekleştirdikleri isyanın toplumsal niteliği de değişecek.

Milliyetçi Türkiye’nin arkasında Sovyet Rusya ve Fransa dururken, İngiltere Yunanistan’a destek verdi. Fransa’nın bu tavrı pratikte, Doğu ülkelerindeki burjuvazi üzerinde İngilizlere yönelik muhalefetin olumlu bir izlenim bıraktığı koşullarda, Sevr Anlaşması’nı hükümsüz kılıyor. Böylelikle, Dünya Savaşı deneyimiyle birlikte epey sarsılmış olan, en önemli emperyalist hükümetlere yönelik baskıya karşı demokratik milletlerin dostluğunu güvence altına almaya dair o eski fikir, yeniden dirilmeye başladı. Bu fikrin yol açtığı kötü sonuçları herkes biliyor. Bu fikir sayesinde mevcut emperyalizmin yerini almaya çalışan yeni emperyalizm, her yana nüfuz etme imkânı buluyor. Türkiye’yi bu emperyalistler arası rekabet paramparça etti, parçalanma sürecini, bir yandan da emperyalist açgözlülüğün sunağında kendi halkını konumlarını güçlendirecekleri umuduyla kurban eden Türk diplomatları ve askerî klikleri besledi. Suç işleyen bu tür kişilerin yürüttükleri siyasetin sonucunda bir millet olarak Türkiye tarumar oldu. Sonrasında halk parçalanma tehdidine karşı ayaklandı ve bu ayaklanma bugünkü milliyetçi hareketi doğurdu.

Ankara’da yeni kurulan milliyetçi hükümete onu ortadan kaldırmakla tehdit eden tüm İtilaf kuvvetleri karşı çıktı. Ankara’ya bir tek Devrimci Rusya’nın yardım eli uzandı. Ama çok daha önce Fransa, Türkiye’yi rakibi İngiltere’ye saldırmak için kullanılacak bir araç olarak görmüştü. Elindeki manda topraklarını boşaltan Fransa, bu hamlesiyle Ankara üzerinde önemli izlenim bıraktı, fakat bu süreçte Franklin Bouillon ile imza edilen Ankara Anlaşması ve orada yer alan gerçek maddeler sıradan halktan saklandı. Ordu mensupları, Prusyalı meslektaşlarıyla el ele kol kola girmenin kendileri için daha kârlı olacağını tespit edene dek tüm Türk aydınları ve askerleri Frankofildi. İngiliz liberalizminin sırtını yasladığı tüccar sınıfına ait çıkarları temel alan geleneksel Türk karşıtı siyaset sayesinde Fransız finans kuruluşları Türkiye’ye girme imkânı buldular. Osmanlı’nın borçlarının yaklaşık yüzde yetmişlik bir kısmı Fransız bankalarında duruyordu. Derinleşen ve bir türlü kapatılamayan açığın çilesini çeken Fransız bütçesinin boşalmasına sebep olan manda toprakları karşılığında Fransa, kendi lehine olacak bir pazarlık yürüttü ve bu devasa borcun tahsili konusunda bir anlaşmaya vardı. Ardından demiryolu ve madencilik alanında kopartılan tavizler sayesinde Türkiye, Fransız finans sermayesine boyun eğdirildi.

Bu anlamda, Fransa-Türkiye arasında imza edilen anlaşma, savaştan zaferle çıkmış diğer imzacı devletler şahsında, Sevr Anlaşması’nın mezarına kürekle son toprağın atılmasından başka bir anlama sahip değildi. Ama bir yandan da anlaşma, tüm zaferin Fransa’nın hanesine yazılacağı bir dönemin kapılarını araladı. Ankara hükümeti, Paris’in fedakârlık nedir bilmeyen dostluk ilişkisini önce askerî bir zorunluluk, ardından da İngiltere’yi korkutacak bir diplomatik hamle, ama esasında, Rusya’ya yakınlaşma sürecini ve bu sürecin Türk egemen sınıfının ürkmesine sebep olan devrimci sonuçlarını dengeleyebilecek bir gücü bulacağı bir yol olarak kabul etti. Türk egemen sınıfının asıl korkusu, milliyetçi devrimin omurgasını teşkil eden köylülüğe işçi-köylü hükümetinin yardımıyla öncülük edildiği sürecin, ülke içerisinde siyasetin üst sınıfın hâkimiyetini esas alan teoriyle birlikte, uzun süre yürütülemeyecek olması ile ilgiliydi. Bu korku, doğalında bir güvensizliğe yol açtı ve Fransa, bu güvensizliğin açtığı kapıdan girdi.

Fakat bugün yaşanan kriz, durumun yalın ve açık bir biçimde görülmesini sağladı. Fransa’nın dostluğunun boş olduğu ortaya çıktı. Türk liderler, Fransız hamilerinin kendilerinden üstlenmelerini istedikleri gerçek rolü daha hâlâ kavrayamamışlarsa demek ki çok kalın kafalılar. Türk liderler, Manş Denizi’nin iki yakasındaki iki emperyalist hükümetin oynadığı oyunda birer piyondan başka bir şey olamazlar. İngiltere, Avrupa’da Fransız militarizminin taleplerine teslim olur, tüm dünyadaki ekonomik sömürüden dikkate değer bir pay kopartır ise iki emperyalist güç arasındaki rekabet daha da sertleşir. Sonuçta Türklere “Dur” emri verildi, böylelikle, onlar kesin bir zafer elde etme imkânını yitirdiler. Franklin Bouillon Kemal’e tam da bu mesajı iletti, onun teşvikiyle Kemal talimatı Ankara’daki Millet Meclisi’ne sundu, meclise askerî zaferin kesin olduğu momentte müzakere lehine karar alması yönünde baskı uygulandı. Bu mesaj görmezden gelinseydi, Türkler, Paris’teki dostlarından gelen talimatların aksi yönünde hareket edebilecek ölçüde yürekli olabilselerdi, Avrupa siyasetinin birçok kez öldürülüp gömüldüğü İtilaf Kuvvetleri’nin hep bir ağızdan yürüteceği muhalefeti karşısında bulurdu.

Ezilen Doğu halkları içindeki devrimci unsurlar, bu olaydan büyük bir ders çıkartacaklardır. O devrimciler, emperyalizmin şu veya bu devletin sınırlarına hapsolmuş bir güç olmadığını, hiçbir milletin doğası gereği emperyalist olmadığını, emperyalizmin uluslararası planda işleyen bir güç olarak ekonomiye ait bir olgu olduğunu öğreneceklerdir.

Boğazlar’ın savunulması konusunda Müttefik Kuvvetler’in yanında duracağına dair açıklama yapan Amerika’nın Hristiyan azınlıkları koruma denilen o kutsal görevi üstlenmiş olmasıyla birlikte resimdeki eksik parça yerine oturmaktadır. Asıl mesele, muhtelif emperyalist güçlerin yağmanın bölüşülmesi konusunda birbirleriyle rekabet etmeleri, ama iş yağma etmeye geldiğinde, bir araya gelmeleridir. Örneğin Fransızların Türk milliyetçilerinin davasına verdiği koşulsuz destek, Fransız siyaseti kadar İngiliz siyasetinin temelini teşkil eden emperyalizme ve yayılmacılığa dair hukuku ayaklar altına almaktadır. Doğu halkları, milletin hürriyete belirli bir hırsız çetesinin desteğini bekleyerek kavuşamayacağına dair dersi acı yenilgilerden ve yaşanan hayal kırıklıklarından çıkartmayı bileceklerdir. Ezilen halkların hürriyet mücadelesine, birbirleriyle uyum içerisinde hareket eden emperyalist güçler karşısında devrimin bayrağını dalgalandırmaya devam eden öncüsüyle, bir tek Avrupa işçi sınıfı gerçek dost olabilir, çünkü o ezilen halkların da işçi sınıfının da esenliği ve mutluluğu emperyalizmin yok olmasına bağlıdır.

Milliyetçiliğin üst sınıfa mensup liderleri, emperyalizme bu şekilde karşı koymuyorlar. Onlar, şu veya bu emperyalist güce itiraz etmekle yetiniyorlar. Bu sebeple, nihayetinde bu liderler, emperyalist diplomasinin şu veya bu kampının elinde birer araç olarak iş görüyorlar.

Türk’ün zaferi, ancak Türk halkının liderlerini sürekli dolaplar çeviren emperyalist diplomatlarla cilveleşmeyi bırakıp, cesaretle Devrimci Rusya’nın dostluğuna sırtını yaslamanın zaruri olduğunu anlamaya zorladıkları takdirde tamama erecektir.

Aynı durum, Türklerin deneyiminden çok şey öğrenecek olan diğer Doğu halkları için de geçerlidir.

Manabendra Nath Roy
17 Ekim 1922
Kaynak

0 Yorum: