10 Temmuz 2010

, ,

Küba Sosyalizminin Doğası


Havana, Ocak ayı.

“Gerçekten de bunun bir sosyalist devrim olduğunu yazmak mı istiyorsun? Pekâlâ, yaz o zaman. Biz kelimelerden korkmayız. Ama burada komünizmin mevcut olduğunu söyleyen Amerikalılara öykünüp benzer şeyler de yazma, çünkü iktidarın alınmasından kırk yıl sonra, Rusya’da bile komünizm yok. […] Millî orta sınıflar mı? Unut gitsin onları evlat, orta sınıfların Latin Amerika’da hâlâ devrimci bir rol oynayabileceklerine ilişkin tüm lafları unut. […] Evet, ta 1953’te, Moncada Kışlası’na düzenlediğimiz saldırıdan bile önce Marx ve Lenin’in eserlerini okumuştum. […] Bir toplum sınıflara ayrışmıştır, sınıflar mücadelesi vakidir: bunlar, sorgulanamaz hakikatler. […] Hayır, Amerikalılar saldırmayacak bize. Öte yandan, emperyalizm geberiyor. O ya intiharı seçecek ya da doğal ölümü. Eğer saldırırsa bu, onun hızlı ve kesin bir ölüm yaşayacağı anlamına gelecek. Saldırmaz ise bir süre daha varlığını sürdürebilir.”

Bunlar, dün gece, saat ikide başlayıp sabah beş buçukta biten Fidel Castro ile yaptığım muhabbette, onun tarafından bana söylenenler arasından seçtiğim en kilit cümleler. Küba başkanı, 3 Temmuz tarihli, başkanlık konutundaki resepsiyonda, benimle mülâkat yapacağına dair söz vermişti. Ancak politik, askerî ve diplomatik bir yığın işin yükü altında ezildiğinden, ayrıca her türden formaliteden ve ayrıntılı planlanmış toplantılardan hoşlanmadığından, bu sözünü yerine getirememiş ya da bu yönde belli bir karar verememişti. Geçen geceki muhabbet olabildiğine kapsamlı, açık fikirli ve içtendi. Nasıl gerçekleştiğini aktarayım bir miktar.

Gece birde Havana Libre Oteli’nin ikinci katındaki El Caribe gece kulübündeyim. On beş cazcı, altı şarkıcı ve on balerin, içlerinde benim de olduğum hepi topu sekiz kişiyi eğlendirmek için ellerinden geleni yapıyor. Garsonlar durmadan esniyorlar. Sıkıntı artık dibe vurmuş durumda. Saat bir buçukta gece kulübünün cam kapısı sonuna kadar açılıyor. Atletik vücutlu, üniformalı beş kişi, bellerindeki tabancaları ve omuzlarındaki hafif makineli tüfekleriyle, tam bir sükûnetle, içeri giriyor (yerdeki halı, botların yol açtığı sesi emiyor.) ve bir masaya oturup kola siparişi veriyor.

Karanlığa rağmen (tüm Küba gece kulüpleri ve barları neredeyse tümden karanlıktır), içlerinde, ağır ve hafifçe yuvarlak omuzları, uzun endamı ve siyah Rönesansvari sakalıyla Fidel Castro’yu hemen tanıyorum. Yanına yaklaşıyorum ve hiç de nazik olmayan bir hareketle, gözlerinin altında bir kibrit yakıyorum. “Benim” diyorum ona.

“Comandante, bana bir mülâkat sözünüz var. Şu mülâkatı burada bir tarihe bağlayalım artık.” diyorum.

“Hayır, çiko (“chico” oğul ya da evlat manasına geliyor, Fidel herkese, en azından dost bildiklerine bu şekilde sesleniyor.). Hayır lütfen, randevulardan nefret ederim. Gel otur, bırak da biraz dinleneyim. Yarın konuşuruz bu meseleyi.”

Korumalar (biri şişman, üzerinde sadece gömlek var, bir diğeri donuk Velasquez’vari İspanyol suratlı ve ince yapılı, ötekisi ise yüzüne kasvetli ama tatlı bir hava veren kıvırcık sakalları ile bir Zenci) sessizce sigara içiyorlar. Diğer bir asker ise kapıyı gözetliyor. Garsonlar ve balerinler kimseyi görmemiş gibi davranıyorlar. O sıkıcı performans, sürgit devam ediyor. Ara sıra Fidel Castro, kibarlık mahiyetinde, alkışlıyor gösteriyi. Saat iki civarı, Castro gitmek için ayağa kalktığında şarkıcılardan biri bağırıyor: “Viva el caballo!El caballo, yani “at”, burada Fidel Castro oluyor. Bu, Castro’nun boyun eğmeyen kudretinden ötürü halkın ona dönük sevgi gösterisinde bulunurken kullandığı bir ifade. Başkan dışarı çıkıyor, gülümseyerek herkese teşekkür ediyor. Ben de peşinden gidiyorum.

“Komutan n’oldu bizim mülâkat?”

“Beni sürüyle gazeteci bekliyor evlat…”

“Ama komutan, ben bir aydır bekliyorum.”

“Öyle mi? A evet, sen şu Togliattici İtalyan komünistsin” (İtalyan Komünist Partisi’nin lideri Togliatti’den bahsediyor.)

Fidel Castro gülümsüyor, kollarını açıyor, omuzlarını yukarı kaldırıyor (bu, onun genelde takındığı hafif mahcupluk ifadesi.)

“Peki, hadi gidelim.”

Büyükelçiler Salonu’na gidiyoruz, inanılmaz derecede berbat bir zevkin ürünü olan devasa avizenin altındaki konferans masasına oturuyoruz. Saniyesinde etrafımızda, on, otuz, kısa sürede kırk kişi beliriyor: gözlerine siyah ve mavi kalem çekmiş melez şarkıcı kızlar, garsonlar, krupiyeler, Latin Amerikalı delegeler dolaşıyorlar civarda.


Soru: Komutan, Küba devriminin genel niteliği nedir?

Bu soru karşısında Fidel Castro gülüyor, bir puro yakıyor, tırnakları kararmış, küçük, yanık tenli eliyle tutuyor purosunu.

Cevap: Siz gazeteciler tariflere ve muntazam şemalara deli oluyorsunuz… Sizler tahammülü zor düzeyde birer dogmatiksiniz. Bizlerse değiliz… Her hâlükârda sen yaşananın bir sosyalist devrim olduğunu yazmak istiyorsun değil mi? Pekâlâ, yaz o zaman… Evet, biz sadece bir tiranlık sistemini devirmedik. Biz ayrıca emperyalizm sevdalısı bir burjuva devlet aygıtını, bürokrasiyi, polisi ve paragöz bir orduyu imha ettik. Tüm imtiyazları ortadan kaldırdık, büyük toprak ağalarını yok ettik, yabancı tekelleri temelli kapı dışarı ettik, neredeyse tüm sanayi kollarını millîleştirdik ve toprağı ortaklaştırdık. Bugün ise insanın insanı sömürmesi gerçeğini nihaî olarak ortadan kaldırmak ve yeni bir sınıfsal içeriğe sahip, tümüyle yeni bir toplum inşa etmek için mücadele ediyoruz. Amerikalılar (Kübalılar “los americanos” tabirini, ABD’ye işaret etmek için kullanıyorlar -a.s.) ve rahipler, bunun komünizm olduğunu söylüyorlar. Biz ise böyle olmadığını çok iyi biliyoruz. Ne olursa olsun kelimeler korkutmaz bizleri. Diledikleri şeyi söyleyebilirler. Köylüler arasında popüler olan bir şarkı vardır, az çok şöyle bir şey: “Uğursuzluk kuşu, ihanet ve korkaklığın kuşu, kaçırıyorlar keyfimi. Bir kelime: komünizm! Ben anlamam şu izm’lerden.  Ama eğer kendi gözlerimle göreceksem o büyük zenginliğin fethini, bu komünizm olacak. Ve işte o vakit bana komünistsin bile diyebilirsiniz!

Soru: Komutan, Küba komünistlerinin partisi olan Halk Sosyalist Partisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Cevap: Halk Sosyalist Partisi, toplumsal yapıların ve ilişkilerin radikal manada değişmesi yönünde tutarlı bir biçimde çağrıda bulanan tek Küba partisidir. Şurası doğru ki, başlarda komünistler bana ve tüm isyancılara hiç güvenmiyorlardı. Güvensizlikleri ise gayet makuldü, hem ideolojik hem de politik düzlemde aldıkları konum kesinlikle doğruydu. Güvenmemekte haklıydılar, zira Sierra’da gerilla mücadelesi vermekte olan bizler, yaptığımız Marksist okumalara rağmen, hâlâ kimi küçük burjuva önyargılarla ve arızalarla yüklüydük. Tüm gücümüzle istibdadı ve sahip olduğu imtiyazları yok etmek arzusunda olmamıza rağmen fikirlerimiz açık değildi. Sonrasında birbirimizi tanıdık, anladık ve birlikte çalışmaya başladık. Komünistler, Küba davası için çokça kan döktüler ve kahramanlık yaptılar. Bugün de vefakâr ve kardeşçe bir üslupla birlikte çalışmaya devam ediyoruz.

Soru: Görüşünüze göre, Küba devriminin en son gelişme aşamasını müteakip, Latin Amerika’ya ilişkin tarihsel bakış açınız değişti mi? Başka bir ifade ile, Küba örneğinin kıtanın diğer halklarınca takip edilmesinin mümkün ve zorunlu olduğuna inanıyor musunuz?

Cevap: Evet, düşünüyorum.

Soru. Yani tüm diğer halkların, ister diktatörlük elinde olsun ister ABD’ye satılmış olsun, kendi hükümetlerini devirmek için silâhlanmalarının gerekli olduğunu mu söylüyorsunuz?

Cevap: Evet, tüm diğer halkların bizim örneğimizi takip edeceklerini umut ediyoruz. Sonuçta biz hepimiz tek bir halkız, Rio Grande’den Patagonya’ya hepimiz aynı dili konuşuyoruz, birkaç kelime ile özetlenebilecek ortak bir tarihi paylaşıyoruz: İlkin sömürge hâline getirilip İspanyollar, ardından da ABD tarafından sömürülen bir halkın ortak tarihi bu. Tüm bunlar bir gün son bulacak. Bugün kimi ülkeler var -ama dur, yazma bunları, uluslararası bir olaya sebebiyet vermek istemem- bu ülkelerdeki devrimci ruh, vatanseverlik ve emperyalizme yönelik nefret üç yıl öncesinin Küba’sına nazaran daha güçlü, daha canlı ve daha derinlikli. Latin Amerika ülkelerinde eşzamanlı patlak verecek bir devrim, tüm önyargıları, bölgeciliği ve taşralılığı imha edecektir. İşte o vakit Latin Amerika tek, büyük, hür, sivil ve bağımsız bir millet hâline gelecektir. Çinliler bizden daha fazla parçalanmış durumdaydılar, farklı lehçelere, hatta dillere sahiptiler, milliyet sayısı da oldukça fazla idi. Ama bugün Çin devrimi, parçalanması mümkün olmayan tek bir bütün.

Soru: İttifaklar hususunda kimi “millî yöntem”lerden dem vuruluyor. Milliyetçi orta sınıfların Latin Amerika devriminde olumlu bir rol oynayabileceklerine hâlâ inanıyor musunuz?

Cevap. Hayır, inanmıyorum ve hiçbir zaman da inanmadım. Rekabet nedeniyle, kimi zaman emperyalizme karşı olan sanayici burjuva grupların olduğu doğrudur. Ama aynı gruplar, sınıfsal sebeplerden ötürü işçilerden daha fazla nefret ediyorlar. ABD tekelleri ile millî burjuvalar arasında geçici kimi çelişkiler ve çarpışmalar vücut bulabilir ama hiçbir vakit tam bir mücadele cereyan etmez aralarında. Ortada tarihsel bir karşıtlık yoktur. Bizim millî burjuvazimiz, hâlinden gayet memnun ve alabildiğine korkak, hayatta kalmak için emperyalizme tavizde bulunuyor, ona yardım ediyor ve toplumsal devrimlere karşı kullanılması için silâh temin ediyor. Tam da uyumaya alışkın Küba burjuvazisi gibi millî burjuvazi de uyuyor. İmtiyazlı sınıflar, artık hakikî devrimlere iştirak edemezler, en azından, bizim ülkemizde olduğu gibi onlar sadece güdülür. İnan bana, hakikat bu.

Soru: O hâlde, kanaatinizce, Latin Amerika’daki devrimlerin örgütlenmesine ilişkin tarihsel görev hangi güçlerin elinde?

Cevap: Sanayi ve tarım proletaryası, köylüler, küçük burjuvazi ve hepsinden önemlisi aydınlar. Hizipçiliği teşvik etmek istemem. Millî burjuvazinin bazı katmanlarının kısmen ve geçici olarak kimi devrimci olayları destekleyebileceklerini inkâr etmiyorum. Burjuvazinin bazı evlatlarının halkın safına geçtiklerini, devrimci teori silâhını kuşanıp bilinçli fertler olarak devrimlere iştirak ettiklerini, hatta onları yönettiklerini kabul ediyorum. (Sonuçta ben de büyük bir toprak ağasının oğluyum!). Ama ben bu noktada sınıfsal bir bakış açısı üzerinden akıl yürütüyorum. Bir sınıf olarak millî burjuvaziden artık iyi bir şey bekleyemeyeceğimizi söylüyorum. Aynı şey millî ordular için de geçerli. Devrimci ve vatansever subaylar elbette bulunabilir ama profesyonel ve kastlaşmış ordular Latin Amerika’dan kökleri kazınması gereken bir tür kanser gibiler. Ordular imha edilmezse eğer, hakikî bir halk hükümetine ulaşamayız ve toplumsal reformları gerçekleştiremeyiz. Öncelikle mütevazı bir reformun kokusunu aldığı vakit ordu, müdahale edecek ve her şeyi etkisizleştirecektir. Yozlaşmış olan bir hükümet devre dışı bırakıldığında ve devrim ufukta belirdiğinde, ordu bir darbe ile tekrar gelir ve eskisinden daha kötü bir hükümet kurar. Tarihimizin bize verdiği ders budur.

Soru: Ancak bazı ülkelerde toprak ağalarını, generalleri, oligarşik klikleri ve amirleri yanına alan millî burjuvazi hayli güçlü.

Cevap: Küba’da da feodal-burjuvazi grubu hayli güçlüydü. Orduyu, basını, yargıyı, radyoyu, okulları, üniversiteleri, polis teşkilâtını, kısacası her şeyi kontrol ediyordu. Ama tüm bunlara rağmen kazanan gene de biz olduk. Silâhlanmış, oldukça iyi biçimde örgütlenmiş işçiler, köylüler ve öğrenciler: işte bunlardır kıtamızın yegâne devrimci gücü.

Soru: Komutan, sosyalist kampın Küba devrimine katkısı nedir?

Cevap: Evlat, Kruşçev biz petrol yollamayıp şekerimizi satın almasaydı ne olurdu? Ya da Çekler kendimizi müdafaa etmemiz için bize silâh yollamasaydı, makineler, yedek parçalar ve teknisyenler göndermeseydi, ne olurdu? Bugün ülkede iki yüz ila üç yüz arasında Sovyet teknisyeni var, bunlar cefakâr işçiler, hakikatli, düzgün ve yardımsever kardeşlerimiz onlar. SSCB kendi huzuru için kumar oynuyor, son savaşta yirmi milyon kayba rağmen oynuyor bu kumarı, bizim gibi küçük bir ada ülkesinin müdafaası için kendi huzurunu ve prestijini riske atıyor. Üstelik bunları arada hiçbir bağ olmamasına rağmen, hiçbir şey istemeksizin yapıyor. Sen de bana sosyalist kamp hakkında ne düşündüğümü soruyorsun. Onlar dostlarımız bizim.

Fidel’in sesi kısılıyor, ama o boyun eğmeyen at direniyor, şaka yapıyor, gülüyor, ara vermeden, hızla konuşuyor, konuşurken yerele ait kimi özlü ifadeler kullanıyor, bu ifadeler onun belagatini toprağa daha fazla yakınlaştırıyor ve resmî hitabetindeki ciddî ve ağır konuşma tarzından farklılaştırıyor.

Sıra diğerlerinde, onlar da birkaç soru soruyorlar. Genelde sorular kişisel konularla ilgili oluyor. Biri, kibirli bir üslupla, şu soruyu yöneltiyor: “Sabah uyandığınızda ve tüm Latin Amerika’nın büyük lideri olduğunuzu düşündüğünüzde neler hissediyorsunuz?”

Soru üzerine yüzü kızaran Fidel omzunu silkeliyor.

“Herkes gibi ben de insanım. Örneğin burada, (parmağı ile beni göstererek) şu evlat sabahları iyi bir makale yazamayacağı endişesi ile uyanıyordur. Doğru mu? Aynı şekilde ben de bir devrimci olarak işimi iyi yapamayacağım korkusu ile uyanıyorum… Ayrıca bu korkuya bir de insanları idam etmenin acısı ekleniyor… Öldürmekten hoşlandığımızı mı sanıyorsunuz? Buna mecburuz biz. Teröristler bombalar yerleştiriyorlar sağa sola ve askerlerimizi katlediyorlar. Fransız gemisini nasıl havaya uçurduklarını hatırlıyor musunuz? Patlama sonucu yüz kişi hayatını kaybetti. (4 Mart 1960’ta, Coubre isimli Belçika bandıralı, silâh ve cephanelik yüklü şilep, Havana Limanı’nda havaya uçuruldu.) Ama gene de insanları idam etmek korkunç bir şey (Fidel’in gözleri aniden doluyor, sesine hüzün çöküyor.) İnanın bana, bu mücadele ölüm-kalım mücadelesi. Ya biz kazanacağız ya onlar. Devrimi müdafaa etmek ve onu ileri götürmek zorundayız. Kimseye merhamet edemeyiz bu konuda. Aksi takdirde sonuç korkunç olur.”

Saat beş buçuk. Fidel ayağa kalkıyor, herkesin tek tek elini sıkıyor, sabırla ve tüm mütevazılığı ile kartpostalları, resimleri ve kitapları imzalıyor, yüzüne tekrar o güzel gülümseyişi konuveriyor. “Adios, companeros, muchas gracias!” (“Hoşça kalın yoldaşlar, çok teşekkür ederim!”)

Ardından bana dönüyor ve “kaptın mı mülâkatı İtalyan? Beni arayıp durmazsın artık.” diyor.

“Aksine Komutan, size soracağım daha çok soru var.”

“Tamam, tamam, bakarız…”

Ardından salonu terk ediyor, çimenlik bir yoldan yavaşça yürüyor, silâhlı eskortu eşlik ediyor ona, siyah arabası kuzeyden esen soğuk bir rüzgârın süpürdüğü sessiz ve ıssız Havana sokaklarında gözden kayboluyor.

Arminio Savioli
L'Unità
[*]
1 Şubat 1961
Kaynak

[*] L’Unità, 12 Şubat 1924’te Antonio Gramsci tarafından işçi ve köylü gazetesi olarak çıkartılan gazete. İtalyan Komünist Partisi’nin resmî yayın organı olan L’Unità, ilkin Milano’da basılır ve yirmi-otuz bin civarında bir tiraja ulaşır.

02 Temmuz 2010

, ,

Liberalizmle Mücadele


Biz, aktif ideolojik mücadeleden yanayız, çünkü bu mücadele, parti ve devrimci örgütler içinde verdiğimiz kavganın lehine olan birliği güvence altına alan bir silâhtır. Her komünist ve her devrimci, bu silâha sarılmalıdır.

Buna karşılık liberalizm, ideolojik mücadeleyi reddeder ve ilkesiz barıştan yana saf tutar, böylelikle yozlaşmış ve bayağı bir tavra yol açar, parti ve devrimci örgütler içindeki bazı birimlerde ve bireylerde siyasî soysuzlaşmaya neden olur.

Liberalizm, kendisini çeşitli biçimlerde gösterir.

Bir kimse açıkça hata işlediğinde, barış ve dostluk uğruna işi oluruna bırakmak; eski bir tanıdık, bir hemşeri, okul arkadaşı, yakın bir dost, sevilen biri, eski bir meslektaş ya da alt kademeden eski bir arkadaştır diye ilkelere bağlı tartışmadan kaçınmak. Ya da arayı bozmamak için, meseleye derinliğine girmeyip, şöyle bir dokunarak geçmek. Bunun sonucunda hem örgüt, hem de o kişi zarar görür. Bu, liberalizmin birinci biçimidir.

Düşüncelerini örgüte aktif olarak iletmek yerine, özel çevrelerde sorumsuz eleştirilere girişmek. Kişilerin yüzlerine karşı hiçbir şey söylemeyip arkalarından çekiştirmek ya da toplantıda bir şey söylemeyip sonradan dedikodu yapmak. Kolektif hayatın ilkelerine kulak asmayıp kendi bildiğini okumak. Bu, liberalizmin ikinci biçimidir.

Kendini şahsen ilgilendirmeyen işlere kayıtsız kalmak; yanlış olanı pek iyi bildiği hâlde, mümkün olduğu kadar az şey söylemek, açıkgöz davranıp, kaçak güreşmek; sadece, suçlanmamaya bakmak. Bu, liberalizmin üçüncü biçimidir.

Emirlere uymayıp kendi görüşlerini her şeyin üstünde tutmak. Örgütten özel bir ilgi beklemek, buna karşılık örgüt disiplinini tanımamak. Bu, liberalizmin dördüncü biçimidir.

Birlik, ilerleme ya da çalışmanın gerektiği gibi yapılması için hatalı görüşlere karşı tartışmak ve mücadeleye girişmek yerine, kişisel saldırılarda bulunmak, hır çıkarmak, kişisel kin gütmek ya da öç almaya bakmak. Bu, liberalizmin beşinci biçimidir.

Karşı çıkmaksızın yanlış görüşleri dinlemek ve hatta karşı-devrimci düşünceleri duyup da haber vermemek, bunları sanki hiçbir şey olmamış gibi kayıtsızlıkla karşılamak. Bu, liberalizmin altıncı biçimidir.

Kitleler arasında olup da propaganda ve ajitasyon yapmamak ya da kitle toplantılarında konuşmamak, kitleler içinde araştırma ve inceleme yapmamak; tersine, kitleler karşısında kayıtsız kalmak, kitlelerin dertleri ile hiç ilgilenmemek, bir komünist olduğunu unutarak, komünist olmayan sıradan biri gibi davranmak. Bu, liberalizmin yedinci biçimidir.

Birinin kitlelerin çıkarlarına zarar verdiğini görüp de tepki duymamak, onu vazgeçirmemek, engellememek, ya da ikna etmemek ve bunu sürdürmesine göz yummak. Bu, liberalizmin sekizinci biçimidir.

Belli bir plan ya da yön olmadan, gönülsüz, baştan savma çalışmak, gün doldurmaya bakmak, “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” tavrı takınmak. Bu, liberalizmin dokuzuncu biçimidir.

Kendisini devrime büyük hizmetlerde bulunmuş saymak, kıdemli olmakla böbürlenmek, büyük görevler için yetersiz olduğu hâlde küçük görevlere dudak bükmek. Çalışmada savruk, öğrenmede gevşek olmak. Bu, liberalizmin onuncu biçimidir.

Hatalarının farkında olmak, ama onları düzeltme yolunda hiçbir çaba göstermemek, kendine karşı liberal bir tavır takınmak. Bu, liberalizmin on birinci biçimidir.

Daha birçoğunu sayabiliriz. Ama bu on bir tanesi başlıca biçimleridir.

Bunların hepsi de liberalizmin birer ifadesidir.

Devrimci bir kolektif içinde liberalizm son derece zararlıdır. Birliği kemiren, dayanışmayı zayıflatan, kayıtsızlığa yol açan ve ayrılık yaratan yıkıcı bir unsurdur. Devrimci safları sağlam bir örgütlenmeden ve sıkı bir disiplinden yoksun kılar, politikaların uygulanmasını engeller. Parti örgütlerini partinin önderlik ettiği kitlelerden koparır. Bu, son derece kötü bir eğilimdir.

Liberalizm, küçük-burjuva bencilliğinden kaynaklanır, kişisel çıkarları birinci plana alır, devrimci çıkarları ikinci plana iter ve bu da ideolojik, politik ve örgütsel liberalizme yol açar.

Liberal kimseler, Marksizmin ilkelerini soyut birer dogma olarak görürler. Marksizmi kabul ederler, ama onu fiiliyata dökme ya da tam manasıyla uygulama konusunda hiçbir hazırlık yapmazlar; liberalizmlerinin yerine Marksizmi koymaya yanaşmazlar. Bu kimselerde Marksizm vardır, ama aynı zamanda liberalizm de vardır. Marksizmden söz ederler, liberalizmi uygularlar. Marksizmi başkalarına, liberalizmi kendilerine uygularlar. Bunlar, her iki malı da stoklarında bulundururlar ve her birini kullanacak yer bulurlar. Bazılarının kafası işte böyle işler.

Liberalizm, oportünizmin bir ifadesidir ve Marksizme tamamen aykırıdır. Olumsuzdur ve nesnel olarak düşmana hizmet eder; içimizde sürüp gitmesinden düşmanın hoşnut olması bundandır. Bu niteliğinden dolayı liberalizmin devrim saflarında yeri olmamalıdır.

Olumsuz bir özü olan liberalizmin üstesinden gelmek için olumlu bir özü olan Marksizmi kullanmalıyız. Bir komünist, meselelere etraflı bir şekilde bakmalı, sağlam ve aktif olmalıdır; devrimin çıkarlarını canı gibi korumalı ve kişisel çıkarlarını devrimin çıkarlarına tabi kılmalıdır; partinin kolektif hayatını sağlamlaştırmak ve parti ile kitleler arasındaki bağları güçlendirmek için her zaman ve her yerde ilkelere bağlı kalmalı, bütün yanlış düşünceler ve eylemlerle bıkmadan usanmadan mücadele etmelidir. Parti ve kitlelerle, herhangi bir kimse ile ilgilendiğinden daha fazla ve gene başkalarıyla, kendisi ile ilgilendiğinden daha fazla ilgilenmelidir. “Komünist” adına ancak bu şekilde hak kazanabilir.

Bütün sadık, dürüst, faal ve açık sözlü komünistler, aramızdaki bazı kimselerin gösterdiği liberal eğilimlere karşı koymak için birleşmeli ve onları doğru yola getirmelidirler. Bu, ideolojik cephemizdeki görevlerden biridir.

Mao Zedung
07 Eylül 1937
Kaynak

01 Temmuz 2010

,

İran Solundaki Fazlalık


Mazyar Behruz’un
Davası Olan İsyancılar: İran’da Solun Hatası
Kitabının Eleştirisi

 

İran devriminde solun rolü, Frederic Jameson ve Slavoj Žižek’in vak’anın “gözden kaybolan arabulucu”su dedikleri türden, karmaşık bir meseledir. İranlı Marksistler, zirvede oldukları dönemde milyonlara hükmederlerken, bir yandan da onların yaptıkları müdahalelerin kitlesel ayaklanma düzleminde küçük ama önemli ve kilit bir rol oynadığına dair gerçek, 1979 devrimini saf anlamda İslamî bir devrim yatağına çeviren Ayetullah Humeyni’nin revizyonist tarihi tarafından silinip atılmıştır. İşte Mazyar Behruz’un yirminci yüzyılda İran solunun talihsizliklerine dair incelemesine yön veren de bu revizyonun nasıl yapıldığı sorusudur.

Hiç şüphe yok ki yaşanan, neşeli ve keyifli bir hikâye değil. Yetmişlerde Fedailer ve Mücahitler isimleri altında örgütlenen gerilla hareketlerinin oluşumuna kadar Tude (Kitle) Partisi ismindeki merkez sol örgütlenme, faaliyetlerini ülke dışından yürütüyordu, devrimci faaliyeti doğrudan kınıyor, ayrıca 1953’te demokratik yoldan seçilmiş milliyetçi lider Dr. Musaddık’a karşı CIA güdümlü darbeye karşı çıkmadığı için lekelenmiş durumdaydı. Tude, Stalin’e dönük körü körüne sadakati sebebiyle, ilk başta Musaddık’ın İran petrollerini millîleştirme projesine karşı çıktı, Britanya ve ABD emperyalizmi arasındaki güçler dengesi ile ilgili Sovyetler’in arzularını tuhaf bir biçimde yorumladı. O dönemde parti, emperyalistlerin darbe tezgâhladıklarını geç de olsa fark etti, milliyetçi burjuvazi ile ittifakın esas olduğunu gördü, kararlı bir biçimde hareket etme konusunda basiretli davranamadı ve sonuçta Pehlevî monarşisi, 1979’da devrilene dek, ülkedeki hâkimiyetini sürdürdü.

İran’daki solun yörüngesini, tam da bu epey önem arz eden hataya dair hafıza tayin etti. Şehirli işçi sınıfı desteğinden mahrum, şehirleri kuşatmak için köylüleri harekete geçirmeyi düşünen maoistlere (Tude Partisi Devrimci Örgütü -TPDÖ) rağmen sol, serbestçe süzülen öncü aydın güruhu olarak hareket etti. Ortaya atılan şiarlar üzerinden gerçekleştirilen tartışmaların altında, strateji ve ideoloji düzleminde ortaya çıkan derin hizipleşmeler yatıyordu. Misal, Ahmedzade’nin önerisi ile Fedailer’in şiarı “kahrolsun emperyalizm ve onun peşinden koşan köpekleri” idi; Mücahitler’inki ise Canzani’nin ağzından çıktığı biçimiyle, “kahrolsun Şah diktatörlüğü ve onun emperyalist hamileri” idi. (s. 55) Her iki şiar da parti tabanını kimlerin teşkil ettiğine ve düşmanın doğasının ne olduğuna ilişkin köklü bir belirsizliğin varlığını muhafaza ettiğinin deliliydi. İran’da hüküm süren zulmün kemanını tüm küresel kapitalist matriks mi çalıyor (Ahmedzade), yoksa Amerika’ya sırtını yaslayan sadece yerel bir ajan olarak Şah mı? (Canzani) Aradaki fark net değildi.

Liderlerinin suikasta kurban gidip öldürülmesi ile Fedailer, yetmişlerde birbirine bağlı kimi konularla ilgili olarak sayısız kez bir o yana bir yana sürekli salınıp durdular.

Bu konuda yalnız da değillerdi. Mücahitleri ele alacak olursak, Müslüman-Marksist bir grup olarak yola çıkan bu örgüt, 1975’te Marksist bir gerilla örgütüne dönüştü. Üyelerini İslam ile Marx’ın birleştirilebileceğine dair inançlarını düzeltmeleri için yeniden eğitime tabi tuttu. Oysa öte yandan da Humeyni’ye ellerindeki eklektik ideolojik bileşke ile yaklaşmayı sürdürdü.

Milletlerarası düzlemde ise İngiltere ve ABD’deki Troçkist ideoloji etrafında kümelenmiş öğrenci grupları, Troçki’yi, belli ölçüde Şah’ın insan hakları siciline dönük eleştiri için entelektüel bir araç olarak yorumladılar.

Tude, Stalinizme ve “bilimsel sosyalizm”e yönelik tekdüzeleşmiş bir hürmet psikolojisi içinde durağanlaşmış, Lenin’e atıfla, İran’da devrim için gerekli nesnel koşulların mevcut olmadığına kanaat getirmişti. Parti, sürekli olarak rakip sol hizipleri kınıyor, Şah hükümetine “sorumlu” bir muhalefet partisi olacağına dair teklifler götürüyordu.

Altmışlar sonrası İran solunu tarif eden Stalinizmin “çorak ideolojisi”ne dönük bir tür sadakatten ziyade, 1979 öncesi ve sonrasında canlanma imkânı bulan bir eğilim olarak, kimi fikirlerin, hiziplerin ve beynelmilel yol takiplerinin ortaya çıkardığı fazlalık, ilgili tarih boyunca açık bir hâl aldı. Behruz’un da tarif ettiği biçimiyle:

“Devrim öncesinde bir düzine kadar grup mevcutken, devrim sonrasında grupların sayısı sekseni aşmış, sözkonusu sayı, Marksist grupların giderek daha fazla parçalanması ile artmıştı.” (s. 105)

Bu tespit, esasında Behruz’un elde ettiği sonucun aksini iddia etmiyor mu? Bu noktada Behruz’un Tude’nin üst kademelerindeki tartışmaya dair izahatına bir bakalım:

“Her iki kanat arasındaki tartışmanın merkezinde işçi sınıfı partisi meselesi duruyordu. Dogmatik ve katı bir Stalinist teorisyen olan Kasımî, bir ülkede tek işçi sınıfı ya da komünist partisi mevcut olabileceğini söyleyen ortodoks hattı savunuyordu. Diğer yandan, Furotan ise parti sayısının iki ya da daha fazla olabileceği sonucuna ulaşmıştı.” (s. 90)

Bu, bizi solu ifade eden tek parti olması gerektiğini söyleyen Kasımî’nin ısrarında otoriterlik olduğuna ilişkin kimi önyargılara sevk ediyor. Günümüzde çoğulculuğa, farklılığa ve aydınlanmaya özgü hoşgörüye yönelik saygı üzerinden düşünüldüğünde, Forutan’ın konumu, postmodernitenin sağ kanadına işaret ediyor.

Ancak solun başarısızlığındaki ana nedenlerden biri, beynelmilel solun ideolojik her türlü olası konumu ve devrimci taktiğini temsil eden sol gruplar içinde pervasızca yaşanan patlamaydı. İran solunu Rusya ve Çin’de yaşanan diğer ikonik devrimlerdeki soldan radikal manada ayıran şey, ayrışma kararının gerçekleştiği bir alan olarak işleyecek hegemonik bir partinin mevcut olmayışı ve İran’daki solun dumura uğramasıydı. Çin, Cezayir ve Vietnam gibi bölgelerde yaşanan teorik gelişmeler özümsenmiş, ancak bu gelişmeler bütünleştirilmek yerine, tümüyle kendi tercihleri olan ideolojileri benimseyen parti ve gerilla gruplarının aralarındaki yatay ayrışmayı tetiklemişti. Sözkonusu gruplar arasında arabuluculuk yapacak, belli bir ağırlığa sahip partinin yokluğunda, Marksizme ait dağınık türevler, politik barbarlığın kimsenin kazanmadığı oyununa alan açmıştı. Elbette bunun nedeni, halkın belli bir bölmesini harekete geçirme becerisinden azade olup, salt kendi ideolojilerindeki somut koşulları yansıtmakla yetinen İran’daki solcu gruplardı.

Devrim ve Mart 1979’da İran İslam Cumhuriyeti’nin tesisini takiben yaşanan tuhaf olayların sorumlusu, bu serbestçe süzülen ideolojiydi. Devrim sonrası “Stalinist” Tude, telâşla Humeyni’ye teslim olup Fedailerle Mücahidleri ihbar etti. Maoist TPDÖ ise İslamcı liberallerin safında yer aldı. 1975’te İslamî köklerinden kurtulup saf anlamda Marksist olan, ancak geride teorik çalışma yapıldığına ilişkin hiçbir kayıt bırakmayan Mücahitler ise İslam Cumhuriyeti’ne karşı şehir gerillacılığına dayalı uzlaşmaz bir savaş yürüten tek örgüttü.

Fedailer, devrim sonrası en etkili gruptu; örgüt, Hizbullah’a karşı kadınların gerçekleştirdiği eylemleri destekledi ki bu tavır, aralarında Simone de Beauvoir ve Valerie Moghaddam’ın da bulunduğu beynelmilel feminist çevrelerin takdirini kazandı. Ancak esasta üst orta sınıf feminist hareketi destekleyen Fedailer, zamanla bir kimlik krizine sürüklendiler, ayrılıkçı Kürt hareketi ile birleştiler, devletin zulmü ile yüzleştiler ve süreç içinde bölündüler. Kendisine “çoğunluk” diyen grup, Humeyni’nin radikal din adamlarına yanaşan Tude ile birleşti, bu yakınlaşma, 1983’te televizyona çıkartılıp aşağılanma ve tasfiye ile ödüllendirildi. Diğer yandan, uzlaşmaya yanaşmayan azınlık ise zamanla güç kaybedip marjinalleşti.

O hâlde, bu hikâyenin anlaşılması için gerekli iki kilit noktadan birincisi, solcu örgütlerin neden bir fazlalık üretmiş oldukları ve devrim sonrasında bu örgütlerin önemli bir bölümünün neden Humeyni’yi temelde ilerici gördükleri ve İslam Cumhuriyeti’ne neden rıza gösterdikleriydi. Sahip oldukları kimlik siyasetleri aracılığıyla Ali Şeriati ve Celâl Ali Ahmed gibi teorisyenlerin inşa ettikleri, 1975 öncesi Mücahidlerin üzerinde yürüyüp sonra da terk ettikleri köprü, salt sol ile İslam arasında değil, ayrıca eşzamanlı olmayan iki sol arasında da uzanmaktaydı.

Behruz’un da tartışıp odaklandığı soldaki hassas nokta, geleneksel Marksist öncü parti anlayışının her türden türeviydi. Diğer sol ise esas olarak akıl ve diyalektik yönteme ilişkin batı Marksizmine ait gerçekleri görme biçimi üzerinden büyüme sağladı: Jean-Paul Sartre’ın çokça insanı etkilemiş olan Diyalektik Aklın Eleştirisi isimli çalışması (ya da Theodor Adorno’nun Negatif Diyalektik’i ve ayrıca Michel Foucault’nun İran Devrimi’nde şahit olduğuna kanaat getirdiği “Marksizmsiz komünizm” peşinde koşma gayreti ile doruğa ulaşan, günümüzde Alain Badiou ve Antonio Negri külliyatında kendini tümüyle ifşa eden teorik faaliyet) aracılığıyla oluşmuş bir görme biçimiydi bu.

Dolayısıyla, serbestçe süzülen Marksist ideolojiler ve İran Devrimi’nde faal olan sol, belli bir fazlalık üretmiş, bu, sola ilişkin iki ayrı tipolojinin oluşumunu koşullamıştı: birbiriyle uzlaşmaz olan Marksist ve postmodern sol, baş dönmesine yol açan bir tür “yönelim bozukluğu” üretti. Bu anlamda Behruz, kanaatimce meseleyi olduğundan daha küçük görüyor:

“Anti-emperyalist paradigma yüzünden tüm İranlı Marksistler, İslam Cumhuriyeti’nin yabancı güçlerden politik bağımsızlığı ile İslamcıların teokrasi inşa etme niyetlerini birbirlerinden ayırt edememişlerdir.” (s. 137)

Ya da başka bir ifade ile tüm İranlı Marksist hareket, anlaşılması mümkün olmayan, çöküşe sebebiyet verebilecek yanlış bir hüküm vermenin acısını çekti. Oysa Behruz’un kendisini körleştirdiği aleni gerçek, “dogmatik” Marksist teorisyenlerle İslam arasındaki uçurumun, geriye dönüşsüz olarak, Yeni Solcu felsefeler aracılığıyla kapatılmış olmasıydı. Bu bağlamda, Tude’ye ilişkin olarak ortaya çıkan gerçek, başka türlü izah edilemez:

“1983’ten beri partinin ana ideologu olan İhsanullah Taberi, mütedeyyin bir insan hâline gelmiş ve İslam’ın Marksizmden üstün olduğunu anlatan kitaplar yayımlamıştır.” (s. 130)

İran solundaki müzelik Stalinistlerin Taberi şahsında somutlanan tasvirini bile daha şaşırtıcı kılan, işte bu türden gerçeklerdi. Resmî beyanlar düzeyinde Tude, geleneksel Marksist söyleme kilitlenmişse de İslamcı söylemin yol açtığı etki, partinin solcu direniş anlayışını darmaduman etmiş ve onun yeni değerler ekseni üzerinden İslam Cumhuriyeti’ne eleştiriler yöneltme gayretlerini baltalamıştı.

Her hâliyle İranlı Marksistler, kendi dönemlerinin ürünüydüler, Almanya’daki Baader-Meinhof Örgütü, İtalya’daki Kızıl Tugaylar gibi azınlık terörist örgütler, fildişi kulesi Marksistleri ve post-yapısalcı direniş teorisyenleri türünden kendi batılı muadillerinden bu anlamda farksızlardı.

Behruz, şunu derken, muhtemelen günümüz koşullarından dem vuruyor:

“İlgili dönemin yazınına göz atıldığında, eğitimli bir okuyucunun bile, süregiden tartışmaları takip etmekte zorlanacağı açıktır.” (s. 142)

Peki bu açmaz, aynı zamanda günümüz için de geçerli değil midir? Politik bir yapının kitle tabanından ya da bileşeninden tümüyle ayrıksı duran eğitimli bir “seçkinler grubu”nun erişebileceği görece daha incelikli ve karmaşık bir solcu söylem, tarikatvari bir mesiyanizmle, ırkçı bir milliyetçilikle, etnik çelişki ve binyılcı-çevreci ve dinî ajitasyonla sonuçlanacaktır.

Buna karşılık, Behruz’un merkezî argümanı, İran solunun Stalinist zihniyet dünyasından kopamadığı üzerine kurulu. Behruz, İran solunun ruhunu kavramak adına Stalinizmi tuhaf bir biçimde izah ediyor:

“Stephen Cohen’in izahına göre Stalinizm, ‘sadece milliyetçilik, bürokratik aklîleştirme, demokrasinin mevcut olmayışı, sansür, polis baskısı ve benzeri diğer olgular değildir’ […] Aksine Stalinizm, bu başlıklardaki olağandışı aşırıcılık ve fazlalıktır.” (s. 159)

Ancak cevap üretirken eğer İran solundaki partiler Stalinistlerse, o vakit onlardaki Stalinistliğin dahi epey zayıf olduğunu belirtmek gerekir. 1963-1979 arası dönemde sürgünde olup yokluğuna rağmen oldukça güçlü, karizmatik bir liderlik ortaya koyan Ayetullah Humeyni’nin aksine, İran solundaki hiçbir lider, kendisini kişilik kültüne denk düşebilecek herhangi bir konuma bile taşımayı becerememiştir.

Partilerini demir yumruk ile kontrol altında tutma becerileri genel anlamda başa belâ olan üyelerin kopuşlarını izlemekle ve yeni gruplar oluşturmakla sınırlıdır, hatta hizipsel kavgaların kontrolü konusunda bile bu liderlerin pek becerikli oldukları söylenemez.

Bizim muhtemelen kimi ihtilaflara yol açabilecek çıkarımımız şu olabilir: İran solundaki fazlalık, sahip olduğu Stalinist pratikler değil, aksine Stalinist ya da değil, isyankâr hizipleri birleştirip birbirine hasım sayısız örgüte ayrışmanın önünü alacak, tam manasıyla kararlı bir liderin mevcut olmayışıdır. Sonuç olarak, ideoloji bağlamında, belki de İran solunu mahveden, Marksizm-Leninizme dönük dogmatik sadakat değil, özde duracak bir ilkeler kümesine ve işçi sınıfı tabanı oluşturmaya dayalı bir görev bilincine yönelik bağlılığın olmayışıdır. Üçüncü Dünyacı devrimci teorinin ve sonrasında postmodern kimlik siyasetinin etkisi altında İran solu, ahlâkî görevi ise İslamcılara terk etmiştir.

Nathan Coombs
27 Haziran 2010

Kaynak