Tercüme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tercüme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ağustos 2021

,

Boston Koleji Konuşması


İktidar halka!

Kardeşlerim, burada bulunmamın sebebi sizsiniz, bunun için teşekkür ederim. Bu can, halk iktidarı için mücadele etmediğinde bilin ki o azami güvenlikli bir hapishanededir.

Başkana, Ericka Huggins’e, Angela Davis’e, New York 21’e ve Soledad Kardeşler’e selam olsun. 28 ve 29 Kasım’da Washington’da Halkın Devrimci Anayasası kongresi düzenlenecek. İnsanlar gelmezse o kongre gerçekleşemez. Sonuçta dünya tarihini yazan insanlardır, her şeyden onlar sorumludur.

İnsan olmazsa kongre nasıl gerçekleştirilecek? Bazıları halkın kongresinin insan olmadan düzenlenebileceğine inanıyor. Hatırladığım kadarıyla 1777’de de durum bu şekildeydi.

Bu akşam Kara Panter Partisi’nin programı üzerinde durmak ve mevcut ideolojik konumumuza nasıl ulaştığımızı, On Maddelik Program’ın uygulanmasını neden gerekli gördüğümüzü açıklamak istiyorum. On Maddelik Program, kendi içinde ne devrimcidir ne de reformist. O, hayatta kalmak için hazırlanmış bir programdır. Biz halk olarak soykırım tehdidiyle karşı karşıyayız, çünkü ırkçılık ve faşizm ülkemizde ve tüm dünyada gemi azıya almış durumda. Bundan da Kuzey Amerika’daki yönetici sınıflar sorumlu. Niyetimiz, topyekûn dönüşümü gerçekleştirmek için bu durumu değiştirmek. Ama o topyekûn dönüşüm gerçekleştirilene dek bizim varlığımızı sürdürmemiz gerekiyor. Varlığımızı sürdürmek için de bizim hayatta kalmamız şart. Bunun için bizim On Maddelik Program gibi bir hayatı idame kitine ihtiyacımız var. Bu program, işlevsel ve yaratıcı zihinlere sahip, sağlıklı çocuklar yetiştirmek için gerekli. O çocuklar doğru beslenmezlerse böylesi bir zihne sahip olamazlar. Çocuklar için kahvaltı programı hazırlamamızın sebebi bu. Ayrıca toplum sağlığı programlarımız da var. Otobüsle taşıma ile ilgili program da yürürlükte. Bunun adı Tutsak Aileleri ve Yakınları Otobüsü. Amerika genelinde hapishaneleri işleten faşist rejimin kalleşliği gizlice yapmayı sevdiğini gördük. Dolayısıyla tutsakların yakınlarını, ailelerini ve dostlarını hapishanelere götürebilirsek faşistlerin kalleşliklerini ifşa edebileceğimizi düşündük. Bu da hayatta kalma programının bir parçası.

Hayatta kalma programlarımızı zulme verdiğimiz cevap dâhilinde ele almalıyız. Öte yandan onun devrimci bir program olduğunu iddia edemeyiz. Devrimleri, sertliğini muhafaza eden, kuvvetli isimler yapar. Ortada bir halk yoksa devrim de olmaz, çünkü devrimleri halklar yaparlar.

İleride düzenleyeceğimiz Devrimci Halkın Anayasa Kongresi’nde belirlediğimiz ana konu, ‘Halka Hizmet Üzerinden Hayatta Kalmak’tır. Kongremizde tüm hayatta kalma programımızı takdim edeceğiz. Bu program, bir uçak düştüğünde kullanılacak ilk yardım kiti gibi işleyecek, onun sayesinde denizin ortasında bir sala kavuşacaksınız. Sahile çıkana dek veya kendinizi mutlu ve sağlıklı hissedeceğiniz vahaya varana kadar bazı şeylere ihtiyaç duyacaksınız. Sahile çıkmak için gerekli şeylere sahip değilseniz varolma ihtimaliniz de olamaz. Bugün iktidar bizi ‘bir gün sonrayı veya devrimi göremeyeceksiniz’ diye korkutmaktadır. Kara Panter Partisi, halkın tümden yıkıma uğramasını asla kabul etmeyecektir. Nitekim bu amaç doğrultusunda bir ayrım çizgisi çektik, dolayısıyla artık her türden faşizme, saldırıya, zorbalığa ve cinayete hoşgörüyle yaklaşmayacağız. Oturup onların bizi öldürmelerine izin vermeyeceğiz. Herkes kendisini koruma yükümlülüğüne sahiptir. Eğer kişi kendisini korumuyorsa onu intiharla suçlamak gerekir: bu, gerici bir intihardır çünkü onun ölümüne gerici koşullar sebep olmuştur. Hiçbir şey yapmazsak durumu kabulleniyoruz, bizi öldürmelerine izin veriyoruz demektir. Bunu kabul etmeyeceğiz. Eğer elimizde az sayıda seçenek varsa oturup Almanya’da Yahudiler gibi ölümü beklemeyeceğiz. O noktada Varşova’daki Yahudiler gibi öleceğiz!

Nerede cesaret varsa, insanlar nerede kendilerine saygı duyup onurlarını koruyorsa orada koşulları değiştirip zafere ulaşmamız mümkün demektir. Buna devrimci coşku denir, zaferi güvence altına almak için bize böylesi bir mücadele gereklidir. Öleceksek devrimci intiharla ölelim. O tip bir intihar, ‘madem öleceğiz, madem bu dünyadan göçüp gideceğiz, kimse beni süpürgeyle süpürüp atamayacak. Sopayla kovalanmayı tercih ederim çünkü süpürgeyle süpürülüp atılmak beni küçültür, kendime dönük saygımı zedeler. Sopayla kovsalar en azından onurumu korur, köpek gibi değil insan gibi ölürüm’ der.

Elbette gerçek dileğimiz yaşamak üzerinedir, fakat kimse bizi yıldıramacak, bize gözdağı veremeyecek.

Kara Panter Partisi’nin ideolojik konuma ulaşmak için başvurduğu yöntemi izah etmek isterim. Daha da önemlisi burada bugün varolan sorunları ve çelişkileri çözmemize katkı sunabilecek düşünce sürecini veya çerçeveyi aktarmak istiyorum.

Soruna yaklaşmadan önce bizim gerçekte olan biteni net bir biçimde anlamamız gerekir. Burada belirli bir durumla ilgili tavrımızı ve duygularımızı bir kenara koymalıyız. Bu noktada olabildiğince nesnel olmalı, herhangi bir dogmayı benimsemeden olguların kendilerinin konuşmalarına izin vermeliyiz. Ama tümüyle nesnel olmak da yetmez, dış dünyadan alınan bilgilerin uygulanması noktasında öznel olabilmeliyiz.

Bu bilgiyi elde etmek için bilimsel yönteme başvurmalı, nihayetinde oluşacak öznelliği açık biçimde kabul etmeliyiz. Bilgiyi belirli bir sonuca ulaşmak için uyguladığımızda nesnelliğimiz biter, öznelliğimiz başlar. Biz buna teori ile pratiğin bütünleşmesi diyoruz. Kara Panter Partisi’nin yaptığı da budur.

Aynı anda işleyen güçleri idrak edebilmek için bilim bilimsel yöntem denilen şeyi geliştirmiştir. Bu yöntemin özelliklerinden veya vasıflarından biri ise tarafsızlıktır. Burada bahsi edilen şey kayıtsız değil tarafsız olmaktır. Ortaya çıkacak sonuca özel bir ilgi duymamaktır. Başka bir ifadeyle bilim insanı belirli bir sonucu öne çıkartmaz, sadece olguları toplar.

Ama olguları toplarken temel bir önermeden yola çıkması gerekir. En temel önermeler varsayımlardan türerler, bu varsayımlar yoksa ilk önermeyi sınamak güçleşir. Belirli varsayımlar konusunda uzlaşmaya vardıktan sonra zekice geliştirilmiş bir argüman dile getirilir. Geçerli bir çıkarıma ulaşmak içinse mantığa ve tutarlılığa ihtiyaç vardır.

Dışımızda, bizden bağımsız bir dünya var. Üzerinde duracağımız ikinci varsayımsa eşyanın sürekli değişime, dönüşüme, akışa tabi olduğu ile ilgilidir. Bu iki varsayımı herkes kabul ediyorsa tartışmamıza devam edebiliriz.

Bilimsel yöntem deneylere dayanır. Ama deneycilik sorunludur çünkü o gelecek konusunda bize pek bir şey söylemez. Sadece geçmişten bahseder, gözlem ve deneyim üzerinden zaten keşfedilmiş olan bilgileri verir. Deneycilik her daim geçmiş deneyime atıfta bulunur.

Deneysel bilginin kurallarının doğrulanmasından çok sonra Marx bu kuralları Kant’ın mantık adı altında geliştirdiği teoriyle birleştirmiştir. Kant bu muhakeme sürecine saf akıl demiştir. Çünkü bu süreç dış dünyaya değil, akıl üzerine kurulu bir çıkarıma ulaşabilmek için simgeleri yönlendirme pratiğindeki tutarlılığa dayanmamaktadır.

Örneğin “gökyüzü başımın üzerinde, dolayısıyla başımı yukarı kaldırdığımda onu görürüm” cümlesinde yanlış bir şey yoktur. Hatta bu, doğru bir cümledir. Ama burada gökyüzünün varlığı konusunda hiçbir şey söylemiş olmuyorum. Burada dış dünyaya bağımlı olma ile ilgili bir şey söylenmiyor. Deneycilik gelecek hakkında çok az laf ediyor.

Peki o zaman ne yapacağız? Marx’ın yaptığını. Dünyada olan biteni anlama noktasında Marx mantıkla deneyciliği bir araya getirme ihtiyacı duyuyor. Bu noktada diyalektik materyalizm kavramından bahsediyor. Eğer biz de Marx gibi bu iki kavramı, iki düşünme tarzını birleştirirsek dış dünyayla temas kırmakla kalmaz ayrıca kesintisiz dönüşümü açıklama imkânı buluruz. Ayrıca bu bizim, sürekli değişen ama bir yandan da çelişki içerisinde bulunan belirli toplumsal olguların ortaya çıkardığı sonuçlarla ilgili kimi tahminlerde bulunmamızı sağlar.

Bir sosyal bilimci olarak Marx, diğer sosyal bilimcileri bir olguyu veya olguları onları ortamından çıkartıp, tecrit edip belirli bir kategoriye soktukları, olgunun ortamından çıkartıldığı noktada dönüşüme uğradığı gerçeğini gözardı ettiği için eleştirir.

Örneğin sosyoloji gibi bir disiplinde belirli grupların faaliyetleri, onların nasıl bir arada durdukları, nasıl ayrıştıkları incelenirken o grupla ilişkili başka şeylere bakılmazsa o grubun niteliği ile ilgili yanlış bir sonuca ulaşılır. Marx’ın asıl yaptığı, olguları gerçekçi bir biçimde izah edecek bir düşünme yöntemi geliştirmektir.

Yanlış hatırlamıyorsam fizik şunu söylüyordu: atomlar çarpıştığında elektronlarına, protonlarına ve nötronlarına ayrışır. Peki atoma ne olur? Dönüşür. Toplumsal dünyada da benzer şeyler yaşanır. Aynı ilkeyi oraya da uygulayabiliriz. İki kültür çarpıştığında, bir süreç yaşanır, bir koşul ortaya çıkar: sosyologlar buna birbirleriyle temas eden iki kültürün değişimi derler. Marx ise toplumsal güçler veya sınıflar arasındaki çarpışmayı “çelişki” olarak adlandırır. Fiziksel dünyada güçler çarpışır. Çarpışma meydana gelir. Örneğin iki araba çarpışır, çünkü ikisi de aynı anda aynı yeri işgal etmek istemiştir, dolayısıyla her ikisi de dönüşür. Bazen başka şeyler de yaşanır. Bu iki araba birbirlerine sırtlarını dönüp hızla uzaklaşırlar. Bu noktada çelişki açığa çıkmaz. Farklı mekân ve zamandadırlar. Bazen insanlar tartışırlar, birbirlerini yanlış anlarlar, çünkü zıt görüşlere sahip oldukları için çatışmaktadırlar. Örneğin ben duvarın yüksekliğinin üç metre olduğunu söylerim, sense kırmızı olduğunu söylersin ve sırf zıt düşündüğümüz için aramızda çelişki olduğunu günboyu oturup düşünürüz. İnsanlar tartıştığında, biri tez diğeri anti-tez ortaya attığında bir çelişkiden söz etmek mümkün hâle gelir. Bir tür senteze varana dek, bir önerme üzerinde anlaşana kadar tartışmaya devam ederiz. Bu akşam umarım Kara Panter Partisi’ni eleştirmiş olan insanlarla bir tür anlaşmaya veya senteze ulaşabiliriz.

Bence asıl yanlış, bazı insanların akademide yürüttükleri araştırmaların ortaya attıkları iddialara ve diyalektik materyalizm disiplinine uygun hareket etmelerine rağmen görüneni gerçek zannediyor olmalarıdır. Bu insanlar, bilim insanının yapması gerekeni yapmıyor, derinlere inemiyor, görünenin ötesine geçip önemli olanı anlamaya çalışmıyorlar. Bu söylediklerimin Kara Panter Partisi ile ilişkisini izah etmeme izin verin lütfen. KPP diyalektik yönteme bağlıdır, teoriyle pratiği bütünleştirir, dolayısıyla Marksist-Leninist bir partidir. Biz mekanik Marksist değiliz, tarihselci materyalist de değiliz. Bazıları Hegel’in düşünceleriyle hareket ettiği için kendisini Marksist sayıyor. Bazıları, yaratıcılıktan uzak, geçmişe bağlı olduğu için kendisini Marksist-Leninist addediyor. Bu insanlar bugündeki koşullara tatbik edilmeyen bir retoriğin esiridirler. Onlar “dalkavukluk” olarak adlandırabileceğimiz bir yaklaşımla, dogmaya evrilen düşüncelere bağlılar.

Marx bir dizi koşula tatbik edilebilecek bir çerçeve oluşturmaya çalışmıştır. Bu çerçeveyi uygulamaya koyarken ortaya çıkacak sonuçlardan korkmamalıyız çünkü her şey değişiyor, dolayısıyla bizim nesnel varlıklar olarak yaşanan değişimi kabul etmemiz, bu konuda istekli olmamız gerekiyor. Diyalektik materyalist yöntemi kullanıyorsak, bir dakika sonrasında bile karşımızda aynı dünyayı bulamayacağımızı bilmeliyiz. Zira bir dakika öncesi artık tarih olmuştur. Eğer her şey sürekli değişim içerisinde ise demek ki hiçbir şey aynı kalmıyor. Eski olguları tarif etmek için kullanılan sözcükler yenileri tarif etme noktasında işe yaramıyor. Yeni olayları tarif ederken eski sözcükleri kullandığımızda, insanların kafalarını karıştırır, onları her şeyin sabit ve değişmez olduğunu söyleyerek kandırırız.

1917’de Sovyetler Birliği’nde adına “devrim” denilen bir olay meydana geldi. İki sınıf çatıştı, tüm ülke dönüştü. 1970’te bu ülkede Kara Panter Partisi bir belge yayımladı. Şu an Cezayir’de olan enformasyon bakanımız Eldridge Cleaver, “Kara Panter Partisi’nin İdeolojisi Üzerine” isimli bir broşür kaleme aldı. Bu çalışmada Eldridge Cleaver proleterlerin ve sanayi işçilerinin bu dönemde bu ülkede devrim yapma imkânına sahip olmadığını söylüyordu. İddiasına göre devrim yapma imkânına proletaryanın sol kanadı olarak lümpen proleterler sahipti, toplumsal dönüşümü nihai zirvesine öncülük misyonunu yerine getiren güç olarak bu kesim taşıyacaktı. Bazı insanlar, partiler, bazı örgütler, örneğin İlerici İşçi Partisi, devrimin imkânsız olduğunu söylüyor. Azınlık iken lümpen proleterlerin başarılı bir sosyalist dönüşümü nasıl gerçekleştireceklerini soruyorlar. Tarihin başarılı bir toplumsal devrimi sadece proleterlerin yapabileceğini ortaya koyduğu koşullarda lümpen proleterlerin bu işi nasıl yapacağı üzerinde duruyorlar. Bence de toplumsal devrimi yapacak olanların halkın çoğunluğunun çıkarlarını temsil edebilmeleri gerekiyor. Bu kesimin en geniş kitleyi temsil etmesi şart. 1917’de Sovyetler Birliği’nde yaşananları zaten analiz etmiştik. Ben de bu ülkede lümpen proleterlerin azınlık olduklarını kabul ediyorum. Bu konuda bir fikir ayrılığı söz konusu değil. Bunu söyleyerek kendimle çeliştiğimi söyleyebilir miyiz? Aslında ben burada görünen şeyin gerçeğin ta kendisi olmadığını söylüyorum. Çelişkiymiş gibi görünen, basit manada bir paradoks olabilir. Bu noktada bu gözle görünür çelişkiyi inceleyelim.

1917’de Sovyetler Birliği, temelde köylülüğün sayıca güçlü olduğu bir tarım toplumuydu. O dönemde varolan bir dizi toplumsal koşul sayesinde küçük de olsa bir sanayi oluşma imkânı buldu. Bu sanayi kesiminde çalışan insanlara “proleter” deniliyordu. Marx’ın teorisine başvuran Lenin, ülkedeki ana eğilimleri gözlemledi. Tarihselci değil diyalektik materyalistti, dolayısıyla o değişime odaklandı. 1917’de proleterlerin azınlık olduğunu gören Lenin’e göre bu kesimin devrim yapma imkânı mevcuttu, çünkü bu sınıf sayıca artıyor, köylülükse küçülüyordu. Koşullardan biri buydu. Proleterlerin alnında halk içerisinde önemli bir güç hâline gelmek yazılıydı. Onlar, ayrıca sosyalist bir devrimi yapma noktasında gerekli özelliklere de sahip olmaktaydı.

Bu ülkede diyalektik yöntemi benimseyen Kara Panter Partisi değişime bakıyor, toplumsal eğilimleri inceliyor ve lümpen proleterlerin azınlık, proleterlerin çoğunluk olduklarını ama teknolojinin hızla geliştiğini, otomasyonun ileri safhalara geçip bilgisayarın önemli bir yere sahip olmasığını sağladığını, bu bilgisayar temelli sibernasyonun da teknokrasiye yol açacağını görüyor. Bu şehre girerken yolda MIT’yi gördüm. Eğer şuan ülkeyi yönetenler iktidarda kalmaya devam ederlerse, görebildiğim kadarıyla, kapitalistler halkla zerre ilgilenmedikleri için teknolojiye dayalı mekanizmalarını geliştirmeyi sürdürecekler. Bu nedenle ben, onların halk daha fazlasını talep edene, nihayetinde onların kellesini isteyene dek mümkün olduğu ölçüde daha fazla para kazanma mantığına uygun hareket etmelerini bekliyorum. Eğer hemen devrim olmazsa, “hemen” diyorum çünkü teknoloji sahasında atılım üstüne atılım yaşanıyor (hatta Ay’a bile gidiliyor) ve eğer yönetenler iktidarda kalmayı sürdürürlerse, proleter sınıf işsiz kalacak ve zaten işsiz olan lümpenler sınıfına dâhil olacak. Yönetenler yüzünden her bir işçi risk altında. Biz, lümpen proleterlerin devrim yapma potansiyeline sahip olduklarını ve yakın gelecekte halkın çoğunluğunu teşkil edeceğini tam da bu sebeple söylüyoruz. İleride insanlarımızın büyük bir kısmı işsiz kalacak, nesnel olmak adına, çünkü biz diyalektik materyalistiz, gerçekleri kabul etmek zorundayız.

Marx, toplumun gelişim sürecini genel hatlarıyla özetledi. Toplumun köle sınıfından feodal sınıf yapısına, kapitalist sınıf yapısına, sosyalist sınıf yapısına ve nihayet komünizme gittiğini söyledi. Ya da başka bir deyişle, kapitalist devletten sosyalist devlete, devlet dışı devlete: komünizme geçişini anlattı. Sanırım dünyadaki köle sınıfının fiilen ücretli köleye dönüştüğü konusunda hemfikiriz. Başka bir deyişle, dünyadaki köle sınıfı artık önemli bir güç olarak mevcut değildir ve eğer kabul edersek, sınıfların kelimenin tam anlamıyla varoluşları düzleminde dönüştürülebileceğini kabul edebiliriz. Eğer böyleyse, köle sınıfı ortadan kaybolup başka bir şeye dönüşebiliyorsa ya da yok olmayıp sadece dönüştürülebiliyorsa ve başka özellikler üstlenebiliyorsa, o zaman proleterlerin veya endüstriyel işçi sınıfının varoluşunun dönüştürülebileceği de doğrudur. Elbette insanların kendileri yok olmayacak; Sadece diğer nitelikleri üstlenecekler. Benim ilgilendiğim özellik, yakında muktedirlerin işçilere ihtiyaç duymayacağı gerçeği ve eğer üretim araçlarını onlar kontrol ederse, işçi sınıfı işsiz veya lümpen olacak. Bu mantıklıdır, diyalektiktir. Sadece köle sınıfının ortadan kalkabileceğini söylemek yanlış olur diye düşünüyorum.

Marx çok zeki bir adamdı. O bir dogmacı değildi. Bir keresinde, “Olmadığım bir şey var o da şu: ben Marksist değilim” demişti. Bu sözlerle, İlerici İşçi Partisi'ne ve diğerlerine geçmişi şimdiki zaman ya da gelecek olarak kabul etmemelerini, onu anlamalarını ve gelecekte neler olabileceğini tahmin edebilmelerini ve bu nedenle akılcı bir şekilde hareket etmelerini anlatmaya çalışıyordu. Hepimizin istediği devrimi meydana getirmek.

Bunları göz önünde bulundurduktan sonra, zaman değiştikçe ve dünya değiştikçe bazı yeni tanımlara ihtiyacımız olduğunu görüyoruz, çünkü eski terimleri kullanmaya devam edersek insanlar eski durumun hâlâ var olduğunu düşünebilirler. 1917'de var olan aynı şartlar bugün hâlâ mevcut olsaydı buna şaşırmak gerekirdi.

İş biri için çalışmaya geldiğinde, Marx ve Lenin'in oldukça tembel olduklarını biliyorsunuz. Zorunluluklarınız için çalışarak çekilen zahmete bir lanet olarak baktılar. Ayrıca Lenin’in tüm teorisi, Marx’ın analizini uygulamaya koyduktan sonra, proleterlerden kurtulmaya yönelikti. Başka bir deyişle, proleter sınıf veya işçi sınıfı üretim araçlarını ele geçirdiğinde, toplumlarını zahmetsiz olacak şekilde planlayacaklardı. Nitekim Lenin, insanın bir yerde durabileceği, düğmelere basabileceği ve dağları hareket ettirebileceği bir zamanı öngörüyordu. Bana öyle geliyor ki, Lenin sanki proleter işçi sınıfının dönüştüğünü ve özgür bir zaman dilimine sahip olduğunu, üretken yaratıcılığa düşkün olduğunu, evrenlerini geliştirmeyi düşündüğünü, böylece mutluluğa, özgürlüğe ve zevke sahip olabilsinler diye uğraştığını görmüş gibi.

Bugünün kapitalisti, teknokratlar denen bir grup uzman insanı işe alabilecek kadar makine geliştirdi. Yakın gelecekte kesinlikle bundan daha fazlasını yapacak ve teknokrat, bir proleter olarak tanımlanamayacak kadar uzmanlaşacaktır. Aslında bu teknokratlar grubu o kadar hayati olacak ki, diğer insanların varlığını açıklamak için bir şeyler yapmamız gerekecek; Var olmak için başka bir tanım ve neden bulmamız gerekecek.

Ancak tartışmamızı teori ile sınırlamamalıyız; Değerli bir şey bulmak için teorimizin pratik uygulamasına sahip olmalıyız. Bazı insanlardan aldığımız eleştirilere rağmen, Parti teorilerinin pratik bir uygulamasına sahiptir. Faaliyetlerimizin çoğu işçi sınıfına ve işsizlere gelecekte var olmak için bir neden ve araç sağlıyor. İnsanlar bizim hayatta kalma programlarımızla yok olmayacaklar. Hâlâ buralarda olacaklar.

Kara Panter Partisi, proleterleri örgütlemenin tamamen doğru olduğunu söylüyor çünkü fabrikadan atıldıktan ve işsiz veya lümpen olarak adlandırıldıktan sonra, hâlâ yaşamak istiyorlar ve yaşamak için yemek yemek zorundalar. Kendisinin ve kardeşlerinin yaşayabilmesi için bolca üretmek amacıyla yaptığı makinelere el koymak, proleterin kendi çıkarınadır. Proleterin, onu eğitmek için lümpen proleter olmasını beklemeyeceğiz. Bugün halkın bilincini yükseltmeliyiz. Rüzgâr şiddetleniyor, nehirler akıyor, hayat zorlaşıyor ve bir daha eve dönemeyebiliriz. Ne anne rahmine ne de 1917'ye geri dönebiliriz.

Amerika Birleşik Devletleri veya benim Kuzey Amerika dediğim şey, muktedirlerin elinde bir ulustan bir imparatorluğa dönüştü. Bu, dünyada tam bir değişime neden oldu, çünkü birbiriyle ilişkili bir şeyin hiçbir parçası değişemez ve her şeyi aynı bırakamaz. Yani Birleşik Devletler veya Kuzey Amerika bir imparatorluk hâline geldiğinde dünyanın bütün yapısını değiştirdi. Dünyada başka milletler de vardı. Ancak 'imparatorluk', imparatorlukta yaşayan yönetici çevrenin (emperyalistler) diğer ulusları kontrol ettiği anlamına gelir. Şimdi bir süre önce, ilkel imparatorluk diye adlandırdığımız bir fenomen vardı. Bunun bir örneği Roma İmparatorluğu olabilir çünkü Romalılar bilinen dünyada her şeyi kontrol ediyordu. Aslında tüm dünyayı bilmiyorlardı, bu nedenle bazı milletler hâlâ ondan bağımsız olarak var oldular. Şimdi, muhtemelen tüm dünya biliniyor. Bir imparatorluk olarak Amerika Birleşik Devletleri ister doğrudan ister dolaylı olarak tüm dünyayı kontrol ediyor. 

Diyalektiği anlarsak, her belirlemenin bir sınırlama getirdiğini ve her sınırlamanın bir belirleme getirdiğini biliriz. Başka bir deyişle, bir kuvvet bir şeye yol açarken kendisi de dâhil olmak üzere diğer şeyleri ezebilir. Bu kavrama 'olumsuzlamanın olumsuzlanması' diyebiliriz. Böylece, 1917'de iktidar bir endüstriyel temel yaratırken ve kapitalizm sistemini kullanırken, aynı zamanda sosyalizm için gerekli koşulları da yaratıyordu. Bunu yapıyorlardı çünkü sosyalist bir toplumda servetin bir miktar merkezileştirilmesi, servetin bir miktar eşit dağılımı ve insanlar arasında bir miktar uyum olması gerekiyordu.

Şimdi size kabaca kendine ulus diyen her insanın sahip olması gereken bazı özellikler vereceğim. Bunlar ekonomik bağımsızlık, kültürel kararlılık, siyasi kurumların kontrolü, toprak bütünlüğü ve güvenliktir.

1966'da Partimize Siyah Milliyetçi Parti adını verdik. Kendimize Kara Milliyetçiler dedik çünkü cevabın ulus olduğunu düşünüyorduk. Bundan kısa bir süre sonra, gerçekten ihtiyaç duyulan şeyin devrimci milliyetçilik, yani milliyetçilik artı sosyalizm olduğuna karar verdik. Koşulları biraz daha analiz ettikten sonra, pratik olmadığını ve hatta çelişkili olduğunu gördük. Bu nedenle, daha yüksek bir bilinç seviyesine ulaştık. Özgür olabilmek için muktedirleri ezmemiz, bu nedenle dünya halkları ile birleşmemiz gerektiğini gördük. Bu yüzden kendimize Enternasyonalistler dedik. Dünya halklarıyla dayanışma yollarını aradık. Dünya milletleri ile dayanışma içine girdik. Ama sonra ne oldu? Her şeyin sürekli bir dönüşüm hâlinde olduğunu, teknolojinin gelişmesinden, kitle iletişim araçlarının gelişmesinden, emperyalistin ateş gücünden ve Amerika Birleşik Devletleri'nin artık olmadığı gerçeğinden dolayı anladık. Bir ulus değil bir imparatorluk, milletler var olamazdı, çünkü ulus olma kriterlerine sahip değillerdi. Kendi kaderlerini tayin etmeleri, ekonomik kararlılıkları ve kültürel kararlılıkları, emperyalistler ve yönetici çevre tarafından dönüştürüldü. Artık ulus değildiler. Enternasyonalist olabilmek için aynı zamanda Milliyetçi olmamız veya en azından ulusluğu kabul etmemiz gerektiğini gördük. Enternasyonalizm, kelimeyi anlıyorsam, bir grup ulus arasındaki karşılıklı ilişki anlamına gelir. Ama hiçbir ulus olmadığına ve Birleşik Devletler aslında bir imparatorluk olduğuna göre, bizim Enternasyonalist olmamız imkânsızdır.

Bu dönüşümler ve fenomenler kendimize “komünalistler” dememizi gerektiriyor çünkü uluslar dünyanın topluluklarına dönüşmüş durumda. Kara Panter Partisi şimdi enternasyonalizmi reddediyor ve toplumlararasılığı –enterkomünalizmi destekliyor.

Marx ve Lenin, sahip oldukları bilgilerle, devletsizliğin nihayet bir gerçekliğe dönüştüğü zaman, buna halk ve komünizm tarafından neden olunacağını veya başlatılacağını hissettiler. Tuhaf bir şey oldu. Egemen gericiler, emperyalist olmanın sonucu olarak, dünyayı 'Gerici Komünalizm' dediğimiz şeye dönüştürdü. Kurumlara o kadar hâkim olarak dünyanın tüm toplumlarını kuşatma altına aldılar ki, halka kendi topraklarındaki kurumlar tarafından hizmet edilmedi. Kara Panter Partisi, bu eğilimi tersine çevirmek ve dünya insanlarını 'Devrimci Komünalizm' çağına götürmek istiyor. Bu, insanların üretim araçlarını ele geçirip zenginliği ve teknolojiyi dünyadaki topluluklara eşitlikçi bir şekilde dağıttığı bir dönem olacaktır.

Bu noktada Kuzey Amerika'daki bir topluluğun ve Vietnam'daki bir topluluğun başına gelenlerin birbirinden çok farklı olmadığını düşünüyoruz. San Francisco'daki bir Çin topluluğu ile Hong Kong'daki bir Çin topluluğu kültürel açıdan benzer şeyler yaşıyor. Harlem'deki bir Siyah topluluğu ve Güney Amerika'daki Siyah bir topluluğu, Angola'daki bir Siyah topluluğa ve Mozambik'teki bir Siyah topluluğu aynı şeyleri yaşıyor. Yaşananlar arasında çok az fark var.

Dolayısıyla, gerçekte olan şey şu ki, devlet-dışı düzen zaten kurulmuş ama bu gerici bir düzen. Tanım olarak bir topluluk, orada yaşayan insanlara hizmet eden kapsamlı bir kurumlar koleksiyonudur. Bir ulustan farklıdır, çünkü bir topluluk genellikle devlet dediğimiz daha büyük bir yapı etrafında gelişir ve eğer yönetim insanları temsil ederse veya yönetim halkın komiseri olursa, devlet topluluk üzerinde belirli bir kontrole sahiptir. Şu anda böyle değil, bu yüzden hâlâ yapılması gereken bir şey var. Daha önce “olumsuzlamanın olumsuzlanmasından” bahsetmiştim, zenginliğin yeniden dağıtılması gerekliliğinden daha önce bahsetmiştim. Bugün dünyada her şey olduğu gibi Amerika Birleşik Devletleri'nde sosyalizmin asla var olmayacağını bilmenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Neden? Var olmayacağı için var olmayacak. Şu anda dünyanın hiçbir yerinde olamaz. Sosyalizm sosyalist bir devlete ihtiyaç duyacaktır ve eğer bir devlet yoksa sosyalizm nasıl var olabilir? Öyleyse, Çin Halk Cumhuriyeti gibi belirli ilerici ülkeleri nasıl tanımlarız? Belirli ilerici ülkeleri veya bizim onlara verdiğimiz Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti gibi ilerici ülkeleri nasıl tarif ediyoruz?

Kuzey Vietnam ve Güney’deki geçici hükümet gibi belirli toplulukları nasıl tanımlarız? Aslında onlar da ulus olduğunu iddia edemiyorlarsa, bu toplulukları nasıl açıklayabiliriz? Şunu söylüyoruz: Halkın kurtarılmış bölgesini temsil ettiklerini söylüyoruz. Kurtulmuş bir topluluğu temsil ediyorlar. Ancak Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin Güney'deki kurtarılmış topraklardan memnun olmaması gibi, bu topluluk da yeterli ve tatmin edici değil. Bu, yalnızca dünyanın kurtuluşunun temeli ve hazırlığıdır - egemen çevreden gelen zenginliği, eşit dağıtım ve orantılı temsili toplumlararası bir çerçevede ele geçirmektir. Kara Panter Partisi'nin halkın gücünün yardımıyla başarmak istediği şey budur, çünkü halk olmadan hiçbir şey başarılamaz.

Amerika Birleşik Devletleri'nde sosyalizmin asla olmayacağını belirttim. Amerika Birleşik Devletleri'nde bir devrimin gerçekleşmesi için, ulusal veya uluslararası düzeyde değil, toplumlar arası bir düzeyde servetin yeniden dağıtımını gerçekleştirebilmemiz gerekir. Çünkü muktedirler de başkalarının mülkünü gasp etme suçunu işledikleri koşullarda Kuzey Amerika’da serveti halka dağıttığımız vakit devrim yaptığımızı nasıl söyleyebiliriz? Bu insanlar başkalarının mallarını alıp Amerika'ya taşıdılar ve kendilerininmiş gibi kullandılar.

1917'de devrim gerçekleştiğinde, ulusal düzeyde zenginliğin yeniden dağılması mümkündü, çünkü uluslar vardı. Şimdi, dünya çapında, toplumlar arası düzeyde bir ekonomi planlaması açısından konuşursanız, önemli bir şey söylüyorsunuz: Bir ülkenin dolandırılması gibi, insanlar da dolandırıldı. Basit onarım yeterli değildir, çünkü insanlar sadece hammaddelerinden değil, aynı zamanda bu malzemelerin yatırımından, teknolojik makineyi yaratan bir yatırımdan elde edilen servetten de mahrum kaldılar. Dünya halkının kontrole sahip olması gerekecek - “X” süre için sınırlı bir kontrol payı değil, sonsuza kadar tam kontrol.

Gerçek bir enterkomünal ekonomiyi planlamak için dünyanın bağlantılı olduğunu kabul etmemiz gerekecek. Ulusların bir süredir var olmadığını da kabul etmemiz gerekecek. Bazı insanlar, kültürel farklılıklar nedeniyle ulusların hâlâ var olduğunu iddia edecek. Tanım olarak, sadece pratik argüman için, kültür, öğrenilmiş davranış kalıplarının bir toplamıdır. Burada, Amerika Birleşik Devletleri'nde Siyah insanlar, Afrikalılar anavatandan tecavüze uğradılar ve sonuç olarak Afrika değerlerimizin çoğunu tam anlamıyla kaybettik. Belki hâlâ hayatta kalan bazı Afrikalılar var, ancak zamanın ve muazzam kitle iletişim araçlarının bir beyin yıkama merkezi olarak işlev gören son derece teknolojik toplumu tarafından elde edilen dönüşümü genel olarak görebilirsiniz. İktidar, yeryüzüne bir ışın yansıtmak ve dünyaya aşılamak için uyduları fırlattı; bazı kültürel farklılıklar olsa da, bu farklılıklar niteliksel değil nicelikseldir. Diğer bir deyişle, teknoloji ve iktidar şu an olduğu gibi devam ederse, dünya insanları Batı değerlerini benimsemeye koşullandırılacaktır. (Bence Japonya iyi bir örnek.) İnsanlar arasındaki farklar çok azalıyor, ama bu gene yönetici çevrenin çıkarına. Tarihin geriye döndürülebileceğine inanmıyorum. Dünya gerçekten birbirine bu kadar bağlıysa, bunu kabul etmemiz ve insanların özgür olabilmeleri için toplulukların kurumlarını kontrol etmeleri ve ürettikleri teknolojik merkezde bir tür temsiliyetleri olması gerektiğini söylemeliyiz. Amerika Birleşik Devletleri, dünyadaki soygunu sonlandırma için önce çaldıklarını iade etmek zorunda kalacak. Meselenin servetin dünya genelinde dağıtılması olduğu koşullarda sosyalizmden nasıl bahsedebiliriz, bilmiyorum. Sanırım Marx'ın devlet-dışı hakkında konuşurken kastettiği buydu.

Bir süre önce Alex Haley’in evindeydim ve bana geçmişini araştırmasından bahsetti. Bu geçmişi Afrika’da bulan Haley, kısa bir süre sonra oraya döndüğünde paniğe kapıldı. Köyü çok fazla değişmemişti ama oraya gittiğinde yolda yürürken, sevdiği bir şeyi arabasında tutan yaşlı bir adam gördü. İngiliz yayın ağına yerleştirilmiş küçük bir transistörlü radyoydu. Söylemeye çalıştığım şey, kitle iletişim araçları ve ulaşımın gelişmesi, kendimizi uluslar olarak ayrı varlıklar açısından düşünmemizi imkânsız kılıyor. San Francisco'dan buraya gelmenin sadece beş saatimi aldığının farkında mısınız? Buradan Vietnam'a gitmek sadece on saat sürüyor. İktidar artık savaşları bile kabul etmiyor; Bunlara “polis eylemleri” diyorlar. Vietnam halkının isyanlarına “ülke içi karışıklık” diyorlar. Demek istediğim, iktidarın yaptıklarının sonuçlarını anlaması ve kabul etmesi gerektiğidir. Tek bir dünya olduğunu biliyorlar ama sömürü mantığına uygun hareket etme konusunda kararlılar.

Kısa bir süre önce Detroit'te topluluk kuşatma altındaydı ve şimdi Parti'nin on altı üyesi hapishanede. Polis o topluluğu ve evi kuşattı ve Vietnam'da kullandıkları aynı silahları kullandı (aslında iki tank toplandı). Aynı şey Vietnam'da da oluyor çünkü orada da “polis” var. “Polis” her yerdedir, hepsi aynı üniformayı giyer, aynı aletleri kullanır ve aynı amaca sahiptir: Kuzey Amerika'daki muktedirlerin korunması. Dünyanın tek bir topluluk olduğu doğrudur, ancak o gücünü yoğunlaştırıyor, bizi asıl rahatsız eden de budur. Biz halkın iktidar olmasını istiyoruz.

Daha önce de dile getirdiğim (ama konudan uzaklaştığım için derinleştiremediğim husus şudur: “olumsuzlamanın olumsuzlanması” teorisi hâlen daha geçerlidir. Bazı bilim insanları, Asya, Afrika ve Latin Amerika'da direnişin neden her zaman kolektif bir toplum hedefi peşinden gittiğini merak ediyorlar. Kapitalist ekonomiyi kurumsallaştırmıyor gibi görünüyorlar. Sanki feodalizmden kolektif bir topluma atlıyor gibiler, bunun sebebini kimi insanlar hiç anlamıyorlar. Neden tarihselci Marksizmi ya da tarihselci materyalizmi takip etmiyorlar? Neden feodalizmden kapitalist bir tabanın gelişimine ve nihayet sosyalizme geçmiyorlar? Geçmiyorlar çünkü bu mümkün değil. Harlem'deki Siyah topluluğunun kapitalizmi geliştirememesi, Oakland veya San Francisco'daki Siyah topluluğunun kapitalizmi geliştirememesi gibi, emperyalistler alanı çoktan önceden boşaltmış oldukları için bunu yapmıyorlar. Zenginliği zaten merkezileştirdiler. Bu nedenle, onlarla başa çıkmak için yapabileceğimiz tek şey, topluluğumuzu özgürleştirmek ve sonra kolektif bir güç olarak onların üzerine yürümektir.

İnsanlarla kanaatlerimiz konusunda uzun tartışmalar yürüttük. Bilinçli hâle gelmeden önce, kendimize burada Kuzey Amerika'da dağınık bir koloni topluluğu diyorduk. İnsanlar bütün gün ve bütün gece benimle tartıştılar, “Nasıl bir koloni olabilirsiniz? Koloni olabilmek için bir ulusa sahip olmalısın ve sen bir ulus değilsin, bir topluluksun. Dağınık bir topluluklar koleksiyonusunuz.” Kara Panter Partisi değiştirmekten veya hatayı kabul etmekten utanmadığı için, bu akşam eleştiriyi kabul etmek ve bu eleştirmenlerin kesinlikle haklı olduğunu söylemek istiyorum. Kore halkın, Vietnam halkının ve Çin halkının bir topluluklar topluluğu oluşturması gibi, biz de toplulukların bir topluluğuyuz - dağınık bir topluluklar topluluğu, çünkü kendi üstyapımız yok. Sahip olduğumuz üstyapı, tüm emeğimizin ürettiği Wall Street'in üst yapısıdır. Bu çarpık bir kolektiflik biçimidir. Her şey toplandı ama sadece muktedirlerin çıkarına kullanıldı. Kara Panter Partisi'nin Siyah kapitalizmi kınamasının ve yapabileceğimizin yalnızca Vietnam'da değil burada, sadece Kamboçya'da ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde değil, dünya toplumlarında da özgürleştirmek olduğunu söylemesinin nedeni budur. Tek bir topluluk olarak birleşip sonra dünyayı insanların mutlu olacağı, savaşların biteceği, devletin artık var olmayacağı ve komünizme sahip olacağımız bir yere dönüştürmeliyiz. Ama bunu hemen yapamayız. Dönüşüm gerçekleştiğinde, yapısal değişim yaşandığında, sonuç genellikle kültürel gecikmedir. İnsanlar üretim araçlarına sahip olduktan sonra, muhtemelen doğrudan komünizme geçmeyeceğiz, ancak burjuva düşüncesini silip atacağımız bir zamana kadar, ırkçılığı ve gerici düşünceyi söküp atacağımız zamana kadar, Devrimci Enterkomünalizmle oyalanacağız. Bir köylü toprağa bağlı olduğu için milletlerine bağlı değildir, ta ki insanlar akıl sağlığına kavuşana ve bir tanrı yerine halka hizmet edecek “özünde insan” olan bir kültür geliştirene kadar. Birbirimizle temastan kaçınamadığımız için, birlikte uyum içinde çalışmamıza yardımcı olacak bir değer sistemi geliştirmemiz gerekecek.

Huey Newton
18 Kasım 1970
Kaynak

08 Ağustos 2021

Neoliberal Akıl

Neoliberal aklın dört temel özelliği vardır.

1.

Klasik ekonomistlerin düşüncesinin aksine piyasa, doğal bir veri değil, inşa edilmiş bir gerçeklik olarak ortaya çıkar. Böylesi bir gerçeklik, devletin fiilî müdahalesine, aynı zamanda belirli bir hukuk sisteminin kurulmasına ihtiyaç duyar. Bu anlamda neoliberal söylem, doğrudan piyasa düzeninin ontolojisi üzerinden dil bulmaz. Çünkü kendi meşruiyetinin zeminini “eşyanın doğal düzeni”nde bulamadığından bu söylem, “inşa edilmiş bir proje” olarak, sahip olduğu niteliğini bilinçli bir biçimde ve alenen kabul eder.

2.

Piyasa düzeninin özünü, değiş tokuş değil, rekabet oluşturur. Rekabetse farklı üretim birimleri veya “teşebbüsler” arasındaki eşitsizlik ilişkisi olarak tarif edilir. Sonuçta piyasanın inşasında rekabet, ekonomi pratiklerinin genel kuralı olarak ele alınır. Bu bağlamda liberallerin öğretip durdukları şu temel dersin belirleyici olduğunu kabul etmek gerekmektedir: gece bekçiliği görevinin ötesine geçmesi gereken devletin asli işi, genel çerçeveyi denetlemek ve ekonomi sahasının tüm faillerinin saygısını kazanmak için kurucu rekabet ilkesi temelinde genel çerçeveyi-düzeni oluşturmaktır.

3.

1890-1920 arası dönemin ilk liberalizmine ve reformist liberalizmine yenilik getiren neoliberal akıl açısından devlet, sadece söz konusu çerçevenin muhafızı değildir, devlet, kendi faaliyetleri dâhilinde rekabet kuralına bizzat tabidir. “Özel hukuk toplumu” denilen ideal üzerinden baktığımızda, “devletin uygulanmasından sorumlu olduğu hukuk kuralları noktasında istisnai bir yere sahip değildir” diyebiliriz. Buna karşılık, kendi kendisini kurallardan ari kılan, kendi varlığını devre dışı bırakan bir devlet, kuralların katı muhafızı olma rolünü yerine getirmemiş olur. Oysa özel hukuk önceliklidir. Bu da kamu hukukuna ait tüm kategorilerin altını oyar. Bu kategoriler, resmiyette iptal edilmese bile işlevsel açıdan geçerliliğini yitirirler. Devlet, iç işleyişinde ve diğer devletlerle ilişkisinde kendisini bir işletme, bir tür teşebbüs olarak görmek zorundadır. Bu sebeple piyasayı inşa etmekle yükümlü olan devlet, aynı zamanda piyasa kurallarına göre inşa edilir.

4.

Rekabet kuralını genelleştirme ihtiyacı, devletin sınırlarını aşar. Bireyleri ve ilişkilerini etkiler. Gerçekte devletin faaliyetleri düzleminde belirleyici olması gereken, işletme ve şirket temelli yönetim anlayışı, birey denilen teşebbüsün kendi kendisini yönetmesinde karşılık bulur. Yönetim sürecinin özel failleri gibi bir teşebbüs olarak devlet, dolaylı olarak bireyleri birer işletme ve teşebbüsmüş gibi hareket eden unsurlar hâline getirmek zorundadır. Bu anlamda neoliberalizme has yönetim tarzı, “devletin eylemini aşan ve öznenin kendisine yönelik tutumunu yöneten yönetim tekniklerini” içerir. Bu süreçte teşebbüsün kendisi, özneleşme tarzı hâline gelir. Herkes, yönetilmesi gereken bir işletme, fayda sağlayacak bir sermayedir.

Pierre Dardot
Christian Laval

[Kaynak: The New Way of the World: On Neoliberal Society, Çeviri: Gregory Elliott, Verso, 2013.]

30 Temmuz 2021

,

Mustafa Ebu Ali


Altmışların sonunda Filistin kurtuluş mücadelesine kendilerini adamış bir grup genç Arap kadın ve erkek, direnişe film çekerek, Filistinlilerin hayatlarını, umutlarını ve adalet kavgalarını kayıt altına alarak katkıda bulunmayı seçti. Kurgu ve belgesel alanında çalışmalar yürüten bu insanlar, Filistin’in hikâyelerini anlatmaya ve yeni bir tür sinema yaratmaya çalıştılar.

Bu grup, Mustafa Ebu Ali, Süleyfa Cedellah ve Hani Cevheriye tarafından kurulmuştu, ayrıca Hatice Ebu Ali, İsmail Şammut, Refik Hiccar, Nebihe Lütfi, Fuad Zentut, Jean Chamoun ve Samir Nimr gibi isimleri içeriyordu. Büyük bir kısmı mülteciydi, Filistin’deki evlerinden uzakta, sürgünde yaşıyordu.

Bazı Arap arkadaşları onlarla dayanışma ilişkisi içine girdiler, çalışmalarını adil bir davaya adadılar. Bu insanların çektikleri filmler, Arap coğrafyasının ve dünyanın birçok noktasında gösterime girdi, ama Filistin’de hiç gösterilmedi. Bu yönetmenlerin hiçbirisine Filistin’e giriş izni verilmedi. Filmleri, İsrail diye bilinen yerde, tek bir perdede bile kendisine yer bulamadı.

Otuz yıldan fazla bir zaman geçti, ama Filistinliler kendi vatanlarında bu filmleri izleyemediler. 2003’te Filistin’de düzenlenen Bir Ulusun Düşleri isimli film festivalinin sanat yönetmenliğini üstlendim. O günlerde bu cesur yönetmenlerin eserlerini onurlandırmak adına Filistin’in kalbinde, Kudüs’te festivalin açılışını bu filmlerle yapmanın doğru olacağını düşündüm.

Birkaç yıl bu filmlerin ve yönetmenlerin peşine düştüm. Kais Zübeyde’yi ancak 2000 yılında bulabildim. Bahsini ettiğim yönetmen grubunda yer alan Zübeyde, Berlin’de yaşıyor. Filistin: Bir Halkın Kaydı (1984) isimli filmini New York’taki ilk Filistin filmleri festivalinde gösterme imkânı bulmuştuk. Aynı zamanda editör olan Zübeyde kameramanlık da yapıyor, ayrıca kendisinin Filistin sineması üzerine araştırmaları bulunuyor.

1982’de İsrail ordusu Lübnan’ı işgal edince buradaki Filistin sinemasına ait arşivler de ortadan kayboldu. FKÖ’nün geride bıraktığı kültürel mirastan kalanlar, bu filmlerle birlikte silinip gitti. Zübeyde, yıllarca kayıp filmleri aradı. Bulabildiği az sayıda filmi bugün Berlin’deki arşivinde muhafaza ediyor.

Beyrut’taki Filistin filmleri arşivi 1982’de kayboldu. Kimilerinin dediğine göre bu filmler imha edildi, kimileri de filmlerin İsrail ordusunca alıkonduğunu, hâlen bir yerlerde tutulduğunu söylüyor. Zübeyde, Filistin’deki ilk gösterim için elindeki filmleri hiç tereddüt etmeden bize verdi.

Seçtiğim iki filmden ilki, Kasım Havval’ın Hayfa’ya Dönüş (1981), diğeri de Mustafa Ebu Ali’nin Yoklar (1974) idi. İki filmin de merkezinde bizim sinemamızın tarihi duruyordu.

Gassân Kenefani’nin romanına dayanan ve tümüyle FHKC’nin Filistin halkından topladığı parayla çekilen Hayfa’ya Dönüş filmi, genelde “Filistin’in ilk kurgu filmi” olarak anılıyor. Oysa aslında filmin yönetmeni Filistinli değil.

Film için gereken parayı Lübnan’ın kuzeyinde bulunan mülteci kamplarındaki Filistinliler temin ediyor. Yönetmenin de ifade ettiği biçimiyle, “mülteci kampları filme sermaye, yardım ve yüreklerindeki coşkuyu aktarıyor.” Filmin çekimleri Trablus bölgesinde gerçekleştiriliyor. Çekimden üç ay önce prodüksiyon ekibi, Nahru’l Barid ve Bedevi kamplarında kapsamlı bir bilinçlendirme çalışması yürütüyor. Meydanlarda, işyerlerinde, hatta Cuma namazları sonrası camilerde halka bilgi veriliyor. Sadece filmin açılış sahnesi için her yaştan üç-dört bin figüran bulunuyor, döneme uygun yüz çeşit kıyafet dikiliyor, Filistinliler kamplardan eski kıyafetlerini, otomobillerini, onlarca kayığı getiriyor (Lübnanlı balıkçılar kendi teknelerini kiralıyorlar). 23 Ağustos 1981 sabahı “her şey hazır hâle getirildiğinde sanki bir mucize gerçekleşmiş gibi bir ortam oluşuyor, çünkü film setinin kurulduğu Trablus limanı, olduğu gibi 1948’deki Hayfa’ya benziyor.”

İkinci film, 1974’te Mustafa Ebu Ali tarafından çekiliyor. Film ismini, Filistinlilerin olmadığını söyleyen Golda Meir’in ifadesinden alıyor. İlk Filistinli yönetmenlerden ayrıca FKÖ’nün sinema bölümünün kurucusu olan Ebu Ali, film çekmeye Süleyfa Cedellah ve Hani Cevheriye ile birlikte 1968 yılında Ürdün’de başlıyor. Kara Eylül sonrası Ebu Ali ve diğer isimler Ürdün’den ayrılmak zorunda kalıyorlar, direniş filmlerini çekmeye Lübnan’da devam ediyorlar.

47 yıllık sürgün hayatının ardından Ebu Ali, Oslo Anlaşması’nın imzalanması sonrası Filistin’e mülteci olarak dönme imkânı buluyor. Fakat İsrailliler, Kudüs’ün ilçesi olan memleketi Meliha’da kalmasına, hatta burayı ziyaret etmesine bile yasak getiriyorlar. Bu sebeple Ebu Ali, 15 kilometre uzaktaki Ramallah’ta yaşamak zorunda kalıyor.

Meliha, 1948 Temmuz’unda saldırıya uğramış bir yer. Siyonist güçler bölgeyi kısmen imha etmiş. Ebu Ali dâhil tüm halk, göç etmek zorunda kalmış. Şimdi bu mültecilerin evlerine dönmelerine izin verilmiyor. Bugün İsrailliler burayı Malcha AVM veya Kenion olarak biliyor.

Ebu Ali sadece Filistin sinemasına değil, uluslararası sinemaya da önemli katkılarda bulunmuş bir isim. Her daim ruhunun Filistinli olduğunu söyleyen Jean-Luc Godard’ın ünlü Burada ve Başka Yerde [Ici et Ailleurs] filminde çalışmış. Ebu Ali, Godard’ı büyük bir yönetmen olarak anıyor ve onun kendisini sanatına adamış, yaratıcı, hayal gücü yüksek biri olarak tanımlıyor, ayrıca şu tespiti yapıyor: “İkimizin de derdi, özgürlük mücadelesi için uygun bir sinema dili bulmaktı.”

Doğal olarak ben de Ebu Ali’nin filminin Kudüs’teki ilk gösterimine katılmasını istedim. Ebu Ali’nin 15 kilometrelik yolu kat edip Kudüs’e gelmesine izin vermesi için İsrailli yetkililere izin başvurusu yaptım. İzin verilmedi. Bir daha izin istedik ama gene verilmedi.

Ne olursa olsun onu getirmeye karar verdik.

Ebu Ali’yi alıp kontrol noktalarından geçirebilmek için birkaç araba ayarlandı. Bir araba onu alacak, diğeri kontrol noktasına getirecekti. Yabancı gazeteci olarak Ramallah’ta bulunan bir arkadaşımdan yolculuk boyunca Ebu Ali’ye eşlik etmesini, aynı zamanda İsrail ordusundan gelebilecek tehlikeler karşısında onun güvenliğini sağlamasını istedim. Yaşanan bazı sorunlar yüzünden gecikmeler yaşandı. Yirmi dakika sürecek yolculuk birkaç saat sürdü. Ebu Ali ve gazeteci arkadaşım bariyerleri geçti, tarlaları, tepeleri aştı, en nihayetinde Kudüs’e vardı. O an Ebu Ali bir an soluklanıp şunu söyledi: “Eskiden ‘sanat mücadele içindir’ diyorduk, şimdi ‘mücadele sanat için’ diyoruz.”

Kudüs’te seyirci ve etkinliği organize edenler, gergin bir şekilde Ebu Ali’yi bekliyorlardı. Bir gazetecinin yaptığı haberde dile getirdiği biçimiyle, “belgeselci Ebu Ali, 1974 tarihli Yoklar filminin gösterileceği açılış gecesine katıldı. Film, Doğu Kudüs’teki Genç Hristiyanlar Derneği’nde kurulan sinemada gösterildi.” Dernekte gösterim yapmamızın sebebiyse İsrail devletinin seksenlerdeki ilk intifada esnasında sinema salonlarını kapatmış olmasıydı.

Açılış gecesine katılmak üzere Kudüs’e gelen Ebu Ali, biraz bitap düşmüş bir hâlde ve ama tüm o ışıltısıyla salona girdi. Ebu Ali, o kalabalığın içerisinde kendi filmini yirmi yıl sonra izleme imkânı buldu. Muhtemelen o an aklına, “militan sinema için yeni bir dil geliştirmeye çalıştığı yetmişli yıllar gelmişti.”

Kudüs’te film izlemek, onun “aklına bile gelmeyecek bir şeydi.” Şuan altmış üç yaşında olan Mustafa Ebu Ali [1940-30 Temmuz 2009] kendi şehrine yasadışı yollardan ama başı dik bir biçimde girmişti.

Kasım Havval ve diğer birçok isim gibi Ebu Ali de Filistin topraklarına ayak basamıyor ama filmi Filistin’e girebildi. Vatanına dönmesine izin verilmeyen, sürgündeki bir Filistinli yazarın kitabını perdeye aktaran bu film, bir şehre dönüşün hikâyesini kayıt altına alıyor.

Hayfa’ya Dönüş filmini izlemenin sahip olduğu anlam, filmi Kudüs’teki perdede izlediğinizde zerre azalmıyor. Kudüs, kitaplarımızın yasaklı, tiyatrolarımızın kapalı olduğu, hâlen daha askerî işgalin nefesini kestiği bir şehir.

O gece sinema salonunda olağandışı bir ruh hâli hâkimdi. Çekimlerinin üzerinden otuz yıldan fazla bir zaman geçmiş iki filmi, Filistin direniş sinemasının en önemli iki filmini Filistin’de ilk kez gösteriyorduk. Filmler nihayet vatanlarına dönmüştü.

Annemarie Jacir
2003
Kaynak


27 Temmuz 2021

,

Yoldaş Nedir?


“Yoldaş” kavramı, devrimci mücadelede özel bir anlama ve öneme sahiptir. Bize sıklıkla bu terimi neden kullandığımızı soruyorlar. Bu soru, bilhassa mücadelede yeni olanlardan geliyor. Bu insanlar, bizim “kardeş, kanka, kuzen, adamım, zenci vs.” yerine neden bu ifadeyi kullandığımızı merak ediyorlar.

Her şeyden önce şunu söylememiz lazım: Biz, devrimci dönüşüm kültürünü ve eşitliği temel alan bir toplum inşa etmek istiyoruz. Bu sebeple bizim, çeteyi veya özel her türden ilişkiyi ifade eden terimler kullanmamamız gerekiyor. Derisinin rengi veya etnik kimliği ne olursa olsun, her insan bizim yoldaşımız olabilir. Ama o, her şeyden önce her türden zulme karşı mücadele eden, bize dost bir savaşçı olmalıdır.

“Hey bayım” veya “hey genç” gibi ifadeler, toplumsal statüdeki farklılığa işaret eder, bir kişiye daha az, diğerine daha çok saygı gösterildiğini söyler. Doğası gereği kimin üstte olduğuna dairdirler. “Fahişe, it herif, zenci, yosma” türünden ifadelerse aşağılayıcıdırlar, karşı tarafa saygı duyulmadığını gösterirler. Bize zaten saygı gösterilmeyen bir dünyada bu kelimelerin yumuşatılarak kullanılması bile sorunludur.

Oysa “Yoldaş” kelimesi, eşitliği ve saygıyı ifade eder. O, “sırtımı sana dayıyorum, biz biriz” demektir. Yoldaşlar kayıtsız şartsız birlikte hareket ederler ve gerektiğinde birlikte ölüme giderler. Bu kelime, dışlayıcı değildir, kapsayıcı olan ilişkilere dairdir. Devrimci sınıf dayanışmasını temel alır. Yoldaş, bugünün mücadelelerinde temsil etmeye çalıştığımız sosyalist geleceği anlatır, sınıfsız komünist toplumun nihai zaferine işaret eder.

Yeni Afrikalıların birbirlerine karşı kullandıkları ifadeler, kendilerinin farklı bir statüde olduğunu söyler. Bu statüler esasen bize hakaret eder, bizi insan bile görmez. Yukarıda değindiğimiz ifadeleri benimsemek, bu statülerin dayattığı rolleri bilinçaltında kabul etmemize neden olur. Zamanla siyahlar, bu ifadeleri kullana kullana aşağılık insanlar olduklarını düşünmeye ve buna inanmaya, ardından da birbirlerine başkalarından daha değersiz varlıklarmış gibi muamele etmeye başlarlar. Dolayısıyla asıl önemli olan, kendimize herkesle eşit olduğumuzu, herkes kadar iyi bir insan olduğumuzu, birbirimize buna göre hitap etmemiz gerektiğini hatırlatmaktır. Malcolm X’in 1965’te Village Voice’a verdiği mülâkatta dile getirdiği biçimiyle:

“Hareketin en büyük yanlışı, hâlihazırda uykuda olan halkı özel hedefler etrafında örgütlemeye çalışmasıydı. Önce insanları uyandırmanız, sonra eyleme geçmeniz gerekiyor.”

Bu söz üzerine mülâkatı yapan kişi şu soruyu soruyor: “Uyanıp sömürü konusunda bir bilince mi kavuşacaklar yani?”

“Hayır” diyor Malcolm, “onlar uyanacaklar ve insan olduklarının, sahip oldukları değerin bilincine varacaklar.”

Halk arasında yaygın olan, karşı tarafı küçümseyici birçok ifadeyi kullanmak yerine “yoldaş” ifadesini bilinçli bir biçimde kullandığımız takdirde bu, bizim herkesle eşit birer insan olarak bağ kurmamızı sağlayacaktır. Yoldaş bize, hayatta kalmak için başka insanlarla karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi kurmamız gerektiğini anımsatır. Yoldaş, tüm ezilen ve sömürülen insanlar arasında eşitlik, dostluk ve samimiyet üzerine kurulu ilişkilerin kurulmasını teşvik eder. O proletaryanın müşterek görüşüne ait bir ifadedir. Yoldaş kelimesi, insanların kanaatlerinde ve fikirlerinde önemli bir değişimi tetikler. Biz bilir ki bu kelimeyi kullananlar, devrimci mücadeleye bağlı, bugün verilen mücadelelerde geleceği temsil eden insanlardır.

“Halkımız Bizim Dağlarımızdır” başlıklı yazısında Amilcar Cabral şunu söyler: “Size ‘kardeş’ veya ‘kız kardeş’ yerine ‘yoldaş’ demeyi tercih ediyorum, çünkü kardeş olmak, bir bağlılık, bir tercih meselesi değildir. Ama siz benim yoldaşımsanız, ben de sizin yoldaşınızımdır ve burada bir bağlılık, bir sorumluluk ilişkisi söz konusudur. ‘Yoldaş’ ifadesinin politik anlamı budur.”

Kişilerarası ilişkilerde yoldaşlık, insanları saygı, karşılıklı destek ve güven temelinde birbirine bağlar, örgütlerin dağılmamasını ve istikrarını korumasını sağlar. Mücadele sürecinde birliği inşa eder ve sağlamlaştırır, insanlar arasında karşılıklı güveni tesis eder, halk ve herkes için sosyal adalet mücadelesinde ne tür tehlikelerle yüzleşilse yüzleşilsin herkes birbirine yaslanır.

Halk, gerçek yoldaşlığa dair örneklerden öğrenir ve mücadeleye bağlılık gösterme konusunda belirli bir irade ortaya koyar. Bir örgütsel yapının gelişimi ve daimi kılınması, bizim “Panter Sevgisi” dediğimiz, devrimciler arasında kurulacak sıkı ve gerçek yoldaşlık ilişkilerine bağlıdır.

Kevin Raşid Johnson

20 Mayıs 2013

Kaynak

26 Temmuz 2021

, , ,

Küba 65


I

Bu noktada işleri nasıl anlatacağımı bilmiyorum
Biraz tatsız, biraz üzgünüm
biraz inançsız, biraz da boş.
Bile bile saldım kendimi üç ay boyunca.
hem kendime, hem de senden uzağa
sağ salim bakabilmek için, 
sıcak Küba.
(İşte ilk hata. Kendimi kelimelere
ya da ahenge hapsetmek istemiyorum
Tanrım, beni benden kurtar
Tıpkı kendimi senden kurtardığım gibi.)

Aboneyim dünyanın gerici medyasına
ve onların yazdıklarına
(İşte başlıyoruz:)
Küba’da özelleştirmeler var, kıtlık var, tavuk yok
İhtişamlı kıyafetler yok, son model arabalar yok
Çok az ilâç var, herkes için çok fazla iş var
İşte buna aboneyim.

Şunu söyleyeyim bir kere.
Ben ne komünist partiden maaş alıyorum
ne de Amerikan elçiliğinden dolar
(Gringolar Santo Domingo ve Vietnam’da ne iş çıkarıyorlar ama!)
Ne politik şiirle ilgileniyorum
ne de dünyayı düzeltmekle.
Her şeyden memnun bir burjuvayım ben ziyadesiyle,
hayatla, ölümle ve umutsuzlukla
Sağlıklı alışkanlıklarım yok,
birisiyle oturup gülmeyi ya da iki kelâm etmeyi de bilmem.

Her şeyden bir parçayım.
Eğer ki bir korsan gemisinde olsaydım,
Herhalde hem kaptan hem de aşçı olurdum.

II

“Adalete açlık ve susuzluk duymak”
Bu, açlıktan ve susuzluktan fazla mıdır?

Tüm bir köy bu yüzden mi sıkar karnını?
Kinin kökünden
Bunca yaralardan
Alıkoyulan intikamlardan
Ertelenen düşlerden mi doğar bugünkü güç?

Şunu söylemek gereklidir bir kere:
Sosyalist Küba’yı yok etmek için
Altı milyon Kübalı yeryüzünden silinmelidir.
Kocaman bir kazmayla Küba yerin dibine geçirilmeli
Yahut üzerinde atom bombaları ve şeytanlar uçmalıdır.

(Sayın başkan Johnson
Bırakın da batıralım
Amerika’nın etrafında tehlikeli bir şekilde
Yüzmekte olan Küba’yı.)

III

“Kim bu Fidel?” diye sordular bana
Bense onu tanımıyordum.

Bir gece iskeledeyken, başladı yanımdaki kız bağırmaya
ve ellerini çırpmaya: “Fidel geliyor! Fidel geliyor!” diye.
O zaman gördüm önümden geçen üç arabayı.

Başka bir zaman, beysbol maçındayken
İnsanlar ona bağırmaya başladı: “Salma kendini Fidel!”
Bir köylü konuşuyordu: “Fidel geldi ve dedi ki...”
“Fidel geldi” diyordu bir işçi.

O zaman anladım ki bu Fidel dedikleri
Aslında Kübalı bir cindi.
Aynı anda hem oradaydı hem de burada.
Hem okuldaydı hem de tarlada
Hem bakanlar kurulundaydı,
Hem de kamışların ve muz ağaçlarının arasında.
Bir dağ kulübesindeydi aynı zamanda.

Aslında bu Fidel dedikleri
Tüm Kübalıları ayağa kaldıran bir rüzgârdı.

IV

Devrim lafından bezdim
Ama Küba’da bir şeyler oluyor.

Hiçbir doğum sancısız, acısız değildir,
Her doğum sarsıcıdır, baş döndürücüdür.
Aileler var ki yıkılıyor, aileler var ki birleşiyor.
Aileler var ki görmek istemiyor, tanık olmak istemiyor.
Aileler var ki canı yanmış, güçten düşmüş.
Bir yanda Miami’de
Öbür yanda Colón’da, Havana’da çocukları olan.
Seksenlerindeki Ramon amca
Neden Küba’da ölmek istiyor?
Ders aralarında çalışan çocuklar
Neden şarkı söylüyor?
(Bir gün sabah Cienfuegos’ta
Kamyonla tarlaya giderken gördüm o çocukları
Sanki kahkahalarında ve şarkılarında
Şafak söküyordu Küba’da.)

Neden América ile Celeste
ve oteldeki diğer temizlikçiler her gün okuyorlardı?
Kitaplar nasıl birdenbire iyi oluvermişlerdi
Tatlı patatesler kadar?

Doğrudur ayrılanların olduğu,
Kendinden emin ya da kandırılmış
Sert, kaybolmuş ya da korkmuş.
Karanlık, belirsiz bir geleceğe doğru yelken açıp
Denizi geçen solucanların,
erkeklerin ve kadınların olduğu doğrudur.

Küba ayakta duruyor.
Kalbiyle geleceğe doğru bakarak.
Küba ayakta, bir bütün olarak.

Küba düşmanlarla çevrilmiş
Küba denizin ortasında.
Küba bir başına bırakılmış.

V

Zar zor ama saf bir şekilde büyüyor.
Bu büyüme pirüpak.
Her şeyde temiz ve zahmetli bir şey vardır
Yılların getirdiği değişim, uyum
Ve farklı bir şekilde yaşamak vardır.

Neşenin yerlere saçıldığını nerede gördüm?
Domuzlar Körfezi’ndeki taze kanda mı?
Savaş okulunda balıkçıların
Kara tahtalarda yerli çocuklarının kutlamalarında gördüm.

Her yerde olduğu gibi üzgün insanlar var elbet,
ama Küba'nın bir şarabı da var
karanlık, neşeli
bir güneş pınarı,
bir de gürül gürül bir su çeşmesi
Ama huzursuzluğu ve hassasiyeti de var elbet
Bağırıp çağıran, doldurup taşıran.

VI

Bir ev kurmakta olan Küba’nın
Temiz elleri var.
Bir ev kuruluyor herkes için
Güzel ve sade bir ev.
Ekmeğin ve suyun,
Havanın ve yaşamın olduğu bir ev.

VII

Bir gün küçük bir köyde, Banagüises’de
Hissettim halkı, hissettim köyü, hissettim Küba’nın gerçeğini.
Bunlar yaşlı ve sakin insanlar
(Ağladım Ignacio, Jabay ve Juanita ile birlikte)
ahşaptan evleri ve geniş kapı aralıklarıyla
(Ağladım onların huzuru ve melankolisi içinde.)

Mağrur bir asfalt cadde bağlıyor mahalleyi anayola, raylara
Burada trenler yüklenip yüklenip kamışları
Öğleyin yola çıkıyorlar.
Tepelerinde güneş, ayaklarında yeryüzüyle.
Ağaçlar gibi dinelmiş
Kadınlar, çocuklar, fırınlar var orada.

Burada işler yavaş işliyor,
Fikirler yeniyor, yemekler üzerine epey düşünülüyor.
Kollar yeryüzünü sarıyor.
Çayırlar sarsılıyor.
Taştan bir köpek koşuyor sokaklarda
ve bir kuyudan kutsal su akmakta
Dikili bir taşın üstünde ölü bir adam
ve gökyüzü şimdi hayallerindedir güzel mi güzel bir kızın.

Babamın koynunda bir yadigâr gibi taşıdığı Banagüises
Şimdi genç ve eski bir kasabasıdır
Şu ihtiyar Küba’nın.

VIII

Şunu demek istiyorum ki
Martí zaten bu siperlerin her yerindeydi.
Camilo Cienfuegos yüzünü devirdi,
Yüz yaşındadır her üniversiteli
(Zordur bu kavga ve bu ölüm
zordur yeniden doğmak ve özgürlük için çarpışmak.)

Önceden kim varsa şimdi hepsi yine burada.
Yarın sayıları iki katına çıkacaktır bunların
çünkü adalet coşkusu güzeldir
ve onlar yalnızca huzur içinde yaşamak istiyorlar.

Elinde makineli tüfekle genç adam,
Üniformalı kız,
Yüzünü defterle kapatan çocuk,
Beysbol maçında bağıran amca,
Liman işçileri, fırıncılar
Hatta şairler bile,
Tanrım, bunların hepsi huzur içinde yaşamak istiyorlar.

Sokaklarda ölenler de
Huzur içinde yaşamak istiyorlardı.

IX

Denizin önünde durmak gerekir.

Kara deniz, Meryem’in acısıdır,
Bu denizin kendi dalgaları ve kendi berraklığı vardır.

Köyün sahillerinde anladım ki sevmek
basittir, son derece basittir.

Kum, rüzgâr
Ağaçlar, insanlar
Bunların hepsi bir araya gelebilir.

Haydi Küba, savaşalım,
Huzur içinde yaşamak için!

Jaime Sabines
Kaynak


25 Temmuz 2021

, ,

Faşizmin Biyolojisi


Mussolini ve Faşizm

Faşizm ve Mussolini, mayası aynı olan, dayanışma içindeki iki kelimedir. Mussolini, faşizme can veren, ona liderlik eden, faşizmin en yüce duçesidir. Faşizmse Mussolini’nin kürsüsü, sahnesi ve iki tekerlekli savaş arabasıdır. Avrupa krizinin bu döneminin ilgili bölümünü izah etmek için buradan faşizmin ve liderinin hikâyesine geçiş yapalım.

Herkesin de bildiği gibi Mussolini, köken itibarıyla sosyalist olan bir siyasetçidir. Sosyalizm bahsinde orta yolcu veya itidalli bir konuma sahip olmayan Mussolini, aşırıya kaçmayı, ateşli konuşmalar yapmayı seven bir isimdir. O, mizacına uygun bir rol ifa etmiştir. Çünkü Mussolini, ruhuyla da tabiatıyla da aşırılığa düşkün biridir. O, ancak ya aşırı sağda ya da aşırı solda konumlanabilirdi.

1910-1911 arası dönemde Mussolini, sosyalist solun liderlerindendi. 1912’de bakanla işbirliği yaptı diye Bonomi, Bissolati, Cabrini ve Podrecca ismindeki dört vekilin sosyalist partiden atılması talimatını bizzat o vermişti.

Sonrasında Mussolini, Avanti gazetesinin başına getirildi. 1914’te savaş patlak verdi. İtalyan sosyalizmi, İtalya’nın savaşa girmemesini istedi. Bu tavır karşısında rahatsızlığını belirten ve savaştan yana olan Mussolini, yoldaşlarındaki barışçılığa karşı başkaldırdı ve İtalya’nın savaşa girmesi fikrini savundu. İlk başta bu fikri, devrim üzerinden gerekçelendiriyordu. Ona göre savaşın patlak vermesi ve sahasının genişlemesi, nihayetinde Avrupa devrimini besleyecekti. Oysa gerçekte onun savaşa girilmesini istemesi, Mussolini’deki Tolstoycu tarafsızlıkla ve barış yanlısı tavırla asla uzlaşmayan o savaşçı psikolojiyle alakalıydı.

Kasım 1914’te Mussolini, Avanti’nin [“İleri”] genel yayın yönetmenliğinden ayrıldı ve Milano’da Avusturya’ya saldırılması fikrini savunmak amacıyla Il Popolo d'Italia [“İtalya Halkı”] gazetesini çıkarttı. Savaşa girilmesini propaganda eden bir isim olarak Mussolini, aynı zamanda o savunduğu savaşın içinde yer almış olan bir askerdi.

Zaferi ateşkes, ateşkesi de askerlerin terhis edilmesi süreci takip etti. Tüm bunlar, savaş yanlılarının işsiz kaldığı bir dönemde gerçekleşti. Mussolini’nin fikir babası olan Gabriele D'Annunzio, aksiyonun ve kahramanlığın yoğurduğu nostaljik yaklaşımı üzerinden Fiume macerasına atıldı. Bu süreçte Mussolini, Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı’nı [fasci di combatimento] kurdu. Oysa İtalya, devrimci ve sosyalist hareketin yükseldiği bir döneme girmişti. Savaş, neticede İtalya için pek de iyi sonuçlanmamıştı. İtilaf Devletleri, İtalya’ya yağmadan çok küçük bir pay ayırmışlardı. İtalya, zafere kendi askerlerinin sunduğu katkıyı unutmuş, Fiume’nin kendisinde kalması için inatla pazarlık yürütmüştü. Özetle İtalya, savaştan hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı gibi duygularla çıkmıştı. Seçimler bu koşullarda yapıldı. Sosyalistler, mecliste 155 koltuk kazandılar. Milano’dan aday olan Mussolini, sosyalistler karşısında büyük bir hezimete uğradı.

Ülke genelinde yaşanan hayal kırıklıkları ve bunalımın tetiklediği bu türden duygular, şiddete eğilimli bir milliyetçilik tepkisine yol açtı. Faşizm, bu duygulardan kök alıyordu. Bilhassa orta sınıf, o yüceltilmiş vatanseverlik efsanelerinin alıcısı hâline geldi. Zamanla İtalyan orta sınıfı, sosyalist proleter sınıftan uzaklaşıp ona karşı husumet beslemeye başlamıştı. O, proletaryadaki tarafsızlığı asla bağışlamamıştı. Savaş süresince aldığı yüksek maaşlar, devlet teşvikleri, onunla ilgili çıkartılan toplumsal kanunlar konusunda proletaryayı suçlayan orta sınıf, savaş sonrasında devrim korkusuna kapılmıştı. Proletaryanın canını yaktığı, onun yüzünden çile çektiğini düşünen orta sınıf, proletaryanın tarafsız, hatta yenilgiden yana tutum alan bir sınıf olduğunu düşünmüş, kendisinin hiç istemediği savaştan en çok da onun istifade ettiğine kanaat getirmişti. Bu sürecin sonunda orta sınıfa değersizleşmek, aşağılanmak, hakir görülmek düştü. Orta sınıftaki bu kötü ruh hâli, kendisine faşizmde bir yer buldu. Mussolini, kurduğu Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı isimli örgüte orta sınıfı bu sayede örgütleyebildi.

Sosyalist hareket ve sendikalar içinde yer alan bazı muhalif isimler, faşist harekete katılarak, deneyimlerini ve becerilerini kitlelerin örgütlenmesine ve harekete kazanılmasına teksif ettiler. Faşizm, o dönemde henüz belli bir bilinci esas alan, gerici ve muhafazakâr bir program üzerinden hareket eden bir yapı değildi. Hatta faşizm, kendisinin devrimci olduğuna inanıyordu. Onun yürüttüğü propaganda, yıkıcı ve demagojik fikirleri temel alıyordu. Örneğin faşizm, yeni zenginlere karşı tepkiliydi. Ondaki, cumhuriyetçi ve ruhban karşıtı eğilime sahip ilkeler, orta sınıftaki zihinsel karmaşada kendisine yer buluyorlardı, çünkü bu sınıfın duyguları tatmin edilmemişti ve o, burjuvaziden tiksiniyordu. Ama orta sınıf, aslında proletaryaya düşmandı. İtalyan sosyalistleri, akıllıca yapılmış bir hamleyle, orta sınıfın duygusal tepkilerini değiştirecek politik silâhları kullanmadılar, bu sebeple büyük bir yanlış yaptılar. Hatta tam tersine, gidip proletarya ile küçük burjuvazi arasındaki husumetin açığa çıkmasını sağladılar, devrimin kitabına bağlı sofu teorisyenlerin ağzından konuşup bu sınıfa karşı kibirli bir tavır sergilediler.

Bu süreçte İtalya, iç savaş dönemine girdi. Devrim ihtimali karşısında korkuya kapılmış olan burjuvazi, büyük bir şevkle faşizmi silâhlandırdı, teçhizatlandırdı ve onu teşvik etti. Burjuvazinin iteklediği faşizm, sosyalistlere zulmetmeye, devrimci sendikaları ve kooperatifleri yok etmeye, grevleri kırmaya ve ayaklanmaları bastırmaya başladı. Böylece faşizm, çok sayıda azılı milisten oluşan bir güç hâline geldi. Zamanla devletten bile güçlü bir konuma sahip oldu. Nihayetinde de iktidarı ele geçirdi.

Faşist tugaylar Roma’ya girdiler. O kara gömleğiyle Mussolini, hükümetin başına geçti, meclisin büyük çoğunluğunu kendisine bağladı, böylece faşist rejim ve faşist dönem başlamış oldu.

Hakkında bolca roman yazılmış olan Mussolini’nin hikâyesinin pek anlatılmadığını söylemeliyiz. Ondaki politik savaşçılık, Mussolini’nin kişiliği ve cismi hakkında net ve nesnel bir tarif yapmayı güçleştiriyor. Ona ilişkin bazı tarifler abartılı, bazıları ise hürmetkârdır. Bazıları, onu büyük bir kinle veya hicivle tarif etmektedir. Mussolini’nin belirli dönemleri, anekdotlar ve anlık çekilmiş fotoğraflar üzerinden anlaşılmaya çalışılmaktadır. Örneğin onun faşizmin mimarı olduğundan bahsedilmektedir. Faşizmi onun imal ettiğine inanılır. Bugün Mussolini, deneyimli bir ajitatör, yetenekli bir örgütçü, insanın başını döndürecek ölçüde faal bir adam olarak resmedilir. Faşizm denilen olgu, onun faalliği, dinamizmi, gerilimlerinin etkisi altındadır. Faşist harekât süresince Mussolini, aynı gün üç dört şehirde konuşma yapar. Uçağa biner, Roma’ya, oradan Pisa’ya, Pisa’dan Bolonya’ya, oradan da Milano’ya geçer.

Mussolini, irade sahibi, dinamik, belâgati kuvvetli biri olarak tipik bir İtalyan’dı. O, kitleleri coşturma, kalabalıkları galeyana getirme konusunda özel bir yeteneğe sahipti. Mussolini, faşizmi örgütleyen, ona can veren askerdi. O, faşizmin yaratıcısı da mimarı da değildi. Kendi aklından bir politik hareket üretmişti. Bu hareketi kendi görüntüsü ve suretine bakıp oluşturmamıştı. Faşizme bir ruh ve program kazandıran o değildi. Bilâkis, asıl faşizm ruhunu Mussolini’ye katmıştı. Mussolini, faşizmle özdeşleşmiş, faşistler kendilerini onunla tanımlamışlardı. Bu da kendisinin sosyalist olduğu dönemden kalma izleri silmesine, onları tek tek yok etmesine sebep oldu. Mussolini, orta sınıfı Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı bünyesinde örgütlemek ve onu bu kalıba sokmak için orta sınıftaki şovenizmi ve sosyalizm düşmanlığını içselleştirme ve benimseme ihtiyacı duydu. Ayrıca Mussolini, gerici, sosyalizm ve devrim karşıtı bir siyaset tanımlamak durumunda kaldı. Bu anlamda Mussolini’nin durumu, Bonomi ve Briand gibi diğer eski sosyalistlerin durumundan farklıydı.

Ivanoe Bonomi ve Aristide Briand, hiçbir vakit sosyalist geçmişinden açıktan kopmak zorunda kalmadı. Aksine bu isimler, ufak ve basit olana vurgu yapan, doğallık üzerinde duran bir tür sosyalizmle ilişkili olduklarını söylediler. Buna karşılık Mussolini ise daha da ileri giderek, “yetişkin bir adamın o eski aşk mektuplarını yırtıp atması gibi ben de artık kâmil biri olarak sosyalist geçmişimi silip attım” dedi. En aşırı sosyalizm basamağından en aşırı muhafazakârlık basamağına sıçradı. Onda sosyalizm ne azalmış ne de daralmıştı. Sosyalizm diyarı, tümüyle ve her yönüyle terk edilmişti. Örneğin ekonomi alanında verdiği talimatlar, devletin müdahalesine, devletçiliğe ve vergilendirmeye karşı çıkıyorlardı. Mussolini, ekonomik işlemler üzerine kurulu bir kapitalist ve müteşebbis devlet tipini benimsemiyordu. Onun ekonomi siyasetinde amaç, vergi toplayan jandarmanın merkezde durduğu klasik devleti diriltmekti. Geçmişte savunduğu görüşlerin tam zıddını savunan Mussolini, eskiden olduğu gibi gene düşüncelerini inançla savunuyordu.

Bir insanın bir öğretiyi terk edip başkasına bağlanma sürecinde mekanizma nasıl işler? Bu, beyinle alakalı bir olgu değildir. Akılla alakası olmayan bir süreçtir bu. İdeolojik planda bu değişimin motoru, fikir değil, duygudur.

Mussolini, sosyalizmi fikir veya anlayış olarak terk etmemişti. Sosyalizm onun için bir anlayış değil duyguydu, tıpkı faşizm gibi. Bu noktada psikolojisi ve yüz hatları okunduğunda şu görülür: Mussolini, aklı değil, kalbiyle hareket eden biridir.

Siyaset ve basın alanında ortaya koyduğu çalışmalarda Mussolini, karşımıza bir teorisyen veya felsefeci değil, retorikçi ve lider olarak çıkar. Onun dili, belirli bir programı temel almaz, ilkesizdir, bilimsel değildir, tutkulu ve duyguludur. Mussolini’nin en zayıf konuşmaları, geldiği yeri ve faşizm ideolojisini anlatmaya çalıştığı konuşmaları olmuştur. Faşizmin programı çetrefillidir, çelişkilidir, heterojendir. Bu program, karmaşık, intizamsız bir dizi liberal ve sendikacı fikrin çorba edilmiş hâlinden başka bir şey değildir. Oysa aslında Mussolini, faşizme gerçek bir program dikte etmemiştir. Onun dikte ettiği şey, bir eylem planıdır.

Mussolini, sosyalizmden faşizme, devrimden gericiliğe geçiş yapmış bir isimdir. Tüm bu geçişler, düşünce değil, duygular aracılığıyla gerçekleşmiştir. Tarihteki tüm döneklerde mesele, belki de ruhtur. Dün aşırı devrimci olan Mussolini bugün aşırı gericidir ve bu hâliyle bize Roma kralı Mürted Julian’ı anımsatır. Rahatsız, aşırı duygusal, sanrılar gören, batıl inançları olan, gizeme düşkün biridir. Bu adam Kaderin kendisini, yeni tanrıya zulmetme ve ölmekte olan eski tanrıları sunağının huzuruna getirme kararını vermesi için seçtiğine inanmaktadır.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak