30 Ekim 2011

,

Nato'nun Libya Ajandası

Sirte’nin hemen dışındaki tozlu yollarda savaş alanından kaçan bir konvoy. Bir NATO uçağı araçları vurur. Yaralılar kaçmaya uğraşır. Zırhlı kamyonlar, üzerlerinde silahlı adamlar olduğu halde, olay yerine yetişir. Yaralıları bulurlar; aralarında büyük ödül ayarında biri de vardır: Kanlar içindeki Muammer Kaddafi. Yakalanmış ve savaşçıların içine atılmış. Heyecanlarını tahmin etmek zor değil. Bir cep telefonu bu anı takip eden birkaç dakikayı kaydeder. Yaraları ağır Kaddafi itilip kakılır, bir arabanın arkasına fırlatılır, derken görüntü bulanır. Bir sonraki görüntüler Kaddafi'nin naaşına aittir. Başının bir yanında bir kurşun deliği.

Bu görüntüler anında internete düştü. Televizyonlarda yayınlandı, gazetelere basıldı. İzlememek, görmemek neredeyse imkânsız hale geldi.

Üçüncü Cenevre Sözleşmesi, madde 13:

“Savaş tutsakları özellikle şiddet veya aşağılama ve hakaretlere ve kamunun sorgulamasına karşı olmak üzere her zaman korunmalıdır.”

Dördüncü Cenevre Sözleşmesi, madde 27:

“Koruma altındaki kişilerin her koşul dahilinde kişiliklerine, onurlarına, ailevi haklarına, dini ritüel ve akidelerine, örf ve adetlerine saygı gösterilmesine hakları vardır. Her zaman insanca muamele görmeli ve özellikle şiddet eylemlerine ve tehditlerine ve bu cümleden olarak hakaretlere ve kamunun sorgulamasına karşı olmak üzere korunmalıdırlar.”

Libya’daki savaşın ilk günlerinin önemli ideolojik unsurlarından biri Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin (UCM) pek bir şevkli başsavcısı Luis Moreno Ocampo tarafından Kaddafi ve kliğine yönelik tutuklama emrinin dile getiriliş biçimi olmuştu. “Soykırım” söylemini kullanmaları için basının ölçüsüz şiddete dair haberleri Moreno Ocampo ve Ban Ki-Moon’a yetti, kanıtların bağımsız hukuki değerlendirmesine hacet yoktu (Aslına bakılırsa Ocampo’nun suçlamalarını kesin olarak çürüten bağımsız değerlendirmeler kısa zaman sonra Uluslararası Af Örgütü'nden ve İnsan Hakları İzleme Örgütü'nden geldi).

Nato sütten çıkmış ak kaşıklık taslayarak UCM’ye emri uygulama noktasında yardımcı olacağını belirtti (Nato’nun dinamosu ABD’nin UCM’ye üye olmamasına rağmen). Bu demeç NATO’nun Bingazi’deki politik enstrümanı Geçici Ulusal Konsey’ce de tekrarlandı.

İnsanî müdahale Cenevre sözleşmelerinin sözde yahut potansiyel olarak ihlal edilmesi üzerinden haklılaştırıldı. Müdahalenin bizatihi kendisi bu sözleşmelerin ihlali olarak neticelendi oysa.

Kaddafi’yi açık bir mahkemede görmek sakıncalı olurdu elbette. Kaddafi kendi devrimci mirasını (1969-1988) terk edeli çok olmuştu ve ABD’nin yönetiminde yürütülen “Terörle Mücadele”ye en azından 2003’ten (aslına bakılırsa 1990’ların sonlarından) beri teslim olmuş haldeydi. Kaddafi’nin zindanları CIA, Avrupa istihbarat servisleri ve Mısır güvenlik güçleri tarafından kullanılan gizli üsler içindeki önemli işkence merkezlerinden biri haline gelmişti. Kaddafi açık bir mahkemede konuşsaydı neler anlatırdı? Saddam Hüseyin eğer açık bir mahkemede konuşmasına izin verilseydi, neler söylerdi? Gerçi, Saddam Hüseyin’in en azından mahkemeye çıkma şansı oldu, hukuki olmaktan ziyade düzmece bir mahkeme olmakla beraber.

Kaddafi’ye bu bile nasip olmadı. Khujeci Tomai’nin söylediği gibi:

“Ölülerin anlatacak hikâyeleri yoktur. Yargılanamazlar. İktidarda kalmalarına yardımcı olanların isimlerini veremezler. Bütün sırları onlarla birlikte ölür.”

Kaddafi öldü. Ölümünün doğurduğu coşku yavaştan yatışırken en azından iki ayrı Kaddafi’den söz edebileceğimizi hatırlamak mühim olabilir. İlki yolsuz bir monarşiyi 1969 yılında devirip Libya’yı dosdoğru bir milli kalkınma yoluna sokan Kaddafi. Kaddafi’nin demokrasinin hiçbir değerli kurum üretmediği türünden nevi şahsına münhasır düşünceleri de vardı. Merkezsizleşme uğrunda iktidarını merkezileştirmeye yönelik eşsiz bir kabiliyeti olduğunu da eklemek gerek. Her şeye rağmen milli kurtuluş sürecinde Kaddafi, kesin olarak milli üretimin büyük bir bölümünü Libya halkının durumunu iyileştirmeye vakfetti. İki on yıla yayılmış olan bu politikasının yüzü suyu hürmetine Libya halkı 21. yüzyıla insani gelişmişlik göstergeleri bakımından yüksek değerlerle girdi. Petrolün de yardımı oldu elbette ama dünyada petrole sahip olduğu halde (Nijerya gibi) toplumsal gelişmişlik noktasında sürünen uluslar da mevcut.

1988 itibariyle birinci Kaddafi ikinciye dönüştü ve bu ikincisi anti-emperyalizmini emperyalizmle işbirliğine girerek bir yana koydu. Milli kalkınma yolundan neo-liberal özelleştirme yoluna kaydı. Yeni Kaddafi, toplumu iyileştirme uğraşını bırakarak idaresinin halkının desteğini kazanmış bir yönünü lağvetmiş oldu. 1990’dan başlayarak Kaddafi, rejimi kitlelere toplumsal refah ve demokrasiye dair bir illüzyondan başka şey vermedi. Kitlelerse daha fazlasını istediler ve bu durum (Cezayir İç Savaşı ile birlikte) 1990’larda başlayan huzursuzlukların nedenini teşkil etti. 1995-96 yıllarında ve tekraren 2006 yılında toplumsal kaynama zirveye ulaştı. İsyancı unsurların kendilerini bulmaları bir hayli zahmetli bir süreç işi oldu.

Trablus’un yeni liderliği Kaddafi rejiminin içinde rüşeym halinde bulunuyordu. Oğlu Seyfülislam baş neo-liberal reformcuydu. Etrafını Libya’yı daha büyük bir Dubai’ye çevirmek isteyenler kuşatmıştı. Yaklaşık 2006’da bu iş üzerinde çalışmaya başladılar ve gelişme oranından hayal kırıklığına uğradılar, derken (şimdiki Başbakan Mahmut Cibril dâhil olmak üzere) birçoğu sayısız istifa tehdidi savurdu. Bingazi’de isyan ateşi yandığında bu klik derhal isyancılara katıldı ve Mart itibariyle isyanın liderliğini ele geçirdi. Hâlihazırda da durum bu.

Bingazi, Trablus ve diğer şehirlerin sokaklarında kutlanan nedir? Kesinlikle Kaddafi’nin 1988-2011 yılları arası iktidarının düşmesi kutlanıyor. NATO’nun ve Cibril kliğinin çıkarları bu dönemdeki iktidarın ölüm ilanının 1969-88 arası anti-emperyalist milli kurtuluşçu dönemin likidasyonunu da içermesinde. Böylelikle Kaddafi’nin neo-liberal dönemi de unutulsun ve sanki daha önce denenmemiş gibi yaptıkları yeni bir dönem ilan edilsin derdindeler. Tezgâh şu: nüfusun büyük bir bölümü ile (Kaddafi’nin gerçekleştirmeye çalıştığı ancak kimi adamlarının itirazı yüzünden yoluna koymaya vakıf olamadığı) neo-liberal ajandayı sürdürmek isteyen küçük bir grubun arasını bulmak. Yeni Libya bir dönemin kapanışına dair (halk kitleleri ile küçük çıkar gruplarına ait) bu ayrı bakış açıları arasındaki farka doğacak.

Kaddafi’nin ölüm şekli bütün savaşın bir temsili gibi aslında. NATO bombaları konvoyu durdurdu. Onlar olmasaydı Kaddafi muhtemelen bir sonraki mevzie varacaktı. İsyancılar, NATO’nun yardımı olmadan da Kaddafi’yi yakalayabilirlerdi belki ama NATO’nun varlığıyla belli politik seçenekler menedilmiş oldu. NATO üyesi devletler artık ödüllerini talep etmek için sıradalar. Ancak “her şeyin bir bedeli var” diye ortaya çıkıp gerçek yüzlerini göstermeyecek kadar da “kibar”lar. Bundan ötürü de “Bu Libya’nın savaşı, yapılması gerekene bizzat Libyalılar karar verecek” gibi laflar ediyorlar. Yeni Libya iktidar yapısında bağımsızlığa hala değer veren unsurlar varsa varlıklarını onaylatacakları zemin de burası. Bu zemin kısa zaman sonra ortadan kalkacak, zira Libya’nın kaynaklarının ve özerkliğinin NATO ülkelerinin ajandalarına bağlanacağı anlaşmalar yolda.

Vijay Prashad
21 Ekim 2011
Kaynak

26 Ekim 2011

, ,

Batı'nın İkiyüzlülüğü ve Kaddafi


David Cameron’ın Muammer Kaddafi’nin öldürülmesine ilişkin ifadesi, İngiliz başbakanının küstahlığını ve ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor. Cameron, Libya’daki ayaklanmada ülkesinin oynadığı rol ile gurur duyduğunu söylüyor.

Ancak o, geçmişte yaşanan olaylar üzerinde kimi etkileri olan Kaddafi rejimi ile el ele verirken oynadığı diğer rollerden hiç mi hiç bahsetmiyor, hatta onları inkâr ediyor: Associated Press’e göre,

“Dış İlişkiler Ofisi’nin raporuna bakılacak olursa, 30 Eylül 2010 tarihine dek geçen bir yıl içinde Britanya Libya’ya 55 milyon dolar değerinde askerî ve paramiliter ekipman sattı. Satın alınanlar arasında keskin nişancı tüfekleri, kurşungeçirmez araçlar, kitle kontrol mühimmatı ve göz yaşartıcı gaz gibi unsurlar bulunuyor.”

Hamis’teki ünlü tugay (doğrudan Kaddafi’nin oğlunun emrindeki Libya’nın seçkin birliği) İngiliz General Dynamics’ten 85 milyon sterlinlik komuta ve kontrol sistemi satın alma anlaşması imzaladı. Anlaşma, bizzat o dönemin başbakanı Tony Blair eliyle gerçekleşti.

İngilizler, Kaddafi rejimini silâhlandırmakla kalmadı ayrıca ona eğitim de verdi. Hamis birlikleri hem SAS tarafından eğitildiler hem de İngiliz şirketlerince silâhlandırıldılar.

Cameron, ayrıca “Albay Kaddafi’nin katlettiği insanların anılması” gerektiğinden de söz etti. Ancak o, Sami Sadi gibi isimlerin İngiliz istihbaratı eliyle kaçırılıp Libya’ya teslim edilmesinden hiç söz etmedi. Sadi, gördüğü işkence yüzünden bugünlerde İngiliz hükümetine dava açmaya hazırlanıyor ve Libya’da açığa çıkan belgelerle bu dava sürecini aktif olarak desteklemeye çalışıyor.

Amerikalılar da Libya rejimi ile içli dışlıydılar. Onlar da hem ticarî hem de güvenlikle ilgili konularda kimi işlerin altına imza attılar.

Elde edilen belgelerin de gösterdiği üzere, CIA, 2004’te bugünkü Trablus askerî konsey başkanı Abdülhekim Belhac’ı ve ailesini kaçırıp Libya’ya teslim etti.

CIA, rejimle ilişkilerini çok önceden kurdu. 2008’de eski başkan George W. Bush üst düzey diplomatı Condoleezza Rice’ı Libya’ya gönderdi, aynı yıl Teksas merkezli Exxon Mobil, Libya Ulusal Petrol Şirketi ile keşif anlaşması imzaladı. Amaç, Libya sahilinde hidrokarbon aramaktı. AP haberine göre:

“Aynı yıl ABD, Libya’ya askerî malzeme satılması kararını onayladı. Ülkeye özel silâh şirketlerine patlayıcıdan yangın çıkartıcı maddelerden uçak parçalarına kadar bir dizi silâhın satış yetkisini verdi.

Bush yönetimi, Libya’ya 2006’da 3 milyon, 2007’de de 5,3 milyon dolarlık satış yapılmasını kabul etti. 2008’de ülkeye 46 milyon dolarlık cephane satılmasına izin verildi. Bunlar arasında yaklaşık 400 adet patlayıcı ve yakıcı madde yüklü gemi, 25.000 adet uçak parçası, 56.000 askerî elektronik parça ve yaklaşık 1.000 adet optik hedefleyici ve diğer türde araç-gereç bulunuyordu.”

Obama yönetimi, Kaddafi rejimi ile ilişkisinin ne düzeyde olduğunu gösteren rakamları henüz yayınlamış değil ama onun da eski hükümetlerden pek farklı olduğu söylenemez.

Özetle, Britanya ve Amerika Libya rejimini silâhlandırdı ve muhalif isimlere işkence etme konusunda rejimle fiilî olarak işbirliği içinde oldu. Bunun yanı sıra politik açıdan rejimi destekledi, diplomatik kanallar ve görüşme zeminleri açtı, rejimin batının ticarî çıkarlarına açılmasını sağladı.

Kaddafi rejiminin rehabilitasyonu “terörle mücadele” başlığı altında gerçekleştirildi. Diktatör, batının desteklediği kötücül rejimlerden birisi olarak görüldü (bir diğeri de Özbekistan’dı). Bu desteğin sebebi, (dış politikaya karşı olan ya da sadece kendi bakış açısını yansıtan bir hükümet talep eden) batılı yaşam tarzına karşı küresel İslamî isyanın bir parçası olarak El-Kaide denilen o her şeyi kapsayıcı düşmanla mücadelede faydalı olarak görülmesiydi. Terörizm karşıtlığı ülkeyle her türden ticarî temasın kurulmasını, istihbarat desteğini ve soruşturma kapsamında yürütülen işbirliği sürecini bir biçimde koşulladı.

Yukarıda aktarılanları dikkate aldığımızda görülecektir ki Ortadoğulu bir dizi despotun uzun süredir iktidarda kalması büyük ölçüde batılıların desteği ile gerçekleşti. Bu gerçek ise aynı batılı hükümetlerin kendi adlarına yaptıkları askerî müdahalelerle ilgili faziletleri ile övündükleri noktada bahsini ettikleri fedakârlıkları boşa çıkartacak nitelikte. Silâh, eğitim, diplomatik meşruiyet ve destek olmaksızın Libya, Tunus, Suudi Arabistan ve Bahreyn’deki rejimlerin, halk nezdindeki bu yoğun hoşnutsuzluğa rağmen, bugüne dek ayakta kalmaları mümkün değildi.

Meselâ batı, Bahreynli müttefiklerinin kanlı ve şiddete dayalı eylemleri karşısında sessizliğini muhafaza ediyor ve tek bir adım bile atmıyor. Aynı durum, her gün muhaliflerini teröre karşı savaş bahanesi ile katleden Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih için de geçerli. Bu konularda sessiz kalanlar, Libya hususunda yapıp ettiklerini fedakârlık olarak nitelendiriyorlar.

Kibirli ama boş retoriğine karşın batı, tarihsel açıdan kendi safında duran halk ayaklanmalarını destekleme noktasında herhangi bir çıkara sahip değil. Batı, son âna kadar kendi çıkarlarını idame ettirecek her türden sürecin “idare”si için yoğun biçimde çalışan Bin Ali ve Mübarek’e dönük destek aracılığıyla bir mesaj veriyor, bir yandan Arap Yarımadası’ndaki geriye kalan despotları, halife ailesini ve Abdullah Salih’i desteklemeyi sürdürüyor. Batı, kendi “reform” adayı olan Beşar Esad kıyıma başladıktan aylar sonra destekten vazgeçiyor. Esasında bunların Suriye devrimi ile ilgili soğuk yaklaşımlarının nedeni, büyük ölçüde rejimin görece daha bağımsız bir İslamî (“aşırı uç”) seçenek tarafından devrilebileceğine dönük duydukları korku. Bu sebeple dünya, esasta önce Beşar’ın mı yoksa muhalefetin mi yorulacağını merak edip duruyor. Biraz daha öteye geçersek, misal Pakistan’da ABD, bugün insansız hava uçakları ile sivilleri katlediyor ve bu katliama Zerdari rejimi destek sunuyor. “Yardımsever” batı bu hususta tek laf etmiyor.

Birçok insan, bölge halkının nefret ettiği bir despotun öldürülmesini kutluyor ama öte yandan Ortadoğu, diktatörleri destekleyenlerin ve desteklemeye devam edenlerin hikâyesini unutacakmış gibi görünüyor. Bölgedeki geri kalan gayrimeşru rejimler için Saddam, Mübarek, Bin Ali ve şimdilerde Kaddafi üzerinden alınan ders efendilerce hızla savuşturuluyor. Tüm sıradan insanların, bu olaylardan batılı siyasetçilere asla güvenilemeyeceğini ve statükonun ancak radikal bir eylemlilikle değiştirilebileceğini öğrenmeleri gerekiyor.

Rıza Pankhurst
22 Ekim 2011
Kaynak

20 Ekim 2011

,

En İyi Kürd Ölü Kürd!

Türk Solu dergisi, iki gerilla n’aşını “devletin bölünmez bütünlüğü” önünde teşhir eden fotoğrafı kapağa taşıyor. Bunlar, gerillanın kulaklarını kesip arkadaşlarına övünç madalyası niyetine gönderen Türk faşizminin duygularına oynuyorlar. O duyguyu örgütlemek, ona örgütlenmek istiyorlar. Doğrudan Hitler-Goebbels dimağından çıkmış fikirler, bir tür iktisadî kavgayı coğrafî ve biyolojik olanla bütünleştiriyor. Burjuvazinin bireyi, kendi mülküne ait bir toprak parçasını ve bedeni kale gibi savunuyor. Türk’ün solu da sağı da bu kalenin muhafızlığını yapıyor.

Bunlar için en iyi Kürd ölü Kürd!

“En iyi olan”, ancak ölümle mümkün. “En iyi”ye ulaşma kavgası, öldürerek olmalı. “En iyi”, başkasının ölümüne muhtaç. En iyi, güzel ve doğru olan, ahlâkın ve hukukun bittiği momenti işaretliyor. 

Zalimler, tarih boyunca mazlumların kafasını gövdelerinden bu sebeple ayırıyorlar: mücadeleyi gerektiren böylesi bir ahlâkın ve hukukun zeminini, geriye dönüşsüz, ortadan kaldırmak gerekiyor.

Türk Solu dergisi, Aydınlık çizgisinin devletle muhabbetinin bir semeresi. Perinçek bu tayfayı, “MİT ajanı” olduğu gerekçesiyle partisinden attı. Onlar da Perinçek’in söyleyemediklerini söylemek, yapamadıklarını yapmak için Türk faşizminin “öncü” kolu olmaya soyundular. Perinçek içeride, onlar dışarıda tutuluyor. Aradaki gerilimi İngiliz-Amerikan çıkarları arasındaki gerilim belirliyor.

Bu Türk Solu çevresi, Nişantaşı-Etiler civarından, özellikle CHP’li zenginlerden, paralar topluyor. Gizliden, kimi subaylardan eğitimler alıp üniversitelerde Kürd ve sosyalist öğrencilerin üzerlerine saldırıyor. Bugün gene efendilerinden gelecek emirleri bekliyor.

İlerlemeciliğin Darvincilikle bağları çokça tartışılıyor. “En iyi Türkiye” için bu tip faşist çetelerin, dünyanın çeşitli noktalarında olduğu gibi, “vurucu güç” olarak beslendiği bilinen bir gerçek. “En iyi” için dökülecek kanla büyümek, onların yegâne siyaseti oluyor.

En iyisi için Kürd’ün öldürülmesi lâzım! Faşistler, toplu kıyımdan, tüm Kürd nüfusunun, meselâ Irak’a, sürülmesinden söz ediyorlar. Çözüm için buldukları yol bu.

Tersten bir kanal da liberalizm cenahında akıyor: liberalizm de “en iyi” için Kürd’ü politik, ideolojik ve teorik düzeylerde katletmek derdinde. Faşist kelle avcılığına, liberal, kafanın içini boşaltmaya soyunuyor. Her ikisi de ortadaki çatışmanın ruh ve beden bütünlüğünün çok boyutlu olarak yaşadığı ıstıraba dair olduğunu görmüyor, görmezden geliyor, herkesin gözüne bu hususta mil çekiyor. Ruhsuz beden, bedensiz ruh, Kürd bu tercihe zorlanıyor.

Mesele bu anlamda, Türk Solu dergisini “Ergenekon iddianamesi”ne sokmak da değil. Ak Parti liberalizminin de bu tip çetelere her zaman ihtiyacı var. Fethullah polisi tek başına kifayet etmez Kürd meselesinde. Kaldı ki Ergenekon yargılamalarını sütten çıkmış ak kaşık olarak görüp ona tarafsızlık isnat etmek de yanlış. Devrimciliğe karşı mücadele edenleri gene devrimcilik yargılar! Yargılamalı!

Nâzım, “en güzel deniz henüz gidilmemiş olandır” diyor, bu ilerlemeciliğin liberalizmle kesiştiği yerleri budamak gerek. Vatan-millet edebiyatı ile buluştuğunda faşizme nasıl da payanda olabildiğini görmek mecburi. “Akdeniz’e uzanan kısrak” sahibine göre kişniyor. Sahibini görmeden atı tımar etmek ve sevmek devrimcilikle örtüşmüyor. Henüz gidilmemiş deniz, varılan denizi boşa düşürüyor. Anlamsızlaştırıyor. “En iyi ve en güzel” için verilen kavga, mevcut olanın ölüsü üzerinde yükselebiliyor. Bu ilerlemecilik, efendilerin zulmüne doğal olarak öykünüyor.

Yani mesele, zaten “en güzel çocuk”ta. Bu tamlamada.

En iyi hâl, statiklik, durağanlık ve atalet ise, “en güzel çocuk” bugünde ölü çocuktur. En güzel çocuk, evdeki huzuru bozmamak için anaokuluna, jimnastiğe, gitar kursuna ve baleye mahpus edilmeye rıza gösteren çocuktur. En iyi Kürd de sürekli çocuk derekesinde tutulan, azarlanan, odaya kilitlenen ve geri dönmeye mecbur olduğu evden çıkıp istenilen şeyleri yapan “insancık”.

“En iyi Kürd” arayışı, liberalizmin ve faşizmin duvarlarına çarpa çarpa ilerliyor. Olansa Kürd’e oluyor.

Kürd, vuruşa vuruşa yıkılıp kurulan, kurulup yıkılan bir inşa süreci. Küçük savaşçıların büyük savaş içinde açtığı bir mevzi.

“En iyi Kürd” arayışı, o mevzii düzleyerek ya da birbirleriyle ilişkisiz, havada asılı küçük mekânlara bölerek, ilgili savaşı makul ve zararsız bir mecraya çekme gayretidir. Askerî stratejinin uzanımlarıdır.

Savaş içinde “olmuş” Kürd, her şeyi savaş içre görmek, her olup biteni savaşın taktik ve stratejisi bağlamında analiz etmek zorunda. Savaşta kimse masum değil. “En iyi” salt masumiyete işaret ediyorsa, o masumluğun savaş içinde teslimiyete denk düştüğünü görmek gerek.

“En iyi Kürd”, epistemik olarak, zaten ölüdür. O sırf yaşama derdiyle, Kürd dışı bir Ak Partiliden, CHP’liden, liberalden ya da milliyetçiden bir şeyler almak isteyecektir. Oysa Kürd, zaten yaşayan bir şeydir. Kürd’ün en iyiye ve en iyinin ölüme meyilli yanına kanmaması gerekir. Kürd, politikanın ve savaşın dar coğrafyasında, gövdesinde ve iktisadında hayatiyetin yegâne adıdır. Onu öldüren, o toprakta, gövdede ve iktisadiyatta tek başına yaşamak isteyendir. Faşizmin de ikrar ettiği üzere, bu hâkimiyetin tek sembolü de ay-yıldızdır. Bu ay ve bu yıldız kandile sığar mı bilinmez!

“Sana söylemek istediğim en güzel söz”… Bu zihniyete göre, zaten “söylemek istemediklerim”dir ya da “dilden çok uzak olanlardır”. En güzel söz için dil asla kıpırdamaz. Onun vücut bulması fiilî olarak hiç istenmediğinden, dil, böylesi bir talep ve niyet karşısında kesiktir. Esasta bu söz, dilin kesik olduğunun ikrarı ve kabulüdür.

Diyelim, bir işyerinde patronun emriyle müdür çalışanlardan “daha çok” çalışmalarını istiyor ve “en iyi” verimi almayı hedefliyorsa, bu, o çalışanların, en azından bir gün öncesindeki mevcut hâlleri itibariyle ölmelerini istediğine delalettir. Bu istek ya da emir, aynı zamanda dışarıdaki işsizler ordusunu sopa niyetine kullanmak ve işçiyi ölesiye çalıştırmak ya da yenisi için onu bizzat öldürüp kapı dışarı atmak demektir.

Dergi kapağına yansıyan, “devletin bölünmez bütünlüğü” önünde lime lime edilmiş bedenler, kolektif bir kavganın çığlığıdır. Devlet, birey’in hâkimiyet silâhıdır. Kürd, bu silâhı kırabildiği ölçüde Kürd’dür. Daha iyi ya da “en iyi” olmasına gerek yoktur. O bilmesi gerekeni bilir, yapması gerekeni yapar. Söz ve eylemin en iyi ve en güzel hâlini bireylikte bulabilenler, sözü ve eylemi öldürmek derdindedirler.

Faşistin salyalı ağzındaki “en iyi Kürd ölü Kürd’dür” lafı, liberalde sırdadır. O bu cümleyi açıktan söylemez. Kürd’ü, bireyin liberal donu olarak, “işçi”nin, “halk”ın ya da “ezilen”in içinde öldürmek niyetindedir o. Faşistin zahirde dile getirdiğini o batında söyler. Liberal, utangaç faşisttir.

Efendilerin derdi, Apo’suz PKK ve PKK’siz Kürd Milleti’dir. Bunlarsız Kürd’ün öleceğini iyi bilirler. Rüzgâr ekenler, gelen fırtınaya da rıza göstermelidirler.

Birileri “sosyalizm” adına ortaya çıkıp, örgütleyemedikleri, ikna edemedikleri batıdaki Kürd nüfusunu kendi lehlerine mobilize etmek için Kürd’ü yoksul, işçi ya da ezilen kategorisine indirger ve onu demokratlık, solculuk gibi boyalarla boyar. Bu hamle, sözkonusu fırtınanın batıdaki etkisini kırmak içindir.

Bu hamleyi yapanlar, “işçi sınıfı ağır bir milliyetçilik mengenesi içinde sıkışmış durumda” derler ve ama devamında da eylem stratejisi olarak nedense Kürd mahallesine gitmek gerektiğini söylerler. Bugün “kongre” için can atanlara sormak gerekir: “sözünü ettiğiniz milliyetçilik, Kürd kurtuluş mücadelesinin ifa ettiği ‘milliyetçilik’ midir?”

Tasavvuf ehline ait bir söz vardır: “mütevazı olacak kadar büyük değilsin!” Tevazu, ancak sivrilen kibrin ve gururun törpülenmesi içindir. Mütevazı olması gereken, o kibre ve gurura sahip olandır. Fukaranın ve mazlumun hamlesini “kibir ve gurur” derekesinde görüp onu ezmeye çalışmak, küçük burjuva iç ajanlarının karşı saldırısıdır. Bunlar, milliyetçilikle ilgili yüce bilgileri ile milliyetçilik-millîlik arasındaki çizgiyi silerler ve millî olanın direnişini ezmek isterler, “burjuva ideolojisi olan milliyetçiliği tarihe gömmek” olarak özetlenen o ilahî mücadeleleri adına. Bunların bir kolu “Taraf” olur ve elde silâh tutan iki tarafı silâh parantezine alıp eşitlemek ister.

Kürd’ün “dışarıdan” gelecek inayete ihtiyacı yoktur. O, açtığı her mevzii kendi ölçü ve ölçeğine göre kolektivize edecek ve bütünleyecek iradeye sahiptir. O, “anadilde eğitim hakkı elde ettiğinizde karnınız mı doyacak” diyen Bahçeli’ye, daha iyi ve en iyi için bir mücadele vermediklerini günbegün haykırmaktadır. O, “daha iyi günler gelir mi” umuduyla değil, kurtuluş derdiyle ayağa kalkmakta ve kendisini tüm sömürülenlerin-mazlumların kolektif mevzii olarak kurmaktadır.

“En güzel günlerimiz”…

Kavgayla geçen günlerimizdir. Başkası değil!..

Eren Balkır
19 Ekim 2011

16 Ekim 2011

,

Demokrasi Hipnozu

1.

Demokrasi ve liberalizm, at başı ilerler ve şahısları aşan yönleri törpüler. Onların görevi, budur. Görev, sömürü ve zulmün ağrı ve acılarını teskin edici araçlar bulmak suretiyle ifa edilir. “Demokrasi ve liberalizm aydınların afyonudur.”

2.

İşçi vurgusunu işçinin, ezilen vurgusunu ezilenin acı çığlığından korkanlar yaparlar. Bu korku, her şeyi ve herkesi demokraside boğmak zorundadır. Demokrasi işçiyi terbiye; ezileni disipline etme aracıdır. Asıl yanmamak için ateşten yanaymış gibi görünüp onu söndürmeye çalışanlarla mücadele edilmelidir. Efendiler demokrasi ile herkese boncuk dağıtırlar, onların kendilerine zarar vereceklerini düşündükleri şeyleri dışarıda tutarak.


3.

Demokrasi, devletin halkta devlet olmaya meyleden yanları massetme teşebbüsüdür.

4.

Sömürü ve zulme karşı mücadele etmekle, sömürüsüz ve zulümsüz bir dünya hayal etmek, aynı şeyler değildir. İkincisi, birincisini sürekli yalanlar, buna mecburdur. İlki hakikat, ikincisi hayaldir. Hayal, orta sınıfların aslî pratiğidir. Demokrasi çığırtkanlığı, herkesi bu tip hayallere ortak etmek ve sanki hayallerin gerçek olduğunu bir süreliğine kendisine ve başkasına inandırmaktır. Mücadeleye kaskatı, acı, sert ve maddi gerçekler lazımdır.

5.

Herkesin söz hakkına sahip olduğu yerde sözün kıymeti yoktur. Herkesin eyleme hakkına kavuştuğu yerde eylemsizlik hâkimdir. Söz ve eylemin iktidar eliyle ipotek altına alınmasına bakmak gerekir.

6.

“Devrim, o ânki trajikomik başarıları sayesinde değil, aksine güçlü, birleşik bir karşıdevrim, hükümeti devirmeyi amaçlayan partinin gerçek bir devrimci partiye doğru olgunlaştığı bir savaş içinde bir düşman yaratmak suretiyle ilerleme kaydetti ve öne çıktı.” [Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları]

“Bir karşıdevrim ve bir düşman yaratmak”, liberal tarzın tam da engellemek istediği şeydir. Devlet, kendisini demokrasi ile savunur. Bunun için de “içinde olgunlaşma imkânları barındıran savaş”tan herkesi kaçırmak zorundadır.

7.

İşçiyi ve ezileni demokrasinin rahle-i tedrisine tabi tutmak, onun kendi rahlesi önünde diz çökmesini isteyenlerin bir davetidir. Bu, esasta “sırdaki devlet”in davetidir.

Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sadece demokrasiye dair dersler çıkartabilenlerin (misal SDP ve benzerlerinin) bu daveti, işçinin ve mazlumun mücadelesini makul bir seviyeye çekmek istemekle alakalıdır. Çünkü işçi ve mazlum, o daveti yapanın boyunu aşan işler ortaya koymamalı, onun kumdan kalelerini bozmamalıdır.

8.

Birlik, ancak dövüşerek, savaşarak oluşan bir sonuçtur. Birlik, dövüş ve savaş başlatmaz. Düşmana karşı oluşan birlikle, birleşerek düşmandan inayet beklemek, aynı şey değildir. Bu gayret, kendi pazar payını artırmak isteyen sol örgütlerin gündelik çıkarlarına hizmet eder. Bunların işçinin ve mazlumun öfkesi ile birleşme derdi yoktur.

9.

Doğduğunu unutmak isteyenlerle öleceğini unutmak isteyenler, liberalizmin kucağında hayallerle emzirilmektedirler.

10.

Liberal, ağzını her açtığında, “insanların akılla müdrik olmadıkları, doğuştan gelen özellikleri”nden ve bu özelliklerin temizlenmesinden dem vururlar. Ömür dâhilinde hükmedici güç olarak işleyen akıl, doğumu ve ölümü aşan pratikten azade kılındıkça kısırlaşır. Salt hayatta kalmaya kilitlenmiş akıl, nörolojik olarak insanî edimi öldürür.

11.

Doğumu ve ölümü ömür lehine silmek isteyenler, ezeli ve ebedi olma “niyet”indeki meta ve paranın istemini somutluyorlardır. Kendine “yatırım” yapıp kitap okuyan, film seyreden ve müzik dinleyen kişi, kendisini piyasaya hazırlıyordur. Bu durumda o kitabın, filmin ve şarkının hayata değen her yeri budanmalıdır. Politika, kendi ömrümüzü ve çıkarlarımızı ölçü alarak işletilemez.

12.

Bazen iktidar, savaş ve kriz gerçekliğinde elindeki imkânları, belirli bir alışveriş gereği, rakibine verir. Kitlelerin gözü önünde bir köstekli saat sallanır, o kitleler bir şahsa odaklanır ve hipnotize edilir. Rakip partinin başarısına sevinilir, ama o başarının ardı arkası sorgulanmaz. Belki de o rakip partinin başkanı, savaş ve kriz gerçeğinde iktidar partisine ihtiyaç duyduğu desteği verecek, sermaye ve devlet için yoksul kitleler, belirli bir yöne yönlendirilecektir. Demokrasi, böylesi bir göz boyamasıdır. Bir seçimde herkes başarılıysa, her lider, demokrasinin işlemesinden memnunsa, ardındaki çapanoğluna bakmak gerekir. O çapanoğlu, kitlelerin belirli dinamiklere, işleyişe, oluşa ve hâle alıştırılıyor olmasıyla alakalıdır. Mesele, seçim sonrasında savaş ve krizin seyri, kitlelerin o seyre tepkisidir. Mesele, o hipnozdan çabuk çıkabilmektir.

Eren Balkır
16 Ekim 2011

14 Ekim 2011

, ,

Fidelist Sentezin Başarısı

Bu çalışma, Castro’nun politik şiddet bağlamında kendine has biçimde devreye soktuğu ahlâkî ve etik etmenin, sadece günümüz dünyası için geçerli bir tartışmaya dönük belli bir kararın verilebilmesini mümkün kılmadığını, ayrıca siyaset felsefesinin daimî meselesine de yeni bir ışık tutmakta olduğunu göstermeye çalışacak. Bu noktada ilkin Camus–Sartre polemiğine bakılacak, ardından da Castro “karşılıklı temas” bağlamına oturtulup, onun verili duruşunun şiddet ve ahlâk üzerine dönen tartışmaya dair belli bir hüküm koyduğu iddia edilecek. Bu çalışma, ayrıca Castro’nun Hristiyan formasyonunu onun kendine has etiğinin ve ahlâkının köklerinden biri olarak inceleyecek. Temel iddiaya göre, bu kökün Castro’nun kahramanlık anlayışını somutlama becerisine ve ona odaklanmasına imkân veren, hem gerçekçi hem de romantik değerlerin sentezini yeniden inşa ettiği söylenecek.
Nedir Fidelist sentez?
F. Scott Fitzgerald’ın, geniş versiyonu her ne kadar daha bilindik ise de, “dâhiliğin işareti, her iki karşıt fikri aynı ânda akılda biraraya getirebilme becerisidir.” lafını eden, esasta Blaise Pascal’dır.
Castro’nun siyaset felsefesi bağlamındaki duruşu fevkalâdedir, zira görünüşte karşıt fikirleri dengede tutma becerisi ile birlikte, bu duruş derinlemesine diyalektiktir: ahlâkî ve etik bir hak olarak zulme karşı silâh kullanmak ve terörist, yani etik dışı bir eylem olması hasebiyle, bu yola girmeme emrine riayet etmek.
Her ne kadar haklı savaş üzerine onca teolog ve teorisyen bu işin üstesinden gelmek istemişse de üst düzey bir politik lider, politik iktidarın yegâne (ve uzun süredir hüküm süren onca zor şarta rağmen, kararlı) kullanıcısı olarak Castro’nun bu hususta eşsiz olduğu söylenebilir.
Castro ve Camus-Sartre Tartışması
Pride & Solace: The Functions and Limits of Political Theory[1] [Gurur ve Teselli: Siyaset Teorisinin İşlevleri ve Sınırları] isimli çalışmasında Norman Jacobson (Başkaldıran İnsan’dan türemiş), Hannah Arendt and George Orwell’de de görülen Albert Camus’ye ait konumu benimser. Siyaset teorisyenleri arasında önemli bir sima olan Jacobson, ek olarak üç büyük ismi, Makyavelli, Hobbes ve Rousseau’yu da irdeler.
Sartre, ilk yıllarında muzaffer Küba Devrimi’ni destekler. Fidel, Camus’nün Başkaldıran İnsan’ında takdim edilen portreye yakın bir simadır. 1952’de ilgili kitap, kamuoyu önünde ciddî bir ayrışmaya yol açacak olan tartışmayı tetikler. Gerçekte Castro, her iki düşünürün karşıt konumlarının bir sentezi gibidir oysa. Ancak her iki düşünür de bu sentezi kavramaktan çok uzaktır. Tartışmayı tekrar ele alan Ronald Aronson, Sartre ve Camus’nün politikaya ilişkin konumlarındaki çekicilik ve imkânlılık arasındaki sentezin kurtuluşçu bir şiddete ve ahlâka varacağı sonucuna ulaşır.[2] Aronson’ın tespiti belli bir ideal tipe işaret etse de kitabında belli bir politik kişilikten dem vurmaz. Esasta Fidel Castro'nun, böylesi bir kişiliğin mümkün olduğunu ispatlamak için gayret ettiğini söylemek mümkündür.
Camus, isyancıyı devrimciye, isyanı da devrime tercih eder. Bu noktada Castro, onun fikirlerini hiçbir biçimde tasdiklememektedir. Ancak ayrıca Camus, hiç de zarif olmayan bir üslupla, devrimin kendi içinde bir tiranlıkla sonuçlanacağını söyler. Devrim, bu yoldan ancak kendi köklerindeki isyana tekrar dönüp “ölçüt” ve sınırlarını gözlemleyerek kurtulabilir.[3] Camus isyancıyı metheder, zira o devrimcinin aksine, had bilendir. Ona göre, isyan haddin kendisidir.
Şiddetli bir isyan ve devrim içindeki ahlâka ilişkin insanî değerlerin muhafazası meselesine dair tanımlama gayreti dâhilinde Camus kendince haklıdır. Ancak öte yandan da meselenin çözümü için devrimin karşısına isyancıyı ve isyanı çıkardığı noktada, açıktan hatalıdır. Cezayir’de faaliyet yürütmüş Millî Kurtuluş Cephesi’nin sivillere yönelik terörizm uygulaması Camus için kabul edilemez niteliktedir. Ancak bu noktada Camus kendi konumunu reddeder. MKC sosyalist bir perspektife sahip değildir ve sosyalist bir devrimi değil, görece daha sınırlı bir millî devrimi öngörmektedir. Yaşanan, bu anlamda sömürgeci zulmüne karşı bir isyandır. İster meşru kabul edilsin ister edilmesin, hareketin silâhlı yerleşimcilere karşı yönelttiği terörist saldırılar Camus için tasvip edilemeyecek niteliktedir. Bunun dışında sınırlı hedeflere sahip ve Camus’nün de iştirak ettiği Nazi karşıtı Fransız Direnişi, Kurtuluş’u müteakip, işbirlikçilere yönelik kapsamlı bir intikam harekâtını devreye sokmuştur.
Ahlâkî duruş tercihi bağlamında Sartre Camus’yü sırtını pratiğe dönmekle ve tarihin dışına çıkmakla eleştirir. Sartre’a göre, bir yazar ya da aydın, kendi dönemi dâhilinde, tarihin kendisine takdim ettiği somut seçeneklerle, onlar üzerinde, tarihin içinde kalarak yaşayıp çalışmalıdır. Sartre, tarihin insanın karşısına genel anlamda iki seçenek çıkardığını söyler: zalimin şiddeti ve mazlumun şiddeti. Bu açıdan tarafsız kalmak ya da (hiç var olmayan bir) üçüncü seçenek ortaya atmak imkânsızdır. Sartre mazlumun şiddetini savunur, en azından bu konuda kamu önünde herhangi bir eleştiri yapmaz, Sovyetler’de, devrimle birlikte yürürlüğe konulan şiddete dayalı sistemi de kendince destekler. Bu seçeneğe itiraz eden Camus ise Sartre’ın “kötü niyet”le hareket ettiğini ve ol sebep, onun doğruluk hükmünün kalmadığını iddia eder. Aynı şekilde Camus, Sartre’ın Sovyetler’deki insan haklarına ve özgürlüklere ilişkin kapsamlı ihlallere yönelik suskunluğunun ondaki kötü niyetin somut ifadesi olduğunu düşünür. Ölümü ardından Camus için kaleme aldığı yazıda Sartre, daha incelikli ve keskin bir eleştiride bulunarak, onun kendisini imkândışı bir konuma hapsettiğini söyler: “[…] çünkü ahlâk, kendi bağlamında, hem isyanı talep eder hem de onu mahkûm eder.”[4]
Mao Zedung, Camus’nün önerisini yarı yarıya karşılayan bir devrimcidir. O, devrimin isyandaki köklerini hiçbir vakit unutmamış ve devrime manevî köklerini her daim hatırlatmıştır. Ancak Mao, Kültür Devrimi’nin kimi korkulara yol açtığı dönemde, had ya da “ölçüt”le ilgili herhangi bir anlayışa da başvurmamıştır.
Castro için devrimci politik pratik, yani Tarih’i sınıf perspektifinden inşa etmek, politika içre ilkeli bir duruşla uyum hâlindedir. Bu duruş, ne Sartre’ın ne de Camus’nün mümkün olabileceğini düşündükleri bir şeydir. Fidel, mazlumun şiddetini meşrulaştırıp uygulamıştır. O, ayrıca ABD ve SSCB’ye eş mesafede durmayı da kabul etmemiştir. Bu anlamda Sartre’a yakındır. Ancak öte yandan da mazlumun ortaya koyduğu her türden şiddet eyleminin arzulanabilir ya da meşrulaştırılabilir bir şey olduğunu da düşünmez. Bu noktada ise Sartre’a nazaran Camus’ye yakındır.
Fidel Castro, muzaffer Kübalı nesillerin 2 Aralık 1956’da adaya demir atan Granma isimli isyan gemisindeki gerilla “babalar”ının çektikleri cefalar ve onlardaki idealizmi yeniden keşfettikleri uluslararası sorumluluk tarzı aracılığıyla devrimci durumu isyana ait kökleri ile tanıştırır. Mao’nun aksine o, şiddet pratiğindeki sınırları kendince gözlemler. Dostoyevski ve Nietzsche’nin aksine, Castro’ye göre, her şeyi yapmaya izin yoktur. Bu bağlamda o, Bin Ladin’le tezatlık teşkil etmekle kalmaz, ayrıca Lenin, Troçki ve Stalin’den de ayrışır. “Marksizm ve Terörizm” ve “Bizim Ahlâkımız Onların Ahlâkı” isimli çalışmalarında II. Enternasyonal mensubu sosyal demokratlara (özellikle Kautski ve Menşeviklere) verdiği cevaplarda Troçki, hiçbir ahlâkî endişe ile kendisini sınırlandırmayan kitle terörüne ilişkin açıktan meşrulaştırıcı kimi tespitlerde bulunmuştur.
İktidar ve Fazilet
Fidel Castro’nun ahlâkî-etik ilkesi, özellikle ondaki sınırlandırılmışlık ve ayrıştırılmışlık boyutu, bir dizi etmene bağlıdır. Bir yığın işgale ve bağımsızlık savaşına tanık olmuş olan Küba tarihi şiddet yüklüdür. Castro’nun büyüdüğü ve politik pratik içine girdiği Küba bir şiddet alanıdır. 1933 yılı bir devrime, kırklı yıllar ise ayaklanmalara sahne olmuştur. Üniversite ortamı da aynı şekilde şiddetten kendisine düşen payı alır. Okul, devlet beslemesi hâline gelmiş silâhlı çetelere dönüşmüş eski politik militan gruplarla doludur. Castro, devrim için dövüşüp, iktidar talebi ile hareket ettiği dönemde karşısında bir dizi silâhlı örgüt bulur. “O, sahip olduğu güdüler ve iman ile yaşananlara karşılık verme gereği duymuştur.”[5] “Politikaya yönelik meyli, sokakta akan hayata olan yakınlığı ve en önemlisi şiddete dayalı eyleme dönük tutkusu, ona zamanla bir harekete önderlik edecek ideal insan tipini kazandırır.”[6]
Son olarak, belki de en önemlisi şu ki, Castro bir savaş adamıdır; resmî anlamda hiçbir askerî eğitime tabi tutulmamışken, şiddet eylemlerine iştirak etmiş, büyük askerî kışlalara saldırı tertiplemiş, tutuklanmış, serbest bırakılmış, ardından gerilla savaşı başlatmak için ülkeye geri dönmüş, Latin Amerika’daki silâhlı devrimi desteklemiş, diğer kıtalara Kübalı gönüllüler göndermiş, ABD destekli Domuzlar Körfezi saldırısına karşı Küba’yı müdafaa etmiş, Afrika’daki (Angola ve Etiyopya/Somali) iki büyük savaşa katılmış, taktik ve strateji işlerine girişmiş, Angola’da önemli kampanyalar tertiplemiş, dünyanın en güçlü askerî gücü ABD ile yaşanacak olası savaşa karşı kendisini sürekli tetikte tutmuştur.
Castro liderliği, bir ucunda araçlar hususunda her türlü endişeden muaf durmanın, diğer ucunda ise devlet iktidarını elde etme, kullanma ve onu bırakmama hedefine kitlenmenin durduğu politikanın her iki karşıt kutbundan da sakınan bir liderliktir. İkinci kutba ilişkin, Fransız Devrimi’ni takip eden süreçte, Rus Devrimi’nde ve Çin’deki Kültür Devrimi’nde bolca örnek bulmak mümkündür.
Nikaragua Devrimi ve Meksika’daki Zapatistalar ilk kutbu örnekler. Hümanist devrimcilerden müteşekkil bir teşkilât olarak Sandinist Millî Kurtuluş Cephesi (SMKC), 1990’da (Rosa Luxemburg’un tahayyül etmiş olduğu) dolaylı ve doğrudan demokrasiyi birleştiren bir modelin öncülüğünü yapmak ister.[7]
Gorbaçev liderliğindeki Sovyet komünistleri de bu sonucun klasik bir örneğini teşkil ederler. Zapatistalar klasik politika yaklaşımından bile isteye kaçınırlar, devlet iktidarı iddiasından uzak dururlar ve kendilerini periferide özerk bir alan açmakla sınırlandırırlar.
Fidel Castro ise durmak nedir bilmeksizin, düşmanın elinden devlet iktidarı denilen mülkü almaya odaklanmış, Sandinistlerden (1990) ve farklı bir yolu takip eden Gorbaçev’den ayrı olarak, devlet iktidarının devrimin elinde kalması hususunda asla kumar oynamamıştır.
“Bir yandan konuşmaya hazırlanırken bir yandan da tabancasını kabzasından çıkarttı ve masaya koydu. İfadesi gayet açıktı. […] Sarf ettiği cümle, ‘devrim içre ise her şey, devrime karşı ise hiçbir şey’, tüm süreci özetleyen bir niteliğe sahipti. […] Onun izahatına göre, devrimin hakları vardı, ilk hakkı da var olma hakkıydı.”[8]
Tefekkürünün ve eyleminin gerçekçi boyutu ile ilgili olarak Castro gayet nettir:
“Ancak öte yandan bizler aynı zamanda gerçekçiyiz -gerçekçi değilseniz savaşı kaybedersiniz, sorunların farkında olmanız gerekir. Başka bir ifade ile iyimser aynı zamanda gerçekçi olmalı, henüz insanlık arif olduğu hususunda yeterince kanıt sunmuyor olsa da ona inanmalısınız.”[9]
Gerçekçi tespitine karşın “her türlü yola başvurma”yı telkin eden öğretiyi uygulamaya sokmaz ve (sıklıkla zora başvuran, şiddete dayalı) araçlarla (devrimci) amaçlar arasında belli bir oranı sürekli gözetir.
Devrimci mücadelelerin genel niteliği, masumiyetin kaybıdır. Masumiyetin kaybı, öz kontrolün ve şiddet kullanımındaki seçiciliğin kaybı ile sonuçlanır. Başlangıçta ne denli idealist olunursa olunsun, yaşanan baskının yarattığı şok devrimci hareketlerde belli bir metamorfozu da beraberinde getirir. Baskı, işkence ve mahkemeye bile çıkartılmaksızın yapılan infazların sonucu yapılacak hatadan çıkartılacak ilk ders, hareketin yeterince katı olmadığı olacaktır. Zalimin genel tavrı isyana bir biçimde yansır. Her iki taraf intikam duygusunda birleşir.
Fidel Castro liderliğindeki Küba Devrimi, sözkonusu gaddarlaşma sürecinden uzak durur. Moncada sonrası 26 Temmuz Hareketi’nin önayak olduğu şiddet ve idamlar coğrafî planda geniş bir seyir izlemez. Batista güçlerinin Granma’nın ülkeye ulaşması sonrası ve savaş süresince ayrımsız uyguladıkları baskı politikası İsyan Ordusu’ndan aynı türden bir cevap bulmaz. Mücadelenin hiçbir uğrağında rejimle devrimci ordu arasında ahlâkî düzeyde belli bir denklikten söz edilemez. Castro, 1985’te Latin Amerikalı sendikacılara yaptığı konuşmada, bunun temel nedeninin şahsî değerler ve inanç kümesi olduğunu söyler:
“İşkencecileri ve canileri saflarımızdan attım ancak hasmım bile olsa, gelişme kaydeden hiç kimseyi kovmadım. Zira ben mahkûmları katledenlerden, cinayet işleyenlerden nefret ediyorum ama savaş alanlarında dövüşen insanlardan da asla nefret etmiyorum.”[10]
İç ve dış düşmanlarla yüzleştikleri noktada iktidar hususunda soğukkanlı ve seçici bir tutum takınan birçok devrimci öncü süreç içinde sözkonusu soğukkanlılıklarını zamanla yitirmiştir. Küba örneğinde devrim sonrası dönemde beş ilâ yedi bin civarında[11] düşman unsur idam edilmiştir. Ancak gene de mağlup orduya dönük plebyen tutkularla, vatanseverlik ya da sınıf mücadelesi adına, kitlesel bir terör ya da kolektif bir cezalandırma işlemi uygulanmamıştır.
Kurtuluş mücadeleleri ve devrimleri, tanımlanması olası kimi güzergâhları takip etme ve öngörülebilir şablonlara sahip olma eğilimindedirler. Bunlar, çoğunlukla kimi tavizler ya da askerî darbeler aracılığıyla mağlup edilirler veya akim kılınırlar. Burada genelde politik irade, örgütsel beceri ve stratejik açıklık zafiyeti rol oynar. Bazen muzaffer olsalar da ülke içindeki karşı devrimle müttefik dış müdahaleler eliyle devrilirler. Bazen de ilk hedeflerine ulaşma noktasında başarılı olurlar: ilk elden zalimi devirirler, ülkedeki tiranlığı ya da yabancı işgalciyi kovarlar, ancak mevcut zulme ve sömürüye dokunmazlar ve toplumsal kurtuluş vaadi fiiliyata dökülmez.
Bu, kaçınılmaz olarak, aşağıdan gelen, ya devrimi zayıflatan haine karşı ya da ilk amaca ve/ya gizli vaadin fiiliyata dökülmesini amaçlayan ikinci bir mücadele dalgası ile cevaplanır. Sözkonusu ikinci dalga, politik kurtuluşun ekonomik ve toplumsal kurtuluş tarafından takip edileceğini söyleyen şiarı üstlenir.
Bazen devrimler hiçbir kesintiye maruz kalmadan, görece daha radikal bir aşamaya geçerler. Devrimler, ya toplumsal taleplerin ya da yabancı işgali ve ülke içindeki karşı devrim gibi unsurların tasfiyesi gibi devrim sonrası momentin kimi ihtiyaçları uyarınca hareket ederler. Ardından bu radikalleşme itirazla ve yeni bir toplumsal muhafazakârlıkla yüzleşir. Bu gelişme, görece daha köklü bir politik tiranlıkla sonuçlanan ve onun tarafından ezilen, “aşağıdan gelen ikinci bir dalga”yı tetikler.
Castro liderliğindeki Küba, hem iç hem de dış dinamiklerin bu türden karşı dirençlerine meydan okumayı bilmiştir. Ülke en geniş katılımı kucaklamayı bilmiş, politik kurtuluş sonrası görece daha radikal toplumsal adalet ve eşitlik hedeflerine doğru ilerleyebilmiştir.
Bu süreç, devrimin dış dünya ile ilişkilerinde de yankısını bulmuştur. Devrimler, mevcut devletler sistemine boyun eğmek ve ona uyum sağlamak için kendilerini ihraç ederler. Bu ihraç gayreti, onları kendilerini devletlerarası ilişkilerle sınırlandırmaları ile sonuçlanır. Oysa devrimler, başarılı olmak ve yeni ilhakçı imparatorlukların arasına karışmak niyetindedir. Devrim, evrensel misyonunu unutur ve kendi ulusal kabuğunda sıkışıp kalır.
Küba Devrimi, ABD’nin husumeti karşısında gayet cüretkâr ve azimlidir. O, ABD hükümeti ile Amerikan halkının kendisine dönük uzak duruşunu her daim deneyimler. Yıkılmamak için ciddi bir kararlılık gösterir, ancak kültürel yakınlığa ya da terörizme de asla meyletmez. Tam bağımsızlığını muhafaza ederek, sadece Sovyetler ile müttefik olur. Bu bağımsızlık onun Sovyetler çöktükten sonra da psikolojik, maddî ve stratejik açıdan ayakta kalmasını sağlar. Kendisine yönelik tecrit politikasını hasımlarının dünyasına teslim olmadan ve etkileşimi savuşturmak amacıyla yakınlaşmadan aşmasını bilir. Kökleri ulusal olandadır ama asla onunla da sınırlı değildir. Ülke, enternasyonalizmini kurtuluş hareketleri ve çeşitli politik liderlerle dayanışma içinde olmak suretiyle ortaya koyar. Askerî ve insanî kimi gayretler içinde olur. Stratejik ortamının ötesine geçerek kendi ulusal güvenliğini ilgilendirmeyen davalar için kan döker. Bu mücadelelerde tek bir ekonomik kazanç gözetmez ya da askerî gücünü artırmaya niyetlenmez.
Varşova Gettosu ayaklanmasının yıldönümlerini anar ve kendi içindeki Yahudi azınlığın tatil günlerine saygı gösterir. Suriyelilerle omuz omuza dövüşmek için 1973 ve 1975’te bir tank birliği gönderir. Golan Tepeleri’nde İsrail Savunma Güçleri’nin zaferine tanık olur. Çoğunlukla silikleşen, antisyonizmle antisemitizm arasındaki sınır çizgisini her daim gözetir.
Akıl ve kalpteki bu vasıfların teşkil ettiği özgül bileşim, Küba Devrimi’nin lideri ve stratejisti Fidel Castro’nun politik fikriyatı ve rehber niteliğindeki ideolojisi kavranmadan anlaşılamaz.
Ahlâk ve Politika: İkileme mi Üçleme mi?
“Doğru ve yanlıştan bahsetmemiz gerek” başlığına sahip 10. bölümüyle After Marxism[12] kitabının yazarı, siyaset felsefecisi Ronald Aronson’a göre Marksizm mevtadır ve dolayısıyla Marksizmin sırrındaki esasa ilişkin ahlâkî yönleri açığa çıkartacak ve bunları merkeze yerleştirecek radikal bir projeye ihtiyaç vardır.[13] Onun mezar taşındaki söz, postmarksist ahlâkî özgürleşme projesine ilişkin önerilerce takip edilmektedir. Kanaatimce Fidel Castro’nun Marksizmi, tam da böylesi bir ahlâkî-etik yöne işaret etmektedir.
Aronson, Marksizm içindeki sıcak ve soğuk su akıntılarına dikkat çeker: tutku ve soğuk zekâ. Ona göre, Marksizmin gücü her ikisini birleştirme becerisine dayanır. Ancak sosyalizm (en genelde devrim) tarihi, bu birleşmenin yeterli olmadığını göstermektedir. Lenin, akıl ile tutkunun birliğini temsil eder. Ancak onun da rol modeli Jakobenlerdir. Dolayısıyla o, 1917 sonrası kolektif cezalandırma türünden ahlâkî korkulardan kaçınmak için yeterli değildir. Bu müdahaleler Stalinizmi koşullamıştır.
Benim fikrimce akıl ile kalp arasındaki bileşim yeterli değildir. Bizim, vicdanın akıl ile tutku arasında arabuluculuk yaptığı, akıl, kalp ve ruhtan oluşan bir üçlemeye ihtiyacımız vardır.[14]
Politikada ahlâkın adı kötüye çıkmıştır. Ahlâk vurgusu, iki alternatif sonucun doğmasına yol açar: ya bulanık bir “kendini iyi hisset” teorisini, etikle ittifak hâlindeki, etkin bir politik müdahale için gerekli, sarih bir analize ve neden-sonuç ilişkisine dayalı değerlendirmeye alerjik yaklaşan bir yaklaşımı ya da fanatizmi ahlâkîleştiren bir eğilimi koşullar. Fidel Castro ve Küba’nın da gösterdiği üzere, her iki sonuca da teslim olmaksızın, ahlâk politika için bir mihenk taşı olabilir.
Komünizm ve Hristiyanlık
Sheldon B. Liss’in gözlemine göre Castro: “politikada ahlâkî mecburiyetlere inanan” bir isimdir.[15] Castro’daki ahlâkî boyut, Armando Hart’ın tespiti ile, “insan tefekkürünün ve hislerinin en önemli iki tarihsel membaı” olan Marksizm ve Hristiyanlık’tan müteşekkil özgül sentezden türemektedir.
Nikaragua Devrimi’nin gerçekleştiği, Orta Amerika’daki devrimci ayaklanmanın geri püskürtüldüğü günlerde Fidel Castro, Marksizm ve Hristiyanlığı yeniden canlandıracağını düşündüğü Marksistlerle Hristiyanlar arasındaki yakınlaşmaya dair fikirlere katkı sunar:
“Bir seferinde Şili’de ve bir de Jamaika’da Hristiyanlarla Marksist-Leninistler arasındaki stratejik ittifaktan söz etmiştim. […] Eğer başlangıcında Hristiyanlığın fukaranın dini olarak ortaya çıktığını, Roma İmparatorluğu’nda kölelerce sahiplenildiğini, bunun nedeninin de onun insana dair ahlâkî öğretilere dayanması olduğunu akılda tutarsak eğer, Romalı kölelerin o günkü Hristiyan ruhuna geri dönen Hristiyan kilisesi ve diğer dinlerin dürüst liderleri ile ilişki kurması, devrimci hareketin, sosyalist hareketin, komünist hareketin ve Marksist-Leninist hareketin yararına olacaktır. Dahası sosyalizm ve komünizm ile birlikte Hristiyanlık da bu ilişkiden yarar sağlayacaktır.
Ayrıca Nikaragua’daki bazı dinî liderler bizim neden sadece stratejik ittifaktan söz ettiğimizi, Marksist-Leninistlerle Hristiyanların birliğinden neden söz edilmediğini soruyorlar bizlere.
Emperyalistler bu hususta ne düşünürler, bilmiyorum. Ama ben bu formülün şiddetli tartışmalara yol açacak bir formül olduğuna kesin olarak ikna olmuş durumdayım.”[16]
Castro’ya göre, kendisindeki ahlâkî kanaatlerin iki ayrı kaynağı olan komünizm ve Hristiyanlık arasında bir süreklilik ilişkisi vardır: “Gericilerin komünizmden daha fazla nefret ettiği bir şey varsa o da her daim Hristiyanlık olmuştur.”[17] Ona göre, söz konusu temas, Katolik rahibelere yardım etmek suretiyle gerçekleştirilebilir:
“Salt saygıdan söz etmiyoruz. […] Daha önce de Ulusal Meclis’te dediğim gibi, yetimhanelerde faaliyet yürüten rahibeler komünizme ait bir model ortaya koymaktadırlar. Bu davranışlarında maneviyat, fedakârlık ve yardımseverlik vardır.”[18]
Castro’daki ahlâkî formasyon en açık ifadesini, Angola bağlamında ve ülkesinin uyuşturucu kaçakçılığına adının karıştırılmasında verdiği tepkilerde bulur. Şu cümleleri, 1989’da bu türden suçlara karışan ve idam edilen Arnaldo Ochoa olayından dört yıl önce sarf eder:
“Karayip ülkeleri arasında Küba hapiste en fazla uyuşturucu kaçakçısı barındıran ülkedir. […] Neredeyse Karayiplerin polisi hâline geldik ve ABD’nin bu hizmetimizden ötürü bize neden para ödemediğini de merak ediyoruz ayrıca. […] Bize neler teklif ettiklerini bilemezsiniz. Bu yeraltı insanları ne kadar da arsız oluyorlar. Dövizle ilgili sorunlarımızı çözdük, artık yabancı para kaynaklarına ihtiyacımız yok. […] Bu meseleyi ahlâkla mı, Hristiyan okullarında öğrendiğim Hristiyan ilmihalleriyle mi çözmek gerekiyor bilmiyorum ama bana göre bu Hristiyan ahlâkına ve Marksist-Leninist ahlâka ait bir sorundur, bizim bunun ikisine de bakarak hüküm vermemiz gerekmektedir.”[19]
Kurtuluş teolojisinin Medellin Piskoposlar Konferansı ile birlikte Latin Amerika’da ortaya çıkışından on yıl önce Castro, halk önünde Hristiyanlığı radikal ifadelerle yorumlamaya başlamıştır bile. Şüphe yok ki bu, kendisini içinde bulduğu mevcut duruma verdiği tepkidir. Bir yandan Küba Kilisesi devrime ve reformlara karşı tavır sergilemekte, bir yandan da Castro, İspanya Cumhuriyeti’nde Katolik Kilisesi’nin oynadığı karşı devrimci rolü bilmekte, Küba halkının yüzde doksanının Hristiyan olmakla birlikte Katolikliğe ya da senkretik bir inanç sistemi olan Santerya’ya bağlı olduğunu görmektedir.
Castro, Fransız, Rus ve Çin devrimlerinin ya da İç Savaş esnasında Cumhuriyetçilerin tuttuğu yolu tercih etmez. Bu devrimlerde dinî hiyerarşiye ve kurumlara yönelik fizikî ve kanlı kimi saldırılar gerçekleştirilmiş, devrimler inançlarından ötürü sıradan insanlara da zulmetmişlerdir. Castro, kendi devrimindeki resmî kilisenin saldırılarına karşı sağlam durur. Aynı zamanda Vatikan’la arasındaki diplomatik ilişkileri de asla koparmaz. En önemlisi Castro, kenardan dolaşarak, ilk önce partisini ateist bir zeminde tutar (seksenlerde bu politikasını terse çevirir), bir yandan da devrimi meşru kabul etmeleri için yurttaşlarının Hristiyan inançları ile temas kurar. Onları devrimi ya da en azından radikal reformları desteklemenin İsa’nın mesajını muhafaza etmek olduğuna inandırır. Artık iyi bir Hristiyan olmak, iyi bir devrimci olmak demektir.
“Pratikte tarım reformu kanununun uygulamaya konulması “ahlâkî hükme” nazaran daha kolay oldu. […] Bu sadece gerçek devrimciler, yani “elindeki her şeyi bırakıp beni takip edin” demeye istekli olanlar içindi. İlk Hristiyanlarla kıyaslandığında Katolik Kilisesi’ne İsa’nın öğretilerinin de ciddi bir muhalefetle yüzleştiği söylendi. Bu öğretiler, mağrur bir toplulukta değil, Filistin’in alçakgönüllü insanlarının kalplerinde gelişti.”[20]
Hristiyanların Castro’nun stratejik ortakları olduğu ama bir yandan da onun dünya görüşünün membaı olan Hristiyanlığın politik görüşünün ahlâkî boyutunun kaynağı olduğu tespitini yapmaktan kaçınmak esasta mümkün değil. 1985 tarihli Washington Post mülâkatının da ifşa ettiği üzere, o “öğretim hayatı boyunca dinî eğitim almış, dahası kiliseye, dine ve dinî faaliyete ait tüm deneyime sahip bir kişi”dir.[21]
Buradaki kilit nokta, onun Kilise’den ayrıştırılmış İsa Mesih figüründen ilham almış olmasıdır. Katolik ve Protestan kiliselerinin tarihi kıyımlar, işkenceler ve suçlarla örülüdür. Birçok tarihçi, komünizm ve Kilise’nin engizisyon faaliyetleri arasında paralellik görmektedir. Esas olarak Kilise’yi bilen Castro da silâhsız muhaliflerinin kanını dökme noktasında kendisini haklı çıkartan bir gayret içindedir. Ancak İsa onun rol modeli olduğundan o Castro’nun conscienzia’sı, yani bilinç ve vicdanın bileşkesi dâhilinde ahlâkî bir muhafız olarak iş görür. Bu, Castro’nun İsa’yı her zikredişinde kendisini ele veren bir özelliktir.
“O kendisini İsa’ya çok yakın hisseder; Mart 1959 tarihli, paskalya bayramı öncesi yaptığı bir konuşmada şunları söyler: ‘Kendisinin hem Hristiyan hem de ırkçı olduğunu söyleyenler var. Bunlar hissiz ve uyuşuk bir topluma hakikati söyleyen İsa gibi birisini çarmıha gerdiler. İsa Mesih’i neden çarmıha gerdiler? Tüm bu kutsal hafta boyunca bu tip konular üzerinde konuşalım. O’nu bir şey için katlettiler. Bunun basit bir nedeni var: çünkü O hakikati savundu. Çünkü O toplumu değiştirmek isteyen bir reformcuydu. Çünkü O, sözkonusu toplum içinde Ferisiliğe ve ikiyüzlülüğe karşı savrulan bir kırbaçtı. Çünkü İsa için ırk yoktu, zengine nasıl davranıyorsa fakire de öyle davranıyor, siyahla beyaz arasında ayrım gözetmiyordu. Hakikati anlattığı bu toplum O’nun vaazlarını hiç affetmek istemedi ve hakikati dillendirdiği için O’nu çarmıha gerdi.”
Antonio Nunez Jimenez’in belirttiğine göre, "1959’da, yeni Toprak Reformu Enstitüsü’nün görevlileri önünde yaptığı 'gizli konuşma'da Castro, şunları söylüyor: 'Devrim artık devrimci olurken yaşanan dönüşümün kahrını çekenlere yer açan romantik bir şey değil. O artık ‘Elinizdeki her şeyi bırakın ve beni takip edin’ diyen İsa’nın öğretisiyle uyum içindedir. İşte gerçeklik budur.' Aralık ayında devrimin müdafaasına ilişkin televizyonda yaptığı konuşmada ise Havana’daki Roma Katolikleri Kongresi’ne neden katıldığını açıklıyor: 'İsa’nın vaazları pratiğe döküldüğünde, dünyada devrimin gerçekleştiğini söylemek mümkün olacaktır. […] Çünkü dinî bir okulda eğitim aldım ve İsa’nın öğretilerinin önemli bir kısmı hatırımda. O’nun Ferisilerin amansız düşmanı olduğunu biliyorum. […] İsa’nın zulme uğradığını kimse unutamaz. O’nun çarmıha gerildiğini kimsenin unutmasına izin vermeyelim. Uğruna dövüştüğü vaazları ve fikirleri unutturmayalım. Bu öğretiler mağrur bir toplulukta değil, Filistin’in alçakgönüllü insanlarının kalplerinde gelişti.' Yirmi beş yıl sonra Fidel Castro, rol modeli ve Küba sosyalist devriminin felsefî temeli olarak İsa’ya başvurmaya devam ediyor.”[22]
En açık ve en samimi ifşaat gene kendisinden gelir:
“Evde, okulda, tüm çocukluğum ve yetişkinliğim süresince, hatırlayabildiğim kadarıyla, İsa Mesih en aşina olduğum isimlerden birisiydi. O günden beri devrimci hayatımda, daha önce size söylediğim üzere, gerçek anlamda dinî bir inanca sahip olmadım, tüm çabalarım, dikkatim ve hayatım politik bir imanın geliştirilmesine adanmıştı, bu imana kendi kanaatlerim üzerinden ulaşabildim. […] Hiçbir vakit politik ve devrimci düzeyde sahip olduğum fikirlerle, hatırlayabildiğim kadarıyla, bana çok tanıdık gelen olağanüstü o figüre, o sembole ilişkin fikrim arasında herhangi bir çelişki görmedim.”[23]
Castro’nun şahsî dostu olan Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez[24], konuyla ilgili şu hikâyeyi anlatıyor:
“Bir kez daha, Kongre’deki iki partiye mensup üyeler ve hatta bir Pentagon subayı önünde o Galiçyalı ataları ve kişiliğinin oluşumunda oldukça faydalı olduğunu düşündüğü kimi ahlâkî ilkeleri kendisine aşılayan Cizvit papazlarına ilişkin oldukça gerçekçi bir değerlendirme yaptı. Konuşmasını şu şekilde bitirdi: ‘Ben bir Hristiyanım’. Bu söz masanın üzerine bir bomba gibi düştü.”[25]
1998 tarihli CNN/BBC mülâkatında Castro, o günün dünya durumu üzerine fikir beyan eden, gözlemleri ve sloganlarıyla etkili olan bir isme tekrar tekrar atıfta bulunur, bu kişi Papa II. John Paul’dür. Müteveffa papa, küreselleşme ile ilgili olarak Castro’ya paralel fikirlere sahip bir kişidir. Üstelik Castro’ya göre, Karl Marx’ın proleter enternasyonalizmi ile Papa’nın “dayanışmanın küreselleşmesi” tespiti arasında yakınlık mevcuttur.[26]
Castro, sosyalizmin çöküşü ve gelecekle ilgili tahminler noktasında köklerine, Hristiyanlıkla ilgili bilgisine geri döner. O tüm sosyalist geleneği Marksizmle eşitlemez. Fikirler tarihine dalar ve teselli için iki kaynak bulur. İkinci kaynak, Fransız filozofların fikirlerindeki süreklilik ve canlanmadır. Her ne kadar Fransız Devrimi bu iki önemli hususu ezmiş, halefi olan Napolyon devrimi yoldan çıkartmışsa da söz konusu kaynak hâlâ önemlidir. Castro’nun tespit ettiği ilk kaynak ise Hristiyanlık tarihidir:
“Siz Marksizmden ve sosyalizmden dem vurdunuz, bense başka şeylerle kıyaslama yapmak istemiyorum ama kanaatimce Hristiyanlık Roma mezarlarına gömülmüş olabilirdi. Romalılar, Kudüs’ü işgal edip Yahudileri ve ilk Hristiyanları kovduklarında kimse Hristiyanlığın Roma’nın pagan fikirleri üzerinden hayatta kalabileceğini ve bir milyardan fazla müridi ile büyük bir dünya dini olabileceğini düşünemezdi.”[27]
Sosyalizm ve Marksizmin o vahim yıkılışıyla ve insanları seferber edip yüreklendirirken bir ânda yeni bir çağla baş başa kalan Castro, bir teselli, ilham ve örneklik olarak Hristiyanlık tarihine başvurur. Bu yönelim de Hristiyanlığın onun düşüncelerinde ne denli güçlü ve önemli bir etkiye sahip olduğunu gösterir. Gördüğümüz üzere, Castro’nun Hristiyanlığa dönük başvurusu, salt dinî kişilikler ya da Batılı seyircilerle kurduğu muhabbetin bir unsuru değildir. Militan Latin Amerikalı kadınlarla yaptığı bir toplantıda bile ahlâk bağlamında Hristiyanlığa atıfta bulunur:
“Kendimizi o geleceğe teslim edebilir miyiz? Bu gelecek Katolikliğin mi, Hristiyanlığın mı yoksa Marksizmin mi geleceği? […] Sizlerin bir komünist ya da sosyalist olmanıza gerek yok. En temel ahlâkî manada sadece birer Hristiyan olun yeter. Şunu söylemelisiniz: geleceğe uzanan dünya en temel ahlâkî ilkelere aykırı olan bir seyir içerisinde. Hayır, bu doğru değil. Bir Hristiyan şunu söyleyebilir: Bu dünya, en temel Hristiyanlık ilkelerine aykırı bir seyir içerisinde.”[28]
Tüm sözlerinde Castro, Katoliklik, Hristiyanlık ya da Marksizm arasında organik bir ortaklık ya da süreklilik görür. Hristiyan ve sosyalist etik arasındaki değiş tokuşa ve örtüşmeye bakar.
1985’de borçların ertelenmesi ile ilgili olarak Latin Amerikalı sendikacıların düzenlediği bir konferansta şunları söyler: “Haça kılıçtan daha fazla saygı duyuyorum.”[29] Sömürgeciliğin ve onu takdis eden Hristiyanlığın rolünün eleştirildiği bir konuşmada silâhlı mücadele öğretisi ile birlikte anılan Castro gibi bir ismin tüfek yerine mecazî olarak “kılıç” sözcüğünü kullanıp bu türden bir cümle kurması gerçekten önemlidir.
Fidel ve Cizvit Duruşu
Marksizm, kendisinden önceki fikirleri miras alıp aşmak ve tarihi bilim alanına taşımakla övünüp süreklilik yerine sıçrama ve kopuşa vurgu yaparken, Castro açıktan ve bilinçli bir şekilde farklı bir halı örer. Bu örme işleminde Marksizm muhtemelen en kalın olan iptir ama gene de hâkim rengi o vermez.
Castro tüm fikirler alanını birbirine bağlar ve bu noktada adalet anlayışının motive ettiği eski ideoloji formlarını ortaya çıkarmak için kazı yapar. Elde edilen değerler arasındaki ortaklığın ve fikirlerin teşkil ettiği geleneğin ana niteliği ahlâkîdir ve toplumsal adalete vurgu yapar. Her ikisi el ele ilerler, birbirlerine bağımlıdır ve birbirlerinden türemişlerdir. Esas olarak Hristiyanlığa ve genelde tüm dinlere dönük başvuru, bu dinlerden türeyen ortak ahlâkî şarta dönük vurgu, iyi ile kötü ayrımına ilişkin derinlikli fikriyatla ilgili analiz ile birlikte ilk dönem ütopyalarına verilen önem, Castro’nun Marksist ve komünist fikriyata yönelik en büyük katkısıdır.
“Devrimci fikriyatın ve en iyi ahlâkî, insanî fikirlerin tüm dinlerde, her türden otantik dinde zuhur etmiş olması gerek. […] İnsanlık tarihinin başlarına dek uzanan birçok fikrin ahlâkî ve insanî yönünü yüklenmeliyiz. İsa’nın fikirlerinden bilimsel temele sahip, âdil ve derinlemesine insanî olan sosyalist fikirlere kadar. Bunlar Karl Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Marti’nin, Fransız Devrimi'ni önceleyen Avrupalı Ansiklopedistler'in ve bu yarımkürede verilen bağımsızlık mücadelelerinin kahramanlarının fikirleridir.”[30]
Bu alıntı önemli, çünkü Castro’nun desteklerini almaya çalıştığı dindar isimlerin bir toplantısında sarf edilen cümleleri ihtiva etmiyor. Bu sözler, küreselleşmeyi tartışan iktisatçıların bir toplantısında söyleniyor. O, Marx ve Engels’i insanî fikriyatın içindeki bir geleneğin içinde görüyor ya da onları oraya yerleştirmeye çalışıyor (Castro’nun onlardan ayrıca bahsetmesi dikkate değer) ve daha da ilginci, bu listeye “duygusuz” olarak bilinen Lenin’i de ekliyor. Böylelikle Castro, ütopik ve bilimsel sosyalizm ya da ideoloji ile bilim arasındaki ayrımı dikine kesiyor.
Kahramanlık ve Değerler Sentezi
Fidel Castro, araçların da amaçlar kadar önemli olduğunu, özgürleşmeye dönük amaçların tarihteki en onurlu ülküler olarak görülmesi gerektiğini, bu türden amaçların da onurlu araçlara ihtiyaç duyduğunu söyler. Ayakta kalışının da gösterdiği üzere, araçların doğru seçilmesi ile şiddetin “iyi” kullanımı, iktidarın ele geçirilmesi ve muhafazası için önemlidir. Castro’nun kahramanlık anlayışı da onurlu amaçların hizmetindeki şiddet araçlarının kullanımı ile birleşir.
İktidarın ele geçirilmesi ve muhafazası gibi politikanın geleneksel yönlerinde elde ettiği başarı ile Castro, paradoksal biçimde, başarının geçerlilik ve doğruluk ölçütü olduğu fikrini reddeder. Şans, tesadüf, fırsat ve olumsallık gibi hususların altını çizen Castro, Kübalı devrimcilerin mücadelenin çeşitli noktalarında zarar görebileceklerini ve kısa sürede yok edilebileceklerini ama bu tür bir mağlubiyetin onların, fikirlerinin ve politik hatlarının yanlış olduğu anlamına gelmeyeceğini söyler. Ona göre, pudingin kanıtı onun yenmesinde değildir. Bu suretle Castro, iradenin ve tercih yapmanın, yani öznel faktörün önemini vurgular ama bunu Lenin’den farklı bir biçimde yapar.
Lenin’e göre, iradeye en ileri bilimsel fikirler eşlik etmeliyken Castro’ya göre, son tahlilde belirleyici olan, yeni değerler sentezine sahip kahramanca bir duruştur. Bu noktada onun, Marx ve Engels’in karşı çıktıkları bir sima olarak Don Quixote’ye selâm durması önemlidir. Marx’a göre, Cervantes’in Don Quixote’si şövalyeliğin her türden üretim tarzı için uygun olmadığının delilidir. Bu gözlem, onların bilimle “ütopik sosyalizm” arasında tespit ettikleri ayrımı resmeder. Castro’nun konuşmalarının bulunduğu veritabanı tarandığında en az iki yüz konuşmada onun La Manchalı adam hakkında konuştuğu görülecektir. Fidel, Küba’nın tüm dünya genelindeki askerî ve insanî yardıma dayalı faaliyetlerini bile Don Quixote’nin ruhuna benzetir: “Tüm dünyada hacılar, misyonerler, birer Don Quixote gibi dolaşıyoruz; sadece askerlerimiz değil, doktorlarımız, öğretmenlerimiz ve mühendislerimiz de her yerde faaliyet yürütüyorlar.”[31] Fidel ile yaptığı şahsî sohbetleri toplayan George Galloway’e göre, Don Quixote’ye dönük yakınlığın izleri, onun üzerindeki Cizvit etkisinde, ona eşlik eden faziletlerde bulunabilirler:
“Cizvitlerin bağlı olduğu Aziz Thomas Aquinas, idealizm ile akıl arasındaki uyumun önemini öğretirdi. Cizvitler bu öğretiye, İspanyolcası caballero olan şövalye ülküsünü, yani Don Quixote ülküsünü eklediler. Öğretiyi alçak gönüllülük, sebatkârlılık ve fedakârlılık gibi hasletlerle yoğurdular. Don Quixote’nin kapitalizm öncesi ahlâkî değerleri esasta Anglo-Sakson dünyasında yeterince anlaşılamadı ama Hispanik kültürlerde Don Quixote, Fidel’de görüldüğü üzere, büyük bir kahraman olarak görüldü.”[32]
Bu noktada Küba’da Castro’nun zaferi sonrası basılan ilk kitabın Cervantes’in o büyük romanı olduğunu söylemek gerek. Küba Kültür Bakanı Abel Prieto’nun da belirttiği üzere:
“Kübalı yazar Alejo Carpentier idaresinde 1960 yılında ulusal yayınevi tesis edildiğinde, Devrim sonrası yayımlanan ilk kitap ne bir Marksist ders kitabı ne de Lenin’e ait bir konuşma idi. […] İlk kitap La Manchalı Don Quixote’ydi. Fidel bu kitabı çok seviyordu. Tüm zamanların en önemli romanıydı o. Kitap, devrimin millîleştirdiği gazete matbaasında basıldı. İlk baskı, gazete kâğıdına yüz bin nüsha olarak yapıldı. O gün için çılgın bir rakamdı bu. Ama oldukça güzel bir çılgınlıktı. Gustave Dore elinden çıkma çizimler vardı içinde. Toplam dört ciltti, hepsi 25 kuruştu, bir pezo civarı bir bedel. Gazete stantlarında, gazetelerle birlikte okura sunuldu. Bu oldukça eğiticiydi. Fidel yerel düzeyde hiç böyle bir şeye tanık olmamıştı daha önce.”[33]
Fidel’e göre, her devrimci biraz Don Quixote ve biraz deli olmalıdır. Ama kendisinin de şiddetle eleştirdiği Pol Pot, Bernard Coard (Grenadalı siyasetçi Maurice Bishop’ın katili) ve Usame Bin Ladin gibi bir aşırılık içinde asla olmamalıdır. Che Guevara’nın kendisini Don Quixote ile birlikte tanımlaması elbette efsanevîdir. Onun ailesine gönderdiği elveda mektubunda Che, kolundaki kalkan ve topukları arasındaki Rosinante’nin kaburgaları ile bir kez daha yola düştüğünü söylemektedir.
Fidelist sentez, birbirinden ayrı dönemlerin ve deneyimlerin davranış tarzlarını ve değerlerini biraraya getirir. O, genel bir ahlâk ve fazilet yasası olarak şahsî bir hareket tarzı önerir. Castro’nun Yeni İnsan’ı içinde eskisine ait kimi yönleri barındırır:
“Çünkü eğer devrime, burjuva toplumunda belirli insanların burjuva ya da feodal şövalyelikten devşirdiklerine dair bir hafıza eşlik etmiyorsa bu gerçekten de çok üzücü bir durum arz edecektir. […] Ve ben herkesin bu gerçeği kavraması, her anne ve babanın kendi evladını şövalye ruhlu bir proleter olacakmış gibi sevmesi gerektiğini katiyetle belirtmek istiyorum.”[34]
Feodal ya da burjuva şövalyeliği ile proleter devrimci ruhu ya da iki karakter türünü, yani şövalye ruhlu feodal-burjuva olanla devrimci proleter olanı, “şövalye ruhlu ve proleter olan” yeni bir model ve proleter şövalye olarak özetlenecek yeni bir sentezi teşkil etmek için birleştirme gayreti gerçekten de eşsizdir. Castro’nun şiddet etiği ve Fidelist ideal tipi ile uyum içinde hareket eden Kübalı silâhlı güçlerin savaştaki faaliyetleri, modelin en önemli kanıtıdır.
Castro engeli aşar ve dikkate alınan iki odak noktasını birleştirir: ilk odak devlet, ikincisi de kahramanca davranıştır. Kahramanca davranış, bireyle ilgili edebiyatta ve felsefede her daim öne çıkan bir vasıf olagelmiştir. Castro, böylelikle kahraman devlet ve toplum anlayışını, zahirde değilse de batında, bir biçimde konumlandırma imkânı bulur. O, Che örneği üzerine kurulu kahraman bireye dönük vurgu ile Devrimci Küba örneğindeki enternasyonalist düzlemde fedakârca görevler ifa eden kahraman devlete ve hayatta kalmak için eşikteki düşmana, tarihin o en güçlü iktidarına karşı muazzam kavgalar veren kahraman topluma dönük vurguyu birleştirir.
Yirminci yüzyılda kahraman ve idealist kisvesinde iki devlete tanık olunmuştur: Kennedy yönetimindeki ABD ve 1967 savaşına kadar uzanan süreçte İsrail. Ancak Kennedy dönemindeki (Domuzlar Körfezi ve Vietnam) ABD dış politikası ile İsrail’in işgalci karakteri kahramanlık maskesini düşürmüştür. Artık Davud rolü, Küba’nın millî kahramanı ve şehidi Jose Marti’dedir. Fidel Castro ve Küba, görece daha önemli bir dava ve başarı ölçüsüdür.
İnsanlar çoğu zaman şiddete başvururlar ve ellerine silâh alırlar. İçinde bulundukları koşullar ve düşmanları onları silâhlı direnişe, isyana ya da devrime sürükler. Mücadeleye girmenin heyecanı, şiddeti ve kolektif ruhu, isyanın romantikliği ve dayanışmacı yönü de onları motive eder. Bu noktada yüzleşilecek sorular şunlardır: mücadeleyi hangi değerler ayakta tutacak, hangi kurallar ona hükmedecek? Asilerin mücadele ettikleri düşmana ahlâkî yönden üstün gelmeleri gerekir mi? Silâhlı şiddete başvurmak, acıya ve ölüme yol açma kudreti, başkalarının hayatlarına şiddetle muhtemelen de geriye dönülmez biçimde etki etmek, ahlâkî bir çöküşe yol açar mı?
Silâhlı mücadeledeki riskleri üstlenme kararı, eylemcilere risk ve fedadan müteşekkil belli bir ahlâkî aristokrasiye ait olma hissi verecektir. “Hiçbir görev, devrimci olmaktan daha onurlu, daha asil ya da daha ufuk açıcı değildir. Ancak devrimci olmak da en zor olanıdır.”[35] Genelde ahlâkî bir aristokrasiye ait olma hissi ve üstünlüğe dayalı varoluş yöntemi ile el ele giden ruhanî bir seçkinlik yanılsaması, düşmanın gerçekleştirdiği işkence ve katliamlara dönük öfke seline eşlik eden doğal bir adalet duygusunun pekiştirdiği ahlâkî kibri besleyecektir. Bir sonraki aşamada şiddet kullanımındaki her türden sınır kaybolacak, şiddet, davanın kendine has adaletine dayanacak ve düşmanın adaletsizliği ise her türden şiddeti takdis edecektir. Terörizm, bu türden bir ahlâkî güzergâhın ve sürecin ürünüdür.
Fidel Castro ve Küba’daki devrimci ideolojiye, bu yanılgıya dönük bilinçli direniş ve pasifizm biçimi almaksızın, bile isteye başka bir yolun tercih edilmesi damgasını vurmuştur.
Dayan Jayatilleka
[Kaynak: Fidel’s Ethics of Violence: The Moral Dimension of The Political Thought of Fidel Castro, Pluto Press, 2007, s. 166-182]
Dipnotlar
[1] Norman Jacobson, Pride & Solace: The Functions and Limits of Political Theory, Methuen, New York, 1978.
[2] Ronald Aronson, Camus & Sartre, University of Chicago Press, Chicago, 2004.
[3] Albert Camus, ‘Moderation and Excess’, ‘Thoughts at the Meridian’, 5. Bölüm, The Rebel. Albert Camus, Selected Political Writings içinde, ed. Jonathan H. King, Methuen & Co., Londra, 1981, s. 17–18.
[4] Jean-Paul Sartre, ‘Albert Camus’, Situations IV içinde, Paris, 1964.
[5] A.g.e., s. 24.
[6] John Dorschner ve Roberto Fabricio, The Winds of December, Coward, McCann & Geoghegan, New York, 1979, s. 31.
[7] Katherine Hoyt, The Many Faces of Sandinista Democracy, Atina, Ohio University Press, 1997.
[8] Thomas M. Leonard, Fidel Castro: A Biography, Greenwood Press, Londra, 2004, s. 77.
[9] Fidel Castro, Cold War: Warnings for a Unipolar World, Ocean Press, Melbourne, 2003, s. 75.
[10] Fidel Castro, To Pay Tribute to the Empire or Pay Tribute to the Homeland, Editora Politica, Havana, 1985, s. 24.
[11] Carlos Montaner, ‘Cubans are Poor and Enslaved’, ‘Was Fidel Good For Cuba?, A Debate Between Carlos Montaner and Ignacio Ramonet’ içinde, Foreign Policy, cilt. 86, sayı. 1, Ocak–Şubat 2007, s. 59–64.
[12] Ronald Aronson, After Marxism, The Guilford Press, New York, 1995, s. 231–55.
[13] Bölümün altbaşlıkları genel tartışmasını özetler niteliktedir: Merkezdeki Ahlâk mı?, Marksizmin Ahlâka Dönük Muğlâk Yaklaşımı, Ahlâk’ın Günümüzdeki Krizi, Radikal Değişimin Ahlâkî Temelleri: İçkin Eleştiri, Radikal Değişimin Ahlâkî Temelleri: İmkânları Dâhilinde Toplumları Yargılamak, Radikal Değişimin Ahlâkî Temelleri: Özgürlük Tarihi, Evrensel Haklar, Farklılık, Farklılık ve Evrenselliği Bağlantılandırmak, Yeterli Bir Ahlâkî Temel Mevcut mu?
[14] Tüm ömrü boyunca Castro ile birlikte olmuş olan Pierre Trudeau’nün oğlu Alexandre Trudeau de benzer bir görüş ileri sürer. “Fidel’e göre, devrim gerçek manada bir akıl işidir. Onun görüşünce devrim katı bir biçimde benimsenmez ise, insanlığı daha geniş bir adalete ve daha mükemmel bir toplumsal düzene asla götürmez. Akıl, devrim ve fazilet giderek daha fazla belirsiz ve soyut birer kavram hâline gelmektedir.” “The Last Days of the Patriarch”, Toronto Star, 13 Ağustos 2006 Pazar.
[15] Liss, Fidel Castro’s Political and Social Thought, s. 38.
[16] Fidel Castro Speeches, s. 320 –1.
[17] Skierka, Fidel Castro: A Biography, s. 336, aktaran: Frei Betto, Fidel & Religion: Conversations with Frei Betto, Melbourne, Ocean Press, 1990, s. 271ff.
[18] Castro, War and Crisis in the Americas, s. 104.
[19] A.g.e., s. 142. Vurgular bana ait.
[20] Coltman, The Real Fidel Castro, s. 160.
[21] Castro, War and Crisis in the Americas, s. 112.
[22] Szulc, Fidel: A Critical Portrait, s. 470 –1.
[23] Castro, Frei Betto, Fidel & Religion içinde, s. 227.
[24] Gabriel Garcia Marquez, Introduction, ‘Fidel – The Craft of the Word’, Gianni Mina, An Encounter with Fidel, Melbourne içinde, Ocean Press, 1991.
[25] A.g.e., s. 21.
[26] Castro, Cold War, s. 66–74.
[27] A.g.e., s. 67–8.
[28] Fidel Castro, Latin Amerikalı ve Karayipli Kadınların Durumu Toplantısı’nın Kapanış Konuşması, 7 Temmuz 1985, tarih belirtilmemiş, s. 25.
[29] Castro, To Pay Tribute to the Empire, s. 11.
[30] Ekonomi 98 Enternasyonal Organizasyonu’ndaki Konuşma Metni, 3 Temmuz 1998.
[31] Castro, Cold War, s. 73–4.
[32] George Galloway, Fidel Castro Handbook, MQ Publications, Londra, 2006, s. 29.
[33] A.g.e., s. 222.
[34] Women and the Cuban Revolution, ed. Elizabeth Stone, Pathfinder Press, New York, 1981, s. 69.
[35] Fidel Castro, War and Crisis in the Americas, Pathfinder Press, New York, 1985, s. 106.