Bir dostum yazdığı mektubunda, bana İslam’ın
sosyalizmle bağdaşıp bağdaşmayacağını soruyor. Ona göre sosyalizm ateist bir
felsefe ve dolayısıyla, hiçbir şekilde kabul edilemez. İslamî öğretilerin
merkezinde Allah’ın birliğine dönük iman yatar, dolayısıyla İslam ve sosyalizm
nasıl bir araya gelebilir?
Bence bu doğru bir görüş değil. Tarihte birçok âlim,
İslamî öğretilerinin önemli bir parçası olarak sosyalizmi benimsediler.
Hindistan’ın alt kısmında, iki önemli âlim, Mevlânâ Hasret Muhani ve Mevlânâ
Ubeydullah Sindi, komünist hareketi büyük bir coşku ile desteklemiş ve Muhani,
Hindistan’daki komünist partinin kurucularından biri olmuştur. Mevlânâ
Ubeydullah Sindi ise Hilafet hareketi esnasında Afganistan’a göç etmiş ve
burada Majaraja Pratapsingh ile birlikte geçiş hükümeti kurmuş, Afganistan
Kralı İngilizlerin baskısı ile hükümet üyelerini ihraç edince Rusya'ya gitmiş,
burada Lenin ile tanışmış ve onunla Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğine
karşı yürütülecek mücadeleye ilişkin gerekli stratejileri tartışmıştır. Bir
süre yeraltında faaliyet yürüttükten sonra kırkların başında Hindistan’a dönme
imkânı bulmuştur.
Şair-filozof İkbal de Osmanlı İmparatorluğu’nun
yıkıldığı Rusya’da devrimin başladığı yıllarda kaleme aldığı Hizr-i Rah’ta
sosyalizme hürmetle yaklaşmıştır. Ayrıca İkbal Marx’ı da saygı ile anmış ve
onun “peygamber olmayan ama kitap sahibi olan bir kişi (paighambar nist wale
dar baghal darad kitab) olarak nitelemiştir. “Lenin Khuda Ke Huzur Mein” (Lenin Allah’ın Huzurunda) isminde ilginç
bir şiir yazmıştır. 1930’larda Lahor’daki Devlet Koleji’nde ders veren solcu
bir Hristiyan rahip “Modern Dünyada İslam” isimli kitabında İslam’ın dünyadaki
ilk örgütlü sosyalist hareket olduğunu yazmıştır.
İslam, sadece fukaraya ve mazluma karşı derin bir
sempati beslemiş, Mekke surelerinde servetin biriktirilmesini şiddetle
kınamıştır. O günlerde Mekke önemli bir uluslararası ticaret merkezidir, bugün
olduğu gibi o gün de, çok zengin (genellikle kabile ve aşiret liderleri) ile
çok fakir insanlar yaşamıştır. 104 ve 107. surelerde (her ikisi de Mekkîdir) bu
tarz kınayıcı ifadelere rastlamak mümkündür. Medinevî olan Tevbe Suresi 34.
ayette servetin kınandığı görülmektedir: “Altını ve gümüşü biriktirip de
(kenz) Allah yolunda infak etmeyenleri acı bir azabın beklediğini haber ver!”
Bu sure de servetin biriktirilmesini kınar.
Sahabilerden biri olan ve bu ayeti servet biriktirenlerin yüzlerine haykırıp
duran Ebuzer, bu tür insanlarla tokalaşmaktan bile imtina eden bir isimdir.
Dolayısıyla, kendisi ile tokalaşanlar gururlanmış ve bu şerefe nail oldukları
için kendileri ile övünmüşlerdir.
Ebuzer uzlaşmaz bir isimdir, o, sürgüne gönderildiği
Rebeze Çölü’nde yalnız vefat etmiştir. Eşi kefen parası bulamadığı için onu
kıyafeti ile defnetmek zorunda kalmıştır.
Kur’an, müminlere ihtiyaçtan fazlasını infak etmesini
önermektedir. Kur’an’da bu amaçla kullanılan sözcük, “afw”, temel
ihtiyaçlar dışında kalanları ifade eder. Dolayısıyla, Bakara Suresi 219. ayette
“Sana neyi infak edeceğini sorarlar. De ki ihtiyaçtan fazlasını.” buyrulur. Bu
ifade, ihtiyaçlarla ilgili sosyalist formüle çok yakındır.
Kur’an temelde adalete vurgu yapar, Allah’ın bir ismi
de Âdil’dir. Âdil olmayan bir toplum dolayısıyla İslamî bir toplum olamaz.
Maalesef Müslüman ülkelerin hiçbiri bu Kur’anî ölçütü karşılayamamaktadır.
Kur’an’da adalet oldukça önemli bir kavramdır: “Adaletli
olun. Bu takvalı olmaya en yakındır.” (5:8) Kur’an ayrıca adaletin
kendinizin aleyhine, düşmanın lehine olsa bile uygulanması gerektiğini söyler.
“Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa,
Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun,
ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır.” (4:135).
En geniş manada adaletli sosyalizm, dağıtımdaki
adaleti de gözeten bir tür sosyalizm olmalıdır. Eğer bu ayetler, 104 ve 107.
surelerle birlikte okunduğunda, dağıtımdaki adaletin göz ardı edilemeyeceği
açık olarak görülecektir.
Ayrıca Kur’an Müstekbir ve Mustazafin gibi kavramlara
da başvurur. Sömüren/zalim ve sömürülen/mazlum ayrımını ifade eden bu kavramlar
kilit önemdedir. İbrahim, Musa ve Allah’ın tüm diğer peygamberleri Nemrud ve
Firavun gibi güçlülere ve sömürücülere karşı mücadele etmişlerdir. Kur’an’a
göre müstekbir ile mustazafin arasındaki mücadele sürecek ve sonunda mustazafin
zafere ulaşıp dünyanın varisi olacaktır. (28:5).
Kur’an toplumun zayıf kesiminin safındadır ve
proletaryanın (diktatörlüğünü değil) liderliğini üstlenir gibidir. Bu ayete
işaret eden ve bünyad-i mustazafin’i (mazlumlar derneği) inşa eden İmam
Humeyni, bu dernek aracılığıyla zenginlerin mallarına el konulup bunların
fakirlere dağıtılmasını emretmiştir. Ne yazık ki diğer devrimler gibi İran
devrimi de menfaatler uyarınca yoldan çıkmıştır. Politik kurum oluşur oluşmaz
bu sürecin başlaması kaçınılmaz gibidir. Dolayısıyla zayıfın safında olan her
devrim her daim sürekli dikkatli olmak zorundadır. İslamî devrim de
Peygamber’in vefatını müteakip benzer bir kaderle yüzleşmek zorunda kalmıştır.
Asgar Ali Engineer
8 Temmuz 2011
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder