Hangi Öze Döneceğiz?
“Gelin yoldaşlar, Avrupa’nın oyunu nihayet
sona erdi, bizim başka bir şey aramamız gerekiyor.”
[Frantz
Fanon, The Wretched of the Earth -Richard Philcox Çevirisi]
“Beravim rufega!
Destān-i Orupa beraye hemişe payan yafteh est. Beyad destāne digari jost.”
(“Gelin yoldaşlar! Avrupa’nın hikâyesi sona erdi. Bizim başka bir hikâye
aramamız gerekiyor.”)
[Frantz
Fanon, Duzahiyan-i Ru-ye Zamin, Ali Şeriati Çevirisi]
Ali
Şeriati, Pehlevi hanedanlığının yıkılıp İslam Cumhuriyeti ile neticelenen süreç
anlamında 1979 devriminin en önemli ideologlarından biri kabul edilir.[1] Ali
Şeriati’nin vaazları ve yazıları ayaklanmanın anlamını tayin etmiş, kitleler,
onun ölümünden birkaç ay sonra sokaklara döküldüklerinde, o sözlerin içeriğiyle
yüklü olarak hareket etmişlerdir.
Altmışların
sonu ve yetmişlerin başında verdiği etkili vaazlarında Şeriati, Marksist ve
varoluşçu geleneğe ait fikirleri dini ve milli bir söylemle kaynaştırmaya
çalıştı. Söz konusu süreçte gerilla mücadelesi veren örgütlerin çok sayıda
üyesi, bu vaazları dinledi ve orada söylenenleri yetmişlerde Pehlevi rejimine
karşı yürüttükleri mücadelenin ideolojik kaynağı olarak gördü. Sonrasında
Şeriati, inşa edilen efsanenin köşe taşı hâline geldi ve bu hâliyle devrimin
parçası oldu. Kitle gösterilerinde onun resimleri taşındı, onun sloganları
atıldı.
Buna
karşın, Şeriati’nin özel niteliği haiz görüşleri, toplumsal değişim denilen o
uzun süreci aktarmak için tarihçilerin öyle geçerken değindikleri hususlar
olarak ele alındılar. Bu türden değerlendirmelere göre 1979 devrimini mümkün
kılan Şeriati, devrimci kitlelerde ve gençlikte makes bulan dili muhalif
aydınlara temin eden kişiydi. Bu sayede Şeriati, Humeyni’nin hareketin politik
ve ideolojik liderliğini ele geçireceği yolu açmıştı. Dolayısıyla, 1979
devrimini anlamak istiyorsak Şeriati’yi anlamalıydık.
Bu
tür bir fikri dizgeyi takip eden yaklaşımlar, Şeriati’nin düşüncesini ve
niyetlerini devrimin nasıl ve neden başarılı olduğunu açıklama çabası üzerinden
tartıştılar.[2] Ortada karmaşık yönlere sahip bir düşünür vardı, bu anlamda
eldeki yorumlar ciddi kusurlara sahipti. Bu görüşler, kişi olarak Şeriati’nin
fikirlerinin nasıl anlaşılması gerektiği, onun ölümü sonrası yaşanan olayların
Şeriati ile ilgili yorumlarımıza tesir etmesinin mümkün olup olmadığı gibi
soruları cevapsız bırakıyorlardı.
Şeriati’nin
hayatı ve asarını ele alıp değerlendiren tüm çalışmalara devrimin gölgesi
illaki düşer. Oysa kahraman veya anti-kahraman olarak sahip olduğu imajın
ardında ayaklanmacı şiddet meselesiyle ilişki kuran, derinlikli bir akıl durur.
Tüm kariyeri boyunca Şeriati, toplumsal dönüşümü tetiklemek için devlete karşı
şiddet uygulanmasını teşvik etmekle, kendiliğinden kitle hareketi yoluyla
radikal toplumsal değişimi sağlamak için gerekli hazırlıkları devrimci manada
gerekli gören anlayışı temel alan sakinlik arasında salınıp durmuştur.[3] Bu
eğilimler, genelde birbiriyle çelişse de Şeriati’nin devletin ve dini yapının
otoritesine karşı yaptığı politik konuşmaları ile özün kendisini dönüştürmeyi
hedefleyen ahlaki ifadeleri arasında fikri bir örtüşme söz konusudur.
Şeriati’yi
devrim üzerinden okuyanlar, bu örtüşmenin niteliğini çoğunlukla yanlış
yorumlamışlardır. Özelde onun son dönemde dile getirdiği, ayaklanmacı şiddet
çağrısını bile isteye terk ettiği, ahlakla ilgili görüşlerinin bir kısmı devrim
sonrası devletin kurulması ile birlikte gerçekleşen politik değişimlerle
ilişkilendirilmiştir. Bu değerlendirmelere göre Şeriati, Avrupa’daki Aydınlanma
karşıtı felsefe geleneğinden beslenen şiddet yanlısı, totaliter eğilimleri
savunan, yerli halkın çıkarlarından yana duran bir aydındır.[4]
Bu
makalede gösterdiğim üzere, Şeriati’nin söyleminde varolan, şiddet ve politik
ahlak arasında farklı bir ilişki söz konusudur. Bu düzlemde, Şeriati, “öze
dönüş” (bezgeşt) kavramıyla ilgili olarak, revizyonist olmayan tarzda
yürüttüğü tartışmada ahlaki dönüşüm çağrısı yapar. “Öze dönüş”, ayaklanmacı
şiddet ve şehadet konusunu ele alan, sonraki konuşmalarının teorik omurgasını
teşkil eder.[5]
Burada
ben Şeriati’yi, sömürgecilik karşıtı, daha da özelde, ayaklanmacı politik
düşünce denilen farklı bir düşünce geleneğinin içine yerleştirerek okuyorum.
“Sömürgecilik karşıtı bir dünya yurttaşı” olarak Şeriati, “özerklik ve tabi
olma arasında seçim yapmak yerine özerklik ve dayanışma arasında salınan
konumlar olarak hem bir anlama vakıf olan hem de onu formüle edendir.”[6]
Esasında
Şeriati’nin asarını, İran’daki politik söylem yanında, farklı ülkelerde iki
dünya arasında köprü kurma çalışması tanımlar.[7] Bir yandan şehadeti ve
bezgeşti tartışan Şeriati, genel ve özelin birlikte varolabileceği yeni bir
bütünlük ortaya koymaya çabalar. Bir yandan da farklı olma deneyiminin o canlı
ve yerleşik tecrübesi üzerinden konuşur, onu yazıya döker.
Şeriati’nin
konuşmalarını ve yazılarını ayaklanmacı politik düşünce bağlamında anlayan bir
kişinin yeni düşünsel öncüller kümesinden, Avrupamerkezci liberalizmin
genelciliğini de onun normatif özneleri farklı olarak niteleyişini de reddeden
öncüllerden hareket etmesi gerekir.[8]
Şeriati’nin
özle ilgili tartışmasını ya da daha geniş manada fikirlerini, yazılarını bizzat
Şeriati’nin Farsçaya tercüme ettiği, ahlaki dönüşümle şiddete dayalı toplumsal
değişim arasındaki ilişkiyi kavramaya çalışmış, Şeriati’yle aynı kumaştan bir
düşünür ve eylemci olarak Frantz Fanon’la ilişkisi üzerinden tartışana pek
rastlanmamaktadır.[9]
Siyah
Deri Beyaz Maskeler kitabından başlayarak Fanon, sömürge aydınının
kabul edilememesinin sebebini onun dünyada kendisini anlamak için başvurduğu
dil ve düşünce sistemleri olarak görür.
“Tüm sömürge halk, yani,
kendi kültürel özgünlüğünü toprağa gömdüğü için aşağılık kompleksi geliştirmiş
tüm insanlar, kendilerini medenileştirici milletin diliyle, yani sömürgecinin
kültürüyle karşı karşıya bulur.”[10]
Bu
dile birbirine dost insanlar olarak varolma becerisinin oluşmasına mani olan,
siyah olunduğuna dair algı sinmiştir:
“Ontolojinin kendisi,
bizim Siyahi insanın varlığını anlamamıza izin vermez. Çünkü Siyahi insan
sadece siyahi olmakla kalmamalı, aynı zamanda Beyaz adamla çatışma içerisinde
olmalıdır.”[11]
Bu
noktada Fanon, sömürgecinin dilinin sınırladığı fiziki bedenlerin varlığını
temel alan bir kurtuluş anlayışı geliştirir. Bu bedenler, tarihsel alanı sarmış
esaretin artık varolmayacağı gelecekte ve bugünde konumlanmış müşterek
insanlığı vaat eder.
Böylece
Şeriati, sömürgecilik karşıtı politik düşünce geleneğiyle doğrudan ve yaratıcı
bir zeminde bağ kurma imkânı bulur. Buradan Şeriati, ayaklanmayı merkeze koyan
politik ajandayla kültürel öze dönüş tartışmalarını birleştiren bir teorik dile
kavuşur.
Revize
etmezden önce bu dilin ilk tezahürleri dâhilinde Şeriati, öze dönüş meselesini
esas olarak Fanon üzerinden tartıştı. Fanon ve Şeriati’ye göre, sömürgeci ve
emperyalist güce yeni bir hümanizmle karşı çıkma çabasının asli kaynağı
nativist (yerlici) dürtüydü.[12] Bu ikili, tarihsel açıdan olmuş bitmiş bir
geçmişe dönmeyi hayal etmek yerine bugünde ilk elden varolan ama henüz
gerçekleşmeyen bir öze dönmeyi tartıştı.
Şeriati
ve Fanon, ortak bir teorik zeminden hareket etmiş olmasına karşın, farklı bir
öz tahayyül ediyordu. Fanon, şimdide varolan öz ve insanın kabul görmesi
konusunda yeni bir anlayış geliştirdi. Bu anlayış, temelde bedensel varlığa
dayanıyordu. Dünyaya dair fenomenolojik bakışı öne çıkartan, ırkçı saldırılara
maruz kalan öznellik deneyimine odaklanan Fanon, başkalarıyla yorum temelli
karşılaşmanın temelinin bedenlenme olduğunu söylüyordu. Siyah Deri Beyaz
Maskeler kitabının sonunda yer alan “Ah bedenim, beni hep sorgulayan bir
insan yap!” duası, Yeryüzünün Lanetlileri kitabında insanı ve halkı
sömürgelikten kurtaran şiddetle alakalı değerlendirmesini tanımlayan ana fikri
içeriyordu. Zira sömürgecinin kurtuluşu, sömürgecinin öldürülmesine
bağlıydı.[13]
Buna
karşılık, Şeriati ise İran’daki sömürgeleşme deneyiminin ters yönde bir
ilişkinin kurulmasını talep ettiğini düşünüyordu. Bugünkü deneyimi, yorum
temelli, daha da özelde geçmişe ait hikâyemsi bir nitelik olarak öne çıkartan
Şeriati, bedenselliği aşan bir olgu olarak, dini öze dönüşü savunuyordu.
Şeriati’ye
göre din, kitlelerin toplumsal sorumluluğu ve kolektif bilincinden kök alan
politik ahlak biçimiydi. Şehadet eylemi, kolektif hafızadan mecazen “saklanmış”
olan fikirlerin ve görüşlerin açığa çıkartılması suretiyle, öze dönüş yolunu
açmaktaydı. Aynı şekilde Şeriati, şehidi dönülen öz olarak anlıyordu.
Bu
bağlamda, Fanon’un sömürgesi ölmeyi tercih etmezken, Şeriati’nin şehidi ölmeyi
tercih ediyor. Ciddi sonuçlar doğuran bu seçim, çok önemli. Bu yönüyle Şeriati,
Fanon’un ayaklanmacı şiddete dair değerlendirmesinde ulaştığı iki önemli sonucu
yeniden ele alıyor. İlkin Şeriati’deki, özü fiziksel bedene aşkın bir şey
olarak gören şehadet anlayışı, Fanon’un şiddeti hem araç hem de amaç olarak
tanımlayan yaklaşımına katkıda bulunuyor. Neticede şehadet, eskiden canlı olan,
tarihe ait olgusal bir gerçeklik olarak, bireyin kitlelerin dilden dile
aktardıkları kolektif hikâyeler aracılığıyla hafızaya kaydedilen, canlı bir
“tarihsel” düşünceye dönüştürülmesini ifade ediyor.
Bu
anlamda Şeriati, Fanon’dan farklı olarak, “yeni insan”ın öze dair devrimci bir
imaj inşa edeceği bir kaynak olarak “tarih”e güvenle dönebileceği koşulları
tahayyül etti.[14] Şeriati’de şehit esasında kitlelerin ahlaki kılavuzluğun
kaynağını buldukları örneklikti. Bugünün kolektif ruhunda bulunan kökleri
sayesinde şehadet, örnek oluşuyla, hiyerarşik lideri ve onun öncülük ettiği
ilişkiyi esas alan anlayışla çelişiyor. Bu açıdan Şeriati, sömürgelikten
kurtulmuş kitleleri lider olarak gören Fanon’dan ayrışıyor.[15]
Şeriati,
şehadeti üç ayrı özne arasında kurulan akışkan bir ilişkiyi esas alıyor: ölmeyi
tercih eden, bunu yaparak, aktarmaya çalıştığı mesajın ta kendisi olan kişi,
mesajı aktaran kişi ve nihayetinde o mesajı alıp böylelikle mesajın kendisi
olmak için gayret edenler.
Şeriati,
şehadet meselesini öze dönüş anlayışı üzerinden tartışır. Bu açıdan, Fanon’un
dünya ve bedenle ilgili görüşlerini yeniden ele alır. Fanon’da beden,
gelecekte, kişi ölmeye karar vermediği için onun bedenin varolmadığı koşulda
bile varlığını sürdürür. Şeriati, Fanon’un bedenlenme anlayışına bir ek yapar.
Bedenin yok oluşunu, gelecekte varolma biçimi olarak ele alır. Geri dönülecek
öz, fiziksel bedenin ölümü sonrası meydana gelir. Bedenlenme deneyimini tam da
bu olay tanımlar.
Özü
kitlelerin kolektif hikâyelerinin içine yerleştirmek suretiyle Şeriati,
ayaklanmacı şiddetle ilgili konuşmalarında ve yazılarında, İran’daki sömürgeci
iktidara has yaklaşımda görülen yanlış temsillere şiddete dayalı toplumsal
değişimin politik ahlakı denilen yeni bir genel unsuru inşa etmek suretiyle
karşı çıkar.[16]
Bezgeşt:
Genelin Özel Olarak Tahayyül Edilmesi
Şeriati’de
bezgeşt ile ilgili fikrin nasıl bir seyir izlediğini net olarak
bilmiyoruz. Bu eksiklik, akademide kafa karışıklıklarına yol açıyor.[17]
Şeriati,
kavramı ilk kez 1967 yılı civarı, Hüseyniyeyi İrşad’daki o ünlü ayaklanmacı
derslerinden önce, Cundişapur Üniversitesi’nde verdiği “Bezgeşt be Kiştan”
(“Öze Dönüş”) dersinde kullandı.[18] Sonra 1976’da, hapisten çıktıktan sonra Keyhan
gazetesinde birbiri ardına iki makalesi yayınlandı: “İnsan, İslam ve Batılı
Öğreti” ve “Öze Dönüş”. İlk makale 14 Şubat 1976 günü yayınlanırken, ikincisi,
parça halinde gazetede yer buldu. İlk kısım 22 Nisan’da, ikinci kısımsa 22
Haziran’da okuyucuyla buluştu.[19]
Bir
de bunlara “Hangi Öze Döneceğiz?” başlıklı başka bir makale eklendi. Üç makale,
Şeriati’nin fikriyatındaki değişikliğin izini taşımaktaydı.
Keyhan’da çıkan
iki makale, açıktan anti-Marksistti. Enternasyonalizmi kültür emperyalizminin
bir biçimi olarak gören bu makaleler, şoven bir üslup dâhilinde, İran milli
kimliğine dönülmesi çağrısı yapıyorlardı. Anti-Marksist ve milliyetçi dili
içermemesi bakımından ilk iki makaleden farklı olan, Keyhan’da
yayınlanmayan üçüncü makale ise silahlı mücadele karşıtı bir konum alıyordu.
Şeriati’nin konuyla ilgili ilk dersi, bu makaleyle birlikte, Dönüş ismiyle
kitap haline getirildi.
Şeriati’nin
hayat hikâyesini kaleme alan Ali Rahnema, Keyhan’da Şeriati’nin hapis
pratiği sonrası yayınlanan makalelerin onun düşünce üretiminde revizyonizm
eğiliminin yansıması olduğunu söylüyor.
Genç
yaşlarda Musaddık yanlısı milliyetçi harekete iştirak etmiş bir isim olarak
Şeriati, henüz üniversite öğrencisi iken İslami Hakikati Yayma Merkezi’nde
dersler verdiği dönemde hapse atıldı.[20] 1957’de hapisten çıkan Şeriati,
ümitsizliğe kapıldı, düşüncelerini revize etti, politik mücadele vermenin
mümkün olup olmadığını tartıştı.[21] Ama sonra altmışlı yıllarda devlet
bursuyla Paris’te doktora çalışması yürüttüğü dönemde ruh hali de politik
faaliyetlerinin düzeyi de değişti.
1964
yılına dek Paris’te kalan Şeriati, düşünsel birikim açısından zengin bir
ortamla ilişki kurdu. Louis Massignon, Jean-Paul Sartre, George Gurvitch ve
Fanon gibi isimlerden etkilendi.[22] Sonrasında İran’a dönmek, devrimci
fikirleri sıradan insana hitap eden Müslüman İranlı bir dille aktarmak istedi.
1964’te
ülkeye dönen Şeriati, Hüseyniyeyi İrşad’da radikal içeriğe sahip dersler
vermezden önce Meşhed Üniversitesi’nde İslam tarihi hocalığı yaptı. Kendisinden
ilham aldıklarını söyleyen gerilla örgütlerinin ayaklanmacı faaliyetlerinin
sürdüğü koşullarda bu dersler, Şeriati’nin 1974 yılında on sekiz ay hapis
yatmasına sebep oldu.
Rahnema
kitabında, 1976’da Keyhan’da çıkan iki makalenin Şah’ın gizli polis
teşkilatı SAVAK’ın Şeriati ağzından yazdığı yazılar olabileceğini iddia ediyor.
“Hangi Öze Döneceğiz?” yazısını Şeriati hapisten çıktıktan sonra kaleme alıyor.
Yazıdaki ayaklanmacı şiddet karşıtlığı, onun fikirlerini revize ettiğini ortaya
koyuyor. Bu değişikliğin birçok eylemci öğrencinin ölümü üzerinden yaşandığı
düşünülüyor.[23]
Bazıları,
bu yazıların Şeriati’nin Heidegger’in felsefi risalelerindeki faşist eğilimlere
yakınlaştığının delili olduğunu iddia ediyorlar.[24] Oysa Şeriati, 1967’de
kaleme aldığı “Öze Dönüş” yazısında, daha çok Heidegger’in geçmişe dönüş
argümanıyla taban tabana zıt bir konum olan sömürgecilik karşıtı geleneği
benimsiyordu.[25] Şeriati’nin öze dönüş tartışmasında gördüğümüz, İslam’ın
dirilişçi ruhu Alman felsefesinin kimi yönlerini yansıtıyor olsa da Şeriati’nin
yeni bir genelin inşasına bağlı olduğu, bu noktada radikal ve ayaklanmacı bir
fikriyat geliştirdiği görülüyor.
Şeriati
de Fanon gibi yeni bir hümanizmden bahsediyor. Bunu sömürgeci güçlerin önceden
tayin ettikleri genelin kaba yanlarını reddeden ama bir yandan da tersyüz
edilmiş, aynı ölçüde statik olan kültürel bir biçim olarak özelden de uzak
duran bir konum olarak tarif ediyor. Metinde Heidegger’e atıfta bulunuluyor ama
burada Şeriati, esasen Heidegger’den dem vuran düşünürlerin geliştirdikleri öze
dönüş anlayışlarının karşısına kendi öze dönüş anlayışını çıkartıyor. Şeriati,
bu metinlerinde dini, daha da özelde “kültürel İslam”ı, öze dönüş kavramı
etrafında dönen sömürgecilik karşıtlığıyla tanımlı tartışmanın içine
yerleştirmeye çalışıyor.
Sömürgeci
gücü meşrulaştıran hümanist geleneği reddeden Aime Césaire ve Fanon, yerel
kültürü somut örnek olarak sunan yaklaşımlara dönmek yerine Sartırcı
“bütünleştirme” dürtüsündeki anlayışı esas alan yeni bir genel (evrensel)
yaratmaya çalıştı.[26] “Köklere Dönüş” metninde Şeriati, bu dürtüyü
kuşanıyordu:
“Batılıların dilinde biz
yerliyiz, onlar insan. Dolayısıyla, Batılılarla hümanizm üzerinden kurulan her
türden ortaklık, bizim varoluşumuza uygulanmış bir tür şiddet. Bu anlamda bizim
kendimizi onlardan ayırmamız, onlardan uzak durmamız gerekiyor. Çünkü bu
alışveriş dâhilinde Batılılar, bizimle esas olarak sömüren-sömürge ilişkisi
kuruyorlar. […] Bu, özünde bir ilişki değil, düşmanlık.”[27]
Siyah
Deri Beyaz Maskeler kitabında Fanon’un biçimsel kabulle ilişkili
sınırlamalara dair görüşünü aktaran Şeriati, mevcut toplumsal koşullardan
radikal ve özgürlükçü bir tarzda kopulmadan müşterek insanlık vaadinin kabul
edilemeyeceğini söylüyordu.[28] Şeriati’ye göre bu kopuş, “yerli
milliyetçiliği”ne evrilmeyecek “yeni insan”ın yaratılmasını vaat ediyordu.[29]
Bu
sömürgecilik karşıtı düşünürler, “yeni insan”ın gelecek için bugünde yaşayan
varlık olduğuna dair görüşü paylaşıyorlardı. Şeriati, sömürgelikten kurtulma
amaçlı olan, yeni insanın geliş sürecine eşlik eden toplumsal hareketlerin
aniden ve mucizevi bir biçimde ortaya çıktıklarını söylüyordu.
“Evet, bu tür toplumlarda
aniden bir mucize yaşanır. Sosyologların idrak edemeyecekleri, göz alıcı bir
mucizedir bu. Yolsuzluğun, çürümenin, cehaletin, ihmallerin, gereksiz çokluğun,
geleneğin, batıl inancın ve köleliğin sancısını iliklerinde hisseden toplumlar
aniden ayağa kalkarlar. Bu müptezellik maskesini yüzünden söküp attığında kendi
içlerinde hayat ve hareket, sıcak bir kana kavuşur. Bir kuşak, özgür, ayık,
kararlı ve sorumlu insanlığın havasını teneffüs eder. Ölü toplumun
derinliklerinden, tarihin o mezarlığından ve kanalizasyonundan, birdenbire
hayat ve hareket çıkar. […] Böylece umutlarını yitirmiş olan tüm aydınlar,
kendi toplumlarında böylesine büyük bir mucizenin gerçekleşebileceğini, insani
bir birlikteliğin oluşabileceğini görürler. Frantz Fanon’un yeni bir ırktan,
yeni bir deriden ve yeni bir düşünme tarzından müteşekkil olan yeni insanı bu
sayede meydana gelir.”[30]
“Hayatın
ve hareketin sıcak bir kana kavuştuğu ölü toplum”a dair ifadesi, Césaire’ın Sömürgecilik
Üzerine Söylev çalışmasında geçmiş ve bugünle ilgili tespitini
anıştırmakla kalmaz[31], aynı zamanda sömürgenin zaman denilen sorunun
tanımladığı “hayat” içerisindeki ölüm olduğunu söyleyen Fanon’a da atıfta
bulunur:
“Burada bahsi edilen
sorun, zaman düzleminde ele alınmalıdır. Geçmişte maddileşmiş kulede kilitli
kalmaya karşı çıkan zenciler ve beyazlar, yabancılaşmanın zincirini kırarlar.
Bugünü kendilerini tanımlayan şey olma vasfıyla birlikte redde tabi tutan zenciler
ve beyazlar, yabancılaşmadan kurtulurlar. ‘Ben insanım ve dünyanın tüm
geçmişini idrak etmem lazım’ derler. […] ‘Başka türlü beyaz olmayan insanların
geçmişinden uğruna yaşamam gereken gayeyi bulamam, haksız yere bugüne dek kabul
görmemiş olan siyah medeniyetinin dirilişine kendimi adayamam” diye düşünürler.
Kendimi bir geçmişe ait insan haline getirmek değil derdim. Ben, geleceğim ve
bugünüm hilafına geçmişi öven şarkılar söylemek istemiyorum.”[32]
Zamansal
düzlemde bir geçmişe geri dönme konusunda Césaire ile aynı fikirde olan Fanon,
bu mantığı bir adım ileriye taşıyor ve tüm insanların müşterek bedenini temel
alması gereken “yeni insan”ın yaratılmasında “özün yeniden ele geçirilmesi”
gerektiğini söylüyor.[33] Fanon, bedenin bugün ve geleceğe ait bir genel olgu
olmasını istiyor. “Başkalarına dokunma, başkalarını anlama, onları kendime izah
etme çabası bunu gerekli kılıyor” diyor.[34] Dilin ve algının tarihinin
sömürgenin bedeninin anlamını tayin ettiği, onu kısıtlayıp bozduğu yerde geri
dönüş anlayışının üzerinde durduğu “hayat” ve “hareket” gibi mecazlar, Fanon’da
maddi ve bedensel bir değere kavuşuyor. “Yeni insan” vaadi, hisseden, özgürce
hareket edebilen, dünyayla bu temelde ilişki kuran bedene yaslanıyor.
Fanon’un
Yeryüzünün Lanetlileri kitabının çevirisine yazdığı takdim yazısında
Şeriati, Fanon’un özcü bir yerden geliştirilen ırkçı kategorileri reddetme
çabasını, sömürgecinin gücünün mevcut sistemine yönelik bir cevap olarak
tanımlıyor. Bu değerlendirmede ırkçı yaklaşımlara maruz kalan beden, sömürgeci
düzenin bir sonucu. Bu anlamda Fanon, bu düzenin hilelerinin yanı ürünü olarak
dikkatlerimizi bedene çekiyor.[35]
Ama
Şeriati, Fanon’un bedeni müşterek insanlığın bugündeki sahası olarak gören
yaklaşımı üzerinde durmuyor. Fanon, deri rengini öze yerleştiren özcü
yaklaşımları reddederken, genel manada bedenin evrensel ve genel olduğu
düşüncesinin halesine kapılmıyor. Şeriati, bu noktada sömürgeciliğin farklı bir
biçimi üzerinde duruyor.
Fanon,
Cezayir Devrimi’nin Beşinci Yılı çalışmasında Cezayir’deki sömürgecilik
deneyimini tesettür[36], dolayısıyla bir kez daha bedenle ilişkisi üzerinden
anlatırken Şeriati, farklı bir sömürgecilik deneyimi bulunan Müslüman’ı ve
özünü başka şekilde okuyor.
Césaire
gibi isimler, Afrikalılara Batılıların kültürleri veya medeniyetleri
olmadığını, küresel sistemde onun sömürgeci için bir emekçi veya köle olarak
çalışması gerektiğini söylediği üzerinde dururlarken, Şeriati, İranlıları bu
şekilde aşağılama gereği duymuyor.[37]
Şeriati’ye
göre, manevi kimi gerçekleri içeren mevcut medeniyetin değerini gören ama bu
medeniyeti maddi açıdan gelişkin olan Batı’ya hürmet etmesi gerektiği, aşağı
bir konumda gören sömürgecilik, hakiki veya gerçek İranî özün zevahirini
(Şeriati’nin tabiriyle “maskesini”) değiştiriyor.[38] Onu metamorfoza tabi
kılıyor. Bu noktada adaletsizlikler farklı cevaplarla karşılanıyor. Afrikalı,
kendisini ve geçmişini ortaya koyarken, İranlı ve Müslüman, bunu yapamıyor.[39]
Bunun yerine, İranlı, gerçek İslam’ı hâkim kılmak, yani bilinçlenmek, ilerici
ve direşken bir ideolojiye sahip olmak adına, kendisiyle ilgili kötü ifadelere
karşı yeniden eğitim sürecine giriyor.[40]
Dindar
konusunda geliştirilen bu görüşün Fanon’un “yeni insan” ile ilgili görüşüne
kıyasla hem özel hem de genel üzerinde durduğunu görmek gerekiyor. Şeriati’nin
bahsi edilen kitaba takdim yazısı yazsın ricası üzerine başlayan yazışma
sürecinde Fanon, Şeriati’ye birleşik bir sömürgecilik karşıtı mücadelenin dine
dönüşü veya dine bel bağlayan bir yaklaşımı temel alamayacağını söylüyor.
Fanon,
dine dönüş fikri üzerinden Şeriati’nin nihayetinde müşterek dünya cephesini
hiziplere ayrıştırabileceğini iddia ediyor.[41] Fanon’un eleştirisini ele
aldığı konuşmasında Şeriati, “özel bir din, madem ki özel hayatlarımız yanında
bizi de sömürgecilik karşıtı mücadeleye yönlendirebiliyor, o vakit bu özel
olana dönüş, kimsenin ayağına pranga vurmaz” diyor.
“Fanon, Üçüncü Dünya
toplumlarının küresel sömürgeciliğe karşı mücadelelerinde asıl meselenin
politik veya ekonomik değil, insani ve kültürel olduğunu söylüyor. Temelde
ekonomik ve politik aşamasından geçen sömürgecilik, tüm hakiki insani değerleri
silip atıyor, ortadan kaldırıyor. Tüm zemin düzleniyor, ardından da sahneye
sömürgecilik giriyor. […] O vakit aynı Üçüncü Dünya’da güçlenip büyüyeceksek,
dine geri döneceğiz. Bilinçli bir İslam’a dönüş, ona yaslanmak, karşımızda
birleşmiş olan sömürgeciliğe karşı olan güçleri bölmek şöyle dursun, dünya
ölçeğinde sömürgecilik karşıtı birleşik cepheyi kurmaya yazgılıdır, o cephenin
kurulması için zaruridir. Kişi, sömürgecilik karşıtı olmazdan önce anlam ve
düşünceyle yüklü, bilinçli bir insan olmalıdır. Tam da bu sebeple yüzümüzü
kendi kültürümüze, dostu düşmandan ayırma, onları tanıma, olan biteni
değerlendirme, kararlar alma, davaya bağlanma ve mücadele etme kudretini,
bilinci, insanlığı ve bağımsızlığı yaratacak unsurlarla yüklü o yere
çevirmeliyiz.”[42]
Şeriati,
öze dönüş ilkesinin de “yeni insan” anlayışının da her türden soyut genelliğin
de ortak bir insanlık eleştirisine sahip olduğunu düşünüyor. Bunların dünyanın
farklı yerlerinde yaşayan farklı halkların özgül ve özel yanlarına zarar veren,
Batı’nın her yeri ve herkesi kucaklayan bir özgünlüğü olduğuna dair fikri
güçlendirdiğini iddia ediyor.[43] Bu noktada Şeriati, Fanon’un sömürge
toplumunu ahlaki değerlerden azade kılınmışlığı üzerinden tartışan ifadelerine
değiniyor.[44]
Ama
Şeriati, tüm sömürge toplumlarının aynı ve eş ölçüde değersizleştirildiğini
söyleyen Fanon’dan farklı olarak, özel değerlere ve özel tarihlere önem
veriyor. Fanon’da bedensellik biçimini almış yeni genelliğin sömürgeciliğin
farklı biçimlerini ve bu biçimlerin oluştuğu zamansal kesitleri karşılamadığını
düşünüyor.
Bunun
yerine Şeriati, yeni bir genel üretmek için öze dönüş fikrini savunuyor ve bu
yeni genellikte din içinden düşünmeyen tüm aydınların müşterek bir zemin
bulabileceğini iddia ediyor.
“Öze dönüş meselesini ben
dile getirirken benim dindar olmamla, senin dindar olmamanla ilgilenmiyorum.
Biz, toplumsal sorumluluk konusunda ortak paylara sahibiz. Ortak bir anlayış
geliştirmek adına öze dönüş, kültüre dönüş olarak da ifade edilebilir. Kendi
benliğimizi tanımak anlamı da yüklenebilir. Biz, bu soruşturma süreci üzerinden
İslam kültürüne ve İslami ideolojiye dönüş fikrine ulaşıyoruz. Burada bir
gelenek, miras kanalı, toplumda varolan bir düzen veya inanç olarak İslam’dan
değil, bir ideoloji olarak İslam’dan söz ediyoruz. […] ‘Bize miras kalmış bir
hissiyata veya kuru bir manevi anlayışa yaslanalım’ demiyoruz. Bu dönüş, dünya
genelinde tüm aydınları ilgilendiren sloganları temel alıyor.”[45]
“Öze
Dönüş” makalesinde Şeriati dini, Fanon’un sömürgeyi pasifleştirdiği için
eleştirdiği, ibadetlere gömülmüş, kaderci uygulamalardan kopartıp, politik bir
etiğe dönüştürüyor.[46] Şeriati, bu noktada özde duran bir ruh olarak gördüğü
Ali Şiası’na işaret ediyor. Şeriati, Ali Şiası’nı hem dindar hem de dindar
olmayan aydınların yüklenebileceği toplumsal sorumlulukla tanımlıyor.[47]
Sömürgecilik
bağlamında Şeriati, bu dini öz anlayışını bugünde varolan kitlelerin kolektif
bilinci üzerinden temellendiriyor. Bu anlamda, öze dönüşün hayatı ıslah
edeceğini düşünüyor.
Yaşayan
özü tarihsel zaman boyunca oluşan yorumsal ilişkiler olarak tahayyül eden
Fanon’dan farklı olarak Şeriati, fiziki bedenlerin varlığını araçsallaştırıyor.
Şeriati, şehadet anlayışı üzerinden geliştirdiği ayaklanmacı şiddet anlayışını
ortak teorik çerçeve içerisinde sömürgelikten kurtulma çabası üzerinden ele
alıyor, onu Fanon’dan farklı bir düzlemde değerlendiriyor.
Şehadet:
Eyleme Yol Açan Düşüncenin Politik Ahlakı
Şeriati’de
bezgeşt ve şehadet tartışmaları, birlikte ilerler. Bu sebeple, bu
iki mesele, Fanon’un sömürgelikten kurtuluşla ilgili tartışmasıyla birlikte ele
alınmalıdır.
Bedenin
bugündeki varlığına vurgu yapan Fanon’dan farklı olarak sömürge İranlıyı
tarihsel özüne dönmeye davet eden Şeriati, araçla amaç, liderle halk arasında
farklı bir ilişki tahayyül ediyordu. Her iki düşünür için de ayaklanmacı
şiddet, liderlerle halk arasındaki ayrımın ortadan kalkmasını sağlayan hem bir
araç hem de amaçtı.
Şeriati,
bu iki cephede farklı sömürgecilik deneyimine işaret ediyordu. Bu nedenle,
Fanon’un teorisini daha kapsamlı bir zaman ve beden anlayışıyla buluşturdu.
Şehit şahsında ifade yolu bulan öz, tarihsel geçmişten kaçınmayan, onunla
ilişki kuran, geleceğe odaklı bir bugünü temel alıyordu. Ayaklanmacı şiddeti
esas alan politik ahlak, bedenlenme meselesine yeni bir açıdan yaklaşıyordu.
Yeni insanı takdim ederken Şeriati, fiziki bedenin yok olmasının anlamını
sorguluyor, Fanon’dan farklı olarak, bedenin gelecekte olmayacağı bir noktaya
işaret ediyordu.
Yetmişlerin
başında Şeriati, İslam’ı “evrensel ve tarihsel bir bakış açısı” olarak takdim
etmek suretiyle üne kavuştu.[48] Şubat-Kasım 1972 arası dönemde Hüseyniyeyi
İrşad’da verdiği dersleri içeren İslamşinasi’de Şeriati, İslam tarihini
mollaların fikir dünyasından ayrışmayı, bir yandan da Marksizmle ideoloji
alanında kapışmayı öne alan bir yaklaşım dâhilinde, yeniden tarif etmeye
çalıştı. Mollalar, bu dersleri sert bir dille eleştirdiler. Bazı isimler, onun Şiiliğini
sorguladılar.[49]
Şeriati,
politik ahlak olarak ele alınacak dinin dindarlar yanında kâfirleri de
kucaklayabileceğini, toplumsal sorumluluk anlayışını kendi varlıklarında
cisimleştiren herkesi kapsayacağını söylüyordu.[50] İslam’ı evrensel bir din
olarak tanımlayıp, kendisini toplumsal sorumluluk açısından kimlerin dâhil
olacağını, kimlerin olmayacağını belirleyecek bir konuma yerleştiren Şeriati,
eserlerinin ulemanın meşruiyetini ve otoritesini tehdit eden çalışmalarmış gibi
görünmesine neden oldu.
İslam’ı
güncel çıkarlara teslim etmek suretiyle statükoya suç ortaklığı yaptığını
düşündüğü mollalar karşısında Şeriati, takip edilebilecek, faziletli ve
aydınlanmış bir örnek olarak görülecek aydını (ruşenfikr) temsil
ediyordu. İslam’ın ilk başta sahip olduğu ruhu yok ederek, o “ateş”i söndürerek
gayrimeşru rejimle işbirliği yapanlar, dini evrensel düzenin özel bir
tezahürüne, bir sürü dinden birine dönüştürmüşlerdi. Bu kibir, beynelmilel
liberalizmin suç ortağıydı.
Şeriati,
Ali Şiası’nın İslamı (veya Muhammedi Sünniliği) kendi toplumsal ve politik
temellerine oturtuyordu.[51] Aynı şekilde Şeriati’ye göre, düşünce de eylemde
gerekli zeminini bulmalıydı:
“Her toplumda düşünce,
eylemin ardında saklıdır. […] Düşünce, eylemden ayrıştırıldığı vakit kısır ve
verimsiz bir çabaya dönüşür, düşünce, ülkülerin ve hayallerin oyuncağı olur,
böylelikle düşünce ve eylem, hiçbir işe yaramayan şeyler haline gelir.”[52]
Bu
fikirde “aydın”, “Tanrı’nın ateşi”ni toplumuna taşıyabilecek bir Promete’yi
temsil ediyordu. Aydın, toplumunu oluşturan insanlara eylemdeki düşüncenin ve
dinin toplumda neye benzediğini hatırlatmak suretiyle onları eyleme teşvik
ediyordu.[53]
Şeriati,
yeni insanı şehadet anlayışı üzerinden tanımlıyordu. Bu yaklaşım, genel-özel
arasında yapılan liberal ayrımı tanımıyordu. İslamşinasi’deki dersleri
verdiği dönemde yaptığı, ayaklanmacı şiddete dair en kışkırtıcı ve en popüler
açıklamalarından birinde Şeriati, devrim için gerekli öznel şartları temin
edebilecek “düşünce” türünü ortaya koymaya çalıştı. Şehadet konusunda yürüttüğü
tartışma, bir yandan da devrimi ilk planda mümkün kılacak “eylem”in fitilini
ateşlemenin yollarını arıyordu.
Konuşmalar,
Muharrem ayında, Şah’ın ve oğlunun doğum gününün kutlandığı resmi tatil
günlerinde yapılmıştı. Bu konuşmalar, özünde Şeriati’nin öğrencilerinden
birinin (Ahmed Rızai) intiharıyla, Halkın Mücahidleri örgütünün kurucularının
yüzleştiği idam cezasıyla ve Marksist Fedai örgütünden kimi isimlerin idam
edilişleriyle alakalıydı.[54]
Şeriati,
konuşmalarıyla Hz. Hüseyin’i kuşatan söz ve söyleme müdahale etti.[55] Her yıl
müminlerin yas tuttukları törenlerde Hz. Hüseyin’in kitleleri etkileme gücünün
yüceltilmesine karşı çıkan Şeriati, bunun yerine, dinleyicilerini Hz.
Hüseyin’in fedakârlığı ve şehadet anlayışı üzerinde durmaya davet etti.[56] Bu
yoruma göre Hz. Hüseyin, Emevi rejimine karşı çıkmamış, pasif ibadet yolunu
seçmiş dini isimlerdeki suç ortaklığının ve kayıtsızlığın karşısına
dikilmekteydi.
“Onun sorumluluğu nedir?
Hakikatin yok edilmesi, insanların haklarının ortadan kaldırılması, tüm
değerlerin silinmesi, devrime dair hafızanın kaybolması, o mesajın zihinlerden
kazınması, insanların en fazla değer verdiği kültürlerin ve inancın en alçak düşmanlarca
araçsallaştırılması karşısında düşünceye ihanet edenlerle, insanlığa karşı suç
işleyenlerle, halka darbe indirenlerle mücadele etmek, onlara direnmektir. O
büyük semavi devrime muhafızlık etmek, gerici politikanın yeni biçimine karşı
cihat etmek, bir beden olmuş insanların, tek başına bir beden haline
gelmişlerin omuzlarındadır!”[57]
Hz.
Hüseyin’in rolünü “İslam’ın hafızasını muhafaza etmek” olarak tanımlayan
Şeriati, tarihi, sömürgecilik karşıtı diğer isimler gibi tartışmıyordu.
Geçmişin bugündeki, geleceğe yönelik tezahürü olarak hafıza, tarihsel geçmişin
sınırlarına rağmen varolan bir şeydi. Aynı zamanda hafıza, tarihsel geçmişle
çatışma içindeydi.
Fanon’un
yeni insanını tanımlayan şey, ırksal amnezi değildi. Bu bağlamda, bedenin
(tenin) ve tek başınalığın önemine işaret eden Şeriati, Hz. Hüseyin’in fiziki
fedakârlığını gelecekteki müşterek ruha bağlıyordu. Hüseyin, aslında yalnız
değildi. Hem elçi hem de mesajın kendisi, özünde düşünce haline gelerek Hz.
Hüseyin, gelecekte sürekli hatırlanmak suretiyle, yani hafıza yoluyla
gerçekleşecek kolektif görev dâhilinde, kendisine düşen rolü yerine
getiriyordu.
Ayaklanmacı
şiddet çağrısı, kimi ahlaki vasıflara vurgu yapan Şeriati’de bezgeşt ve şehadet birbirinden
ayrılamayacak şeylerdi. Şeriati’nin yürüttüğü Hz. Hüseyin ile ilgili
tartışmada bezgeşt ve şehadet hem araç hem de
amaçtı.
Hz.
Hüseyin’in hikâyesi bir çelişkiyle tanımlıydı. O’nun eylemi, devleti hedef alan
veya iktidarı almayı amaç edinmiş bir eylem değildi, ama buna rağmen
politikti.[58]
Şehidin
ölmekten yana yaptığı seçimi hem araç (insanların kalplerinden ve zihinlerinden
gizlenmiş olanı ifşa etme çabası) hem de gizlenmiş bir amaç olarak anladığımız
vakit bu çelişki sadeleşiyordu.[59] Araç olarak şehadet, zirvesine gizli bir
tarihi faş etmek için hareket eden devrimcinin fiziki ölümünde ulaşan bir
ayaklanmacı şiddet biçimiydi. Sonuçta şehidin eylemine tanıklık eden kitleler,
hakikatlerini de yeniden keşfediyorlardı.
Şeriati’de
gördüğümüz, sömürgeciliğin dönüştürdüğü, şeklini bozduğu öze dönme ihtimalini
temel alan bezgeşt anlayışı gibi şehadet de yeniden eğitilmek
suretiyle öze dönüş gayesini güdüyordu:
“Hz. Hüseyin’in
düşmanları, şehitlerin sadece bedenlerini ele geçirebildiler. Şehitlerin
fikirleri tüm maskeleri söktü, insanları aldatan tüm perdeleri yırtıp
attı.”[60]
Şeriati’de
şehadet, öze dönüş yolunu açıyordu, şehit de geri dönülecek özdü. Şehidin
hikâyesi, bizi inşa eden hikâyenin ta kendisi oluşuyla, İran’ın
“sömürgeleşmesi” bağlamında bir tür dönüşüme uğruyordu. Şehit, kendisini bir
amaç olarak gerçekleştirmenin aracı haline geliyordu.
Fanon’dan
Şeriati’ye uzanan bir düşünsel hat olduğu açık. Şeriati’nin tercüme ettiği,
uzun uzun tartıştığı, Yeryüzünün Lanetlileri kitabının birinci bölümünde
yürütülen şiddet tartışması da sömürgenin şiddetini hem araç hem de amaç olarak
takdim ediyordu. Ancak Hegel’in köle-efendi diyalektiğini benimseyen Fanon, bu
süreci tümüyle bedensel bir olgu olarak alıyordu.[61]
“Sömürge açısından
sömürgeciye karşı uygulanan bu şiddet, mutlak bir pratiği ifade eder. Bu
sebeple militan, işleyen, çalışan insandır. Örgütün militana sorduğu şu türden
sorular, eşya konusunda geliştirilmiş olan bu görüşün izini taşır: ‘Nerelerde
çalıştın? Kimlerle çalıştın? Neler başardın?’ Örgüt, her bir bireyin geri
döndürülemez bir eylem ortaya koymasına ihtiyaç duyar. Bu sebeple her insan,
mağdurun ölümünden kişisel olarak sorumludur. Çalışmak, sömürgecinin ölümü için
çalışmaktır. Şiddetin sorumluluğunu üstlenmek, aynı zamanda örgütünden ayrılan
veya geri dönülmesini imkânsız eylemlere imza atan örgüt üyelerine yeniden
örgüte girme ve onunla bütünleşme fırsatı sunar. Bu açıdan şiddet, kusursuz
şefaat olarak anlaşılabilir. Sömürülen insan, kendisini şiddet dâhilinde, onun
aracılığıyla özgürleştirir. Bu pratik, militanı aydınlığa kavuşturur, çünkü ona
hem aracı hem de amacı gösterir.”[62]
Siyah
Deri Beyaz Maskeler kitabında Fanon, Hegel’in çalışma yoluyla
özgürleşme meselesine dair değerlendirmesini eskiden köle olan, hümanizmin boş
ve soyut bir versiyonu olduğunu kanıtlamış fikrin bayrağı altında eski kabul
yöntemiyle mücadele eden insan için imkânsız bir seçenek olarak
yorumluyordu.[63] Ancak Yeryüzünün Lanetlileri’nde sömürge,
yerleşimcinin tahayyül ettiği rolü oynuyor, onunla yerleşimcinin asli dili olan
gücün diliyle konuşuyordu.[64] Bu yeni çalışma biçimi dâhilinde “sömürgecinin
ölümü için çalışmak suretiyle” sömürge, sadece elindeki kimliğin gereklerini
yerine getirmekle kalmıyor, aynı zamanda o kimliği süreç içerisinde redde tabi
tutuyordu. “Hegel’in kölesinin kendisini gerçekleştirdiği moment”i hatırlatan
“masaları tuhaf şekilde ters çevirmesiyle” bu ortaya konan emek, sömürgenin
mutlak kimliğini üretmekteydi.[65]
Hegel’in
kölesi, kendi temel faaliyetini yansıtan nesnelerle dolu bir dünya üretirken,
sömürgeciyi öldürme eylemi ve açıktan bu eylemin sorumluluğunu üstlenmekle
sömürge, önceki bağımlılık ilişkilerinden kopuyordu. “Sömürge özne” denilen
eski kimlikten radikal manada koptuğu ölçüde sömürgenin yürüttüğü çalışma,
sömürgelikten kurtuluş mücadelesi dâhilinde hem bir araç hem de amaçtı.
Şeriati,
Fanon’un bedenselliğe bağlılığıyla ayaklanmacı şiddet tartışmasını ayrıştırmak
amacıyla, yüzünü Heidegger’e döndü. Daha da önemlisi, sömürgeyi veya fedaiyi
hiçbir anda ölümü seçmeyen kişi olarak tanımlayan Fanon’dan farklı olarak
Şeriati, Hz. Hüseyin’in esasında ölmeyi seçtiğini söylüyordu.[66] Şeriati, bu
seçimin teorik anlam ve önemini “hakiki varoluş” kavramı üzerinden açıklıyordu.
“Heidegger, her bireyin
iki varlık türüne sahip olduğunu söylüyor. Bu türlerden biri, toplumda yaşayan
bir mahluk olarak bizim ‘ben’ dememizle alakalı. Burada 30 milyon içindeki bir
kişi olarak kendimi anlamlandırmama, İran nüfusunu meydana getiren 30 milyon
içerisinde bir birey olarak sayılmama atıfta bulunuluyor. Bu varlık türünde tüm
insanlar eşittir. […] Bu, insanın mecazi varoluşudur. Heidegger, diğerine
‘hakiki varoluş’ diyor. […] Bazılarının sahip olmadığı bu varlık biçimine
bazıları farklı düzeylerde sahip olabiliyor. Bu ikinci varlık biçimi, tarihsel
süreç boyunca kültürün ürettiği bir şey, o kültürden müteşekkil. Bu, insanın
gerçek, hakiki ve insani hali. Bizim mecazi varoluşumuz 30-40 yıl sürüyor. Ama
gerçek veya hakiki varlık, yüzlerce yıl yaşıyor. Bu varlık, kültür, medeniyet
ve sanat şekil aldıkça tarihsel süreç boyunca varoluyor. O bende somutlaşıyor.
Bana Batılı, Doğulu, Amerikalı veya Afrikalı gibi diğer kültürler karşısında,
onların üzerinde kültürel bir ‘doğum belgesi’ temin eden, benim tali
varlığım.”[67]
Fiziki
(“asli”) varoluşumuzla hakiki, fiziki olmayan (“tali”) varoluşumuz arasında
yaptığı ayrım üzerinden Şeriati, Afrika’daki sömürgeleşme deneyimi ile
İran’daki sömürgeleşme deneyimini ayrıştırıyordu. Buradan Şeriati, şehidi
“evrensel düşüncenin ta kendisi” olarak tarif ediyordu.
“Bir şeye göre olan, nispi
insan, evrensel (mutlak) insan haline geliyor. Çünkü artık insan, kişi ya da
birey değil. O, düşünce. O, kendisini düşüncesi uğruna feda eden, sonuçta o
düşüncenin kendisine dönüşmüş olan birey. Bu sebeple, biz Hz. Hüseyin’i Hz.
Ali’nin oğlu olan özel, bir başkasına göre tanımlanmış bir insan olarak
görmüyoruz. Hz. Hüseyin, İslam’a, adalete, imamete ve tevhide işaret eden bir
isim. Bu değerlendirme üzerinden şunu söyleyebiliriz: Biz, bir birey olarak Hz.
Hüseyin’i diğer şehitlerle kıyaslayalım, onlar üzerinden bir sıraya koyalım
diye yüceltmiyoruz. Bu türden tartışmaların meseleyle uzaktan yakından bir
alakası olmadığını görmek lazım. Biz Hz. Hüseyin’den bahsederken, artık kişi
olarak ‘Hüseyin’e atıfta bulunmuyoruz. Hz. Hüseyin, mutlak kutsallık yolunda
tüm samimiyetiyle, bir insanın tahayyül edebileceği en özel koşullarda
kendisini yadsıyan bireyi ifade ediyor. Neticede o, mutlak kutsallığın
kendisine dönüşmüştür. Ondan geriye sadece bir isim kalmıştır. O, özü
itibarıyla artık bir birey değildir. Hz. Hüseyin, bir kaynak halini almış, bir
mektebe dönüşmüştür.”[68]
Hz.
Hüseyin’in “asli” varlığı yaşamayı sürdürmezken, tüm maddi kişiliği ve
eylemleri varlığını muhafaza etmektedir. Onun hayatının fani olan mekânsal ve
zamansal boyutları ki bu noktada Şeriati paradan, zamandan ve fiziki varlıktan
söz eder, gözden çıkarılabilir şeylerdir. Bunları reddetmek, bir ülkünün
teyidine dönüşür.[69] Gazyağı misali bu güçler “feda edilmeli”, “manevi bir
enerjiye dönüştürülmelidir”. Bunların kaynağı insanın uğruna kendisini feda
ettiği gayedir.
Şeriati,
ayaklanmacılığa daha az vurgu yaptığı, revizyonist yazılarında eylemle
düşünceyi ayırır. Bu çabayla Şeriati, esasında zihni devrimcileştiren politik
ahlakla mevcut hali değiştirmeye hedefleyen ayaklanmacı şiddet anlamında
doğrudan politik eylem arasında ayrım yapar. Ona göre şehadet, sadece “tali”
varlığımızı biçimlendiren şey değil, o varlığı etkileyen eylem modelidir de.
Bu
sayede Şeriati, Fanon’un şiddet tanımında önemli bir yere sahip olan çıkarımı
Fanon’la çelişen bir yerden yorumlar. Yeryüzünün Lanetlileri’nde
sömürgelikten kurtulmak için uygulanan şiddet, yeni oluşan millet içerisinde
herkesi düzler. Böylece kitleler zaferlerini herkesin ürettiği bir ürün olarak
görürler: “Şiddet, insanları lider düzeyine çıkartır.”[70] Liderlerle halk
arasındaki ayrım ortadan kalkar, sonuçta bir anlığına da olsa alabildiğine
demokratik bir proje meydana gelir.
Şeriati,
bu lider/halk ayrımını birleşmiş cemaatin oluşturulması yoluyla ortadan
kaldırır. Cemaat, tümüyle redde tabi tutulmak yerine örnek teşkil edecek bir
ilişkiye dönüştürülür. Bu bağlamda bir mesaj olarak şehit, o mesajı taşıyanlar
ve son olarak, o mesajı alanlar arasındaki farklılıklar ve ayrımlar önemli
hususlardır.
Bir
mesaj olarak şehit, o mesajı taşıyanlar ve o mesajı alanlar arasındaki farkı
anlamak için Şeriati’nin farklı sömürgeleşme deneyimlerine dair tespitine
bakmak gerekiyor. Sömürgeler, bedeni ve zamanı farklı idrak ediyorlar. Yeryüzünün
Lanetlileri kitabında Fanon, sömürgeleşmeyi belirgin bir çelişki ve ikilik
üzerinden okuyor:
“Sömürgenin dünyası, ikiye
bölünmüş bir dünyadır. Bu iki dünyayı ayıran sınırda kışlalar ve karakollar
inşa edilmiştir. Sömürgelerde polis ve asker, sömürgeci ve zulüm düzeni adına
konuşan, resmi ve meşru birer faildir. Kapitalist toplumlarda ister laik olsun
isterse dini, eğitim sömürülenin zihnine asayişi sağlayacak faillerin yükünü
hafifletecek şekilde, teslimiyetçiliği ve yasakçılığı aşılar. […] Sömürgelerde
polis, sömürge halka sık biçimde müdahale edip onun yakınından ayrılmayarak,
onun sürekli gözetimde tutulmasını, tüfek dipçikleri ve napalm bombalarıyla
kontrolden çıkmamasını güvence altına alır.”[71]
İki
tarafı eğitimin değil gücün ayırdığı bu koşullarda, hegemonya karşıtı faaliyet
yönünde atılan adımlar, “kaslardaki gerginliği” geçici süre almaktan başka bir
işe yaramaz. Sömürge sisteminin bedene ve ruha yerleştirdiği bu gerginlik,
ancak sömürgeciyi öldürerek ortadan kaldırılabilir: “Sömürge denilen özne,
sırtı duvara yaslandığında, boğazına bir bıçak dayandığında veya cinsel
organlarına elektrik verildiğinde, hikâye anlatmaya bir son verir.”[72]
Fanon,
işçi sınıfının ve sömürge halkların bir kendiliğindenliğe ve dolaysız bir
bilince sahip olduğunu, bunların yürüttükleri çalışmaları “aşkın anlamlandırma”
pratiğine tabi kıldığını, “hikâye anlatma”ya son verdiğini söyler. Ama gene de
sömürgenin sömürücünün düşünce ve güç sisteminden kopuşuna işaret eden aydın
olarak Fanon, o sistemlerin Hegelci dilinden kurtulamaz. Bu anlamda, Fanon,
esasında kitlelerin kendiliğindenliğini övüp aydının sınırlı katkılarda
bulunduğunu söylerken, samimi ve içten bir ifşaatta bulunmaktadır. Aydın
(Fanon’un kendisi), hikâye anlatmaktan başka bir işe yaramayan “yeniden
anlamlandırma” alanından çıkamaz.[73]
Şeriati’nin
üzerinde durduğu sömürge dünyasında ise yabancılaşma sorunu dönüşüme dair bir
sorundur. Sömürgeci güç, yanlış temsile dayalı bir mekanizma üzerinden işler.
Burada retorik ve anlatı esastır.
Söylemindeki
bilimsel doğrulara karşı çıkan araştırmacılara cevap veren Şeriati, tarihsel
olgu ile kurgu arasındaki ayrıma vurgu yapar. O araştırmacıların tarih
dedikleri belirli olay ve gelişmelerle ilgilenmeyen Şeriati, kendisinin
gerçekliğin üzerinde duran bir hakikati aradığını söyler.
“Bu bağlamda, Hz.
Hüseyin’in hikâyesi, gerçek değilse bile hakikati içeren bir olay gibi takdim
edilir. Oysa bu olay gerçekten yaşanmıştır, ihmal edilemeyecek, tekil bir
gelişme olarak bu olay, özel ve sınırlı bir hükümde bulunur. Gerçek değilse,
bütünlüklü ve genel bir hakikate işaret eder. Bu anlatılar genel koşulu verir.
Bu türden hikâyeleri, kolektif ruhu paylaşan kamusal fikirler ve toplumsal
bilinç inşa eder.”[74]
“Şiddet
Üzerine” başlıklı bölüme dair yorumunun sonunda Şeriati, kolektif ruhu paylaşan
kamusal fikirlerin ve toplumsal bilincin Hz. Hüseyin’in hikâyesini anlattığını
söyler. Bu tespit, esasında bezgeştle ilgili tartışmasının bir
ürünüdür. Bu tartışmada Şeriati, sömürgeciliğin hakiki İrani ve Müslüman özü
tahrif edip dönüştürdüğüne, ama gene de bu özün kitleler içerisinde capcanlı
durduğuna vurgu yapar:
“Bahsini ettiğim tarihsel
öze dönüş, bireysel ve toplumsal bilinçte bugün varolan pratik bir öze dönüşü
ifade eder. Bu enerji kaynağına düşünce alanında dönülebilir. Bu öz açığa
çıkartılıp eyleme geçirilebilir, hayata dâhil edilebilir. […] Bu öz, kitlelerin
zihninden neşet eder.”[75]
Fanon’un
Yeryüzünün Lanetlileri kitabında bahsini ettiği, sömürge sisteminin
kaslarda yol açtığı gerginlikle ilgili tanımını aktaran Şeriati, bu özün
toplumun yaşamsallığını ifade ettiğini, bugünde, kitleler içerisinde yaşadığını
söyler.[76] Ama Şeriati, aynı zamanda tarihi yeniden yazmaya devam eden özün,
bireyin kitlelerin bağrında yaşadığı gerçeğini idrak ettiği vakit hayat
bulacağı tespitinde bulunur.[77]
Şehadetle
ilgili tartışmasında görüldüğü üzere Şeriati, İslam’ın yaşamasını sağlayacak
ateşin halkın yüreğinde ve zihninde yandığı düşüncesindedir.[78] Bize bu ateşi
Promete temin ettiğine göre, o ateşin kaynağı da o ateşe dair fikrin kaynağı da
Promete olmalıdır. Süreç içerisinde kitleler, kim olduklarının bilincine
varmalıdırlar.
Şehadet,
başkalarının takip edeceği bir model veya Şeriati’nin bezgeşt tartışmasında
kullandığı ifadeyle, “yeni genel” haline geldiği vakit önemli bir ağırlığa
kavuşur. Toplumun üyelerine yeni bir oluşum sürecine girmeleri telkin edilir.
Burada onlara, şehidin örnekliğinde kendilerini yeniden inşa etmeleri söylenir.
Oluşacak “şehit cemaati”, başkalarının takip edeceği bir model haline gelir:
“Bugün eksen, zamanın
aracı haline gelmemiz lazım. Ortadoğu’nun bir köşesine sinip kalmış, boş yere
vakit öldüren, zaman denilen sahneyi görmezden gelen bir grup olmaktan çıkalım.
Düşünsel sorunları, insanlığın bugününü ve yarınını inşa eden, her şeye bir
şekil veren meseleleri görmezlikten geliyoruz, gelmeyelim. […] Savaş sahasının
tam ortasında olmalıyız.”[79]
Tıpkı
kutsal bir ilkenin görünürlüğünü ve değerini artırmak için harcanan maddi
nesneler ve fiziki bedenler, örneğin Promete’nin haklı davasının ateşini yakan
gazyağı gibi, zaman da insanın bugünü adına tarih olarak yeniden
biçimlendirilebilir.[80]
Bu
bağlamda, Fanon’da bedene yönelik vurgu, tarihin bağlarından kurtulmayı
anlatırken, Şeriati’nin şehadeti ayaklanmacı şiddet pratiği olarak ele alan
yaklaşımı, yarının tarihi adına, tarihle dolaysız ilişkilenmeyi ihtiva eder.
Şeriati’de Hz. Hüseyin, sömürgeciyi öldürmek yerine ölmeyi seçer. Bu seçimin
sonuçları kitlelerin zihnine kazınır. Siyasi teşekkülün kolektif bilincinde
izler bırakır.
Şeriati,
Fanon’dan farklı olarak, bu izlerin kitlelerin içerisindeki aydınlarca
okunabileceğine inanır. Tarihten kurtulmak yerine, onu yeniden yazma ihtiyacına
vurgu yapan Şeriati, kitlelerin ahlaki oluşumunda aydınların örnekliğinin
devreye sokulması üzerinde durur.
İslamşinasi kitabının
on dördüncü dersinde Şeriati, kendisini dinleyici kitlesinin taklit edeceği bir
örneklik olarak sunar.[81] Şeriati, hitabet alanındaki icrası ile
dinleyicilerini ve okurlarını kitlelerin zihnini okumaya davet eder. Ayrıca o
zihni tıpkı kendisi gibi okumalarını ister.
Bu
oluşum süreci boyunca örneklik teşkil eden kişi (Hz. Hüseyin) ile kitleler
arasındaki ayrım bir şekilde muhafaza edilir. Şehidin farklı anlamlarını
devreye sokan Şeriati, Hz. Hüseyin’in “sessiz ve savunmasız kalmışların,
kendilerini takdir eden kimseyi bulamamışların adına tarih mahkemesinde
şahitlik ettiğini” söyler.
“Peki o kimsenin kendisine
eşlik etmeyeceğini, intikamını kimsenin almayacağını bilmiyor muydu? Bu intikam
meselesi, yarına yürüyen insanın yüzleştiği bir meseledir. O, bize gelecekten,
hepimize ait bir cevap sunar.”[82]
Hz.
Hüseyin’in şahitliği, tarihin tahrif edildiği, kabul meselesinin buna çözüm
olamayacağı gerçeğini açığa çıkartır. Bu şahitlik, sadece Allah değil, geleceğe
varacak halk için yapılmış bir şahitliktir.[83] Hz. Hüseyin, kitlelerin
zihninden kitlelerin insana dair, tali ve biçimlendirici karakterlerinden neşet
eden bir fikri temsil ettiği için Şeriati’deki şehadet anlayışı, esasen
kitlelere “kendinizi kitap gibi okuyun. Bugün kimseniz ona geri dönün”
çağrısıdır.
Dolayısıyla,
Hz. Hüseyin’in hikâyesi kaçınılmaz olarak eksik bir hikâyedir. Eğer Şeriati,
geri kalanların şehadetin mesajını önceden geliştirilmiş bir düşünce zemininde
okuyacakları üzerinde duruyor olsaydı, o vakit onun görüşlerinin Heidegger’in
düşüncesinin İran bağlamındaki tezahürü olduğunu söyleyebilirdik. Bu yaklaşım
uyarınca, bir örneklik olarak Hz. Hüseyin ve tüm şehitlerin şahitliği, tarihsel
zamanda değişen koşullardan etkilenmez ve ebedidirler. Bu anlamda Şeriati,
milliyetçi ideolojiyi kitlesel politik hareketin gücüyle donatmaktadır. Ama
Şeriati, Haydegercilikten farklı olarak, ölümü seçme meselesine, şehit olarak
Hz. Hüseyin’e, mesajı aktaran olarak Hz. Zeynep’e, halkın kalbinden ve aklından
neşet eden aydına, aydın suretinde imal edilmiş kitlelere işaret etmekte, bu
açıdan çok farklı bir hikâye anlatmaktadır.
“Hakikatin sorumluluğunu
üstlenmeyi seçen, Şii olmanın, özgün insan olmanın sorumluluğunu bilen her
insan, ebedi olan tarihsel ve küresel mücadelede her yerin Kerbela, her ayın
Muharrem, her günün Aşura olduğunu, bizim kanla mesaj, Hüseyin olmakla Zeynep
olmak, onlar gibi ölmekle başkalarıyla birlikte hayatta kalmak arasında seçim
yapmak zorunda olduğumuzu bilmelidir. Sahnede olmak istiyorlarsa bu bilinci
kuşanmalıdırlar.”[84]
Şeriati,
halkın kalbini ve zihnini özgün kaynak olarak görür. Tarihi kolektif ruhtan
neşet eden hikâyeler olarak yorumlar. Bu anlamda Şeriati, ilgili seçimi
demokratik bir pratik olarak değerlendirir. Seçme eylemi, ebediyete dek sürer. Bezgeşt
ve şehadetle ilgili görüşleri bağlamında “Hüseyin olmak” ve “Zeynep
olmak” denilen kategoriler tanımlanmaz. Kitleler üzerinden ele alınan bu
kategorilerde, o kitlelerin eylemliliğine bağlılığa vurgu vardır. Burada sadece
kendisine ve toplumsal sorumluluğuna bağlılığın sınırlandırdığı, demokratik bir
değerler sistemi söz konusudur.[85]
Sonuç
Şeriati’nin
Fanon ve Césaire’ın sömürgecilik karşıtı teorisiyle kurduğu bağ, öze dönüş (bezgeşt)
ve ayaklanmacı şiddet (şehadet) anlayışları arasındaki farkı tarif eder.
Öte yandan, Şeriati’nin farklı bir “öz” üzerinde duran yaklaşımı, neticede
Fanon’un zaman ve beden anlayışına katkı sunar, ek yapar.
Fanon’un
dini sömürgecilik karşıtı dayanışmanın ve özün potansiyel zemini olarak
görmeyen yaklaşımındaki soyut genelciliği (evrenselciliği) reddeden Şeriati,
İran’da ve diğer Müslüman toplumlarında bunlara has olan sömürgecilik
koşullarına hitap eden bir “yeni insan” anlayışı geliştirir. Bu düzlemde
Şeriati, bugün varolan kitlelerin kolektif bilincine geri dönülmesi gerektiğini
söyler. Promete’yi, ateşini verdiği halkın o ateşe kaynaklık eden kalbini ve
zihnini temel alan bir aydın olarak takdim eden Şeriati, halkı okuma eyleminin
halkın kendisini okumasını sağlayacağı bir gerçekliğe vurgu yapar. Kendi
ifadesiyle, Hüseyin olmak suretiyle kitleler, kendi gerçekliklerine dönerler.
Hz. Hüseyin’in bize ölmeyi öğrettiğini söyleyen Şeriati, varolmama ihtimalimizin
bugünde bir bedene nasıl kavuşacağını öğreten bir politik ahlak geliştirir.
Neticede
Şeriati, bedeni reddeder ve bu yaklaşımıyla Fanon’un zamansallık tartışmasının
kapsamını genişletir. Bu noktada Şeriati, özü fiziki bedenin artık var olmadığı
bir gelecekte tahayyül eder.
Şeriati,
aydınların İslam’a dair iddialar dile getirmesini sağlayacak fikirler
geliştirir. Esasında bu iddialar, toplumun değişmekte olan arzularının birer
yansımasıdır. Bu noktada Şeriati, ölümü sonrası kurulan İslam Cumhuriyeti’nin
kurucu isimlerinden biri olarak kabul edilir. Bu, haklı ve yerinde bir
tespittir. Böyle olmasının sebebi, Şeriati’nin devrimci devlet için romantik
veya ideolojik zemini kurmuş olması değil, onun “fıkhın laikleştirilmesi”
sürecinden kaynaklanan, hiç kimsenin beklemediği değişimleri önceden tahayyül
eden, müşterek öze dair bir anlayış geliştirmiş olmasıdır.[86] Halkın genel
iradesiyle değişen bir İslam’ı tahayyül etmek, Şeriati’ye düşmüştür. Onun
ölümünden beri İran’da yaşanan olaylar, bu değişimi aksettiren bir hikâyeyi
anlatmıştır.
Areş Davari
[Kaynak:
Comparative Studies of South Asia, Africa and the Middle East, Cilt. 34,
Sayı. 1, 2014, s. 86-105.]
Dipnotlar:
[1] Ervand Abrahamyan’ın tespitiyle, “Şeriati, haklı olarak, İslam Devrimi’nin
en önemli aydını, bu devrimin Fanon’u olarak itibar görmüştür.” Nikkie Keddie
ise Şeriati’yi “devrimci kalkışma konusunda İranlı gençleri hazırlamak için en
fazla çaba harcayan kişi” olarak tarif eder. Abrahamian, Iran between Two
Revolutions, s. 466 ve Keddie, Roots of Revolution, s. 215. Hamid
Dabaşi, daha ihtiyatlı bir yaklaşım geliştirir ve onu yüceye yerleştirme
gayretlerine karşı çıkar. Dabaşi’ye göre Şeriati, üniversite öğrencileri
içerisinde iki grupta karşılık bulmuştur: inançlarını muhafaza etmek aynı
zamanda devrimci bir politik konum almak isteyen dindar gençler ve yerli bir
dil geliştirerek daha büyük bir kitleye seslenmek isteyen Marksistler. Dabashi,
Theology of Discontent, s. 109, 139. Şeriati, en çok da İslami görüşleri
Marksist teoriyle cem eden vaazlarından ideolojik zeminde beslenen gerilla
örgütü Halkın Mücahidleri ile ilişkilendirilmiştir. Şeriati, bu örgütün
liderlerine sempatiyle yaklaşmış, ancak sonrasında örgüt içerisinde Şeriati’nin
görüşleri reddedilip açıktan Marksizmi savunan bir yaklaşım benimsenmiştir.
Şeriati, aynı zamanda, Şah’a karşı çıkan kimi önemli mollalarla düzenli bir
araya gelmiştir. Bu isimlerle bazen tartışsa da bu görüşmeler belli bir süre devam
etmiştir. Şeriati politik faaliyetlerine, Sovyet etkisindeki Tude ile tartışan
milliyetçi örgütler içerisinde, Musaddık yanlısı bir isim olarak başlamıştır.
Bu olumlu yaklaştığı görüşler ve kurduğu ittifaklar konusunda bkz.: Abrahamian,
Iranian Mojahedin ve Rahnema, An Islamic Utopian.
[2]
Şeriati’nin belagat sanatını kullanma biçimiyle ilgili olan bu kitaplarda iki
soru öne çıkıyor. İlki, laik muhalefetin devrimci halk kitlelerinin hayal
gücünü ele geçirme konusunda neden başarısız olduğuyla ilgili. Bkz.: Dabashi, Theology
of Discontent, s. 102 – 46; Boroujerdi, Iranian Intellectuals and the
West, s. 105 – 15; Mirsepassi, Intellectual Discourse, s. 114 – 27;
Gheissari, Iranian Intellectuals in the Twentieth Century, s. 97 – 107;
ve Vahdat, God and Juggernaut, s. 131 – 53. Kısa süre önce yayımlanan
kitabında Kingshuk Chatterjee, Şeriati’nin Müslüman kimliğiyle ilgili
meselelere yaptığı katkıyı ele aldı. Bkz.: Chatterjee, Ali Shari’ati.
[3]
Ali Rahnema, Şeriati’deki sakin kalma eğilimini revizyonizm konusunda atılmış
kasti bir adım olarak nitelendiriyor. Şeriati’nin son çalışmalarında, özellikle
1975’te hapisten çıktıktan sonra kaleme aldığı yazı ve kitaplarda bu eğilime
rastlanmasına karşın Rahnema, bu sakin kalma eğilimiyle tanımlı çalışmaları
Şeriati’nin yazmak zorunda kaldığı, hatta bunları Şah’ın gizli polisinin
yazdığı iddiasına karşı çıkıyor. Şeriati’nin yazılarında başvurduğu bakış
açısında ciddi bir değişimin yaşandığını kabul eden Rahnema, Şeriati’nin son
dönemde yaptığı açıklamaların başlarda üniversite profesörü iken verdiği
derslerle paralellik arz ettiğini, hatta bu derslerin doğrudan kopyası olduğunu
söylüyor. Bkz.: Rahnema, An Islamic Utopian, s. 356-63, 369-70. Behruz
Gamari Tebrizi, Rahnema’nın bu önemli tespitini teorik zemine taşıdı ve
Şeriati’deki Gramşici eğilimin amacının toplumsal değişime yol açmak adına
hegemonya karşıtı bir kültür düzeni oluşturmak olduğunu söyledi. Bkz.: Ghamari-Tabrizi,
“An Islamic Utopian.”
[4]
Günümüz İran’ında İslami ideolojinin gelişimini “yerliciliğin zaferi” olarak
gören akademisyenler, kıta felsefesinin etkisine vurgu yapıyorlar. Bu
çalışmalar, Martin Heidegger’i önemli bir figür olarak öne çıkartıyorlar, onun
tezlerinin İran bağlamında tezahür ettiğini söylüyorlar. Ali Şeriati’nin
görüşleri de bu düzlemde değerlendiriliyor. Bu değerlendirmelerde Şeriati,
karşımıza Ahmed Ferdid’in takdim ettiği, ağırlıklı olarak Şii olan İran
halkının diline tercüme ederek aktardığı öncü bir ideolog olarak çıkıyor.
Heidegger’den Ferdid’e oradan Celâl Âli Ahmed ve Ali Şeriati’ye birçok yazarı,
eylemciyi ve akademisyeni ele alan bu değerlendirmeler, 1979 devriminin
köklerini ve sonraki dönemi belirli bir kesit ve bağlam dâhilinde aktarılan,
başka yerlerden ödünç alınmış fikirler kümesi üzerinden ele alıyorlar. Yirminci
yüzyılda İran aydınlarının görüşlerini “yerliciliğin zaferi” üzerinden
yorumlayan bir çalışma için bkz.: Boroujerdi, Iranian Intellectuals and the
West. Bu zaferde Alman felsefesinin etkisi için bkz.: Mirsepassi, Intellectual
Discourse ve Mirsepassi, Political Islam. Şeriati’nin asarını
“Aydınlanma karşıtlığı” üzerinden ele alan bir çalışma için bkz.: Mirsepassi,
“Religious Intellectuals and Western Critiques.”
[5]
“Dönüş” veya “Restorasyon” anlamına gelen Bezgeşt ile ilgili
değerlendirmeleriyle Şeriati, sömürgecilik karşıtlarının öze dönüş konusunda
yürüttükleri tartışmaya katkıda bulunuyor. Şehadet ise gelenek
düzleminde kutsal bir hakikati gerçekleştirmek için mücadele eden bireyin
ölümüne atıfta bulunuyor. Şiilikte şehadet, en çok da üçüncü İmam Hz.
Hüseyin’le ilişkilendiriliyor. Şeriati’de bu kavram, devrimci toplumsal değişim
anlamını kazanıyor. Şeriati’nin düşünsel projesi, bu türden terimlerin yeniden
tanımlanmasını ve geliştirilmesini esas alıyor. Şeriati, çalışmalarında şehadet
kavramını Hristiyanlıktaki “martir” kavramından ayrıştırmaya, bu
kelimenin şehidin tam çevirisi olmadığını göstermeye çalışıyor. Bkz.:
Shari’ati, Huseyn Vâris-i. Âdem.
[6]
“Sömürgecilik karşıtı dünya vatandaşı” tabirini Karl Mancapra’nın M. N. Roy
biyografisinden ödünç aldım. Manjapra, M. N. Roy, s. xix-xxi. Genelle
özel arasında bir tercih yapmak yerine bu ikisi arasında uzanan gerilimli
düzlemde faaliyet yürütmüş bir aydın olarak ele alan bir değerlendirmeyi şu
çalışmada bulmak mümkün: Sekyi-Otu, Fanon’s Dialectic of Experience.
[7]
Rahnema, Şeriati’yi “niyeti tüm politik güçleri despotizm karşıtı cephede bir
araya getirecek köprüler inşa eden” ve bu mücadeleyi “Müslümanlarla kâfirler
değil, Müslümanlarla despotik zalimler arasında cereyan eden bir mücadele
olarak gören” bir aydın olarak tarif ediyor. Rahnema, An Islamic Utopian,
340.
[8]
Liberal genelcilikle özelde işleyen sömürgeci yönetim arasındaki ilişkiye dair
bir tartışma için bkz.: Rao, The Caste Question.
[9]
Şeriati’nin Fanon’la ilişkisine değinen tüm çalışmalar, Şeriati’nin “Bezgeşt be
Kiştan” isimli metnindeki bölüme, aynı zamanda İslamşinasi çalışmasının
on dördüncü dersinde ele alınan, Fanon’la yaptığı yazışmalara atıfta
bulunuyorlar. Bu mektuplarda Şeriati, Fanon’un din konusunda düştüğü şerhlere
cevap olarak, sömürgecilik karşıtı cepheye katılım meselesini tartışıyor. Özgün
pasajlar için bkz.: Shari’ati, Bâzgasht, s. 29-30 ve Shari’ati, Islamshenasi,
s. 169-71. Bu pasajlara atıfta bulunan kitaplar konusunda bkz.: Abrahamian, Iranian
Mojahedin, s. 115 – 16; Dabashi, Theology of Discontent, s. 110; ve
Mirsepassi, Intellectual Discourse, s. 121. Mirsepassi’nin kitabı ile
Dabaşi’nin kitabı, Abrahamyan’ın metne dair yürüttüğü ilk tartışmaya (ve
yaptığı çeviriye) değiniyor.
[10]
Fanon, Peau Noire, s. 14, Fransızcadan çeviri bana ait.
[11]
A.g.e., s. 88 ve Fanon, Black Skin, s. 110. Çevirilerini yaparken
Fanon’un kitaplarının birden fazla versiyonundan yararlandım. Bu kullandığım
kitapların isimlerini notlarda aktardım.
[12]
Fanon, destekçileri ve eleştirmenlerinin yerlicilik suçlamasıyla yüzleşmiş bir
isimdi. Onun kitaplarını okuyan kimi insanlara göre Fanon, özel bir kimliğin
özerk ifadesi olarak sömürge öznesinin gerici şiddetini sahiplenmek suretiyle
sömürgeciliğe karşı çıkan bir “şiddet havarisi”dir. Bu tabir Hüseyin Bulhan’a
aittir. Bulhan, Frantz Fanon. Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabında
yürüttüğü şiddet tartışmasını kural koyucu bir talimatname olarak yorumlayıp
mahkûm eden önemli siyaset teorisi metinleri konusunda bkz.: Arendt, On
Violence ve Taylor, “Politics of Recognition.” Arendt, daha çok Fanon’un
teorisini kullanan ama onun kitabının “Şiddet Üzerine” başlıklı ilk bölümüne
odaklanan yaklaşımları ele alıyor. Arendt, Fanon’un şiddet konusunda okurlarına
nazaran daha şüpheci ve izanlı bir yaklaşıma sahip olduğunu söylüyor.
[13]
Fanon, Black Skin, s. 232.
[14]
Şeriati’nin yürüttüğü tartışma böylesi bir yöne sahip. Burada Şeriati, tarihsel
gerçeğin kurgu karşısında sahip olduğu değere itiraz ediyor. Bu, esasında
Fanon’un sömürgenin nesnelliğe ve hakikate yönelik şüpheciliğine dair
değerlendirmeleriyle örtüşen bir fikir. “Hakikat, milletin ortaya çıkış
sürecini besleyen, sömürge rejiminin yerinden sökülüp atılma sürecini
hızlandırır. […] Sömürge bağlamı, hakikatli tek bir davranışı bile tanımaz.
Sömürgenin canını en çok da İyi olan şeyler yakar.” Fanon, Wretched, s.
14.
[15]
Şeriati’ye göre şehadet, gelecekte oluşacak kolektif yapıların alacakları,
önceden belirlenmiş bir mesajı ifade ediyorken Fanon, tarihe meydan okudukları
ölçüde o mesajı diledikleri gibi alacaklarını söylüyor.
[16]
İran, sömürgeciliğe doğrudan maruz kalmadı. Şeriati, bu terimi bu gerçeği
dikkate alarak kullanıyor, ona buna göre anlam yüklüyor. Tarihsel gerçeklere
rağmen Şeriati, sömürgecilik karşıtı gelenekle düşünsel bağ kuruyor. Fanon ve
Şeriati, birçok yerde sömürgeciliği ve emperyalizmi birlikte anıyor. Bu anlamda
Şeriati, dünyayı görmek istediği gibi görüyor. Şeriati’nin sömürgecilik
terimini kullanış biçimi, onun küresel ölçekte düşündüğünü ortaya koyuyor.
Şeriati’ye göre, İran doğrudan sömürgeleştirilmemiş bile olsa halen daha
sömürgeci güçlerle dövüşmek zorunda. Şeriati, “öze dönüş” anlayışına genelde
İran’ın dolaylı bir biçimde, Afrika’dan farklı bir düzlemde tecrübe ettiği
sömürgecilikle ilgili görüşleri üzerinden katkıda bulunuyor.
[17]
Ali Geysari’nin bezgeşt tartışması da bu kafa karışıklığı ile malul. Ama
gene de 1976 tarihli “Bezgeşt be Kiş” isimli yazısı konusunda önemli bir
yorumda bulunuyor. Bkz.: Gheissari, Iranian Intellectuals in the Twentieth
Century, s. 97 – 107.
[18]
Shari’ati, Bâzgasht, s. 3–33. Rahnema, bu dersi Şeriati’nin Ekim 1971 ve
Şubat 1972’de iki parça halinde yaptığı ayaklanmacı konuşmalarından dört yıl
önce verdiğini söylüyor. Rahnema, An Islamic Utopian, s. 342–43.
[19]
Her iki makalenin başlığı da İngilizceye “Öze Dönüş” anlamını verecek şekilde
çevriliyor. Oysa her bir başlıkta öz, Farsça başka bir kelimeyle ifade
ediliyor. İlkinde “Kiştan”, ikincisinde “Kiş” kelimesi
kullanılıyor. Şeriati’nin gerilla faaliyetleri üzerindeki etkisine karşı çıkmak
adına ilk makalenin adı sonradan “İslam’a Karşı Marksizm” olarak
değiştiriliyor. Rahnema, An Islamic Utopian, s. 338–49. 1976 tarihli bezgeşt
tartışmasını içeren metin için bkz.: “Bâzgasht be Khish”, Shari’ati, Bâz’shinasi-
ye Huviyat- i Irâni- Islâmi, s. 79–226.
[20]
Bu merkez, salt dini ibadetlere bağlı kalmayı eleştiren, milliyetçi harekete
sıcak bakan, İslami söyleme sahip bir yapıydı. Şeriati, bu politik
çalışmalarının yanında belirli gazetelere yazılar da yazdı. Ebuzer: Allah’a
İbadet Eden Sosyalist isimli önemli çalışmasını bu dönemde (1955)
yayımladı. Kitap, aslında Abdülhamid Cevdet Seher’in Ebuzer Gifari isimli
kitabının çevirisiydi. Bu kitap, Şeriati’nin tarihsel olguyla kurguyu kasten
harmanlayan yaklaşımının ilk yansımasıydı. Bkz.: Shari’ati, Abu Zarr.
[21]
Rahnema, An Islamic Utopian, s. 81–83.
[22]
Şeriati’nin Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabını Farsçaya tercüme
ettiği söylenir. Bkz.: Fanon, Duzakhiyani Ru-ye Zamin. Rahnema, bu
çeviriyi Şeriati ile birlikte üç kişinin yaptığını ama kitabın çevirmeni olarak
sadece Şeriati’nin adının anıldığını söyler. Rahnema, An Islamic Utopian,
s. 126–27. Şeriati, esasında kitabın sonuç bölümünde belirli sayfaları tercüme
edip yayımlamıştı. Bu çeviri için bkz.: Shari’ati, Bâzgasht, s. 403–7.
[23]
Rahnema, An Islamic Utopian, s. 339–49, 356–70 ve yukarıda yer alan 3.
dipnot. Rahnema, metinlerin SAVAK’ın baskıları üzerinden yazılıp yayımlandığını
söylüyor. Şeriati’nin hayat hikâyesinin bu dönemine ilişkin detaylarsa net
değil. Eğer Şeriati, hapisteyken rejimin baskıları yüzünden yazmışsa bu
makaleleri, o vakit yazıların içeriğiyle onun gerçek fikriyatı arasında ayrım
yapmak gerekir. Gerçek şu ki Şeriati, sonrasında hapishane öncesi savunduğu
ayaklanmacı görüşlere geri döndü. Makalelerin ders olarak dolaşıma sokulmuş,
SAVAK’ın bu notları Şeriati’nin rızası olmaksızın yayımlamış olması ihtimali de
mevcut.
[24]
İslami ideolojiyi kıta felsefesinin gölgesinde ele alanlar, dikkatlerimizi
bugünde ortak bir yol olduğu iddiasına çekiyorlar. Mirsepassi, Şeriati’nin
“Aydınlanma karşıtı” felsefeyi, Alman romantizmi geleneği içerisinde kimi
düşünürlerde görülen “gerici modernizm”i İran’a taşıdığını söylüyor. Yazara
göre, Şeriati’nin hakiki bilgi ve benliğin ifadesi olarak dine yaptığı vurgu,
Heidegger’in günümüzde atomize olma tehlikesiyle karşı karşıya olan cemaatleri
meydana getiren ontolojik bağlarla ilgili tartışmalarıyla örtüşüyor. Bkz.:
Mirsepassi, Political Islam, s. 40–41, 85–128. Ayrıca bkz.: yukarıda bu
metindeki 4. dipnot.
[25]
Césaire, Sömürgecilik Üzerine Söylev kitabında, geçmişe dönüşü savunan
her türden görüşü redde tabi tutar: “Biz, ya o ya o diyecek insanlar değiliz.
Bizim için mesele, geçmişi tekrarlamak denilen o ütopik ve beyhude bir çaba
içine girmek değil. Biz, ölüp gitmiş bir toplumu diriltmek niyetinde değiliz.
Bu işi egzotik şeylere meraklı kişilere bırakıyoruz. Bizim derdimiz, güneşin
altında çürüyüp giden bir leşe dönüşmüş sömürge toplumunun ömrünü uzatmak da
değil. Biz, tüm köle kardeşlerimizin yardımıyla yeni bir toplum, eski
günlerdeki kardeşlikle ısınmış, günümüzün üretici güçlerini kuşanmış bir toplum
yaratmalıyız.” Césaire, Discourse on Colonialism, s. 45, 51–52. Yazarın
asıl diriltmek istediği, o eski günlerin duygusu, ruhu. Kitap devamında, Nazi
Almanyası’ndaki totaliter devletin yıllar boyunca sömürgeleri mahvetmiş olan
güç mantığının uzantısı olduğunu, bu gücün söz konusu ülkede eskiden Avrupa
dışı dünyada Avrupalıların uyguladıkları tekniği kullandığını, onun artık kıta
ölçeğinde o çirkin kafasını gösterdiğini söylüyor.
[26]
George Ciccariello-Maher, Sartre’ın insanların teorik bütünlükler arasında
yaptıkları tercihlerde genelle özelin birlikte ele alındığını düşündüğünü
aktarıyor. Özelle genel arasındaki gerilim, Sartre’ı Avrupalı felsefeci olarak
sahip olduğu sınırları görmesini sağlıyor. Bu noktada Sartre, Yeryüzünün
Lanetlileri için yazdığı takdim yazısında, sömürgecilik deneyimini
teorileştiremeyeceğini söylüyor, bu işi Avrupalı olmayan aydınlara bırakıyor.
Ciccariello-Maher’e göre Sartre’ın aldığı bu konum, onun Fanon ve Césaire’ın
etkisi altındaki fikriyatının bir ürünü. Ciccariello- Maher, “European
Intellectuals and Colonial Difference,” s. 129–54.
[27]
Shari’ati, Bâzgasht, s. 27–28.
[28]
1952 tarihli kitabının sonunda Fanon, Hegel’in efendi-köle diyalektiğine atıfta
bulunarak, şunları söylüyor: “Beyazla siyah açıktan çatışmıyor. Bir gün
geliyor, siyahi köleyle çatışmayan beyaz efendi, o siyahi köleyi tanıyor. Oysa
kendisinin tanınmasını isteyen, kölenin ta kendisi.” Başkasının kendisine dair
bilincini dert edinen köle, tanınmak, kabul görmek için çatışma içine girmek
istiyor. Köle, karşısındakiyle eşit düzeyde insan olduğunu ortaya koyabilmek
adına, o kuruluş momentine geri dönmeyi arzuluyor. “Ama artık çok geç” diyor
Fanon. Kölenin tarihi önceleyen bir moment olarak o mutlak mütekabiliyetin
gerçekleştiği kuruluş anı geçtiği için aynı şekilde kabul göremiyor. Bu
anlamda, biçimsel kabul yüzünden köle, kendisine ait olumsuz becerileriyle
birlikte hakiki manada özgür bir insan öznelliğinden çok bir nesneymiş gibi
muamele görüyor. Biçimsel düzeyde kabul gören siyahi adamın içini çatışma
arzusu kemiriyor. Böylelikle kendisine verilmiş olanı hak edeceğini düşünüyor.
Siyah, beyazın kendisine yönelik hakaretlerini bekliyor, kendisine hayatını
riske etmesi için bir sebep vermesini, ondan şiddet yoluyla acısını çıkartmayı
istiyor, ama o bahane bir türlü gelmiyor. Fanon, Black Skin, s. 216–22.
Fransızcası için bkz.: Fanon, Peau Noire, s. 175 – 80. Şeriati, Fanon’un
Siyah Deri Beyaz Maskeler kitabını Yeryüzünün Lanetlileri çevirisinin
giriş bölümünde derinlemesine ele alıyor. “Frantz Fanon ve Düşüncesi” başlığını
taşıyan bu giriş bölümü için bkz.: Fanon, Duzakhiyan, s. 15–21.
[29]
Şeriati, bu “yerli milliyetçiliğinin” bir tür dönüş anlamı taşıdığını görüyor
ama bu anlayışı “gerici dönüş” (bezgeşt-i irticai) olarak görüp
reddediyor. Bu noktada Şeriati, kendisini ilgili yaklaşımdan ayrıştırmaya
çalışıyor: “Bu dönüş anlayışı ırkçılıktır, faşizmdir, Nazizmdir. […] Biz, ırka
dönmek istemiyoruz. […] Biz, insanların kana ve toprağa tapmalarını sağlamak
istemiyoruz.” Milliyetçilik karşıtı fikriyatı İslam öncesi geçmişi yücelten
yaklaşımlarla birlikte karşıya atan Şeriati, geçmişe yönelik bu türden
değerlendirmelerin kitlelerde karşılık bulmadığını, sadece akademide ilgi
gördüğünü söylüyor. Shari’ati, Bâzgasht, s. 28–30. Bu ifadeler, 1976’da Keyhan’da
yayınlanan “Bezgeşt be Kiş” yazısının o dar milliyetçi mesajı ile birlikte ele
alındığında, yazının SAVAK elinden çıkma olduğu iddialarını doğruluyor.
[30]
Shari’ati, Bâzgasht, s. 7–8, Farsça çevirisi bana ait. Fanon, Yeryüzünün
Lanetlileri kitabını şu cümlelerle bitiriyor: “Yoldaşlar, hem Avrupa hem
kendimiz hem de insanlık için bizim yeni bir deriye, yeni bir düşünme biçimine,
yeni bir insana ihtiyacımız var.” (Pour l’Europe, pour nous- mêmes et pour
l’humanité, camarades, il faut faire peau neuve, développer une pensée neuve,
tenter de mettre sur pied un homme neuf.”) Fanon, Les Damnés, s.
306. Tüm kitabın çevirisi öncesi bu sonuç bölümünü yayınlayan Şeriati, Fanon’un
Hegel’in Avrupa’nın üstün olduğuna dair tespitiyle ilişkili Tin anlayışını
redde tabi tuttuğu paragrafları aktarmıyor. Bu bölümde Hegel’in tarih felsefesi
yeniden ele alınıyor. Üçüncü Dünya milletlerinin Avrupa’nın vaadini yerine
getirdiğinden, eski sömürgelerin yeni insanın yaratılmasında asli fail
olduğundan bahsediliyor. Kıyaslama için bkz.: Shari’ati, Bâzgasht, s.
406 ve Fanon, Les Damnés, s. 302–4.
[31]
Şeriati, dini öze dönüş anlayışı ile Fanon’un birleşik sömürgecilik karşıtı
cephede dinin kendisine yer bulamayacağına dair ısrarı arasındaki benzerlikleri
ve farklılıkları tartışırken, “insani özelliklere sahip olan hayatın ıslahına
veya ihyasına” atıfta bulunur. Şeriati, bu noktada İslam’ı bir ideoloji olarak
tarif ederken Fanon’la benzer bir dile başvurur: “İdeoloji biçimini alan İslam,
tevarüs etmiş, geleneğe ait, donmuş kavmiyetçi kalıpların toplamından çok
manevi doğuşun yeniden gerçekleşmesi, düşüncenin ve hareketin dirilişidir.
Burada mesele, geçmişe dönmek değil, bugündeki geçmişi diriltmektir. Bu ikisi,
aynı şeyler değildir.” Shari’ati, Islamshenasi, s. 170, 173, Farsça
çeviri bana ait.
[32]
Fanon, Peau Noire, 183 ve Fanon, Black Skin, 226, çeviri bana
ait. Fanon, “Kuzey Afrika Sendromu”nu tartıştığı bir makalesinde “hayattaki
ölüm” ifadesini kullanır. Fanon, Toward the African Revolution, s. 3–16.
[33]
Benim Fanon’un “yeni bir genel (evrensel) arayışı” içerisinde olduğuna dair
yorumum, onun Hegelci teorideki konu başlıklarıyla ilişkisine dair tespitimi
esas alıyor. Sekyi-Otu, Fanon’s Dialectic of Experience, s. 22–27.
[34]
Fanon, Black Skin, s. 231.
[35]
“Afrika kıtasında güç, sömürgecilik ve emperyalizm, deri rengine bürünür.”
Fanon, Duzakhiyan, s. 19, Farsça çeviri bana ait.
[36]
Fransızcada Devrimin Sosyolojisi, İngilizcede Geberen Sömürgecilik
adıyla yayımlanan Cezayir Devrimi’nin Beşinci Yılı kitabının “Başını
Açan Cezayir” başlıklı birinci bölümünde Fanon, sömürgeye dair algı üzerinden
Müslüman’ın ırksallaştırıldığını söyler. Ardından tesettürü Kuzey Afrika’da
farklılığın bir alameti olarak tarif eder, sonra da Cezayirli kadının
sömürgeleştirilme deneyimini tesettürle ilişkisi üzerinden aktarır. Fanon, A
Dying Colonialism, 1. Bölüm, bilhassa s. 35, 58–59. Fransızca özgün
metindeki bölümler için bkz.: Fanon, Sociologie d’une révolution, 1.
Bölüm, bilhassa s. 16–17, 42–43. Cezayirli kadının kaslarındaki gerilim, Yeryüzünün
Lanetlileri’nin birinci bölümünde sömürge üzerinden tarif ediliyor.
[37]
Shari’ati, Bâzgasht, s. 22–26, çeviri bana ait. Şeriati, “Batı” gibi
“Afrika”yı da kapsamlı bir genelleme çabası dâhilinde kullanıyor. Metinde
Fanon’u Antiller üzerinden tanımlıyor. Ama bazen de Fanon ve Césaire’ı “Afrika”
ile ilişkilendiriyor. Bu türden genellemelere, şu tarz ifadeler eşlik ediyor:
“Afrikalı bir aydın, siyahi, Afrikalı, kabileye aitliği, hatta gerçekte gurur
duyulacak bir şeyi olmasa da Afrika’nın geçmişiyle övünebilir.” Shari’ati, Bâzgasht,
s. 23. Ben, burada Şeriati’nin önermelerini ele almıyorum, bunların kişinin
oluşumuyla alakalı anlayışında kendilerine nasıl yer bulduğu meselesine
odaklanıyorum. Bundan sonra yapılacak araştırmalar, devrimci İran’da
antiemperyalist söylemde ırksal dinamikleri dikkate almak zorunda.
[38]
“Maske” ifadesi, Şeriati’nin bezgeşti ve şehadeti tartıştığı
birçok metinde karşımıza çıkıyor. Şeriati, Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri
eserinin sonuç bölümünü çevirirken, “düzensiz kılma, bir şeyin olağan
işleyişini bozma” anlamına gelen “détraquer” fiili yerine kullanıyor.
Fanon ise bu fiile geri dönüş vaadinin çözmesi gereken bir sorun olarak,
Avrupa’yı yakalama anlayışını eleştirirken başvuruyor. Üretimin
yoğunlaşmasından artık bahsetmemek, onun üzerinden düşünmemek gerektiğini
söyleyen Fanon, Doğa denilen karşıt biçime dönüşe reddiye sunuyor. İlgili
fiili, bu süreçlerin insan zihninin uygun işleyişini bozduğunu anlatmak için
kullanıyor. Fanon, Les Damnés, s. 304. Bu açıdan, Şeriati’nin “maske”
kelimesini kullanması önemli. Shariati, Bâzgasht, s. 406. Burada
Şeriati, mecazlar arasındaki uyumu bozmakla kalmıyor aynı zamanda Fanon’dan
teorik açıdan farklı yönlerine işaret ediyor. “Mask şodan” (“maske
oluyor”) ifadesi, hem metamormozu hem de teknik açıdan ölüm anında ruhun başka
bir bedene geçişini anlatıyor. Yaygın kullanımında kelime, biçimi değişen bir
şeyin artık gerçekte olduğu haliyle görünmemesi anlamına geliyor. Fanon’un
farklı sömürgecilik deneyimlerinin yol açtığı sonuçlara uygun bir yaklaşım
geliştiren Şeriati, şekildeki ve zevahirdeki değişime atıfta bulunuyor, bu
açıdan kelimeye çok farklı bir anlam veriyor. “Mask şodan” ifadesi
üzerinden tarih gibi ruhun da biçimsel açıdan, tanınma ve kabul sonrası
bozulduğu söyleniyor.
[39]
Buradaki atıfların ve uyarlama çabalarının kasti olup olmadığını bilmiyoruz ama
Fanon’un kitaplarında kavramlar üzerinden ilginç bir oyun oynanıyor. Fanon,
Paris’teki eğitimli siyahi adamın kendisini ortaya koyamamasının sebeplerini
anlatıyor ama onun görüşleri zencilikle ilgili süreçte mevcut sınırlarla
ilişkisini kopartıyor. Fanon, tanınma meselesiyle ilgili tartışmasında esas
olarak bu kendini ortaya koyamama halinden şikâyet ediyor. Fanon, Black Skin,
s. 109–40, 216–22. Şeriati ise Fanon’un teorik çerçevesini alıyor, İranlının
kendisini ortaya koyamama halinden şikâyet ediyor ama bu hali Afrikalının
mevcut haliyle karşı karşıya getiriyor. Burada esasen Fanon’un değil,
Césaire’ın sözüyle ilişki kuruyor. Ama bir yandan da Césaire ve Fanon’u
birlikte anımsatıyor. Ama Fanon’un adını anmıyor. Demek ki Fanon’la kendisini
bir görüyor. Onu bilinç düzeyinde sahipleniyor.
[40]
Shari’ati, Bâzgasht, s. 32, çeviri bana ait. Özünde Şeriati,
sömürgeciliğin tümüyle yadsıyamadığı, erişilebilir bir gelenek olarak varlığını
sürdüren, geçmişe ait bir ontolojiden söz ediyor. Bezgeşt, esasında bu
geleneği yeniden canlandırma çabasını anlatıyor. O, antiemperyalist bir teorik
çerçeve içerisinde imal edilmiş bir Haydegerci yapıya denk düşüyor. Heidegger, Being
and Time, s. 435. Şeriati, Césaire ile Fanon’un öz anlayışından kendi
anlayışını ayrıştırmak için Heidegger’den fikirler alırken nihayetinde
sömürgecilik karşıtı bu iki ismin geliştirdiği, temelde Hegelci olan felsefi
birikimi devreye sokuyor. Bu düzlemde, Heidegger’in görüşlerinin Hegel’in
görüşleriyle yan yana gelişini Aydınlanma karşıtlığının bir parçası olarak
gören Ali Mirsepassi, aşırı genelleme tuzağına düşüyor. Ama öte yandan
Mirsepassi, Şeriati’nin hümanizm eleştirisini Heidegger’in hümanizm eleştirisiyle
denkleştirirken haklı. Lakin buradan Şeriati’nin Marksizme yakınlığı ile bu
eleştirel duruş arasındaki ilişkiyi kopartmak da doğru değil. Neticede
Mirsepassi, Şeriati’nin “kültürel veya politik özerkliği feda etmeden
moderniteyi benimse için çağdaş bir reçete” diyen hakikilik tanımını
Heidegger’e bağlıyor. Oysa Heidegger, kendi kendisinin efendisi olma ve
araçsallık gibi anlayışları reddeden bir antihümanist. Bu analizin örneklendiği
bir örnek için bkz.: Mirsepassi, Intellectual Discourse, s. 121–23.
Heidegger’in teknolojinin Marksist temellük ve yabancılaşmadan kurtulma ile
ilgili dilde yaygın olarak gördüğümüz “insani ihtiyaçlar”ın hizmetinde olacak
şekilde, araçsal düzeyde kullanımına karşı çıkan görüşleri konusunda onun şu
eserindeki “daimi ihtiyat kuvvet”le ilgili tartışmasına bakılabilir: The
Question Concerning Technology, s. 3–35.
[41]
Şeriati’nin bahsi edilen derste mektupları tartışıyor. Bunun haricinde ilgili
yazında bu mektupların varlığına dair elimizde herhangi bir delil yok.
Şeriati’nin belâgat gereği derslerinde kurgusal karakterlere ve hikâyelere yer
verdiğini biliyoruz. Rahnema, An Islamic Utopian, s. 161–75. Aynı eğilim
dâhilinde Şeriati, şehadet kavramını hem kurgu hem de tarihsel gerçekler
üzerinden tartışıyor.
[42]
Shari’ati, Islamshenasi, s. 169–71, çeviri bana ait.
[43]
Shari’ati, Bâzgasht, 13–14, çeviri bana ait.
[44]
Fanon, Wretched, s. 6.
[45]
Bu pasajın başında Şeriati, öze dönüş kavramını ürettiği için din üzerinden
düşünmeyen kimi aydınların isimlerini övgüyle anıyor. Liste, Césaire, Fanon,
Julius Nyerere, Jomo Kenyatta, Leopold Senghor, Katib Yasin gibi isimleri
içeriyor. Ayrıca burada Celâl Âli Ahmed’in ismi de zikrediliyor. Shari’ati, Bâzgasht,
s. 1 –13, çeviri bana ait.
[46]
Fanon, Wretched, s. 18.
[47]
Ali Şiası-Safevi Şiası arasındaki ayrım, Şeriati’nin düşüncesinin üzerine
kurulu ana sütunlardan birini teşkil ediyor. Shari’ati, Tashau Alavi, Tashau
Safavi. Özet bir çevirisi için bkz.: Keddie, Roots of Revolution, s.
217–20.
[48]
Shari’ati, Husayn, Vâres-i Adam, s.ö126, 129. Şeriati, “Şehadet”
çalışmasındaki açıklamalarının başka bir yerde, muhtemelen İslamşinasi ile
ilgili derslerde aktardığı, daha kapsamlı bir tartışmanın özeti olduğunu
söyler.
[49]
Dabashi, Theology of Discontent, s. 129.
[50]
Şeriati, hac konusunda daha da ileri giderek, zulmün ve adaletsizliğin hüküm
sürdüğü koşullarda Allah’ın evini tavaf etmenin “puthaneyi tavaf etmekten
farksız” olduğunu söyler. Shari’ati, Husayn, Vâres- i Adam, s. 204–5,
Farsçadan çeviri bana ait.
[51]
Shari’ati, Husayn, Vâres- i Adam, s. 136–37, 180. Şeriati, “Bezgeşt be
Kiştan”da “Din” kelimesini mezhep terimine karşıt bir anlamda kullanır.
Devamında Şeriati, Emevi devleti döneminde “pasif ibadet”le meşgul olanların
“kirlendiğini” söyler. Şiiliğe göre Emevi devletinin Müslüman ümmetinin lider
olduğu iddiası gayrimeşrudur. Bu devlete yönelik atıflar bu bağlamda ikili bir
anlama sahiptir. Bu devlete atıfta bulunularak hem Pehlevi rejimine hem de ona
çalışan mollalara karşı çıkılır. Ancak Şeriati, Emevi devletine karşı olan
hakiki İslam’a işaret ederken mezhepçilik yapmaktan imtina eder. Ali
Şiası-Safevi Şiası ayrımı yapan Şeriati, Muhammedi Sünnilikle Emevi Sünniliği
arasında da ayrım gözetir. Shari’ati, Islamshenasi, s. 174–75.
[52]
Shari’ati, Islamshenasi, s. 165, çeviri bana ait.
[53]
A.g.e., s. 166. Yunan tanrılarını reddeden kültürel bir kahraman olarak
Promete ateşi o tanrılardan çalıp insanlığa sunmuştur. O aynı zamanda geleceği
öngörme, düşünme ve görme becerisini insanlara öğrettiği için de saygı gören
bir isimdir. Hansen, Classical Mythology, s. 142.
[54]
İslamşinasi’nin ilk dersi 4 Şubat 1972 tarihli. Rejimi devrimci bir
yerden eleştirmedi diye Şeriati ile kavga eden Ahmed Rızai 1 Şubat günü öldü.
Şeriati, devrimci değişimin öznel koşullarının oluşturulmasının gerekli
olduğunu söyleyen bir isimdi. Halkın Mücahidleri örgütünün liderleri 15 Şubat
günü yargılandı. “Şehadet” konuşmasını 25 Şubat 1972’de yaptı. Halkın Fedaileri
üyelerinin idamı vesilesiyle hazırlanan “Şehadetten Sonra” konuşması üç
haftadan kısa bir zaman içerisinde yapıldı. Rahnema, An Islamic Utopian,
s. 287, 298–99.
[55]
Hz. Muhammed’in torunu olan Hz. Hüseyin Şiiliğe göre Üçüncü İmam’dır. Ümmetin
lideri olma iddiası üzerine Emeviler tahtın babadan oğula geçtiği düzeni kurma
çabaları dâhilinde Hz. Hüseyin’e mani olmuşlardır. Bu itiraz neticesinde Hz.
Hüseyin Kerbela Muharebesi’nde şehit düşmüştür. Şiiler bu şehadeti her yıl
Muharrem ayında anarlar. Şiilikte farklı boyutları olan Kerbela meselesine dair
detaylı bir tartışma için bkz.: Dabashi, Shi’ism, s. 73–100.
[56]
Shari’ati, Husayn, Vâres- i Adam, s. 125–26.
[57]
A.g.e., s. 155, çeviri bana ait.
[58]
Şeriati’ye göre Hz. Hüseyin’in şehadeti, ne zaferi arzulayan, yenilgiyle
neticelenmiş bir mücadele veya cihat ne de geleneksel manada bir şehadettir.
Hallac-ı Mansur ve Hz. İsa insanlığın günahları için ölürken, Hz. Hüseyin,
mesajının başkalarına aktarılacağının güvencesi ortada yokken ölmeyi tercih
etmiştir. Bkz.: A.g.e., s. 149–51, 188–89. Mesajın aktarılmasıyla ilgili
belirsizlik, Şeriati’nin şehadeti yeniden biçimlenme olarak gören şehadet
anlayışının merkezinde duran ana unsurdur.
[59]
Bkz.: A.g.e., s. 203, 215–19.
[60]
A.g.e., s. 188, çeviri bana ait.
[61]
Hegel, kabul sürecini kişinin kendisini bağımsız ve özgür bir varlık olarak
gördüğü bilinçlenme hali olarak tarif eder. Bu bilinçlenme karşısında duran her
şey silinip gider. Bkz.: Hegel, Phenomenology of Spirit, s. 114, para.
187. Bu süreçte özbilinçlenme bir ara aşamadır. Başkası için varolma,
olumsuzlama ile kendisi için olma arasındaki bir konumdur. Bu iki tarafın
sentezlenmesi için hayat-memat mücadelesinde iki bilinçlilik halinin kapışması
gerekir. Bu mücadelede kişi efendi, öteki köle olur.
[62]
Fanon, Wretched, s. 44.
[63]
Bu dinamiğin detaylı bir tarifi için 28. dipnota bakılabilir.
[64]
Fanon, Wretched, s. 42.
[65]
Hegel, efendi-köle arasındaki ilişkide varolan gerilimleri bir dizi olay
üzerinden çözüme kavuşturur. Efendinin arzuladığı nesneleri üreten çalışması
sayesinde köle kendisini mutlak hakikat, buradan da özbilincin hür ve bağımsız
biçimi olarak kabul eder. Hegel, Phenomenology, s. 117–19, para. 195–96.
[66]
Fanon’un Cezayir Devrimi’nin Beş Yılı kitabında yaptığı Cezayirli fedai
tarifi, onun Yeryüzünün Lanetlileri’nde yer alan sömürge tarifine
benzer. İlk kitapta Fanon, şunu söyler: “Ölümü devreye sokan terörist, o andan
itibaren onun ruhuna karışmasına izin verir. Onun artı ölümle bir randevusu
vardır. Diğer yandan, fedainin randevusu devrimin hayatıyla, yani kendi
hayatıyladır. Fedai feda edilenlerden biri değildir. O tabii ki ülkesinin
bağımsızlığı için hayatını kaybetme ihtimalini hiçbir vakit göz ardı etmez ama
fedai hiçbir zaman ölümü tercih etmez.” Fanon, A Dying Colonialism, s.
57–58.
[67]
Shari’ati, Bâzgasht, s. 17–18, çeviri bana ait. Şehit konusunu ele alan
başka bir konuşmasında Şeriati, Bezgeşt be Kiştan yazısındaki
Heidegger’in sözlerini neredeyse bire bir alır. Ardından da Avrupa’daki
varoluşçu düşünceyle Şiilikteki velayetin insanı aynı şekilde “asli karakter”le
“tali karakter”ten oluşan bir varlık olarak tarif ettiğini söyler. Shari’ati, Husayn,
Vâres- i Adam, s. 212. Ferzin Vahdet’e göre bu pasaj, Şeriati’nin geçmişten
kök alan özcü kendilik anlayışını yansıtmaktadır. Oysa bu konum, onun gelenek
eleştirisiyle çelişmektedir. İlgili gerilim insanın iradesiyle Allah’ın iradesi
arasında kalmış bir öznellikle alakalı tespitlerdeki muğlaklığa benzer bir
muğlaklığa yol açar. Vahdat, God and Juggernaut, 139. Ferzin Vahdet,
Şeriati’nin Heidegger’in fikirlerini sömürgecilik karşıtı gelenek üzerinden ele
aldığını görmüyor. Bu anlamda, Şeriati’nin düşüncesindeki onay ve ret
mekanizması sadece Allah ile doğa arasında varolan, birçok Müslüman ideoloğun
paylaştığı teorik gerilimi yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda Fanon’un insanı
“hem evet hem de hayır” olarak tarif eden yaklaşımını hatırlatıyor. Bkz.:
Fanon, Black Skin, s. 8.
[68]
Shari’ati, Husayn, Vâres-i Adam, 215, çeviri bana ait. Bu çevirim şu
eserdeki çeviriden yararlandı ama ondan farklı: Abedi ve Legenhausen, Jihad
and Shahadat, s. 233. Ayrıca ben “özel” olarak çevrilen “nispi” kelimesini
muhafaza ettim. İlk “mutlak” ifadesini ise “genel” olarak çevirdim. Ayrıca
Şeriati, İslami bir ideoloji inşa etme çabasına vurgu yapmak amacıyla “mektep”
kelimesini olduğu gibi muhafaza ettim. Bkz.: Dabashi, Theology of Discontent,
s. 127–29. Son olarak çeviride Şeriati’nin Hz. Hüseyin’in mektep, bir tür model
ve bir kaynak haline geldiğini söylediği bölümü olduğu gibi aktardım. Abidi ve
Legenhausen orayı şu şekilde çevirmiş: “O, uğruna kendisini redde tabi tuttuğu
okula dönüştürmüştür.” Şeriati’nin çalışmalarında “mektep”in sahip olduğu
farklı anlamlarla ilgili bir tartışma için bkz.: Gheissari, Iranian
Intellectuals in the Twentieth Century, s. 102–4.
[69]
Enerjimizi ve vaktimizi kıymetsiz bir faaliyet veya nesne için harcadığımızda
gayenin boş olduğu gerçeğini idrak ederiz. Şeriati, bu anlamda, hayat, para
veya zaman gibi feda ettiğimiz şeyler için kendimizi feda etmemiz gerektiğini
savunmuyor. Bkz.: Shari’ati, Husayn, Vâres-i Adam, s. 214, 216.
[70]
Fanon, Wretched, s. 51.
[71]
A.g.e., s. 3–4.
[72]
A.g.e., s.20, vurgu bana ait. Fransızca hali için bkz.: Fanon, Les
Damnés, s. 58–59.
[73]
Bu tespit, Ato Sekyi-Otu’ya ait. Yazar, “Şiddet Üzerine” bölümünün Hegel’in
efendi ve köleyle ilgili değerlendirmesinde görülen türden, diyalektik bir
yaklaşımı içermediğini söylemekte, yeniden anlamlandırma alanını aştığını iddia
etmektedir. Sömürge, bir hayattan diğerine radikal bir sıçrama gerçekleştirir.
Sekyi-Otu, Fanon’s Dialectic of Experience, s. 61. Sömürgenin şiddetini
“iş” olarak gören yaklaşım konusunda ben, Hegelciliğin Yeryüzünün
Lanetlileri’nde işlediğini söylüyorum. Bu anlamda, sömürgenin faaliyeti
yeniden anlamlandırma sınırını aşamaz. Sekyi-Otu, bu “yeniden anlamlandırma”
terimini Paul Ricoeur’dan ödünç alıyor. Ricoeur’ya göre, anlatı üç bölümden
oluşuyor: ön anlamlandırma, birlikte anlamlandırma ve yeniden anlamlandırma. Ön
anlamlandırma, okur kitlesinin anlayacağı bir senaryo oluşturmak adına hikâye
anlatıcısının besleneceği ortak ve birikmiş bilgilere denk düşüyor. Birlikte
anlamlandırma, anlatıcının anlamlı bir hikâye oluşturduğu hikâyelendirme
eylemini anlatıyor. Yeniden anlamlandırma ise okurun, metni aşan gerçek
dünyadaki deneyimlerle ilişkili bir tarz dâhilinde, anlatılanları alıp
anlamlandırma faaliyetine işaret ediyor. Bu üç husus, düz bir çizgide değil
spiral bir şekil dâhilinde ilişkileniyor. Birlikte anlamlandırma edimleri,
öngörülemez bir tarzda, ön anlamlandırma alanından beslenirken, yeniden
anlamlandırma edimleri, birlikte anlamlandırma pratiğinin beslendiği alanı
değiştiriyor. Bu üç moment arasındaki ilişkileri fasit daire değil de bitimsiz
bir spiral olarak ele alan bir yaklaşım için bkz.: Ricoeur, Time and
Narrative, s. 71–76. Aşkın anlamlandırma, Ricoeur’ya ait bir terim değil.
[74]
Shari’ati, Husayn, Vâres-i Adam, s. 175, çeviri bana ait. Ben, metni
Abidi ve Legenhausen’den farklı çeviriyorum: Abedi ve Legenhausen, Jihad and
Shahadat, s. 197. Burada Şeriati, Kur’an’ın tarihi insanlığı gündelik
olayların dar çerçevesinden kurtarmak adına, herhangi bir mesele olarak ele
almıyor. Bkz.: Shari’ati, Husayn, Vâres-i Adam, s. 239.
[75]
Shari’ati, Bâzgasht, s. 30, çeviri bana ait.
[76]
“Ne var ki sömürge denilen özne, otorite tanımaz. Ona hükmedilir ama o
evcilleştirilemez. […] Sömürgenin kasları her daim gergindir.” [Dans ses
muscles, le colonisé est toujours en attente].” Fanon, Wretched, s.
16. Fransızcası: Fanon, Les Damnés, s. 54. Fanon, burada “bekleme hali”
ifadesini kullanır. Burada amaç, sömürgenin kaslarını çarpıcı bir şekilde tarif
etmektir. Cümleyi motamot çevirdiğimizde, şu sonuca ulaşırız: “Onun kasları her
daim bekleme halindedir.” Şeriati de “intizar” (bekleme) kelimesini kullanır.
Şiilikte kaderci bir anlama sahip olan bu terimi devrimcileştirir. Kaderci
anlayışta intizar, bugünde mümini toplumsal sorumluluklarından azade
kılan, mevcut sorunların nihai çözümü olarak On İkinci İmam’ın gelişini gören
bir anlayışı ifade eder. Şeriati ise intizarda mevcut toplumsal düzene yönelik
hoşnutsuzluğu bulur. İntizar, gelecek nesillerin geçmişteki hoşnutsuzluğun
bilincine varmasıdır. Shari’ati, Husayn, Vâres-i Adam, s. 255–304.
[77]
“Bezgeşt Be Kodum Kiştan?” yazısı da “kamusal”a ve “sıradan insanlar”a
atıfta bulunur. Yazının bir İngilizce çevirisinde, solcu Tude’nin çağrısını
itibarsız kılmak için Şeriati’nin halka atıfta bulunduğu söylenmektedir:
Abrahamian, Iranian Mojahedin, s. 115–16. Şeriati, “kültürel İslam”ın,
halkın canlı ve müşterek enerjisini doğru bir biçimde temsil ettiği
iddiasındadır. Başka bir ifadeyle, bugünde kitlelerin kim olduğunu o
göstermektedir. Shari’ati, Bâzgasht, s. 32.
[78]
Shari’ati, Husayn, Vâres-i Adam, s. 142–43, çeviri bana ait.
[79]
Shari’ati, “Bahsi Raj-e Be Shahid,” Husayn Vâres-i Adam içinde, s. 220,
çeviri bana ait. Burada esasında “vasat ümmet” ifadesi yeniden tefsir
edilmektedir. Aynı kavram, “Şehadet Sonrası” olarak bilinen metinde daha basit
haliyle yinelenir. “Pas az Shahadat,” Husayn, Vâres-i Adam, s. 200.
[80]
Shari’ati, Husayn, Vâres-i Adam, s. 213–15.
[81]
Kendinden bahsettiği derste Şeriati, kişisel düzlemde yaşadığı güçlükleri
aktarıyor. Kişinin salt kişiden ibaret bir şey olmadığını söylüyor. Kişinin
toplumsal koşullara dair bir şeyler söylediğini iddia ediyor. Shari’ati, Islamshenasi,
s. 151. Bu anlamda, dersi Şeriati bir performans olarak icra ediyor. Halkın
önünde düşüncelerini aktaran Şeriati, en sert eleştirilerini dile getiriyor.
Dinleyenlerin bu eleştirilerle ilişki kurmasını, neticede değişmelerini
istiyor. Hamid Dabaşi, bu derste Şeriati’nin kendisinden bahseden ifadeleri
üzerinden onun mizacını belirliyor. Bu mizaca uygun olarak Şeriati’nin kendi
düşünce pratiğinde kaybolduğunu ve dağıldığını söylüyor. Dabashi, Theology
of Discontent, s. 134–35. Bu dağılma ve kaybolma halinin sadece Şeriati’ye
değil, söylediklerine de has olduğunu düşünüyorum.
[82]
Shari’ati, Husayn, Vâres-i Adam, s. 203, çeviri bana ait. Şehid kelimesinin
şahitlik anlamına vurgu yapan Şeriati, Hüseyin’in fiziken ölmesinden bile önce
şehid olduğunu söylüyor. Onun şehadeti Yezid’in halifeliğini reddettiği anda
başlıyor. Gerçek ölümse onun şahit olmayı seçmesinden aylar hatta yıllar sonra
gerçekleşecek bir şey. A.g.e., s. 201–2, 223.
[83]
Şeriati’nin sömürgecilik karşıtı politik düşünce geleneğine ve Hegel’e olan
borcunun düzeyini onun şehidi bugünde yaşayan gerçek varlık olarak tarif etmek
için kullandığı yaşama dair mecazlar üzerinden belirlemek mümkün. “Bir kalbin
kan aktarması gibi şehit de bu toplumun kurumuş, ölmüş, cansızlaşmış
damarlarına kan taşır.” A.g.e., s. 204, çeviri bana ait.
[84]
A.g.e., s. 207–8, çeviri bana ait. Şehadet tanımı iki yönlüdür: Hüseyin
ve Zeynep. İlki şahitlik, ikincisi mesajdır. Zeynep, bu noktada merkezi bir rol
oynar. Hüseyin’in mesajını gelecek nesillere aktarır. Zeynep’in görevi, Hüseyin
öldüğünde onun eylemlerini geleceğe taşımaktır. Zeynep, kitlesel hareketin
“aydın”ıdır. A.g.e., s. 206. Ben burada şahitliği, Faysal Devci’nin
kitle haberleşme araçlarıyla şehadet arasındaki ilişkiye dair görüşlerinden
farklı ele alıyorum. Devci, şahitliğin ve şahit olmanın görsel yönlerini gerçek
anlamlarıyla ele alırken, ben, Şeriati’nin bu yapıları yorumbilimsel teorinin
içine yerleştirme tarzını ortaya koymaya çalışıyorum. Devji, Landscapes of
the Jihad, s. 87–111.
[85]
Ferzin Vahdet, Şeriati’nin toplu eserleri boyunca rastladığı demokratik ve
antidemokratik görüşleri ele alıyor. Vahdet, Şeriati’nin liderlikle ilgili
görüşlerinin antidemokratik yaklaşımlarıyla bağlantılı olduğunu söylüyor. Bkz.:
Vahdat, God and Juggernaut, s. 150–52. Bense burada Şeriati’nin halkın
egemenliğinden yana duran görüşlerle uyuşan eserlerinde liderlik meselesinin
farklı bir içeriğe sahip olduğunu söylüyorum.
[86]
Behruz Gamari Tebrizi, devrim sonrası devletin hazırladığı ilk anayasanın
beklenmedik olaylar ve istenmeyen sonuçları yansıttığını, fıkhın ülkenin
kanunda yazılı olması sebebiyle, eğitimli fakih olmayan yurttaşların fıkıh
yorumlarında bulunabileceğine dair hukuki bir çerçeve sunduğunu söylüyor.
Ghamari-Tabrizi, Islam and Dissent. Bense burada Şeriati’nin dini özü
kitlelerin kolektif duygusunu yansıtan bir şey olarak takdim ettiğini, bu
yaklaşımın Şiilik tanımını, zaman içinde yeniden anlama ve yoruma kavuşturulan
tarihsel deneyimdeki değişikliklere açtığını söylüyorum. Gelecekte her türden
inşa edilmiş kavram ve anlayış gibi bu özü de”İslami ideoloji” tanımlıyor.
Neticede bu özün anlamının sonsuza dek değişmeyeceğinin bir garantisi
bulunmuyor.