24 Aralık 2010

,

R-TKP’nin Cephe Taktiği


Sermayem derdim, servetim ahım.
[Âşık Mahzuni]

Futbol ve Sol

“Ben, eskiden maç izlemeye gittiğimde futbol izlemekten zevk alırdım. Çünkü insanı meşgul eden, dikkat kaydırıcı başka bir şey yoktu.”[1]

Bu cümleler, Ankaragüçlü olan Metin Çulhaoğlu’ya ait. Devamında Çulhaoğlu, sanki gösteri yapmaya gelmiş bir güruh fotoğrafı çıkartıyor Ankaragücü taraftarlarından, bu yüzden maçlara gitmediğini de ekliyor.

Futbol futboldan daha fazla bir şeyse ve hayata fena hâlde benziyorsa eğer, bu cümleler, Çulhaoğlu’nun siyasî yaşamına ve teorik dünyasına ilişkin de bir şeyler söylüyor olmalı.

Tanıl Bora ve çizgisine karşıt olan Çulhaoğlu, bu tespiti ile tribünde onun yanına oturuveriyor. Ankaragücü tribününü onun gibi eleştiriyor. Psikolojize ediyor, talileştirip çöpe atıyor. Kitleyi birey ölçüsüne, kendi burjuva aydın ölçütüne vuruyor, onu anlamsızlaştırıyor. Tehlikeli dikenlerinden, çapaklarından bu sayede kurtulduğunu düşünüyor. Tam da bu noktada, taraftarın “tiyatro seyircisi” gibi olmasını öğütleyen Hıncal Uluç’la aynı telden konuşmuş oluyor. O içeriden, Tanıl Bora dışarıdan, bu kitleye karşı savaşıyor. Tribündeki sınıf mücadelesi, bu türden tezahürlerle birlikte ilerliyor.

“Ankaragücü: İmalat-ı Harbiye işçilerinin, toptancı halinin, ‘başkent’ kimliğiyle özdeşleşerek şehre kabullerini pekiştirmek isteyen taşra göçmeni yeni Ankaralıların her zaman popüler, her zaman tribünü kalabalık halk takımı. […] Gençlerbirliği: Başta Ankara Atatürk Lisesi, Ankara liselerinin ve başta Hukuk ve Mülkiye, Ankara fakültelerinin öğrencilerinden oyuncu ve taraftar devşiren, saygın -hatta biraz kibirli- ama aslında kendi hâlinde bir 'güzideler' camiası.”[2]

Mesele, sınıfsal değil mi? O tribünde edilen küfürlerdeki sınıfsallığı görmeden ona sırtını dönmek, tam da Boravari bir seyircilik değil mi? Taraf olmak, özne olarak oraya hükmünü koymak, bunlar emekçi halktan istenilenler değil miydi? Değilse, demek ki bu aydınlar, “işçi sınıfı” derken, aslında kendi bireyliklerinden mi dem vuruyorlar?

Futbol oyununun taktik ve stratejisine, tepeden, bir buçuk saatlik komutanlık edası ile kilitlenmek ve buna engel olduğu için seyirciye sinirlenmek; Çulhaoğlu ve partisinin siyaset algısı bu.

Onlar, “sosyalizm hemen şimdi”cilere paralel, “her şey boş, hedef sosyalizm”cilerdir.

Artsüremciliğe karşı eşsüremcilik gibi, tarih’çiliğe karşı toplum’culuk gibi, devlete karşı demokrasi gibi…

Tanıl Bora liberal, Çulhaoğlu sosyalist. İkisi de emekçi halkın takım taraftarlığına küfürde ortak. İkisi de sosyalizm mücadelesini bugünden kovmak noktasında yoldaş. Aynı madalyonun iki yüzü.

Her ikisi de İmalat-ı Harbiye’yi, 1920’de yüzlerce işçinin 1 Mayıs kutladığını, 1921’de komünistlere yönelik Kemalist kovuşturmada komünist hücresi ile ilişkisi sebebiyle işten atılan Muhiddin’i, onun işe dönmesi için greve giden işçileri bilmiyor. Birey olarak Mustafa Kemal’e bağlılar ya da bağlı olmak istiyorlar.

Kendi anlatımına göre, Çulhaoğlu’nun Ankaragücü “taraftar”ı oluşunun sebebi, takımın bir “devlet işletmesinin takımı” olması. Sosyalizm kurulduğunda bu takım, devlet işletmelerine mensup diğer takımlar gibi, önemli hâle gelecek. Yani yazar için takımın, taraftar kütlesinin, sosyolojik ve tarihsel zemininin bir önemi yok. O da Tanıl Bora gibi, futbolla kendi siyasî pratiği dolayımı ile ilişki kuruyor. Geri güruha alan bırakmamak için futbolla ilgileniyormuş gibi yapıyor.

Ankaragücü, bir nevi, geleceğin devletlû sosyalizminin güncel bir imgesi olarak iş görüyor en fazla. O, İsmet Özel’in tespiti ile, “bu ülke nasıl olsa sosyalist olacak, şimdiden köşeleri kapalım” diye düşünen sosyalistlerin geleneğinden geliyor. Aydın kibriyle, kültür ve siyaset alanına kilitlenmesine engel olan, bu yoğunlaşmayı bozan her şeye karşı kalemini sivriltiyor.

Çulhaoğlu, emekçi halka mesaj veriyor: “Akıllı olun, meselenin kendisiyle ilgilenin.” Bu emir de kendisinin “öncü”lüğünü kitlelere dayatmasına hizmet ediyor. O, Lenin’in “sınıf, partisini savaş alanında tanır” önermesini kendi pratiği ile unutturmaya çalışıyor.

Mesele Devlet

Tanıl Bora ve şürekâsı demokrasiyi mesele ediyorsa, Çulhaoğlu da devlete kilitleniyor. İlkinin ağzında “devlet”, ikincisinin ağzında “burjuvazi”, pelesenk. İlki demokrasi terbiyesi, ikincisi devlet disiplini vermeye çalışıyor kitlelere. Bu, ilkinin disiplinden, ikincisinin terbiyeden yoksun olduğunu anlatıyor. İkili, Ankara’nın Mülkiyeli’sinde buluşup, rakı sofrasında, sömürülen-mazlum kesimleri hor görmenin edebiyatını yapıyor.

Bu pratik, aslında verili demokrasinin ve devletin mutlak ve yeterli kabul edilmesinden ileri geliyor. Bu yüzden Çulhaoğlu’nun yoldaşı, Alevîlere diyanet işleri başkanlığının lağv edilmesi taleplerinden vazgeçmelerini öğütlüyor.[3]

Ona göre, “Diyanet, Osmanlı’dan kalan gerici yapıları kontrol etmek için” kurulmuş. Ülke egemenlerinin ideolojik stepnesi, sigortası rolü biçilen Alevîlere oynanan oyuna kilitlenmek öğütleniyor, “Bozgunculuk yapmayın, CHP yetmiyorsa biz varız” deniliyor.

TKP’li bu arkadaşın mutlaka bildiği, ama geri plana attığı bir gerçek daha var: “Yobazlar”a ve Kürtlere karşı savunduğu bu devlet, içinde sol-sosyalist, komünist, halkçı kesimlerin direncini ve siyasî mücadelesini ezmek, olası sonuçları kontrol etmek için kuruldu.

“Edirne’den Hakkâri’ye iktidarın tüm ülke sathını kontrol altında tutabilme becerisi”ni seven bu “komünist”ler, misal Aydemir Güler, doğal olarak, “Mustafa Kemal’in iç mücadelede devrimin öznesini tekleştirme becerisi”ni de sahipleniyorlar. Bu aşk, bir şeylerin delili değil mi?

Bunlar, on küsur yıl önce dünya egemenlerine akıl hocalığı yapan Brzezinski’den duydukları cümleye tepki olarak, “ulus-devletlere sahip çıkmak gerek” dediler. Ama aynı Brzezinski’nin yeni strateji derdiyle, “ulus-devletlere sahip çıkmak lâzım” cümlesini duymazdan geldiler.

Bunlar, ülke egemenleri ile gizli kapılar ardında el sıkışmanın sonucu. Devrim ülkesinin savunulmasına ait teori, ideoloji ve politikanın devlet savunusu ile eş tutulması tuhaf. Ayrıca Latin Amerika’da ya da Latin Avrupa’da faşizme ve oligarşilere karşı mücadele etmiş KP’lerin çizgisini aynı mücadeleyi vermeden yinelemek de aynı ölçüde garip. Ama bizim Resmi KP, ne yazık ki bu hatta ilerliyor. İlerlemesini emredenlere bakmak gerekiyor.

Korkma Mümtaz Er!

Ankaragüçlülerin öfkesini sevmeyen bir aydının idaresinden korkmamak gerek. AKP’nin mümtaz eri, boşa telâşlanıyor. Bu solcular, zaten şiddetsiz siyasete kanidirler. Kanları da kanaatleri de şiddet karşıtlığına ayarlıdır.

Aslında Mümtaz’er Türköne şahsında gerçekleşen bu tip temasları, hükümet cenahından ya da genelde burjuva dünyasından sola dair tespitleri, bir tür pazarlık olarak okumak gerekiyor. Bu tartışmalarda burjuva, belli bir eşik koyuyor.[4]

TKP bu eşiği, SİP olduğu günlerden iyi biliyor. Onun AKP’nin açtığı kapı aralığından geçen DSİP’e kızma hakkı yok. TKP, 28 Şubat üzerinden yapılan “restorasyon” tartışmaları, ordunun siyasî alanda sola kapı araladığını, kendilerinin geçeceğini, başkalarının (özellikle devrimci şiddet öznelerinin) geçemeyeceğini söylüyordu. Sonra 19 Aralık geldi. Partinin başkanı, Hikmet Sami Türk’ün yanı başında, aynı tespitleri yapar oldu. Parti tabanı, yüce olduğuna inandıkları sosyalizmin al bayrağının düşmemesi için onun bir miktar eğilmesinin sorun olmayacağına ikna edildi. Parti tepesindeki mümtaz erler dediler ki, “bu eşikten geçeceğiz, çünkü sosyalizmi biz kuracağız.” Eğile eğile sosyalizmin neye benzeyeceği bugünden kestirilemezdi.

Bu kafa, bu zihniyet, her şeyi kendisinde başlatıp kendisinde bitiren Mustafa Kemal Paşa iradesi önünde eğildi, yeter ki düşmesindi al bayrak!

AKP’nin mümtaz erlerinin Kemalizmin yeni neferlerinden korkmaları gerekmiyor. Zaten korkmuyorlar da. Onlar da içeriden, hizaya sokuyor, kıvam veriyor, argo tabirle, ayar çekiyorlar sola. Egemen ya da resmî ideolojinin terennümlerine fazla kanmamak gerekiyor yani. Bunları Lenin ayracı ile “nehrin üzerindeki köpük” olarak görmek zorunlu. Nehrin dip dalgası ise iki kol veriyor: ilki AKP-DSİP, ikincisi CHP-TKP.

Burjuva terennümlerin solu kendi çıtasına, ölçüsüne ve ölçeğine tabi kılmayı amaçladığı görülmeli.

Devletle hükümet arasında belli bir ayrım varsa, AKP, bu tip tepkileri devlete yapılmış sayarak, meşruiyet bulmaya çalışıyor, TKP gibiler de “bu hükümet bizim devletimize lâyık (daha doğrusu laik) değil” diyorlar. Her ikisi de oynanan oyuna kilitlenilmesini, zevk alınılmasını, milletin, katarsisle, evine dönmesini istiyor.

Devlet-Parti-Sendika

Hegelci yönden “aklî olan gerçek, var olan aklîdir.” Mutlak İdea’nın yüksek tecessümü olarak devlet, Hegel nezdinde, en mükemmel hâline Prusya devletinde ulaşmıştır. Akıl lehine hakikati kendisine hizalayan bu yaklaşım, solda tüm cüssesi ile hüküm sürüyor.

Hegel’in fikir devrimcisi olduğunu iddia eden bir SoL yazarında ilgili hükümranlık şu şekilde tezahür ediyor:

“Bilemiyoruz, ama ortada umutlarımızı büyüten bir çıkış yok değil. Bunu, ‘fikir sahası, tasavvur dünyası bir kez devrimcileştirilirse, bunun gerçekliği etkilememesi mümkün değildir ve öncülüğün bunun tam tersinde olduğunu savunmak devrim düşmanlığıdır’ diyerek, kendi kendimize hatırlatmış olalım.”[5]

Lenin’in Ne Yapmalı’sını da Hegel’e bağlayan yazar, Lenin’in “saf bir sosyal devrim bekleyenler aptaldır” sözüne kulaklarını kapatıyor. Gerçeğin karşısına aklı ve fikri koyan Aydınlanmacı yazar, bizim “maddî varlık bilinci belirler” sözünü unutmamızı istiyor.

Devlet, parti, sendika gibi oluşumları diyalektik ve tarih-toplum dışı bir yere yerleştirmek hatalı. Bu, tüm “İslamî geçmiş”ine rağmen, YÖK gibi kurumları muhafaza edip onları kendi bildiğince yönetebileceğini zanneden AKP’nin düştüğü yanılgıyı andırıyor. AKP, kendi liberal Müslümanlığının açık yeşil cübbesini giydirdiği bu kurumların tarihi ve toplumuna kul olduğunu görmeyen bir seyir içinde. O, tam da İsmet Özel’in dediği gibi, “bu ülkeye nasılsa şeriat gelecek, şimdiden köşeleri kapalım” diyenlerin örgütü.

Yıllar önce Erbakan’ın “devrim kanlı mı olacak kansız mı?” diye sormasının nedeni, bu meseleyi bir tercihe indirgemek ve kendi içindeki devrimci unsurları pasifize etmek istemesiydi. Bu yırtıktan çıkan, “kanı bozuklar” oldu, New York’a gidildi, ulusötesi egemenlere selâm verildi. Sonuç ortada.

TKP şahsında da “işçi sınıfı toplumu bölüyor” denildi, topluma seslenme, “yurttaş” mitine tapma iradesi galebe çaldı, toplum kurgusu devlete, işçi sınıfı bu devletin millîliğine bağlandı.

Tartışma, bu selâmı ulusal egemenlere ve ulusötesi egemenlere verenler arasında. Devleti, partiyi ve sendikayı hayattan kaçırıp kendisine kapatan bu selâmlı bandosu, bunun teorik örgüsünü de ördü. Devleti biyolojik bir ihtiyaç olarak gören bu çevreler, “solun genetik yapısı”na karşı saldırıldığını öngördüler.[6]

Bizden bu zokayı yutmamızı istiyorlar. Sosyalizm programının Birinci Cumhuriyet’i sahiplenme ve savunma noktasında başat olduğunu söylüyorlar.[7] Bu programın parti programı olduğunu, partinin kitlelerden tiksindiğini, tarihsel olarak, Kemalizmin kanalında biçimlendiğini görmezden gelmemizi istiyorlar.

Teorik-ideolojik kabuktan kurtulup özdeki politik hamleyi anlamaya çalıştığımızda, bu çevrelerde karşımıza çıkan bu.

Al-Yeşil

TKP ve yeni yandaşlarının yolu bu. Onun fikir âleminde al ile yeşilin kavgası yaşanıyor. O da bu devlete al bir gömlek giydirmek derdinde. Bize de o gömleğin gövdeye cuk oturacağı güne dek beklemek, gidişatı bozmamak öğütleniyor.

AKP, tam da TKP şahsında kendi soluna kavuşuyor. AKP’nin hizaya soktuğu bir sol, devrime ve sosyalizme uzaktan el sallama avuntusu içinde, bu, gemide isyan imkânlarını öldürmek oluyor. TKP, devlet ve aydınlanma konusunda burjuvazinin gemiyi terk ettiğini söylüyor ve o gemiye sosyalistlerin binmesini emrediyor.

AKP, hayatın tüm kılcal damarlarında, huzuru, güveni ve istikrarı bozma ihtimali olan her türden tehdide karşı uyanık bir taban örgütlüyor. TKP de bizim işaret parmağının gösterdiği yere saldırmamızı değil, işaret parmağı ile oyalanmamızı istiyor. Çünkü o parmak, tam da TKP’nin varlığını muhtaç olduğu kudreti işaret ediyor. Bizim, boğa misali, kırmızı olan her şeye saldıran sağcıya benzeyip onun karşısında yeşile düşman olmamızı söylüyor. Tüm bunlar, bizim devlete yedeklenmemizi talep ediyor. Devlet, Kemalizm, egemen ideoloji, modernizmle aydınlanma arasında oynanan kayıkçı dövüşüne sömürülen-mazlum kitlelerden ortak arıyor. Bunun için TKP’yi araç olarak kullanıyor.

Resmî TKP

Kemal Paşa, Anadolu’ya belli bir emirle, ilk geldiğinde, bölgede Sovyetler’in, Bolşeviklerin etkilerini görüyor, doğu devrimcilerinin evrimine tanık oluyor. (Muhtemelen Samsun’dan sonra gittiği Havza’da görüştüğü Bolşevik heyeti, Mustafa Suphi’nin yoldaşları.) Paşa, eski hasımları İttihatçıların ideolojik ve politik planda yaşadığı yarılmayı izliyor. Kürtlerin, Alevîlerin ve Çerkeslerin yönelimlerini kokluyor. O dönemin Komintern analizi tekrarlanacak olursa, Batı Anadolu’da, sahil şeridinde kümelenmiş Türk burjuvazisinin ve eşrafın politik önderliğine soyunuyor. Ankara’ya geldiğinde, meclis bahçesinde komünizm propagandalarını takip ediyor. Meclis içinde kümelenen solcu-halkçı dinamikleri etkisizleştirmek için her türden ayak oyununu deniyor. Halk Zümresi’nin, komünistlerle dirsek temasındaki milletvekillerinin içişleri bakanlığı seçiminde kendi adaylarını (Nâzım Bey) seçtirdiği noktada korkuya kapılıp cephede emrindeki askerleri geri çekmekle ve Yunan işgali karşıtı mücadeleyi baltalamakla tehdit ediyor herkesi. Solcu Nâzım Bey, sadece iki gün bakanlıkta kalabiliyor. Kemal Paşa, bu olayı “o gitmeseydi, benim siyasî hayatım sona ererdi” diyerek anlatıyor.

Bu dönemde (1920-21) komünistlerin Avrupa-İstanbul, Eskişehir-Ankara ve Kafkasya-Rusya kaynaklı üç ana dinamikten beslenen sol-sosyalist, komünist hareketin Ankara hükümetine bağlanmasını talep eden Kemal Paşa, hem yereldeki komünistleri illegalize etmek hem de kendi ajanları ile komünist hareketi akamete uğratmak için Resmî TKP’yi kurduruyor. Kendi hâlinde, iyi niyetli, kimi eski İttihatçıların Türkçülük ve Müslümanlık düzlemindeki ideolojik kurguları ile komünizmle ve/veya Bolşevizmle kurdukları ilişki, yeni kurulan devletin dokunulmazlığının ve mutlaklığının, zorla, genel kabul gördüğü noktada, anti-komünizme dönüşüyor. Bunun dışındaki dinamikler tasfiye ediliyorlar.

Özet geçilen bu tarih, Birinci Cumhuriyet’in bittiğinin ilân edildiği bugünlerde hâlâ sıcak ve öğretici.[8] İkincisine karşı birincisini savunan sosyalistler, Kemal Paşa’nın kurduğu resmî TKP’lilere fena hâlde benziyorlar. Oyunda bozgunculuk istemeyenler, Türk’ün, Müslüman’ın, ilericinin ve hatta anti-emperyalistin yeni devleti göğe çıkartmasını telkin ettilerse, bugün de aynı çevreler, bu kesimlerin dillerinden konuşarak, onların kelimeleri ile oynayarak, aynı oyunun sürmesi için yeni bir hamle yapıyorlar.

Müslüman-komünist, Türk-komünist, devrimci anti-emperyalist ve halkçı kadrolar, Kemal Paşa’nın çektiği sınır çizgisinin öte yanında kaldılar. Sınırın bu yanında kalanlar, yıllar sonra, eğittikleri gençlerine TKP’yi yeniden kurdurttular. Çünkü onlar, böylesi bir partinin, kitleleri kendi hizalarına sokmaları için gerektiğini biliyorlar.

TKP, bu türden ifadelerle yeni dönemin resmî TKP’si olduğunu onaylıyor. Neo-kemalizmin merkezinde sosyalist hareket, onlar eliyle yedekleniyor. Olan biten bu.

Sol İçi Tasfiye

“Doğru politika, başka siyasî özneler üzerinde çekici, doğruya yaklaştırıcı değil, itici, uzaklaştırıcı etkiler yaratabiliyor. Çünkü siyasal mücadele başka tanımlarının yanı sıra, bir de alan tutma üzerine kurulur. Siz belirli bir alanda ağırlık koyduğunuz ölçüde, aynı zamanda başkalarının yolunu tıkamış da olursunuz. Bu durumda, diğer siyasal özneler, bir tür fırsat kaçırma hissiyle ve yanlış olduğunu bile bile ‘dolu’ alandan uzaklaşırlar.”[9]

Aydemir Güler bu cümleleri, Kadıköy meydanında ÖDP’lilere saldırdıkları 1 Mayıs’ın ardından kaleme alıyordu. DSİP’le flört yüzünden ağzı yanmış ÖDP, birkaç sene sonra, TKP’nin yoğurdunu üfleyerek yiyor. Cephe girişiminin de gösterdiği üzere, alan kavgasında yenik düştükleri açık. 2009 seçimleri öncesi tartışılan bu hamle, referandumda sınandı. Yüzde kırk iki heyecanlandırdı. “Bu pastadan bize de pay düşer elbet” denildi. Birlikte kaşık sallamak, ihtiyaç olarak belirdi.

“Yeni kuruluş dönemi”nde[10] iki kanatlı Dev-Yol, oyunda başrol kapmak istiyor. R-TKP’den iktidarcılık oynamaya, bu konuda ustalaşmaya niyetleniyor. Mahir Çayan nefesiyle kısa süre devrimcilik oynamanın kendilerine zaman kaybettirdiğini düşünüyor. PASS, Suni Denge ve Sömürge Tipi Faşizm bunların elinde yumurtacılığa indirgeniyor. İktidar hesapları yapmanın keyfine varılıyor. Hareket, eski günlerini, alaycı bir gülüşle, geride bırakıyor.

R-TKP, son yumurta eylemlerine bile tahammül edemiyor. “Yumurta karaciğeri bozar” diyorlar. Alay ediyorlar. Korku salıyorlar, kendi ideolojik birikimlerine Dev-Yolcuları mecbur kılmaya çalışıyorlar. “Sizin kafanız çalışmaz, siyaset ideolojisiz olmaz” diyorlar: “Yumurtayı kafada omlet yaptıktan sonra yağacak soruşturmalarla baş etme gücü var mıdır? Olayın bu tarafının önemsiz olduğunu hiç kimse iddia edemez.”[11]

Tüm ülkeyi kapsayacak, geniş bir ideolojik çalışma olmaksızın şiddetin anlamsız olduğunu yineleyip duruyorlar. Ekim Devrimi’nin Moskova ve Petrograd hattında gerçekleştirildiğini unutturmak istiyorlar. Parçalama eylemini siyasetin dilinden kovmak istiyorlar, bütünlükçü tepkilerini ideolojize etmeyi siyaset zannediyorlar. Ülke bütünlüğüne kilitlenmiş gözler, yüksek siyasetten başka bir şey görmüyorlar.

Ülkeyi bütün olarak muhatap almak, o ülkeyi kuranların, sınırlarını tayin edenlerin ideolojisine ve pratiğine teslim olmak anlamına geliyor. Ülkeyi futbol sahasını izler gibi izleyenler, sokak aralarında gazozuna oynanan futbolu küçümsüyorlar. Bizi ikna etmek istedikleri cephe, bu locanın öteki adı.

R-TKP, özünde militanlığa karşı. O, Deniz ve Mahirleri polise ihbar eden, yaşanan devrimci şiddet eylemlerini kınayan, bu açıdan, bunların ilgili önderlerce gerçekleştirildiğini açıktan parti yazınında dillendiren Behice Boran soyundan. Bu unutulmamalı.

Bu partinin, 12 Mart koşullarında darbeye karşı mücadele örgütlemek yerine, kendi fedaisini İbrahim Kaypakkaya’yı “imha” etmesi için göndermeyi planlayan Perinçek çizgisine yakın düşmesinin sebebi burada. Kaypakkaya’nın “ülke genelinde ideolojik mücadele ve devrimci mücadele” ayrımı üzerine yapılan tespitleri, hâlâ güncel bu açıdan.

R-TKP için kadrolardan ve sınıftan ya da halktan önce kurumun kendisi öncel ve önemli. O sınıfın ve halkın özgün mücadele seyri içinde örgütlediği, cisimleştirdiği hiçbir oluşumu tanımıyor. R-TKP, verili kurumsal yapıyı önemsiyor. TC devleti, kendi partisi, başkalarının sendikası. Aradaki bağı kurmak, siyaset zannediliyor.

Yukarıda eski başkan Aydemir Güler’den yapılan alıntının da işaret ettiği gibi, R-TKP, esas olarak sol içine dönük bir kavga veriyor. Sosyalizm programının başatlığı, “cephe değil cepheleşme”, “kitle tabanı örgütlemek gerek” vs. şuna işaret ediyor: bu noktada R-TKP, özelde Dev-Yol’u, genelde Parti-Cephe çizgisini tasfiye etmeyi amaçlıyor. Hedefse KESK.

“Solu önce AKP’nin ne kadar büyük ve güçlü olduğuna ikna ettik, ama bu sefer de onun tabansız ve güçsüz olduğunu göstermek gerekiyor.” R-TKP kuruyor bu cümleleri.[12]

Sol içi tasfiye, bu ikna metodu üzerinden işliyor. İlk dönem Osmanlı’dan kurtulmak Kemal Paşa’yı yükseltiyordu, bugün de AKP’den kurtulmak, kendi Kemal’ini bulmaya çalışıyor.

Osmanlı’dan kopuşa ikna edilen TC solcuları gibi neo-TC’ye örgütlenen bir siyasî akış sözkonusu. DSİP ve TKP yan yana aslında. Biri içeri giriyor, biri karşısına yerleşiyor, aynı kalarak. Osmanlı’dan kopuş bir yanılsama ise neo-TC de bir yanılsama.

İlkini kendine bağlamak için Kemalizm resmî TKF’yi kuruyor, bugünkü R-TKP ise cepheleşme çağrısıyla aynı yola giriyor. CHP’nin altı oku varsa SİP’in de “sosyalizm ilkeleri” var, öyle ya.

Bu TKP, dünya komünist partisi Komintern’in bir alt organı olarak işleyen ilk TKP’den farklı, hatta ona karşı bir siyasî özne. Bu KP’nin “Türkiye”liliği asli. İlgili partinin, Komintern’in dağılması sonrası kendi ülke gerçeklerine biat eden KP’lerin (özellikle Latin Avrupa KP’lerinin) izinden gitmesi tesadüf değil. Bu çizginin kendi dışında gelişen, durumsal, dönemsel, yerel ve kısmî tüm kopuş denemelerini hizaya sokması mecburî. Sosyalist devrimciliğin egemenlerin insan, tarih ve doğa kurgusuna teslim olması kaçınılmaz. Çünkü devrim ve devrimcilik, teoride ve pratikte, sosyalizmin kurucu ve yıkıcı pratiğine dışsallaştırılmış, alt bir unsur. Bu alt unsurun Kemalizmin “devrim”lerine geri çekilmesi tesadüfî değil.

Biz, 1789-Fransız Devrimciliğinin sömürülen-mazlum kitleler nezdinde örtbas ettiği, ezdiği, bastırdığı, onu önceleyen geleneğe ve bu devrimin çizgi romanlarından aydınlanan kadroların, Kemalistlerin, Anadolu’da ezdiği sol-sosyalist, komünist ve halkçı dinamiklerin ortak geleneğine bağlanmak zorundayız. Devletçilerin ve demokrasicilerin yüksek siyasetine karşı alttaki sömürülen-mazlum kitlelerin devrimci politikasını güncellemek zorunlu.

Eren Balkır
24 Aralık 2010

Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu Söyleşisi, 25 Kasım 2010, Sol.

[2] Tanıl Bora, Takımdan Ayrı Düz Koşu, 2001, İletişim, s. 244.

[3] “Aleviliğin Dünü, Bugünü ve Yarını Tartışıldı”, 23 Aralık 2010, Sol.

[4] “Türk’öne ‘Cepheleşme’den Rahatsız,” 23 Aralık 2010, Sol.

[5] Yurdakul Er, “Hegel, Entelektüel Şiddet ve Kadıköy”, 3 Aralık 2010, Sol.

[6] Aydemir Güler Söyleşisi, 9 Aralık 2010, Sol.

[7] Aydemir Güler, “Zaaf mı Atak mı?”, 24 Kasım 2010, Sol.

[8] Erkan Baş Söyleşisi, 14 Aralık 2010, Sol.

[9] Aydemir Güler, Komünist, Sayı: 213, 6 Mayıs 2005, s. 2.

[10] “Sosyalist Solun Ne Yapması Gerektiği Tartışıldı”, 16 Aralık 2010, Sol.

[11] İlker Belek, “Gözlerinden Öpüyorum Ama…”, 20 Aralık 2010, Sol.

[12] Kemal Okuyan, “Cepheleşme Nasıl Mümkün Olacak?”, 17 Aralık 2010, Sol.

23 Aralık 2010

,

THİF


12 Aralık tarihli Radikal gazetesinde Numan Kurtulmuş’un başkanı olduğu HAS Parti’ye katılan iki sosyalist, Türkiye’de “sol” ile “Müslümanlığı” yeniden yan yana getirdi. “Müslüman-sol” kavramı ya da bu kavram etrafında yapılan tartışmalar, Türkiye’nin yakın geçmişinde yaşanan çok önemli, ancak unutulmuş görünen bir deneyimi tekrar hatırlamayı gerekli kılıyor.

Komünistlerin, Müslümanlığa ve İslam’a ilişkin politikaları, özellikle Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında oldukça farklı bir kulvarda yürüdü. Şimdilerde yeniden tartışılmaya başlayan “Müslüman-sol” kavramı, o tarihte aynı parti içinde farklı kesimlerden gelen kişilerce kabul gördü, tartışıldı ve hararetle savunuldu.

1920’de kurulan ve kuruluşunun üçüncü ayında hükümetçe kapatılan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF), komünizmi ve İslam’ı birbirini tamamlayan ideolojiler olarak görüyordu. THİF, 7 Aralık 1920 tarihinde Ankara’da kurulmuştu ve partinin başkanı konumundaki “Katib-i Umumi”si Tokat milletvekili Nazım Resmor’du.

Kurtuluş Savaşı’na Destek

Diğer kurucuları arasında Afyonkarahisar milletvekili Mehmet Şükrü Bey, Bursa milletvekili Şeyh Servet Efendi, İzmit milletvekili Sırrı Bey ve Baytar Binbaşı Hacıoğlu Salih Bey vardı. Partinin adındaki “İştirakiyun”, ‘komünizm’e karşılık olarak kullanılmıştı. Partinin temel politikalarını üç başlık altında toplamak mümkün.

THİF, Anadolu’da yürütülmekte olan antiemperyalist Kurtuluş Savaşı'na bütün gücüyle destek verecek, işgalcilerin Anadolu’dan çıkarılması için mücadele yürütecektir. THİF, ülkenin kalkınma stratejisi konusunda antikapitalist bir çizgi izleyecek, uluslararası işbirliği konusunda dünyada popülaritesi çok yüksek Sovyetler Birliği ve Doğu ülkelerine daha yakın ilişkiler içinde olacaktır. THİF, komünizmin ve İslam’ın kardeşliğine inanmaktadır. Partinin Emek ve İkaz adlarını taşıyan gazeteleri vardı ve görüşlerini bu yolla kamuoyuna duyurmaktaydı.

Komünizm ve Kadın

1920 Aralık ayı içinde parti yetkilileri, üyelerini ve halkı aydınlatmak üzere iki konferans düzenledi. Dönemin öncelikli gündemini konferansların konularından izlemek mümkün. İlk konferans “Komünizm ve Kadınlar ile İslam ve Komünizm”, ikincisi ise “Rus Bolşevizmi İşgalci Olabilir mi?” ve “Batı ile Anlaşmak Anadolu Proleterleri İçin Faydalı mıdır?” temalarına ayrıldı.

İlk konferansın konuşmacıları Ziynetullah Nevşirvanov ve Bursa milletvekili Şeyh Servet Efendi’dir.

Dönemin koşulları dikkate alındığında, İslam’ın ve komünizmin temelde aynı şeyleri söylediği savını ileri süren ve bunu partinin savunduğu önemli ilkeler arasına sokan kurucularının temel dayanakları farklı farklıdır.

Bu “ideolojik kardeşliğe” samimiyetle inanma, komünizmin maddeci dünyasını maneviyatla dengeleme arzusu, komünizmin toplumsal ve ekonomik düzen tasarımını kabul eden ancak manevi yönden ürken kitlelere ulaşmak hedefi, bu kaygıların temeli olabilir. THİF, halkın geniş kesimlerini kazanma hedefini güttü. Bunun için, “yurttaşların iktisadi ve hukuki eşitliği, toplumsal yardımlaşma, sömürünün ortadan kaldırılması, adaletin ve inancın güvence altına alınması, kadının sosyal hayata katılması”nı programına aldı. İslami ve feodal değerlerin yüzyıllardır sessiz sakin yaşanageldiği, savaşlarla yıpranmış, toplumsal olarak suskun Anadolu’nun, bir köylü toplumunun gündemine birdenbire düşen bu alışık olmadığı kavramlar heyecan yarattı, THİF örgütlenmeye başladı.

Aileye Hürmet

Nitekim THİF, üretim araçlarının toplumsallaştırılacağını savunup fakat bunun asla “kadınlar”ı kapsamadığı güvencesini vermek için “fırka aile hayatına hürmetkârdır”, komünizm de bir nevi İslam’ın ilk dönemlerinde görülen “saadet asrına varmaktır” kurallarını parti programına da koydu.

THİF’in bu çalışmasını anlamayan Kemalizm’in parlak temsilcisi Falih Rıfkı Atay, anılarında bir ayrıntı aktarır. Buna göre THİF, Hacı Bayram Camii yakınlarında açtıkları bir kulübe pek çok kişiyi çağırmış, burada milletvekilleri Nazım, Mehmet Şükrü ve Şeyh Servet toplananlara hitap etmişler ve “Mecliste bir grup yapalım, memleketin buna ihtiyacı var, komünistlik İslam esaslarına uygundur, Ebubekir komünisttir, Müslüman olduktan sonra bütün varını yoksullara dağıttı” içerikli konuşmalar yapmışlardır. 1921’in başında hükümetin “sol” harekete karşı başlattığı büyük bir sindirme harekâtı arasında THİF de kapatıldı. Gazetelerinin yayını durduruldu, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı, parti yöneticileri tutuklandı ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.

THİF’in bu çabasını, dünyaya “aşağıdakilerin penceresinden” bakmak, peygamberlerin ve din ulularının, yoksul, ezilmiş ve yalnız insanların yanında olduğunu, inancın ancak ezilenlerin ve yoksulların insanca yaşaması için gösterilecek çabada yattığını, İslam’ın tarihsel dönem içinde zenginlik ve iktidar sarmalında özünden uzaklaştığının saptanması şeklinde okumak mümkün.

Parti kapatılmasaydı ve yaşayabilseydi, bu programın nasıl gelişeceğine ilişkin tartışma boşuna olabilir. Ancak THİF’in, yoksulları dinsel baskının binlerce yıllık karanlığını aralamaya ve “din”i daha dünyevi yaşamaya çağıran çabası, bir anda, mevcut düzenin egemen sınıflarını harekete geçirdi. Meclisteki tartışmalar birdenbire “mülkiyetin ve mirasın” kutsallığı ve dokunulmazlığı eksenine kaydı, İslam’ın bu kurumları kutsadığı üzerine ateşli konuşmalar yapıldı.

THİF’in, “din”i hâkim sınıfların kendi çıkarları için bir ideolojik baskı aygıtı olarak görmesi, bunu ucundan köşesinden tartışmaya açması bile Meclisteki eşraf-ağa-hoca ağırlığına bu tehlikeyi gösterdi, onlar hemen komünizm ile İslam’ın asla biraraya gelemeyeceğini ispata giriştiler.

Gerek Meclis’teki kudretli eşraftan milletvekilleri gerekse de onlarla pragmatik olarak ittifak kuran Kemalistler, belki de İslam’ın bu şekilde çağın gereklerini yakalayacak reformcu bir açılım ihtimalini elbirliği ile doğmadan öldürdüler.

THİF kapatılma sürecindeyken, hükümetin Umur-i Şeriye Vekâleti’ne bir fetva verdirerek “Kur’an-ı Kerim’le bağdaşmayan bu düzmece hareket”in tanınmaması ve müminlerin THİF’i terk etmelerini isteyen bir çağrı yayınlatması, durumu fazlasıyla ciddiye aldığını gösteriyor.

Bugün Türkiye’de solun, 1920 koşullarında THİF’in deneyimine yeni ve yaratıcı katkılarda bulunması mevcut statükonun bozulmasında çok önemli bir açılım sağlayabilir.

Hamit Erdem
23 Aralık 2010

19 Aralık 2010

, ,

On İrlandalı Şehit

Yirmi dokuz yıl önce, 1981’de yapılan açlık grevinde, on İrlandalı hürriyet savaşçısı şehit düştü.
Açlık grevine yol açan olaylar, İngiliz Hükümeti’nin Kuzey İrlanda’daki İrlandalı savaş tutsaklarına Özel Kategorik Statü verme siyasetini sonlandırdığı 1976’da başladı. İlgili statü, tutsaklara savaş tutsağı muamelesi yapılmasını öngörüyordu. Tutsakların özel hapishane üniformaları giymeleri ya da hapishane içi işlerde çalışmaları gerekmiyordu.
Bu özel statünün sona erdirilmesindeki niyet, politik tutsakların iç disiplinini ve örgütlülüğünü kırmaktı. Bu müdahale, İngiliz işgaline karşı verilen direniş mücadelesini kriminalize etme stratejisine dayanıyordu.
İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ve İrlanda Millî Kurtuluş Ordusu (INLA) tutsakları, cevap olarak “battaniye protestosu”na başladılar. Bu protesto dâhilinde tutsaklar, hapishane üniformaları giymeyi reddedip, en fazla çıplak kalma ya da battaniye ile yaşama yoluna gittiler.
Bu protestonun amacı, “beş talep”i güvence altına almak suretiyle, eski politik tutsaklık statüsünü geri kazanmaktı:
Beş talep şunlardı:
1. Hapishane üniforması giymeme hakkı;
2. Hapishane işlerinde çalışmama hakkı;
3. Diğer tutsaklarla serbestçe görüşme hakkı;
4. Eğitimlerini ve boş zamanlarını kendi iradeleriyle örgütleme hakkı;
5. Haftalık bir görüş, bir mektup ve paket hakkı.
Açlık grevi Ekim 1980’de başladı. Üç ayrı hücreden katılım gerçekleşti. İki ayın ardından bir tutsağın ölümün eşiğine gelmesi ile İngiliz hükümeti, tutsakların kendi kıyafetlerini giyme hakkını tanıma noktasında ödün verdi. Grev, Aralık’ta, tek bir tutsağın ölümüne tanıklık edilmeden, sona erdirildi.
Birkaç hafta sonra İngiliz hükümeti memurlarının tutsakların taleplerini karşılama gibi bir niyetlerinin olmadığı, hükümetin açlık grevini sona erdirmek için blöf yaptığı anlaşıldı. 1 Mart 1981’de açlık grevi yeniden başladı.
IRA’in bir subayı olan ve Long Kesh’te tutulan Bobby Sands yemeği ilk reddeden isimdi.
Açlık grevine katılan tutsaklar öleceklerini biliyorlardı, zira Başbakan Margaret Thatcher, her türden tavizi reddettiğini kamuoyu önünde açıktan ilân etmişti.
Sands, “Kıramayacaklar irademi, çünkü hürriyet arzusu ve İrlanda halkının hürriyeti tam kalbimin içinde. Tüm İrlanda halkı hürriyet için arzu duyduğunu gösterdiğinde şafak sökecek. İşte o vakit ayın doğduğunu göreceğiz.” diyordu.
Ömrünün önemli bir bölümünü bir hürriyet savaşçısı olarak geçiren Sands, IRA mensubu olarak yürüttüğü faaliyetleri sebebiyle ilkin on yedi yaşında tanıştı hapisle. Yaklaşık on yıl kaldığı hapishanede Franz Fanon’dan Che Guevara’ya birçok ismin politik yazılarını okudu.
Açlık grevinin başlamasından kısa bir süre önce, Fermanagh ve Güney Tyrone temsilcisi olarak parlamentoya giren bağımsız İrlandalı bir cumhuriyetçi vefat etmişti. (İrlanda’da cumhuriyetçi olmak, İrlanda’nın Britanya yerine Kuzey İrlanda’nın parçası olmasını talep etmek demek.) Bu gelişme üzerine Sands, 9 Nisan 1981’de, boşalan koltuk için yapılan avam kamarası seçimlerinde aday gösterildi ve 29.046 oy alan İngiliz yanlısı Ulster Birlikçi Parti’nin adayı Harry West’in karşısında, 30.492 oy alarak seçimi kazandı.
Üç hafta sonra Sands, hapishane hastanesinde, açlıktan, öldü. Ölümünün duyurulması ardından, Kuzey İrlanda sokakları günlerce gösterilere tanık oldu.
Cenaze merasiminde, tabutunun ardından yüz binden fazla insan yürüdü. Yürüyüş kolunun önünde tek başına bir gaydacı vardı ve açlık grevi sürecini destekleyenlerin bestelediği halk şarkısını çalıyordu:
“Giymeyeceğim asla o tutsak elbisenizi. Britanya İrlanda mücadelesine sekiz yüz yıllık bir suç dedikçe, koyun gibi boyun eğmeyeceğim hapishanenize.”
Yaz ayları süresince dokuz tutsak daha şehit düştü: Francis Hughes, Patsy O’Hara, Raymond McCreesh, Joe McDonnell, Martin Hurson, Kevin Lynch, Kieran Doherty, Thomas McElwee ve Michael Devine.
Yaz sonunda, hapishane yetkililerinin bilinç kaybına uğramış tutsakları, rızaları dışında, zorla, damardan beslemeye başladıkları günlerde, bu tutsakların ailelerinin ikna edilmesiyle, açlık grevi kırılmaya başladı. İkna sürecinde en önemli rol Katolik din adamlarınındı. Bu gelişme üzerine IRA ve INLA, 217 gün süren açlık grevine 3 Ekim 1981’de son verdi.
Açlık grevi, Britanya işgali altındaki topraklarda direnişi derinleştirdi ve IRA’in yeni katılımlarla kuvvetlenmesini sağladı.
Bobby Sands üzerinden parlamento için verilen mücadele, açlık grevi yanlısı adayların sürece dâhil olması ile pekişti; “silâh ve seçim sandığı” stratejisinin ilhamıyla, bir yandan Sinn Féin partisi tüm İrlanda genelinde seçimlere katılmaya başladı, IRA de İngiliz ordusuna ve sağcı paramiliter güçlere karşı silâhlı direnişi örmeye devam etti.
Açlık grevi sürecinde on devrimcinin şehit düşmesi ardından Britanya dünya genelinde kınandı. Direniş hareketleri ise bu mücadeleden ilham aldılar.
Robben Adası’nda tutsak bulunan Nelson Mandela, doğrudan Bobby Sands’den ilham alarak, bir grup tutsakla birlikte açlık grevine başladı. Diğer bir dizi talebin yanında tutsaklar, oğul ve kızlarının kendilerini ziyaret edebilmelerini istiyorlardı. Altı gün sonra Mandela, hapishane yetkilileri ile başarılı bir görüşme gerçekleştirerek anlaşmaya vardı.
Küba’da Fidel Castro, açlık grevine katılan İrlandalı devrimcilerin örnekliği karşısında, “Tiranlar, altmış günlük açlık grevi ardından, idealleri için ölebilen insanların varlığı önünde tir tir titrediler.” dedi.
1981 Haziran’ında Nafha hapishanesinde bulunan bir grup Filistinli tutsak, açlık grevindeki İrlandalı tutsakların ailelerine bir mektup gönderdi:
“Siyonizmin terörist idaresi altında yaşayan Filistin halkına mensup devrimciler olarak bizler, bu mektubu, çölün ortasından, Nafha hapishanesinden yazıyoruz. İngiliz yönetici elitince İrlanda halkına dayatılan zalim terörist idareye karşı verdiğiniz mücadeleyi selâmlıyor, bu mücadele ile dayanışma içinde olduğumuzu belirtiyoruz.
Her insanın en kıymetli varlığını feda ettikleri için Bobby Sands’in ve yoldaşlarının kahramanca mücadelelerini selâmlıyoruz. Onlar hürriyet için hayatlarını verdiler. Buradan, hücreleri vahşi yılanlar ve çöl kumları ile kaplı Nafha hapishanesinden, Siyonist işgalin boyunduruğu altında, biz sizlerle aynı safta olduğumuzu haykırıyoruz. Demir parmaklıklar ardında, sizleri, halkınızı ve ölüme meydan okuyan devrimcilerinizi destekliyoruz. […] Filistin’de ve Siyonist hapishanelerde bulunan halkımız, Britanya tekellerine karşı mücadele eden sizler gibi benzer bir mücadele içindedir ve bizler biliyoruz ki her iki halk da zafere kadar bu mücadeleyi sürdürecektir.”
Açlık grevine katılan Bobby Sands ve diğer kahramanların verdikleri ders bugün de direnişe ilham vermeyi sürdürüyor. ABD ve İngiliz müdahalelerinin gaddarlığını çok iyi bilen İran’da hükümet, İngiliz Büyükelçiliği’nin bulunduğu, eskiden “Winston Churchill” olan caddenin ismini “Bobby Sands” olarak değiştirdi. Elçilik, yazışmalarda Bobby Sands’in ismini kullanmamak için giriş kapısını yan sokağa almak zorunda kaldı.
Dustin Langley
14 Mayıs 2006
H-Blok Şarkısı
Ben mağrur bir İrlandalı gencim.
Hayatım Ulster tepelerinde başlar,
Mutlu bir çocuk koşar yeşil tarlalarda.
Tanrı’nın ve insanın yasaları içimdedir
Ama on yaşıma geldiğimde,
Ülkemdeki haksızlıklar tekrar dile geldi.
Yüz binlerce insan yürüdüğünde,
Gözlerim onların davasına kilitlendi.
Giymeyeceğim asla o tutsak elbisenizi.
Britanya İrlanda mücadelesine
Sekiz yüz yıllık bir suç dedikçe,
Koyun gibi boyun eğmeyeceğim hapishanenize.
Öğrendim yüzlerce yıl süren kavgayı
Her yanı sarmış zalim yasaları,
Şu körpecik hayatımda gördüm
Yabancı idarenin tüm sonuçlarını.
Protestocular korkutuldu, tehdit edildi, sakat bırakıldı,
Ayrışmalar besledi öfkenin harını,
Zorbalık hakları çiğnedi, karalandı davamız,
İşte buydu işgalcinin yolu yordamı.
Connaught kabilesinin mağrurdu torunları
Concannon ise kulluk etti İngiliz’e,
İnsanın insana yaptığı zulüm,
Doğurdu sadık bir köle.
Artık yabancı değil bize bu sürgü, bu kilit,
Artık aşinayız tüm H-Blok hücrelerine,
Dışişleri Bakanı Mason yürürken ağır ağır
Biliyoruz yaşıyor, zalim Cromwell bedeninde
Alay ediyor yiğitle, o kendini bilmez sergerde.
Britanya bir bin yıla daha mı muhtaç
Protestolara, isyanlara, ölümlere ve gözyaşlarına,
Yoksa bu, seksen yılın hecelediği zulmün
Sonu mu olacak,
Bitecek mi İrlanda’nın ıstırabı,
İnsanlık onuru için yeni bir umut mu,
Bitecek mi bu felâket
H-Blok’un amansız hücresinde.

26 Kasım 2010

, ,

Emel Meslusi

“Bulimik hastaları misali, Joan Baez, Bob Dylan, Şeyh İmam ve Marsel Halife gibi onlarca müzisyeni bir arada dinleyerek büyüdüm.” Tunuslu şarkıcı Emel Meslusi, müzikal oburluğunu bu şekilde izah ediyor. “Demek ki hayatımın en güç dönemi bu dönemmiş” diye devam ediyor, Egypt Daily News’e verdiği mülâkatta.

Geçen Perşembe gecesi Geneina, Azhar Park Salonu’nda verdiği konsere Tunus kokusu yüklü bir şarkı olan El Bab Darik [“Kapındayım”] ile çıktı. Şarkıcının ayakları çıplaktı ve üzerinde kırmızı bir elbise vardı. Sesi ciğerden, güçlü ve açıktı. Müzik yolunu aldıkça o da keman, bas ve vurmalılar eşliğinde tüm salona hükmetmeyi bildi.

Kimi şarkılarını gitarla çaldı. Meslusi, üniversitede üyesi olduğu Idiom isimli grupta farklı bir yol tutturmuş.

“O günlerde gitar çalıyor, keşfettiğim müzisyenlerin şarkılarını gitar eşliğinde söylüyordum. Bu Tunus için gayet yeni bir durumdu. Büyüyüp gelişmemde çok sayıda insanın katkısı olduğunu düşünmemin sebebi budur.”

2004’te Meslusi, kendi Tunus ağzı ile şarkılar yapmaya başlıyor. 2006’da da Paris’e taşınıyor.

Şarkıları yüreği sarsan notalarla örülü. Müziği heavy metal ile hard rock arasında salınıyor ama bu müzik türlerinin daha hazin örneklerini andırıyor. Anavatanlarından mahrum Filistinliler için dillendirdiği ağıt Naci en Palestine [“Filistin’de Doğdum”] bunlardan biri.

“(Bu şarkı) Çingeneleri anlatıyor, onların hikâyesinden bahsediyor.” Esasında şarkı Naci en Alamo isimli başka bir şarkıdan uyarlama. Meslusi, Çingenelerin de vatansız olmaları üzerinden, Alamo [“Aşk”] kelimesi yerine Filistin’i koyuyor ve şarkıyı mahrumiyetin ağıtına dönüştürüyor.

Ancak öte yandan ona göre, burada müstehzi bir durum söz konusu, zira “belki de vatansızlık Çingeneler için bir tercih meselesi iken, Filistinliler için değil.”

“Özgün şarkı gayet güzel ama gene de ona özel bir şeyler eklemem gerektiğini düşündüm. Birkaç Arapça kelime ile daha hoş olacaktı. Çünkü Arapça güzel bir dil.”

Naci en Alamo, ilk kez, Çingene yönetmen Tony Gatlif’in çektiği Vengo isimli filmde kullanıldı. Meslusi, bu türden film müzikleri seslendirmeyi sürdürdü.

“Sinemayı seviyorum. Çok film izliyorum, bu sayede de ilginç müzikler keşfediyorum.”

Bu türden film müzikleri arasında Fatih Akın’ın Cennetin Kıyısında filminden aldığı Ben Seni Sevdiğumi isimli Karadeniz türküsü de var. Emir Kusturica’nın Çingeneler Zamanı’nda kullanılan Ederlezi şarkısı da repertuarında yer alıyor.

Bu şarkıların önemli bir bölümü vatansız insanlara ait ya da onlarla ilgili. “Belki de benim hassasiyetim de bu yönde” diyor Meslusi ve ekliyor: “Çünkü bu şarkılar çok derin. Şarkıları söyleyen ya da yazan insanların ıstırabı beni söylemeye mecbur ediyor.”

Filistin davası, şarkıcının kalbinde çok özel bir yere sahip. İsrail’in Gazze’yi bombalaması sonrası Meslusi, Malkit [“Bulamadım”] isimli şarkısını bestelemiş: “Tek kelime bulamadım” diye başlıyor şarkının sözleri ve şöyle devam ediyor:

Gözlerimi kapayacak bir yer bulamadım
Bana cevap verecek bir dost bulamadım
Beni alıp götürecek bir dalga bulamadım
Endişemi dile dökecek bir tek söz bulamadım
İnsandaki nefreti söküp atacak tek bir ezgi bulamadım
Halkımı bulamadım, ailemi, mutluluğumu, yolumu
Bulamadım
Hislerimi tutuşturacak bir köz
Bulamadım.

Meslusi’yi etkileyen isimler arasında en alışılmadık isim galiba Feyruz. Üzerindeki etkisine rağmen şarkıcı, bu hususta şu tespiti yapıyor: “Feyruz, bana nazaran daha romantik, ben ise ondan daha devrimciyim.”

“Üniversitede, gündelik hayatımda, dolayısıyla müziğimde hep isyankâr bir yan mevcut olmuştur. Güçlü politik konumlar almak niyetinde değilim, herkese bendeki aslî duyguyu anlatmaya çalışıyorum sadece: özgürlük.”

“Arzum, Şeyh İmam’ın da ötesine geçebilmek ama bu noktada Ahmed Fuad Necim gibi, güçlü değilse de görece daha dolaysız kelimeler bulabilen birisine ihtiyacım var.”

Geneina’daki konserinde, gitarıyla, birkaç Şeyh İmam-Ahmed Fuad şarkısı da seslendirdi. Böylelikle, hâlâ (Ahmed Fuad şiirinde önemli bir tema olan) fellahların (köylülerin) ülkesi olduğunu ve mücadelenin henüz bitmediğini anımsattı tüm Mısır’a.

Meslusi’nin şarkıları milliyetçi değil. Ona göre şarkıları “mantıklı”.

"Kâğıda samimi kelimeler dökebilmenin en iyi yolu, meseleye kendinden başlamaktır.”

Seyirciler şarkılarında Tunus’u duyuyorlar bir miktar.

“Tunus neyse diğer ülkeler de o benim için. Bu gayet iyi bir durum bize göre, çünkü oralarda kendimden söz edebiliyorum ve aynı yoldan başka insanlar hakkında konuşabiliyorum.”

”Bu, bir şarkı dinleyip onu kendinizce benimsediğinizde olan şeyle aynıdır. Şarkının hangi ülkeye ait olduğunun bir önemi yok bence.”

Tunuslu şarkıcı, beş dil konuşuyor, bu dillerde şarkı söylemeyi seviyor. “Kendime ait bir bohçam var ama gene de başka sesleri keşfetmeyi seviyorum. Başka müzikleri hep merak etmişimdir.”

Müziğe olan iştahını tarif ederken söyledikleri muhtemelen kendi müziğini de izah ediyor: “Bilirsin, bir yiyecek bulmak, o yiyeceğin farklı ve gayet iyi olması gibi bir şey bu.”

Chitra Kalyani
2009
Kaynak

* * *

Mülâkat

Etkileyici sesiyle Kürtçe Ahmedo parçasını seslendiren Tunuslu sanatçı Emel Meslusi, anadil ve kimliklere verdiği önemi şarkılarında dile getiriyor. Meslusi, anadil yasağının verdiği acıyı hayal bile edemediğini belirterek, “bu nedenle Kürt halkının mücadelesi benim varlığımı en derinden altüst ediyor” diyor.

Tunuslu sanatçı Emel Meslusi, 27 yaşında ve Tunus müziğine yeni bir ses katıyor. Daha 7 yaşındayken koreografi, skeçler ve şarkılarla sokak gösterileri organize etmeye başlayan sanatçı, 16-17 yaşlarına geldiğinde şarkı söylemek tüm hayatına hükmediyor. 25 yaşına kadar Tunus’ta yaşayan ve bugün Fransa’da ikamet eden Meslusi, müziğe ilk başladığı yılları anlatırken, “müziği meslek hâline getirmemden korktukları için ailem üzerimde biraz sansür uyguladı ama şimdi beni anlıyorlar ve inanıyorum ki benimle gurur duyuyorlar” diyor.

Tunuslu sanatçı Meslusi ile müzik yaşamı, şarkıları, farklı diller ve kimliklere olan ilgisi, müzikte anadilin önemi ve Kürtçe ile nasıl tanıştığına ilişkin söyleştik. Meslusi, müzik hayatındaki dönüm noktasının beste yapmaya başladığı ân olduğunu söylüyor: “Müzik yaşamımın en önemli dönüm noktası, 2004’ten itibaren kendi şarkılarımı yazıp bestelemeye başladığım zamandı. Bir renk, özgün bir dil oluşturmaya başlıyordum artık.”

Lübnanlı sanatçı Marsel Halife’nin şarkıları ile tanışması da müziğinde önemli bir ilham kaynağı oluyor. Meslusi, Halife ile hiç karşılaşmamış ama ondan etkilendiğini şu sözlerle anlatıyor: “Marsel Halife ile hiç karşılaşmadım ama onun şarkılarını, melodilerini ve şarkılarının sözlerini keşfetmek benim için bir ilham kaynağı idi, müziğe bakış açımda önemli bir gelişmeye neden oldu. Güçlü mesajlar içeren alternatif bir Arap müziğinin var olabileceğine inanıyordum, hiç düşünmeden bu yolu takip etmek istiyordum.”

Herkesin anadilinde kendisini ifade etmesi ve kimliğine sahip çıkmasının önemini müziğiyle de ifade eden Tunuslu sanatçı, etkileyici sesiyle Kürtçe, Türkçe, Ermenice ve Romanca da şarkılar seslendiriyor. Bugüne kadar iki albüm çıkardı; biri Aralık 2006’da Khaief, diğeri de Eylül 2008’de Helma. Bir sonraki albümünü 2009’un sonunda tamamlamayı umuyor.

Çok dilli bir müzik yapan Meslusi’ye bugüne kadar kaç dilde şarkı söylediğini sorduğumuzda, “Esas olarak Tunus Arapçası ile yazıyorum ve biraz Arap literatüründen, bazen de Fransızcadan faydalanıyorum. Kimi zaman da beni etkileyen, Kürtçe, Türkçe, Ermenice, Romanca (Çingene), İspanyolca, İngilizce ve Korsika dilinde şarkılar da söylüyorum.” diyor.

Meslusi, şarkılarında özgürlükten, aldatılmadan, hayal kırıklığından, umuttan, boyun eğme, başkaldırı, güzellik ve farklı renklerden bahsediyor.

Peki, neden herkesin kendisini anadilinde ifade etmesini ve kimliğine sahip çıkmasını bu kadar önemsiyor, hiç kendi ülkesinde bu tür sorunlarla karşılaştı mı? Meslusi bu soruya şöyle cevap veriyor:

“Aslında büyürken ve çok sayıda soru sormaya başladığım yaşa ulaştığımda, kimlik sorunu beni yakaladı. Evet, biz karma bir kuşağız… Dilimizde çok sayıda Fransızca kelime var, yabancı televizyon kanallarını seyrediyoruz, Amerikan müziği dinliyoruz… Tüm bunlarla birlikte dünyada yerimizi doğal olarak bulmamız kolay olmuyor.”

Meslusi, “Bunun içindir ki sesimin bu dilde etkileyici ve rahat olduğunu ortaya çıkaran ilk tecrübemden bu yana şarkı söylemeye ve bununla ilgili olarak Tunus dilinde yazmaya devam ettim” diyerek, insanın kendisini en rahat hissettiği dilin anadili olduğunu şöyle ifade ediyor:

“Hangi dilde kendimizi rahat hissediyorsak o dilde en etkileyici olduğumuzu düşünüyorum ve hiçbir şey insanı kendi anadilinden daha rahat kılamaz.”

Kendi yaşamında dillere bu kadar önem atfetmesinin nedenini ise şu sözlerle anlatıyor: “Diller, yolculuktur, çeşitlilik, alışveriş, zenginlik, gizem, hayaldir…”

Kürtçe Ahmedo parçasını seslendiren Emel Meslusi, 7 Kasım günü 17. Hüseyin Çelebi Edebiyat Ödülleri etkinliğine de katılmıştı. Kazım Koyuncu’nun da seslendirdiği “Ben Seni Sevdiğimi” şarkısını seslendiren sanatçının ayrıca Arapça “Che Guevara” şarkısı da büyük ilgiyle dinleniyor.

Meslusi, Ahmedo parçası ve Kürtçe ile nasıl tanıştığını şöyle dile getiriyor: “Bir internet sayfasında tesadüfen Aynur Doğan’ın seslendirdiği şarkılarla karşılaştım, bu ses ve ezgiler beni alıp götürmüştü… Ahmedo, en özel ve etkileyici olanıydı. Uzun süre bir gün bu şarkıyı seslendirmeyi hayal ettim… Bu kolay değildi.”

Meslusi, bir şarkıyı seçerken nelere dikkat ettiğini de, “şarkının sizi kendi bilinmezliğinize götürebilmesi, en derin trans hâline sokabilmesi gerekiyor" sözleri ile ifade ediyor.

Meslusi, Kürtler gibi müziği ve dilinden dolayı yasaklarla, zorluklarla karşılaşmadı. İnsanın anadilinde konuşmasının yasaklanmasının verdiği acıyı hayal bile edemediğini söyleyen sanatçı, Kürtlerin verdiği mücadelenin kendisinin derinden etkilediğini belirtiyor. Meslusi, bir dilin yasaklı olması karşısındaki duygularını ve Kürtlerle olan bağını şöyle dile getiriyor:

“İnsanın kendi dilinde konuşmasına ve kendisini ifade etmesine getirilen yasağın yol açtığı acıyı hayal bile edemiyorum, artık insanın kendisi olmaması gibi bir şey bu… Çok zordur, bu nedenle Kürt halkının mücadelesi benim varlığımı en derinden altüst ediyor.”

Tiji Roj

Sözüm Hür (Kelmti Hurra)

Ben, hür olan ve asla korkmayan.
Ben, hiç ölmeyen.
Ben, teslim olmayanların sesi.
Ben, kıyametin ortasındaki mana.

Ben bu köpeklerce,
Halkın rızkını çalanlar,
Fikirlerin yüzüne kapıyı çarpanlarca satılan
Mazlumun hakkı.

Ben, hür ve asla korkmayan.
Ben asla ölmeyecek olan esrar.
Ben, teslim olmayanların sesi.
Ben hürüm, sözüm hür.

Ben hürüm, sözüm hür.
Unutma, ekmeğin fiyatını.
Unutma, sefaletin sebebini.
Unutma ihtiyaç olduğunda bize ihanet edeni.

Ben, hür ve asla korkmayan.
Ben, asla ölmeyecek olan esrar.
Ben, teslim olmayanların sesi.
Ben, kızıl gülün sırrı
Rengi yıllarca sevilen
Kokusunu nehirlerin örttüğü.
Hür olanlara seslenip duran.

Ben, karanlıkta parıldayan bir yıldız.
Ben, zalimin boğazındaki diken.
Ben, ateşin değdiği rüzgâr.
Ben, unutulmayanların ruhu.
Ben, ölmeyenlerin sesi.

Çıkarıyorum çeliği balçıktan
Yeni bir aşk yaratıyorum onunla.
O çelik kuş oluyor
Vatan oluyor
Rüzgâr oluyor, yağmur oluyor.

Ben, dünyanın birleşen tüm hür insanları
Mermi gibiyim gayrı.
Ben, dünyanın birleşen tüm hür insanları
Mermi gibiyim gayrı.

Söz: Emin Guzzi
Müzik: Emel Meslusi

Zalim (Dhalem)

Katlet beni… Bir şarkı yazıyorum.
İncit beni... Bir hikâye anlatacağım.
Daha fazla işkence et bana ki kışımı ısıtayım.

Gözyaşlarımı kurutacak ezgiler yağacak sonra
Zaman seni alıp götürecek, ezgilerimse ebedi kalacak.

Katlet beni… Bir şarkı yazıyorum.
Hapse at beni… Bir hikâye anlatacağım.
Daha fazla işkence et bana ki kışımı ısıtayım.

Gözyaşlarımı kurutacak ezgiler yağacak sonra
Zaman seni alıp götürecek, ezgilerimse ebedi kalacak.

Ah zalim!.. Sen de göreceksin kurban olacağın günü.

Katlet beni… Bir şarkı yazıyorum.
Katlet beni... Bir şarkı yazıyorum.

Söz-Müzik: Emel Meslusi