30 Haziran 2021

,

Kapı Aralığı


Çıkmaz Sokak

Gezi’nin ilk günlerinde Ethem’in vurulması üzerine avukatları, vuranın kimliğini tespit etmek amacıyla polis telsizi konuşmalarının kaydını talep etti. İnternete düşen kayıtta, polis amirinin polislere ilettiği şu talimat yer alıyordu: “Biz TKP yöneticileriyle anlaştık, onlar kitleyi başka bir yöne götürecek, geçmelerine izin verin.”[1] O gün parti yönetiminde olan, kitleyi polisin istediği yöne götürüp dağıtmak isteyen isimler, bugün TİP’te. O yöne gitmeyen Ethem ise aramızda değil.

Bahsi geçen ekip, parti içerisinde baş gösteren, emperyalizm, Fethullahçılık ve CHP eliyle açılan kapı aralığından geçip geçmeme “tartışma”sında “geçelim” kararından yana durdu ve başka bir yolu yürüdü.

O kapı aralığı, sadece TKP’liler için açılmadı. Başka örgütler de bunca zaman AKP’yi eleştirmeyi anlamsız ve yanlış bulurken, birden sosyal demokrat ve liberal muhalefete teslim oldular. Sosyalist hareket, tüm bileşenleriyle, bu sosyal demokrasinin ve liberalizmin kuyruğuna yapıştı. Bilhassa Avrupa ile, oradaki istihbarat kuruluşları ve STK’larla ilişkili olan yapılar, liberalizmi ve sosyal demokrasiyi sosyalizm boyasına daldırıp satmaya başladılar.

TKP’nin Gezi günlerinde polisten izin alıp kitleyi çıkmaz sokağa sürüklemesinde, marjinal grupları dağıtmaya söz vermesinde olduğu gibi, Fethullah ve emperyalizm rehberliğinde hareket eden sol muhalefet de devlete ve sermayeye teslim oldu. Aynı örgütler, bugün emperyalizm meselesinden rahatsız olan kadrolarını İP, HKP, olmadı, Parti-Cephe sopasıyla korkutup ikna etme derdinde.

Tipitip

Bugün TKP, semt evleri açıyor. Açılacak semt evinin adresini afişe yazmaktan aciz olan, bu anlamda evin önemsiz olduğunu bizzat ortaya koyan arkadaşlar, o semte esasen kentsel dönüşüm üzerinden giriş yapıyorlar. O semt evi aslında bir emlâk ofisi, gayrimenkul danışmanlığı bürosu. (Not: Bu yazı yazıldıktan iki üç hafta sonra semt evinin iki sokak üzerinde beş katlı bir binanın çatısından aşağıya devasa bir pankart asıldı. Pankartta binayı satın alan “emlâkçı”nın resmi ve numarası vardı. Bu kişi tabii ki TKP'li idi.)

TKP, yaklaşık otuz yıldır uğramadığı, hiç afiş dahi asmadığı mahalleye geliyor, çünkü o, esasen emlâk ve inşaat işleriyle geçiniyor. Eskiden olduğu gibi gene kavganın yolunu değil, parayı takip ediyor.[2]

Doksanlarda da mahalleye gitmeleri söylenmişti. Orada devrimci örgütlerle çatışma yaşamış, sonra “işçileşmek için gidiyoruz” dedikleri mahallelerden “oralar bizi küçük burjuvalaştırıyor” deyip çekilmişlerdi. Semt evleri de bu türden bir komediyle sonuçlanacak. Sermayenin bilimine, devletin aklına örgütledikleri özel bireyleri özel faytonlarına bindirip çekilecekler.

Bugün pek anımsanmıyor olabilir ama SİP geleneği, doksanlarda da bölünmüştü. Metin Çulhaoğlu ÖDP’ye gitmişti. Derdi, sermaye ve devlet eliyle popüler kılınan ÖDP içerisinde yer alıp suyun başını tutmaktı. Çulhaoğlu, on yıl sonra yanına eski ve yeni kimi isimleri alıp, hiçbir açıklama yapmadan, SİP’e geri döndü. O gün önüne parti yetkilileri bir liste koydu, “bu arkadaşlarını istemiyoruz” dendi kendisine. Çulhaoğlu, bir saniye düşünmeden, onca zaman yanında olmuş arkadaşlarını sattı, partiye alınmalarını istemedi. On yıl beklemeye gerek yok: gene aynı şey olacak!

Çünkü bu Çulhaoğlu’nun ve Kemal Okuyan’ın yetiştirmesi olan Erkan Baş’ın gerçek bir ayrılığı örgütlediğini düşünmek, mümkün değil.

Bugün “sözde TİP”ten bir isim ayrılmış ve bir yazı yazmış.[3] İnternette dolaşımda olan yazıda, parti içerisinde demokrasinin işlemediğinden, “hırslı, kariyerist” Erkan Baş’ın her şeyi kontrol ettiğinden, tüm ipleri elinde tuttuğundan söz ediliyor. Baş, tam da hocası gibi davranıyor. Yani TİP, aslında Ahmet Şık’ın demokrasisizlikle eleştirdiği HDP’den farklı değil. Zaten Şık’ın derdi de demokrasi veya sosyalizm değil!

Bugün sermaye ve devletin TİP’e karşı bir teveccühü olduğu görülüyor. Yol veriliyor, kapılar açılıyor. Doksanlarda “devlet bize kapı aralığı bıraktı, oradan geçeceğiz” diye restorasyon analizi yapanlar, o kapı aralıklarından geçiyor. 19 Aralık’tan geçemeyenlere küfrederek ilerleyebileceklerini görüp kapı açanlara hürmette kusur etmiyorlar.

Ahmet Şık, tam da bu nedenle Sezgin Baran Korkmaz’ın evinin yolunu biliyor. O nedenle bir haberin onayını Soylu’dan alıyor. O yüzden TİP, bir toplantısına Alaattin Çakıcı, Ağar gibi isimlerle birlikte olan Sarp Kuray’ı davet ediyor. TİP, kendisine kapı açan güce biat ediyor. O, eski oportünizmin ve reformizmin çürük sakızını çiğniyor.


Kanalize

Kitleler bireylere bölünüyor. O semt evi, bunun için açılıyor. Kitlenin yükünü omuzlamak, sorumluluğunu almak değil, o kitleyle onu dağıtmak için ilişki kuruluyor. Küçük burjuvazi, sosyalist hareketi tasfiye ediyor. Şahdamarını kesiyor. Polisin emriyle marjinal gruplar, bir bir dağıtılıyor.

Emperyalizmin bilgi, virüs, öfke ve gıda konusunda dayattığı arınmacı, izolasyoncu ideolojinin mümessilliğini sol örgütler üstleniyor. O arınma ve izolasyon, yoksulla, ezilenle ve işçiyle ilgili.

Bilgiyi arındırıyorlar, virüsü temizliyorlar, öfkeyi siliyorlar, gıdayı özelleştiriyorlar. Kitlenin açlığı değil, bireyin tokluğu önemli artık. Bilgideki kirliliği solcular süzgeçten geçiriyor, ama emperyalizm adına. Kitledeki öfkeyi tehlikeli görüyorlar, öfkeden kurtulmak için kitleyi dağıtıyorlar. O polis amiri o partiyle bu yüzden anlaşıyor. Bu devlet, o partinin üyelerini bilim kuruluna o sebeple alıyor, o kurul üyeleri insanları eve hapsediyor, okulları, işyerlerini kapatıyor. Sermaye ve devlet, TKP ve TİP gibi örgütler sayesinde yol alıyor.

TİP, o arınıkların, izolelerin, temizlerin örgütü olarak satıyor kendisini. Kaba, tutucu, kapalı ve kirliymiş gibi görünen TKP’nin karşısına çıkartılıyor. Esasında TKP, bu imajından ötürü kandıramadığı bireyleri TİP denilen ağ ile topluyor. Operasyonun ardına bakmak gerekiyor.

Seksenlerde Yalçın Küçük, Yarın dergisinin devlet eliyle kullanıldığını, devletin herkesi oraya yönlendirdiğini, solun bu sayede çitlendiğini söylüyordu.[4] Bugün aynı durum, TİP için geçerli.

Artık kitleyle, işçiyle, ezilenle, yoksulla ilişkisi kalmamış, birey mertebesine yükselmiş, sahil kasabasında rakı sofrası kurma, bağıra bağıra Nâzım okuma hakkına kavuşmuş kişiler, birileri adına toparlanmaya çalışılıyor. Ergenekon avukatı Sera Kadıgil’in TİP’e geçişi, genel operasyonun parçası olarak vuku buluyor. Liberal solcular, sol örgütlerin tepelerine yerleştiriliyor. Bu tür isimler, imaj çalışmasının basit bir unsuru olarak sahneye çıkartılıyorlar. Çünkü Kadıgil türünden kişilerin ne silah olan partiyle, ne işçiyle, ne de Türkiye ile bir alakası var.

Soylu Solculuk

Süleyman Soylu’nun hakkındaki iddiaları savuşturmak için İsmail Saymaz ve Merdan Yanardağ gibi isimleri kullanması, gidişata ve düzene uygundur. Ahmet Şık’ın Veyis Ateş’i tanıması, Soylu’ya yazısını teyit ettirmesi, Sezgin Baran Korkmaz’ın evine gitmesi, doğaldır.[5] Ayhan Bilgen belediyeciliğinin Korkmaz’dan yardım almış olması, olağan bir gelişmedir.[6] Korkmaz’ın paraları, hem sağı hem de solu beslemiş görünmektedir. O para aslında devletindir.

Esas mesele, sağın ve solun ortak sahibiyle mücadeledir. Bu mücadele, TİP gibi imaj çalışmalarının ve operasyonların iç yüzünü anlamayı gerekli kılmaktadır. TİP’i eleştirerek, onunla mücadele ederek kendisine hat açan Deniz, Mahir ve İbrahim geleneği, bu tür çalışmalarla ve operasyonlarla yumuşatılmakta, tasfiye edilmektedir. Bugün devletin ve sermayenin solu, sağı ile birlikte beslenmekte, o, komünist siyasete alan bırakmamak için uğraşmaktadır. Hangi mevzide duracağımızı, bu teorik, ideolojik ve politik kavga tayin edecektir.

Eren Balkır
29 Haziran 2021

Dipnotlar:
[1] “Polis Telsizinde Neler Konuşuldu”, 18 Temmuz 2013, OdaTV. İlgili bölüm: “4112: Efendim bu TKP İl Başkanı ile mobilden görüşme yaptım. Bu Meşrutiyet Caddesi’ndeki marjinal grupların sıkıntılı olduğu, barikat kurduklarından dolayı saldırı halinde olduklarından dolayı müdahale edildiğini söyledik, bunlar aşağıya geçmek için Meşrutiyet Caddesi’ndeki gruplarla da görüşme yapıp saldırıyı sonlandırabileceklerini söylediler. Telefon bekliyorum tekrar kendilerinden.

3338: Tamam anlaşıldı. Şu anda onlara müsaade ediyoruz, aşağıya doğru bulvardan insinler tamam.”

[2] Eren Balkır, “Liberal ve Faşist TKP”, 27 Şubat 2021, İştiraki.

[3] Osman Naci Balta, “Ahmet Şık TİP’li mi Oldu?”, 19 Nisan 2021, FB.

[4] Aktaran: Serdar Can, “İcazet Edebiyatı Üzerine Yalçın Küçük’e Kısa Bir Yanıt”, Yarın, Ocak 87, Sayı 65, s. 17.

[5] Tuğçe Tatari, “Bu Bir Ahmet Şık Eleştirisidir”, 24 Haziran 2021, T24.

[6] Ahmet Şık, “A’dan Z’ye Sezgin Baran Korkmaz Olayı”, 11 Ocak 2021, T24.

27 Haziran 2021

,

Eksen

Fenerbahçe

“Alo ben Emre abin”de adı geçen kişi, başkan tarafından gönderildi. Bugün o sermayedar başkan, küçük burjuva Fenerlilere “Galatasaray’ı tutun” dese bu emre uyacak çok kişi var taraftar içerisinde. Ondaki elli başarısız futbolcu transfer edebilme becerisini seviyorlar. Bankasına âşıklar. Kimse, kulübün sermayeye sessizce ve zımnen peşkeş çekilmesine ses edemiyor.

TV’de babadan torpilli bir Fener yorumcusu, bir Galatasaray yorumcusuyla atışıyor. Tartışma esnasında Galatasaraylı, Fenerliye diyor ki “ben, 25 yaşında spor müdürü oldum, bu işleri bilirim.” Fenerli bunun üzerine, “sen 25 yaşında spor müdürü olduysan, senden de arkandaki güçten de korkarım” diyor.

O arkadaki güç, Devyol’dur. Bu güya Devyolcu futbol yorumcusu, yıllardır futbol kulüplerinin işadamlarına satılmasını, olmadı Arap zenginlere peşkeş çekilmesini savunuyor AKP kanallarında. Bugün Devyol’un işi de işlevi de budur.

Devyol ve TKP mirası, solun sermaye ve devletle kurduğu ilişkiyi tayin ediyor. Kurulan ağlar, ilişkiler, şirketler, meslekî ideolojilerin teşkil ettiği bağlar, solu sermayeye ve devlete zincirliyor.

Bu bağlar yüzünden solun bir kısmı devletteki sermayeyi, diğer bir kısmı sermayedeki devleti yüceltiyor. “Büyümezsek küçülürüz” lafına kilitlenen solcular, devletteki sermayenin mi yoksa sermayedeki devletin mi büyüyeceği konusunda yarış içerisine giriyorlar. Bu yarış, ezileni ve işçiyi hiç ilgilendirmiyor.

Tam da bu gerçeklikte, Ankara’daki Cebeci Stadı’nın yıkılması konusunda DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, 1 Mayıs’ta yapmadıkları eylemi yapıyor. Çünkü oradaki ranttan ve yağmadan pay istiyorlar. Bu küçük burjuvalar, siyaseti rant ve yağmadaki pay için yapıyorlar. Siyaset onlar için başka bir anlam içermiyor.


Hopa’da AKP’nin rafa kaldırdığı sahil dolgu projesini CHP’li belediye yürürlüğe koyuyor. Seçimlerde ve sonrasında CHP için çalışan Halkevleri, nedense “CHP Hopa’da Talan Geleneğini Devam Ettiriyor” başlığıyla bir haber yapıyor.[1] Buradan anlıyoruz ki Halkevleri, o talandan yeterli pay alamamış. Çünkü biliyoruz ki küçük burjuva siyaseti, ranta ve talana dair.

Bu büyüme hikâyesini en çok küçük burjuva anlatmış, en çok da o inanmıştır. Sağıyla soluyla tüm küçük burjuvazinin tek derdi, büyümede pay sahibi olmaktır. O, ezilenin, işçinin iktidar arayışına her daim düşmandır. Sermayedeki devletin ya da devletteki sermayenin büyümesi, tek muradıdır. Mesele, ezileni ve işçiyi o murada ikna ve kul etmektir.

Suriye

Bu düzende küçük burjuvazi, özellikle parası bol olanlar, özel bir mevkiye sahiptir. Devlet, işlerini bu kesime güvenerek yürütür. Adam yurduna konulmayı seven, bunun için yanıp tutuşan küçük burjuvazi, yeni dönemin algoritmasını yazmakla meşguldür. Bilinsin ki o algoritma, devrime ve sosyalizme Erdoğan, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu kadar düşmandır. Küçük burjuvazi, kitle inşası işinde uzman oluşuna fazla güvenmektedir.

Madem izleniyor, Peker, bir şahıs olarak, şahsa ait duygular/düşünceler üzerinden izlenmemelidir. Çekilen operasyon, küçük burjuvaziyle de ilgilidir. Onun “solculuğu”, ezilene düşmandır. Peker’in döktüğü kirli çamaşırlarla dizilerdeki, internetteki özel hayatı faş eden, mahremiyeti silen yayınlar, birbirine bağlıdır.

Çünkü Ortadoğu’ya model olacak, bu bölgenin küçük burjuvalarını yetiştirecek, yeni kölelerini, askerlerini, uşaklarını eğitecek ülke, arınmalıdır. Tıpkı Cem Yılmaz’ın İngilizce ve başka konularla ilgili esprilerinde dile getirdiği gibi, “fazla yükümüz var, bir atsak rahatlayacağız” denilmektedir. Sermaye ve devlet, yolunu bulmuştur.

Eksen hâline getirilen, Amerikan tarz ve yöntemiyle Ortadoğu’yu devindirecek mil olarak görülen Türkiye dönüştürmeli, aynı zamanda dönüşmelidir. Küçük burjuvazi, bu dönüşümde kıvama getirilmeli, bu dönüşüme ikna edilmelidir. Temel mesele budur. Peker’de özdeşleşilecek bir birey bulunacağına, onda dil bulan, sermaye ve devlete ait sancılara bakılmalıdır.

Geçmişte Nazan Üstündağ’ın, Cemaat’in devletin kutsallığına son verdiği için neden sevindiğini anlamak gerekir.[2] Aynı şekilde bugün Ruşen Çakır, Kemal Can, Ayşe Çavdar ve Bilgehan Özipek gibi liberallerin Sedat Peker’i devlet ve toplumdaki dönüşümün öncü bayrağı olarak selamlamaları da önemlidir.[3] Bu isimler şahsında küçük burjuvazi, “İnce Memed” gibi gördükleri Peker’le özdeşleşiyor, onunla bütünleşiyor. Peker dizisi, küçük burjuvaziyi devlete ve sermayeye iyice bağlıyor. O, kendisini rahatlatacak yeni Netfliks dizisini bulmuştur. Sorumluluk, mülkü paylaşma tehlikesi, ortaklaşma riski içermeyen bir hikâyedir bu.


İlhak

Suriye, bu devletin yetmiş yıllık hesabıdır. 1998’den itibaren belirli planlar yürürlüğe konulmuştur. Ahmet Necdet Sezer’in devleti, Hüsnü Mahalli gibi isimler üzerinden Suriye’yi “ilhak” etme çabası içine zaten girmiştir. AKP, bu plana uygun olarak hareket etmiştir.

AKP vardır, çünkü Suriye iç savaşında CHP’nin Didim’den veya Kadıköy’den savaşçı çeteler örgütleyip bu ülkeye götürmesi mümkün değildir. Sermaye ve devlet, AKP özelinde kârını-zararını hesaplamıştır. Zarar hanesinde sermayeyi ve devleti savunma işi, sol örgütlere verilmiştir. Sermayenin sol örgütleri ile devletin sol örgütleri arasındaki atışmanın, didişmenin bir önemi yoktur.

Ülke eksen ve model hâline geliyorsa, devletin ve sermayenin yapısı da değişmelidir. Sol daha fazla batıya, sağ daha fazla Ortadoğu’ya bağlanmalıdır. Bu gerilimde kazanan, sermaye ve devlet olacaktır. Yoksul sağcı, Ortadoğu topraklarına, yoksul solcu batı topraklarına sürülecektir. Model ve eksen olma hâliyle devlet ve sermaye, kendi siyasetini inşa edecektir. Peker, bu dönüşümün basit bir göstergesidir.

Ne Etmeli?

Eskiden sosyalist bir Azeri sitesinde Lenin’in Ne Yapmalı kitabını indirdiğinizde, kapağında Ne Etmeli yazdığını görüyordunuz. Bizdeki kitap dilinin çeşitli sebeplerle “doğallığını, gerçekliğini” yitirdiği koşullarda, Azeri dilindeki sadelik ve gerçeklik, okuduğunuza farklı anlam katıyordu. Şimdi asimile ediliyorlar. Azerbaycanlılar, diziler ve internet üzerinden daha fazla Türkiyelilere benziyorlar. Onlar gibi konuşuyorlar. Kanalları benzer programlar yapıyorlar. Buradaki basit bir spor programı bile orada daha fazla izleniyor.

Nedense Sosyalist Azerbaycan isimli site, buranın devrimcilerini anıyor, buranın örgütlerini anlatıyor. Bunun sömürgeciliğin bir yansıması olduğunu görmüyor. Kobani’ye Türkçe masal kitapları gönderenler de bu gerçeği anlamıyorlar. Kıbrıs’ta Türkiyeli sol önderleri ananlar da bu sürecin farkında değiller. Hem “sömürgeciliğe” onay veriyorlar, kendi varlıklarını o düzlemde kuruyorlar hem de o sömürgeciliğe dokunmayan, kızıl imgeler imal edip satıyorlar. Devlet ve sermaye, bu türden bir teferruatla hiç ilgilenmiyor.

Bugün ölçek genişledi. Devlet ve sermaye, toplamda iktidar, Orta Asya için de diziler çekiyor. (Eski) Fethullah okulları, inşaat şirketleri, TİKA vs. hep birlikte çalışıyor, iç içe işliyor. Bölgenin emperyalist-kapitalist dönüşümünde ve bölüşümünde Türkiye, kendisine verilen rolü oynuyor.

Kıvam

Büyük Türkiye, bir model olarak takdim ediliyor. Bölge halklarını düzlüyor. Sermayenin özgürlüğü için düz yollar açılıyor. Sol ise Erdoğan’ın ideolojik, kimliksel varlığına küçük burjuva tepki geliştiriyor. “Ülkenin başkanı böyle bir adam mı olacaktı” tepkisi, sınıfsal analize tabi tutulmuyor. Sol, yoksulu, ezileni sağ küçük burjuvaziye terk ediyor. Sağ küçük burjuvazi, liberal bireylerini sola bırakıyor. Öte yandan Erdoğan 2 Haziran günü yaptığı açıklamada, dev Amerikan şirketlerinin yöneticileriyle yaptığı toplantıyla ilgili olarak şunu söylüyor: “Biliniz ki cumhurbaşkanı emrinizdedir.”[4]

Küçük burjuvazi, sağıyla soluyla, ezilenleri ve sömürülenleri, yeni modele uygun kıvama getirmek için uğraşıyor. İşinin, görevinin bu olduğunu iyi biliyor. Ortadoğu ve Ortaçağ’ın ezilen ve sömürülen için başka, ezen ve sömüren için başka bir anlama sahip olduğunu görmüyor. Ezen ve sömüren için bazı şeyleri düzlüyor, bazı şeyleri kopartıyor.

Bu işleyişte sol örgütler, tabanda hamallık eden, cefa çeken, halkın derdiyle dertlenen kadrolarını tasfiye etmek zorunda kalıyorlar. Tepe kadrosunu küçük burjuvazi tayin ediyor. Devlette ve sermayede ne oluyorsa, sol örgütlerde de o oluyor. Onlar, dönüşen, yeni Türkiye’yle yeni bir içerik ve biçim kazanıyorlar.

Eren Balkır
2 Haziran 2021

Dipnotlar:
[1] “Hopa’da Talan”, 20 Mayıs 2021, Sendika.

[2] Eren Balkır, “Savaşın Cemi, Cemin Savaşı”, 4 Mart 2014, İştirakî.

[3] “Sedat Peker”, 1 Haziran 2021, Youtube.

[4] “Özel Yayın”, 2 Haziran 2021, Youtube.

24 Haziran 2021

, ,

After Party

Marmara Komünist Partisi

“Sol örgütler” listesini hazırlayan İsmail Güney Yılmaz’ın bildirdiğine göre[1] bu ülkede 2005’te “Marmara Komünist Partisi” isminde bir örgüt varmış. Sonra ismi Komünist Kadro olan, “emekoloji” ve “protekya” gibi akıl sınırlarını zorlayıcı kavramlar üretmeyi bilen başka bir örgüte iltihak etmiş. Bugün müsilaj konusunda açıklama yapmadığına göre, anlaşılan, artık böyle bir parti faal değil.

Yüce akıl ve bilim dini mensupları ise bu müsilaj meselesinin yağını çıkartıp ekmeklerine sürmekte hiçbir beis görmediler. Davos toplantılarının ana gündemi olan yeşil & dijital dönüşüm, Davos solcuları ve bilimcileri eliyle gerçekleştiriliyor çünkü. Neticede Davos, “milyarderlerin milyonerlere orta sınıfın neler düşündüğünü, neler hissettiğini anlatıp durduğu yer.”[2] Gerekli politika ve ideoloji, kitlelere orta sınıf üzerinden enjekte ediliyor.

O orta sınıf, bugün arınık, izole, biricik ve kalıcı olmak arzusunda. Her şey, bu arzuyu tatmin etmek için var. Evde dizi izleyip yoga yapıyorlar, kuryenin getirdiklerini yiyorlar, kire bulaşmadıkları için birbirlerini pohpohluyorlar, özel cemaat üyesi olmanın kibrinde boğuluyorlar. Davos’taki büyük patronlar, bunların arzusunu iyi biliyor. Orta sınıfı tam da bu arzudan yakalıyor, gerekli düzenlemeleri buna göre yapıyor ve onu yeni dönüşüm için askerleştiriyor.

Küçük burjuvazi, siyaseti, teoriyi, ideolojiyi kendi tekliğine, biricikliğine, ölçü ve ölçeğine doğru daraltıyor. Türkiye, Kürdistan, Marmara, kimileri için, coğrafi planda bireyci bir ölçü ve ölçeğin kılıfı olarak iş görüyor. Marmara Komünist Partisi gibi absürtlük, bu sebeple vücut bulabiliyor. Bireyin ölçü ve ölçeğine kul olan hareket, devlete ve sermayeye oyuncak veya yem oluyor.

Devletin Şirketi, Şirketin Devleti

Solun, sosyalist hareketin devlet ve sermayeyle teorik ve pratik ilişkisini bu küçük burjuvazi tayin ediyor. Sol küçük burjuvazi, sağa göre hiza alıyor. Bu süreçte kendi içinde çatallanıyor.

Devyol devletleşmiş şirket; TKP şirketleşmiş devlet olarak işliyor. Devyol, değdiği her şeyi şirketleştiriyor; TKP ise devletleştiriyor. Sermayeyi ve devleti karşıya alamayan küçük burjuvazi, yolu Devyol ve TKP olarak bölüyor. Ezilenin, yoksulun, işçinin yoluysa tasfiye ediliyor.

Çünkü pandemi ile birlikte gerçekleştirilen dönüşümde Devyol ve TKP türevleri, patronların ve devletlerin yanına hizalanıyorlar. Onların dediklerini yapıyorlar. Onayı alınmamış, gerekli testleri yapılmamış, büyük ihtimalle ticari ve ekonomik gerekçelerle, vaveyla ve yaygın korku ile vurulan, çalışmaları pandemiden çok önce başlamış olan aşıları savunmak, GAVI İttifakı’nın mümessili olmak, TKP’ye düşüyor.[3] TKP, “bu kadar aşılamaya gerek yok” diyen bilim insanlarını susturan düzene hizmet ediyor. “Günde iki milyon aşı yaptık, mobil aşı ile fabrikaları aşıladık” diye övünen, diyanetten aşı fetvası alan hükümete çalışıyor. “Aşılar, bu yıl en önemli ekonomi politikası olarak iş görecek”[4] diyen IMF ile uyumlu hareket ediyor. Bu sol örgütlerin kapitalizm eleştirilerinin yalan olduğu, her türden politik önerilerinde görülüyor.

TKP’lilerin müdahale ettikleri, “aşı karşıtı” diye takdim edip değersizleştirmek istedikleri bildiride ise aşının arkasındaki şirketler eleştiriliyor, maskenin zararlı olduğundan söz ediliyor, PCR testinin güvenilir olmadığına vurgu yapılıyor, geçenlerde TTB sekreterinin açıkladığı, “on hastanın dördü tedavi için kullanılan ilâçtan öldüğüne” dair bilgiye yer veriliyor, pandemide kesilen cezaların hukuk dışı olduğundan bahsediliyor. TKP, tüm bu hususlara karşı, ne idüğü belirsiz, kutsal put saydığı bir “akıl ve bilim”den yana saf tutuyor. O akıl devletin aklı, bilimse sermayenin bilimidir.

Çünkü AKP de TKP de aynı sınıfa ait. AKP ile birlikte olur da aşağıdaki kontrolsüz bakteriler, virüsler harekete geçer, şeriatçılık güçlenir diye devlet, TKP gibilerin eline bir sopa vermiş, sokak bekçiliği yaptırıyor. O mahalledeki tarikatı kuran da kapısına sopalı adamlarını yerleştirip tarikata saldırtan da aynı devlet. O devlet, birçok ülkede uygulanan gece yasağını devreye sokuyor, sol, hep destek verdiği yasakların bir sonucu olan bu adımın ekmeğini yemek için kültür savaşlarının tamtamlarını çalmaya başlıyor.

Öte yandan Gençlik Komiteleri, bir Devyol derneği olarak, küçük çocukların bile aşılanmasını talep ediyor. Komiteler, kraldan fazla kralcı, çünkü Dünya Sağlık Örgütü, “çocuklar şu an için aşılanmasın” tavsiyesinde bulunuyor.[5] Komiteler, kendisini düzene DSÖ’den daha fazla hizmet etmek zorunda hissediyor. Çünkü başka türlü varolamayacağını biliyor. Özel üniversitelere övgüler düzüyor. Reklam filmleri çekiyor. İşçi çalışmaları ise işçinin belini büken, kontrol ve disiplin için geliştirilmiş prangaları takviye eden, işçinin boynuna dijital tasmalar takan pandemi önlemlerine destek sunmaktan ibaret.

İşçi, bu tür solcular için iğreti, iğrenç, tiksinç, aşağılık bir kimlik. “Kapitalizm herkesi işçileştiriyor, ühü ühü!” diyen bildiriler yazıyorlar. Onların tek derdi, itibarları! Bu kadar çok aşı, maske, hijyen demelerinin sebebi, bu pandemiyi yoksulların, ezilenlerin, işçilerin yol açtığı bir maraz olarak görmeleri. Pandeminin sınıfsallığı, bu gerçekle ilgili. Asıl, yoksul, ezilen ve işçi, kontrol ve disiplin altına alınmaya çalışılıyor. Küçük burjuvazi, bu noktada devlete ve sermayeye suç ortaklığı yapıyor.

Sol Sömürü

Bir genç, Gezi sonrası bir arkadaşı sayesinde işe giriyor. Bu arkadaş, Behzat Ç. isimli dizinin farklı bölümlerinde iki ayrı rolde oynamış bir figüran. Bir bölümde ölmesine rağmen başka bir bölümde gene rol alıyor, o beceriksizliğiyle savcı rolü kesiyor. Bunun sebebi, bu arkadaşın annesinin eski Devyolcu olması. Torpil sağlam yerden.

Bahsi geçen genç, annesi Devyolcu olan arkadaşının referansıyla, patronu Devyolcu olan bir şirkete giriyor. Şirket, bir bilgisayar tekelinin bölgedeki taşeronu. Genç, bir iki gün işe gidiyor, eşine dostuna, “işyerindeki işleyiş tam sosyalist ya, harika!” diyor, neden böyle söylediği sorulduğunda verdiği cevap üzerine kendisine, “bu sosyalizm değil, sömürü düzeni” deniliyor. Bir hafta çalıştıktan sonra o işten yoğun baskı ve sömürü sebebiyle ayrılıyor.

Çünkü işyerinde kimse, hareket serbestiyetine sahip değil. Beş dakika işe geç kalanın yevmiyesi kesiliyor ve o kesilen pay, başka bir işçinin maaşına aksettiriliyor. Böylece işçiler birbirine düşürülüyor. Asgari ücretten düşük ücret alan işçilere bu hâliyle daha fazla para alacaklarına dair vaatte bulunuluyor. Bu düzeni Devrimci Yolcu biri kuruyor. Komiteler ve Sol Parti türü örgütler, nedense oralarda işçi çalışması yapmıyorlar. Aynı Devyolcunun bir yoldaşı, sahibi olduğu kitap mağazalarında çalışan işçiler sendikalaşınca onları kapı önüne koyuyor. Devyolculuk, devletleşmiş şirket olarak varlığını sürdürüyor, değdiği her yeri ve her şeyi çürütüyor.

Party

Eren Erdem’in gece canlı müzik yasağı ile ilgili yorumu, Ekrem İmamoğlu’nun yorumuyla örtüşüyor. Hepsi de sol küçük burjuvaziye, “fazla havalanmayın, yükselmeyin, enerjinizi seçime saklayın” diyor ve onu susturmaya çalışıyor. Gaz alma işlemi dâhilinde Eren Erdem, bir “after party”den söz ediyor. Bu tabir, sol küçük burjuvazinin yoksulla, işçiyle, ezilenle ilişkisine dair çok şey söylüyor.

After Party, istenmeyen kişilerin geldiği bir etkinlik sonrası, özel bir grubun ayrılıp gerçekleştirdiği özel eğlenceyi anlatıyor. CHP de sol sosyalist hareketle ilişkisinde bu yöntemi uyguluyor. Bu kesimin yoksula, işçiye, ezilene değmiş bireylerini ayıklayıp kendi locasına almak için uğraşıyor. Dehrin cefasını çekip artık sefasını sürmek isteyen bireylerse CHP’nin After Party’sine katılmak için bin bir takla atıyorlar. Bugün sosyalist hareketin tüm siyasetinin özeti budur.

O özel loca, tabii ki arınık, temiz, izole, biricik ve kalıcı olmak isteyen, kitleden kopmuş bireyleri çağırıyor. Maske yasağı, hijyen ve aşı ile arınmış bireylerin kulaklarına emirler bir bir üfleniyor. Sol küçük burjuvazi, ağzına çalınan bal karşılığında, yoksulun, işçinin, ezilenin çığlığına karşı sağırlaşıyor. Buralara temas etmiş yerlerini dezenfekte ediyor. Artık onlara tahammül dahi edemiyor, iki dakika oturup sohbet etmeyi zul ve yük kabul ediyor, hemen izole, kopuk, arınık dünyasına kaçıyor. Bu sol küçük burjuvazinin destek verdiği Kamala Harris, “mültecilere gelmeyin” diyor mesela. Ama aynı sol küçük burjuvazi, Veli Saçılık gibi reklam yüzleriyle birlikte, burada mülteci sempozyumu düzenliyor, çünkü burada para olduğunu iyi biliyor.

Davos, orta sınıfın düşünce ve duygularını iyi biliyor, yönlendirmekte usta olduğunu her durumda ortaya koyuyor. Neticede sosyalist hareket yol alacaksa kendi içindeki Davos ajanlarından arınmadan yol alamaz. Madem sol küçük burjuvazi, işçiden, ezilenden, yoksuldan arınmayı, kopmayı bir maharetmiş gibi satıyor, işçi, ezilen ve yoksul da elini, ruhunu sol küçük burjuvaziden kurtarmalıdır.

Eren Balkır
23 Haziran 2021

Dipnotlar:
[1] İsmail Güney Yılmaz, “Türkiye’de Faal Sol Örgütler İçin Anahtar Liste”, 18 Nisan 2015, FK.

[2] Dan Freed, “Davos Billionaires”, 24 Şubat 2016, Reuters.

[3] “Sarıgazi’de Aşı Karşıtlarına TKP Müdahalesi”, 22 Haziran 2021, Sol.

[4] Silvia Amaro, “IMF Chief”, 16 Haziran 2021, CNBC.

[5] Dr. Anthony Hinton, 21 Haziran 2021, Twitter. DSÖ, gelen uyarılar üzerine çocuklarla ilgili tavsiyesini kaldırdı, revize etti. Metnin önceki ve şimdiki hâlinin ekran görüntüsü şurada: Twitter. Muhtemelen bu sansürde TKP’nin de parmağı var!

22 Haziran 2021

,

İkinci Enternasyonal’in Çöküşü

Enternasyonal’in çöküşü, bazen konunun yalnızca biçimsel yönü, yani savaş hâlindeki ülkelerin sosyalist partileri arasındaki enternasyonal bağın kesilmesi, enternasyonal konferans toplamanın veya Enternasyonalist Sosyalist Büro’nun toplanmasının imkânsızlığı anlamında ele alınıyor. Savaşa taraf olmayan, küçük ülkelerdeki birtakım sosyalistler, hatta bu ülkelerdeki resmî partilerin belki de çoğunluğu ve oportünistlerle onlara destek verenler, bu görüşü savunuyorlar. Rus basınında söz konusu konum, Bund’un Enformasyon Bülteni’nin sekizinci sayısında Bay V. Kosovski tarafından saygıya değer bir açık sözlülükle müdafaa edilmiş, yayın yönetmenleri, yazarın görüşüne katılmadıkları konusunda tek laf etmemişlerdir. Ümit edelim de Bay Kosovski’nin savaş kredilerine evet oyu veren Alman sosyal demokratlara hak vermeye kadar giden milliyetçilik savunusu, artık Bund’un burjuva milliyetçi niteliğini epey işçinin kavramasına katkıda bulunsun.

Sınıf bilinçli işçiler için sosyalizm, küçük burjuva uzlaşmacı ve milliyetçi sınırlar içinde muhalefet yürütme çabalarını gizlemeye uygun bir perde değil, ciddi bir görüştür. Onlara göre Enternasyonal, tam da resmi sosyal demokrat partilerin ekseriyetinin Stuttgart ve Basel’deki enternasyonal kongrelerinde yapılan konuşmalar ve bu kongrelerde alınan kararlar dâhilinde açıktan sosyalizme ihanet etmesiyle çökmüştür. Söz konusu ihaneti, ancak görmek istemeyenler veya görmeyi çıkarlarına uygun bulmayanlar fark edemezler. Soruyu bilimsel bir yaklaşımla, yani günümüz toplumunda sınıfsal ilişkiler açısından koymak istersek; sosyal demokrat partilerin ekseriyetinin, cümlesinin başında da İkinci Enternasyonal’in en büyük ve en etkili partisi olan Alman partisinin proletaryaya karşı kendi genelkurmaylarının, kendi hükümetlerinin ve kendi burjuvazilerinin safını tuttuklarını belirtmeliyiz. Bu, tarihsel önemi haiz olan, kapsamlı bir analize ihtiyaç duyan bir olaydır. Çoktandır kabul edilmektedir ki dayattıkları her türlü iğrençlik ve yıkıma karşın savaşlar, en azından bir işe yaramış ve insan eliyle tesis edilmiş kurumların çoktan çürümüş, köhnemiş ve ölmüş yanlarını tüm o acımasızlığıyla ortaya çıkartmışlardır. Hiç şüphe yok ki 1914- 1915’te Avrupa genelinde yaşanan savaş da medeni ülkelerin ileri sınıfına, partileri içinde iğrenç ve irinli bir çıbanın oluştuğunu, birtakım odakların dayanılması mümkün olmayan leş kokusunu yaydıklarını göze sokmuş olmasıyla faydalı bir iş yapmaya başlamıştır.

I

Avrupa’nın başlıca sosyalist partilerinin tüm inançlarını ve görevlerini terk ettikleri bir gerçek mi değil mi? Tabii bu, ne hainlerin ne de onlarla dost geçinmek, onlara anlayış göstermek zorunda olduklarını bilenlerin veya sananların kolaylıkla sözünü edebildikleri bir konu. İkinci Enternasyonal’in belirli makamlarında oturan isimler ile onların Rus sosyal demokratları arasındaki fikirdaşlarına ne kadar tatsız gelirse gelsin, gerçekleri olduğu gibi görmek ve her şeyin adını doğru zikretmek, işçilere gerçekleri anlatmak zorundayız.

Elimizde, sosyalist partilerin şimdiki savaştan önce ve bu savaşın beklentisi içindeyken görevlerini ve taktiklerini nasıl ele aldıklarını ortaya koyan herhangi bir veri mevcut mudur? Elbette mevcut. 1912 tarihli Basel Enternasyonal Kongresi’nde alınan, bizim sosyalizmin artık unutulmuş olan amaçlarını hatırlatmak için Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin aynı yıl Chemnitz Kongresi’nde[1] aldığı kararla birlikte tekrar yayımladığımız karar, bu türden bir veri olarak ele alınmalı. Tüm ülkelerin oluşturdukları o savaş karşıtı propaganda-ajitasyon yazınının özünü ortaya koyan bu karar, sosyalistlerin savaş ve savaşa dair taktikler konusunda geliştirdikleri görüşlerin en tam ve isabetli, en ciddi ve resmi ifadesidir. Dünün Enternasyonal’inin ve bugünün sosyal şovenizminin otorite olan isimlerinden hiçbirisinin, Hyndman’ın, Guesde’nin, Kautsky’nin ve Plehanof’un okurlarına bu kararı hatırlatmaya cesaret edememesi, ancak ihanetle açıklanabilir. Bu zevat, ilgili konuya dair ne ağızlarını açabiliyor ne de (Kautsky gibi) metinden önem açısından tali olan alıntılar yapıp, gerçekte kayda değer ne varsa üzerinden atlıyor. Bir yanda en “sol” ve devrimciliğin şahikası olan kararlar, öte yanda ise bu kararların utanç verici bir yaklaşımla nisyana gömülmesi veya redde tabi tutulması, Enternasyonal’in çöktüğünü bundan daha iyi anlatan bir şey var mıdır? Söz konusu tutum aynı zamanda, yalnızca o nadiren görülen yavanlıklarıyla eski riyakârlığı daimi kılmak gibi şeytanî bir niyete sahip olanların, sosyalizmin sadece karar alarak “yanlışlarından arındırılabileceği” ve “doğru yola sokulabileceği”ne inanabileceğine dair en ikna edici kanıttır.

Savaştan önce Hyndman, emperyalizm savunusuna çark ettiği vakit tüm “saygıdeğer” sosyalistler, daha düne kadar onu, “dengesiz çatlağın” biri olarak görüyor, ondan ancak tiksintiyle söz ediyorlardı. Bugünse tüm ülkelerin en önde gelen sosyal demokrat liderleri, hep birlikte Hyndman’ın düştüğü batağa saplandılar. Bunlar, yalnızca ton farklılıkları ve mizaçlarıyla birbirlerinden ayrılıyorlar. Biz böylelerinin, örneğin yazılarında “Bay” Hyndman’ı lanetlerken Kautsky “yoldaş”tan saygıyla (dalkavuklukla) söz eden ya da ona hiç leke dahi sürdürmeyen, Naşe Slovo [“Bizim Sözümüz”] dergisi yazarları gibilerinin medeni cesaretlerini tartacak veya tarif edecek, meclisimize layık bir ifade bulmakta zorluk çekiyoruz. Böylesi bir tutum, özelde sosyalizme genelde kişinin görüşlerine saygıyla bağdaştırılabilir mi? Hyndman’daki şovenizmin aldatıcı ve yıkıcı bir nitelik arz ettiğine ikna olmuş iseniz, eleştiri ve saldırınızı Kautsky’ye, bu görüşlerin daha etkili ve tehlikeli olan savunucusuna yöneltmeniz gerekmez mi?

Jülgedeci (Fransız Sosyalist Partisi yöneticisi Jules Guesde yanlısı) Charles Dumas, Bizim Arzuladığımız Barış başlıklı broşüründe Guesde’nin görüşlerini, belki başka hiçbir yerde rastlanmamış olan ayrıntılarıyla aktardı. Broşürün ön sayfasında takındığı unvanıyla bu “Jules Guesde’nin Özel Kalemi”, sosyalistlerin eskiden ortaya koydukları (Alman sosyal şovenist David’in de anavatan savunması ile ilgili son broşüründe benzerlerine yer verdiği) yurtsever beyanları doğal olarak alıntılıyor, ama Basel Manifestosu’na nedense atıfta bulunmuyor! Şovenist bayağılıkları olağanüstü bir kendini beğenmiş eda ile sağa sola saçan Plehanof da Manifesto konusunda dut yemiş bülbüle dönüyor. Kautsky de tıpkı Plehanof gibi davranıyor: Basel Manifestosu’ndan alıntı yaparken, sansür yönetmelikleri bahanesi ardına saklanıp, tüm devrimci kısımları (yani tüm o hayatî önemi haiz içeriği!) es geçiyor. Sınıf savaşından ve devrimden bahsedilmesini dahi yasaklamış olan sansür yönetmelikleriyle polis ve askerî makamlar, tam da uygun bir zamanda sosyalizme ihanet edenlerin imdadına yetişiyorlar!

Yoksa Basel Manifestosu, bugünkü somut savaşla doğrudan bağı bulunmayan, tarihsel veya taktiksel herhangi bir net içerikten yoksun, bomboş bir çağrı mıdır?

Hayır değil. Basel kararı, diğer alınan kararlara kıyasla daha az boş nutuk, daha fazla net içerikle yüklü bir karardır. Basel kararı, 1914-1915’te emperyalistler arasında yaşanan çatışmalardan, patlak veren savaştan bahsetmektedir. Avusturya ile İtalya Arnavutluk vs., İngiltere ve Almanya pazar ve sömürgeler, Rusya ve Türkiye Ermenistan ve İstanbul için savaşmıştır. Tüm bu savaşlar, bugünkü savaşa dair beklentisi dâhilinde Basel kararının bahsini ettiği hususlardır. Bu karardan anlaşılan şudur ki “Avrupa’nın Büyük Güçleri” arasında cereyan eden bugünkü savaş, “halkın çıkarlarına uygunluk noktasında asla haklı gösterilemez.”

Ayrıca eğer bizim gayet iyi tanıdığımız, en sembolik sosyalist isimlerden olan, Rusça yazan Plehanof ile bugün tasfiyeciler eliyle (Akselrod’un yardımıyla) Rusçaya tercüme edilen Kautsky, savaş konusunda halka satılabilecek her türden “kılıf” arayışına girmişse (veya burjuvazinin elindeki sansasyonel basından alınmış en kaba gerekçeleri kullanma yoluna gitmişse), bilgiç bir eda ve Marx’tan alındığı söylenen yalan yanlış laflarla 1813 ile 1870’teki savaşlardan (Plehanof) veya 1854-71, 1876-77, 1897’deki savaşlardan (Kautsky) dem vuruyorlarsa bilinmelidir ki bu isimler, hakikatte sosyalist görüşün kırıntısına bile sahip olmaksızın, sosyalist bilinçten zerre nasiplenmeden, bu tür argümanları dile getiren kişiler olarak, eşi benzeri bulunmayan birer düzenbaz, riyakâr ve sosyalist hareketin fahişeleridirler! Varsın Alman Sosyal Demokrat Parti’nin yürütme kurulu Mehring’in ve Rosa Luxemburg’un (Die Internationale isimli) yeni dergilerini Kautsky’yi dürüstçe eleştiriyor diye lanetlesin, varsın Vandervelde, Plehanof, Hyndman ve şürekâsı, muarızlarına aynı şekilde muamele etsin, hatta gidip Müttefik Kuvvetler’in polisinin yardımını alsın. Biz de gidip onlara, liderlerin ancak ihanet olarak adlandırılabilecek bir yol seçtiklerini gösteren Basel Manifestosu’nu yeniden yayımlayarak cevap vereceğiz.

Basel kararı, bir milletin veya halkın savaşından, örneklerine Avrupa’da rastlanmış olan, hatta 1789-1871 dönemi için olağan sayılabilecek savaşlardan değil, sosyal demokratların hiçbir vakit reddetmedikleri devrimci bir savaştan değil, bugünkü savaştan, “kapitalist emperyalizm” ve “hanedanlıkların çıkarları”ndan, savaşan güçlerin her iki grubunun da, Avusturya-Almanya ile İngiltere-Fransa-Rusya grubunun takip ettiği “fetih siyaseti”nden kaynaklanan savaştan söz etmektedir. Plehanof, Kautsky ve şürekâsı ise emperyalist olmayan savaşlardan örnekler vererek, bu yaşanan savaşı haklı göstermeye çalışmakta, bu suretle, sömürgeler için verilen emperyalist ve yağmacı savaşı bir halk savaşı, (her taraf için de) bir savunma savaşı olarak takdim etmeye can atan tüm ülkelerden burjuvaların bencil yalanını yineleyerek işçileri aldatmaktadırlar.

Bugünkü savaşın emperyalist, yağmacı ve proletarya düşmanı bir savaş olup olmadığı, salt teorik bir soru olma aşamasını çoktan geçmiştir. Emperyalizmin tüm yönleri, teorik olarak ele alınmış, bunamış ve ölümün kıyısına gelmiş burjuvazinin dünyayı paylaşmak ve “küçük” milletleri köleleştirmek için verdiği mücadele olarak görülmüştür. Bu varılan sonuçlar, tüm ülkelerde zengin sosyalist basında binlerce kez tekrarlanmıştır. Örneğin müttefik kuvvetlerin parçası olan bir milletin temsilcisi olarak Fransız ekonomist-yazar Francis Delaisi, Yaklaşan Savaş (1911!) isimli broşüründe bugünkü savaşın yağmacı niteliğini basit bir dille anlatmış, savaşı Fransız burjuvazisi bağlamında izah etmiştir. Sadece bu da değil. Basel’de tüm ülkelerin proletarya partilerinin temsilcileri, emperyalist bir savaşın yaklaşmakta olduğuna dair sarsılmaz kanaatlerini oybirliğiyle ve resmi olarak değiştirerek, bu temelde kimi (taktiksel) sonuçlara ulaştılar. Başka bir yığın sebebi var elbette ama (Naşe Slovo’nun 87. ve 90. sayılarında Akselrod’la yapılan son söyleşide de görüldüğü üzere) ulusal ve uluslararası taktikler arasındaki farkın yeterince tartışılmadığını söyleyenlerin sözlerinin safsatadan ibaret olduğunu tam da bu sebebe bağlı olarak redde tabi tutmalıyız. Burada safsatadan başka bir şey söz konusu değildir, zira emperyalizmin kapsamlı bir bilimsel analizi önemli bir meseledir; bu analiz ki henüz yeni yeni yapılmaya başlanmıştır ve esasen bilimin kendisi gibi, uçsuz bucaksızdır. Bilimsel analiz ile sosyal demokrat gazetelerin milyonlarca nüshasında ve enternasyonalin kararında kapitalist emperyalizme karşı mücadele ile ilgili olarak izah edilen sosyalist taktikler, başka başka şeylerdir. Sosyalist partiler, tartışma kulüpleri değil, mücadele içindeki proletaryanın örgütleridirler. Müfrezelerin bir kısmı düşman safa geçmişse, onların adlarını anıp her birini hain olarak damgalamak zorundayız. Şovenist Kautsky ve şovenist Cunow’un hakkında ciltler dolusu laf ettiği “emperyalizmi herkesin aynı şekilde algılamadığı”nı söyleyen veya sorunun “yeterince tartışılmadığı”ndan bahseden o riyakârlara ait iddialara kanılmamalıdır. Kapitalizm, yağmacı niteliğine ait tüm o tezahürleri, tarihsel gelişimi ve milli özelliklerinin yol açtığı en ufak sonuçları dâhilinde, enine boyuna, tam anlamıyla incelenebilecek bir olgu değildir. Bilim insanları (bilhassa meseleleri kılı kırk yaranlar) ayrıntılar konusunda yürüttükleri tartışmalara asla son vermeyeceklerdir. Dolayısıyla, kapitalizme karşı sosyalist mücadeleyi terk etmek ve böylesi bir zemin üzerinden, mücadeleye ihanet etmiş olanlara karşı koymaktan vazgeçmek, saçma bir yaklaşım olacaktır. Peki ama Kautsky, Cunow, Akselrod gibi isimler, bize bundan başka bir şey mi öneriyorlar?

Bugünlerde, savaşın koptuğu koşullarda, kimse oturup, Basel kararını inceleme ve onun yanlışlığını ispatlama gayreti içine bile girmiyor.

II

Peki ama belki de samimiyetinden şüphe duyamayacağımız sosyalistlerin Basel kararını, yaşanan olaylar aksini göstermesine ve devrimin böylesi bir şeyin imkânsız olduğunu ispatlamasına rağmen, savaşın devrimci bir duruma yol açacağı beklentisiyle desteklemelerini nasıl açıklayacağız?

O sosyalistler, burjuvazinin kampına geçişe kılıf bulmak için (Parti Çöktü mü? başlıklı broşüründe ve kaleme aldığı bir dizi makalede) Cunow’un yaptığı gibi safsatalara başvurarak verdiler bu desteği. Başını Kautsky’nin çektiği diğer tüm sosyal şovenistlerin neredeyse tamamı, yazılarında benzer “argümanlar”a başvuruyorlar. Devrim ümitlerinin boş, devrimin hayal olduğunu, Marksistlerin işinin bu tür boş ümitler ve hayaller için dövüşmek olduğunu söylüyorlar, Cunow’un ağzından. Ama bu Struveci Cunow, Basel Manifestosu’nun altına imza atan tüm isimlerce paylaşılan “hayaller”e dair tek kelime etmiyor. Oysa birçok namuslu insan gibi Cunow da Pannekoek ve Radek gibi aşırı solcuları suçlamalıydı!

Basel Manifestosu’nun yazarlarının samimiyetle devrimin şafağını beklerken dile getirdikleri, fakat olayların çürüttüğü argümanın özüne bakalım bir de. Basel Manifestosu şunları söylüyor:

1. Savaş, ekonomik ve politik krize yol açacaktır;

2. İşçiler, savaşa katılımlarını suç addedecek, “kralların şerefi ve diplomatik gizli anlaşmalar aşkına kapitalistlerin çıkarları adına birbirlerine kurşun sıkmayı suç sayacak”, neticede savaş, işçilerde “öfkeyi ve isyanı” tetikleyecek;

3. Sosyalistlerin görevi, bu krizden ve işçilerde açığa çıkan öfkeden istifade etmek, buradan da “halkı ayaklandırıp kapitalizmin yıkılış sürecini hızlandırmaktır”;

4. İstisnasız tüm hükümetler, ancak “kendilerini tehlikeye atarak” bir savaş başlatabilirler;

5. Hükümetler, “proleter devrimden korkmaktadırlar;

6. Hükümetler, Paris Komünü’nü (yani iç savaş olasılığını), Rusya’daki 1905 devrimi türünden olayları akıllarına getirmelidirler.

Bunların hepsi, apaçık ve gayet net fikirlerdir. Devrimin gerçekleşmesi konusunda herhangi bir güvence sunmasalar da olgu ve eğilimlerin gerçek niteliğine vurgu yapmaktadırlar. Bugün beklenen devrimin “hayal” olduğunu söyleyenler, Marksist değil, Struvecidirler ve devrim konusunda kendisini polise satmış hain konumundadırlar. Devrimci durum yoksa devrim imkânsızdır; Marksistler için bu, tartışmaya kapalı bir gerçekliktir. Öte yandan her devrimci durum da devrime yol açmaz. Peki genel bir ifadeyle devrimci durumun semptomları nelerdir? Şu üç ana semptoma işaret ettiğimizde yanlış yapmış olmayız:

1. Yönetici sınıfların kendi iktidarlarını herhangi bir değişiklik yapmadan sürdürmelerinin imkânsız olması, “üst sınıflar” arasında, şu veya bu biçim altında cereyan eden bir krizin var olması, bu krizin yönetici sınıfın siyaseti dâhilinde açığa çıkması ve ezilen sınıflarda hoşnutsuzluğa ve öfkeye sebep olacak bir çatlağa yol açması. Bir devrimin gerçekleşebilmesi için genelde “alt sınıfların eskisi gibi yaşamak istememeleri yeterli değildir”; ayrıca “üst sınıfların da eskisi gibi yaşayamaması gerekir”;

2. Ezilen sınıflardaki çile ve sefaletin her zamankinden daha fazla derinleşmesi;

3. Bu iki sebebe bağlı olarak ortaya çıkan sonuç dâhilinde, “barış zamanları”nda kendilerinin soyulup soğana çevrilmesine hiç şikâyet etmeden izin veren kitlelerin faaliyetlerinde ciddi bir artışın yaşanması, çalkantılı dönemlerde, hem krizin tüm koşulları hem de “üst sınıflar” eliyle kitlelerin bağımsız ve tarih yapan eylemlilik sürecine girmesi.

İradeden bağımsız olan bu nesnel değişimler olmaksızın, genel kural dâhilinde, ne tek tek örgütlerin ve partilerin ne de belirli sınıfların devrim yapması mümkündür. Tüm bu nesnel değişimler toplamına “devrimci durum” denilir.

1905’te Rusya’da ve Batı’nın tanık olduğu tüm devrimci dönemlerde böylesi bir durum vardı; geçen yüzyılda, 1860’larda Almanya, 1859-61 ve 1879-90’de Rusya da bu türden bir duruma tanıklık etti, ama bilindiği üzere, bu momentlerde tek bir devrim bile gerçekleşmedi. Peki neden?

Çünkü her devrimci durum devrime yol açmaz; devrim, ancak yukarıda bahsi edilen değişimlere öznel bir değişimin, yani devrimci sınıfın devrimci kitle eylemini, kriz döneminde bile asla “yıkılmayacak” olan eski devleti yerle yeksan etmese de onu parçalamaya (veya altüst etmeye) yetecek ölçüde güçlü kılma becerisinin eşlik ettiği bir durumdan neşet eder.

Bunlar, tüm Marksistlerin tartışmasız kabul ettikleri, birçok farklı dönemde geliştirilmiş devrime dair görüşlerdir ve biz Ruslar açısından bu görüşler, 1905 deneyimiyle doğrulanmışlardır. Peki Basel Manifestosu 1912 konusunda ne söylüyor, 1914-15’te yaşananları nasıl değerlendiriyor?

Manifesto, devrimci durumdan söz ediyor ve onu ileride oluşacak bir “ekonomik ve politik kriz” olarak tanımlıyor. Peki bu tür bir durum oluştu mu? Hiç şüphe yok ki oluştu. Hatta şovenizmi hiç sakınmadan, gizlemeden, açıktan, üstelik riyakâr Cunow, Kautsky, Plehanof ve şürekâsından daha samimi bir biçimde savunan sosyal şovenist Lensch, daha da ileri giderek, “Bugün bir tür devrime tanıklık ediyoruz” diyordu (Alman Sosyal Demokrasisi ve Savaş başlıklı 1915 tarihli broşürünün 6. sayfası).

Evet, politik kriz vaki, hiçbir devletin bir gün sonrasına çıkacağı garanti değil, herkes finansal çöküş, toprak kaybı ve (Belçika hükümetinin kovulduğu gibi) ülkeden kovulma tehlikesiyle karşı karşıya. Tüm devletler, uyuyan birer volkan; hepsi de kitlelerden irade koyup kahramanlık yapmasını istiyor. Avrupa’daki tüm politik düzen, sarsıntı içerisinde. Muazzam politik çalkantıların yaşandığı koşullarda (özellikle bu satırların kaleme alındığı sırada İtalya’nın savaş ilân ettiği gerçeklikte) yeni bir döneme girmiş olduğumuz, kimsenin inkâr edemeyeceği bir hakikat. Savaş ilânından iki ay sonra Kautsky’nin (2 Ekim 1914’te Die Neue Zeit’a [“Yeniçağ”] yazdığı yazıda, “bugün hiçbir hükümet, savaşın patlak verdiği günlerdeki kadar güçlü değil, ama hiçbir parti de o kadar zayıf değil” dediği koşullarda bu yaklaşım, esasen Südekum’ları[2] ve başka oportünistleri memnun etmek için Kautsky’nin tarih bilimini tahrif etme girişimine verilecek onlarca örnekten biri.

İlk olarak şunu söyleyelim: hiçbir hükümet, yönetici sınıf partilerinin tümüyle bu türden bir anlaşma yapma ihtiyacı veya ezilen sınıfları savaş döneminde olduğu gibi, iktidara “barışçıl” yoldan teslim etme ihtiyacı ile karşı karşıya değil.

İkinci olarak; “Savaşın başında”, bilhassa hızla zafere ulaşma beklentisi içinde olan bir ülkede, hükümet oldukça güçlü görünür, dolayısıyla, dünyada hiç kimse, devrimci durumla ilgili beklentileri çıkıp sadece “savaşın başlaması” olgusuna bağlamaz, en azından kimse, şekle ve görünene bakıp fiilî gerçeği onunla tanımlamaya çalışmaz.

Herkesin de bildiği, gördüğü ve kabul ettiği üzere, Avrupa’da patlak verecek bir savaş, geçmişte yaşanmış her türden savaştan daha şiddetli olacaktır. Savaşla ilgili deneyim birikimi, bu gerçeği ispatlayacak verilerle yüklüdür. Çatışmalar, geniş bir coğrafyaya yayılmaktadır. Avrupa’nın politik temelleri her zamankinden daha fazla sarsılmakta, kitlelerin çektiği çileler giderek daha da ağırlaşmakta, hükümetlerin, burjuvazinin ve oportünistlerin bu çilelerin üzerini örtme çabalarının beyhude olduğu, her gün daha açık bir biçimde görülmektedir.

Belirli kapitalistler savaştan devasa kârlar elde etmekte, çelişkiler giderek daha da derinleşmektedir. Kitlelerin içinde biriken öfke, ezilen ve cahil kesimlerin bir tür (“demokratik”) barış için boş yere yalvarmaları, “alt sınıflar”da hoşnutsuzluğun baş göstermesi, somut ve gerçektir. Savaş uzadıkça koşullar daha da ağırlaşmakta, hükümetler olağanüstü çaba ortaya koymalarını ve fedakârlık yapmalarını istedikleri kitlelerin hareketini daha da büyütmek zorunda kalmaktadırlar.

Tarihte görülen her tür kriz deneyimi, her türden büyük felâket ve insan hayatındaki her türden ani sapma gibi savaş deneyiminin kendisi de bazı insanları şaşkına çevirip onların iradesini kırarken bazılarını da bilinçlendirir, aydınlatır ve güçlendirir. Genel anlamda, bir bütün olarak dünya tarihi, şu veya bu devletin çökmesiyle ve yıkılmasıyla ilgili tekil kimi vakalar istisna, bilinçlenen ve güçlenen insanların sayısının ve kudretinin, şaşkına dönüp dağılan insanların sayısından ve kudretinden daha büyük olduğunu kanıtlamaktadır.

Bu çilelere ve çelişkilerde yaşanan derinleşmeye “hemen” son vermek şöyle dursun, birçok yönden barış, o çilelerin nüfusun en geri kesimlerince daha büyük bir şiddetle ve derinden hissedilmesine neden olacaktır.

Özetle, birçok gelişmiş ülke ve Avrupa’nın büyük güçleri, devrimci bir durumla karşı karşıyadır. Bu açıdan Basel Manifestosu’nun öngörüsü, tümüyle doğrulanmıştır. Bu hakikati doğrudan ve dolaylı olarak inkâr etmek veya Cunow, Plehanof, Kautsky ve şürekâsı gibi görmezden gelmek, kitlelere yalan söylemek, işçi sınıfını aldatmak ve burjuvaziye hizmet etmek demektir.

Sotsial-Demokrat [“Sosyal Demokrat”] gazetesinde (34, 40 ve 41. sayılarında) biz, devrimden korkan küçük burjuva Hristiyan papazların, genelkurmayın ve milyonerlere ait gazetelerin Avrupa’da devrimci duruma ait semptomların varolduğunu kabul etmek zorunda kaldıkları kimi olaylardan bahsetmiştik.

Peki bu durum uzun sürecek mi ve daha ne kadar derinleşebilir? Bir devrime yol açacak mı? Bunu bilmiyoruz, kimse bilemez. Cevabı ancak, ileri sınıf olarak proletaryanın devrimci eyleme geçiş süreci ve devrimci fikriyat ve hissiyatın gelişimiyle elde edilen deneyim verecektir.

Hiçbir sosyalist (bir sonraki savaş değil de) bu savaşın, (yarın oluşacak devrimci durum değil de) bugünkü devrimci durumun devrime yol açacağı konusunda bir güvence veremeyeceğinden, kimse, bu bağlamda devrimin hayal olduğunu söyleyemez veya devrimi reddedemez.

Biz esasında burada, tüm sosyalistlerin tartışma kabul etmeyen, temel görevine, yani devrimci durumun varlığının kitlelere gösterilmesi, onun kapsam ve derinliğinin açıklanması, proletaryanın devrimci bilincinin ve devrimci kararlılığının artırılması, ona devrimci eyleme geçme konusunda yardım edilmesi ve bu amaç doğrultusunda, devrimci duruma uygun örgütler kurması görevine dair bir tartışma yürütüyoruz.

Belirli bir nüfuza veya sorumluluğa sahip hiçbir sosyalist, sosyalist partilerin böylesi bir göreve sahip olduğu gerçeğine şüpheyle yaklaşma cesareti gösteremez. “Hayal” satmayan, içeriğinde tek bir vesveseye bile yer vermeyen Basel Manifestosu, tam da sosyalistlerin halkı ayaklandırıp harekete geçirme görevinden, Plehanof, Akselrod ve Kautsky gibi kitleleri şovenizmle uyuşturan yaklaşımdan uzak durulması gerektiğinden, sosyalistlerin kapitalizmin yıkılış sürecini hızlandırmak için krizden istifade etmelerinin, bu noktada Komün’ün ve Ekim-Aralık 1905 döneminin sunduğu örneklerin kılavuzluğunda faaliyet yürütmelerinin şart olduğundan bahsetmektedir. Mevcut partilerin bu görevi yerine getirememeleri, ihanetten, politik ölümden, kendi rollerini inkârdan ve burjuvazinin safına geçmekten başka bir anlama sahip değildir.

III

Peki ama İkinci Enternasyonal’in en önemli temsilcileri ve liderleri, nasıl oldu da sosyalizme ihanet ettiler? Bu soruyu sonra ayrıntısıyla ele alacağız, önce bu ihanete “teorik” kılıf bulma çabalarını inceleyeceğiz. Bu noktada (esasen İngiliz-Fransız şovenistlerin, Hyndman’ın ve onun yeni yandaşlarının argümanlarını yinelemekten başka bir şey yapmayan) Plehanof ve (çok daha “ustalık” işi argümanlar ortaya atan) Kautsky’deki sosyal şovenizmin dayandığı ana teorileri, teorik derinliğe sahipmiş gibi görünen temsilcilerindeki görüntü ile tanımlayacağız.

Belki de bu teorilerin en ilkeli, “kim başlattı?” diye soran teoridir. Bu teori, şundan başka bir şey söylememektedir: “Bize saldırdılar, biz de kendimizi savunuyoruz. Proletarya, çıkarları gereği, Avrupa’da barışı ihlal edenlerle uğraşılmasını talep ediyor.”

Bu laflar, dünya genelinde sansasyon düşkünü basının ve burjuvazinin attığı çığlıkların ve tüm devletin yaptığı beyanların pilav gibi ısıtılmasından gayrı bir anlama sahip değildirler. Hatta Plehanof, işi ifrata vardırıyor ve söz konusu bayat ve kaba yaklaşımı ikiyüzlülükle atıfta bulunduğu “diyalektik”le ilgili sözleriyle süslemeye çalışıyor: somut durumu değerlendirme imkânı bulmak adına o, “her şeyden önce savaşı kimin başlattığını bulup onu cezalandırmamız gerek. Diğer tüm sorunlar başka bir durum oluşana dek beklemek zorunda” diyor. (Bkz. Plehanof’un 1914 tarihinde Paris’te yayımlanan Savaş isimli broşürü ve Akselrod’un bu broşürdeki argümanları yineleyip durduğu, Golos dergisinin 86 ve 87. sayıları.) Böylece Plehanof, “diyalektiği safsatayla ikame etme” denilen o yeni spor dalında rekordan rekora koşuyor.

Safsatacı, elinde bolca bulunan “argüman”lardan birine sarılır. Hegel’in yıllar önce tespit ettiği gibi, “dünyada her şeyi ispatlamak için bir argüman bulunabilir.” Diyalektikse belirli bir toplumsal olguyu kendi gelişim süreci dâhilinde, birçok açıdan incelemeyi, dışsal olanı, görünümü, üretim güçlerinin gelişimi, sınıf mücadeleleri, temel itici güçler üzerinden anlamayı talep eder.

Plehanof, kendince Alman Sosyal Demokrat basınından bir cümleyi cımbızlayıp alıyor: “Savaştan önce süreci başlatanların Avusturya ve Almanya olduğunu Almanlar da kabul ediyordu.” Alın size diyalektik! Oysa Plehanof çalışmasında, Rus sosyalistlerinin çarın Galiçya ve Ermenistan gibi yerleri işgal etme planlarını defaten ifşa ettiği gerçeği üzerinde durmuyor. O, hiç olmazsa son otuz yılın ekonomik ve diplomatik tarihini inceleme zahmetinde bile bulunmuyor. Dolayısıyla, tarihin sömürgelerin fethinden, yabancı ülkelerin yağmalanmasından, bugün savaşan güçlerin her iki tarafının yürüttüğü siyasetin omurgasını nispeten daha başarılı olan hasımların ayaklarının kaydırılıp yıkıma sürüklendiğinden bahsettiğini görmüyor.[3]

Plehanof, savaşlardan bahsederken, diyalektiğin ana tezini sırf burjuvazinin gönlünü hoş tutacağım diye utanmadan tahrif ediyor: “Savaş siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) sürdürülmesidir.” Bu, Hegel’in düşünce dünyasından etkilenmiş, savaş tarihinin en büyük yazarlarından biri olan Clausewitz’e ait bir formüldür.[4] Bu önermeyi çıkış noktası olarak ele alan Marx ve Engels, her türden savaşı, bu ülkelerde belirli bir dönemde ilgili güçlerin ve muhtelif sınıfların siyasetinin sürdürülmesi olarak kabul eder.

Plehanof’taki kaba şovenizm, Kautsky’nin daha bir ustalıkla ve şerbete daldırılmış uzlaşmacı şovenizmiyle aynı teorik bakışı temel alır. Kautsky, tüm ülkelerdeki sosyalistlerin “kendi” kapitalistlerinin safında yer almaları fikrini kutsarken şu türden argümanlara başvurur:

“Vatanı savunmak, herkesin hakkı ve görevidir; gerçek enternasyonalizm, bu hakkın, benim milletimle savaşanlar da dâhil, tüm milletlerin sosyalistlerince tanınmasından ibarettir. […]” [Bkz. Die Neue Zeit, 2 Ekim 1914 ve aynı yazarın diğer çalışmaları.]

Bu eşi benzeri bulunmaz mantık, aslında sosyalizmin kelimelerle anlatılamayacak türden bir karikatürüdür ve ona en iyi cevap, bir tarafında II. Wilhelm’in ve II. Nikola’nın, diğer yüzünde Plehanof ve Kautsky’nin resimlerinin bulunduğu bir madalya basmak olacaktır.

Bu tür kişilere göre gerçek enternasyonalizm, Alman işçilerin Fransız işçilere, Fransız işçilerin de Alman işçilere “vatan müdafaası” adına ateş etmesine hak vermek demek!!

Nitekim, Kautsky’nin mantığının teorik kalkış noktalarına daha yakından bakılırsa, altında Clausewitz’in seksen yıl önce alaya aldığı fikrin ta kendisinin yattığı görülür. Bu fikirse “uluslar ve sınıflar arasında tarihsel planda kurulmuş tüm ilişkiler savaş koptuğunda kesilir, böylelikle yeni bir durum ortaya çıkar” der. Ortada artık “sadece” saldırıya uğrayanlar, kendisini koruyanlar ve “sadece” vatanın düşmanlarını kovanlar vardır! Dünya nüfusunun yarısından fazlasına sahip bir dizi ülkenin hâkim emperyalist ulusların zulmüne uğraması; bu ülkelerdeki burjuvazinin yağmadan daha fazla pay almak için giriştikleri rekabet; kapitalistlerin işçi sınıfı hareketini bölme ve ezme niyetleri, tüm bu gerçekler, Plehanof ve Kautsky’nin zihninde birden silinip gider. Oysa savaştan önce bu iki isim de kendisini tam da bu “siyaset”le tanımlıyordu.

Bu noktada sosyal şovenizmin bu iki lideri, Marx ve Engels’e yalandan atıfta bulunuyor ve argümanlarını kendilerince süslemeye çalışıyor. Plehanof, Prusya’nın 1813’te girdiği savaşı ve Almanya’nın 1870’deki savaşını anımsatırken, Kautsky daha bilgiç bir eda ile, Marx’ın 1854-55, 1859 ve 1870-71’te yaşanan savaşlarda kimin başarılı olmasını, (yani hangi tarafın burjuvazisinin başarısını) istediğimiz sorusunu incelediğini, Marksistlerin de aynı şeyi 1876- 77 ve 1897’deki savaşlar için yaptıklarını söylüyor.

Safsatacıların her zamanki âdetidir: Bu insanlar, ilkesel olarak birbirlerine hiç benzemeyen durumlarda yaşanmış olaylara atıfta bulunmayı alışkanlık hâline getirmişlerdir. Bu isimlerin bahsini ettikleri, geçmişe ait savaşlar, burjuvazinin uzun yıllara yayılan ulusal hareketlerinin devamıdır ve bu hareketler, yabancı boyunduruğuna ve mutlakiyetçiliğe (Türk veya Rus mutlakiyetçiliğine) karşıdırlar.

Dolayısıyla, o dönemde yegâne mesele, hangi tarafın burjuvazisinin tercih edileceği idi. Bu türden savaşlar konusunda Marksistler, ilk elden halkları ayaklandırmalı, ulustaki nefreti körüklemelidirler. 1848’de Rusya’ya karşı savaş çağrısı yapan Marx ve 1859’da Alman halkındaki III. Napolyon ile Rus çarlığının zulümlerine yönelik nefreti körükleyen Engels, tam da bunu yapmıştır.[5]

Özgürlük mücadelesi dâhilinde burjuvazinin güttüğü siyaset anlamında feodalizme ve mutlakiyetçiliğe karşı verilen ve “siyasetin uzantısı” olarak yapılan savaşlarla, proletaryayı feodal toprak ağaları ile ittifak içerisinde ezmeye çalışan, tüm dünyayı yağmalayan, bir ayağı çukurda olan emperyalist burjuvazinin “siyasetin uzantısı” olarak gerçekleştirdiği savaşları kıyaslamak, tebeşirle peyniri kıyaslamaktır. Bu, “burjuvazinin temsilcileri” olarak Robespierre, Garibaldi ve Zelyabof’u Millerand, Salandra ve Guçkof gibi isimlerle kıyaslamak gibi bir şeydir.

Kendi burjuva “vatanlar”ını temsile tarihsel açıdan hakkı olan, feodalizme karşı mücadelelerinde on milyonlarca insanı yeni bir ulus dâhilinde medeni bir hayata taşıyan büyük burjuva devrimcilerine derin bir saygı duymayan kişi, Marksist olamaz. Aynı zamanda, Alman emperyalistlerinin Belçika’yı boğazlaması konusunda “neticede vatan savunmasıdır kardeşim!” diyen ve Avusturya ile Türkiye’nin yağmalanması konusunda Britanyalı, Fransız, Rus ve İtalyan emperyalistlerle barış yapılmasından bahseden Plehanof ve Kautsky’deki yanıltıcı ve safsatalara dayalı yaklaşımdan nefret etmeyen de Marksist olamaz.

Diğer bir “Marksist” sosyal şovenizm teorisi ise şunu söylemektedir: “sosyalizm kapitalizmin hızlı gelişimine dayanır; benim ülkemde kapitalizm gelişsin ki sosyalizmin doğuşu kapitalizmin zaferi ile hızlansın. Dolayısıyla, benim ülkemin yaşayacağı bir yenilgi, ekonomik gelişimi, sonuçta da sosyalizmin kurulmasıyla sonuçlanacak süreci durduracaktır.”

Rusya’da bu Struveci teori, Plehanof tarafından geliştirilmiştir. Almanya’da ise söz konusu gelişimin ardında Lensch gibi isimler vardır. Kautsky, bu teoriyi açıktan savunan Lensch’e ve zımnen savunan Cunow’a karşı çıkar. Aslında Kautsky’nin yegâne amacı, tüm ülkelerdeki sosyal şovenistleri daha da inceltilmiş ve daha ikiyüzlü bir şovenizm teorisi temelinde uzlaştırmaktır.

Bu kaba teori üzerinde daha fazla durmaya gerek yok. Struve’un Eleştirel Notlar isimli çalışması 1894’te yayımlandı. Son yirmi yıldır Rus sosyal demokratlar, o aydın Rus burjuvazinin, kendi isteklerini devrimci içeriğinden arındırılmış bir Marksizm kılıfı altında savunup kendi fikirlerini öne sürme alışkanlığına epey aşina olduklarını söylemek lazım.

Struvecilik, sadece Rusya’ya has değil, son olayların da açık biçimde ispatladığı üzere, o, esasen beynelmilel bir çabanın adıdır. Struvecilik dâhilinde burjuva teorisyenler, Marksizmi “nezaketle” öldürmeye, onu benimseyenleri ezmeye, ondaki “ajitatif”, “demagojik”, “Blankist-ütopyacı” yan hariç, tüm gerçek manada "bilimsel” yönleri ve öğeleri yalandan kabul ediyormuş gibi yapıp Marksizmi yok etmeye çalışmaktadırlar.

Başka bir ifadeyle burjuva teorisyenler, Marksizmden reformlar için mücadele, proletarya diktatörlüğünü hedeflemeyen sınıf mücadelesi, “sosyalist idealler”in “genel kabulü ve kapitalizmin “yeni bir düzen”le ikame edilmesi gibi liberal burjuvazinin kabul edebileceği şeyleri alır, buna karşılık, Marksizmin kendisine can veren “tek” şeyi, o devrimci içeriği bir kenara atarlar.

Oysa Marksizm, proleter hareketin kurtuluş teorisidir. Dolayısıyla, şurası açık ki sınıf bilinçli işçiler, Struvculuğun Marksizmle ikame edilmesine dönük her türden girişime karşı azami dikkat göstermek zorundadırlar. Bu sürecin itici unsurları farklılık arz ederler ve çok yönlüdürler. Burada sadece üç ana unsura işaret edeceğiz:

(1) Bilimin gelişmesi, Marx’ın haklı olduğunu kanıtlayan daha fazla malzemeyi temin eder. Bu da Marx’la ikiyüzlü bir biçimde mücadele etmeyi gerekli kılar. Fakat bu mücadeleyi verenler Marksizmin ilkelerine açıktan karşı çıkmazlar, sadece Marksizmi kabul ediyormuş gibi yapıp onu safsatalarla zayıf düşürmeye, burjuvazi için zararsız olan kutsal bir “put”a dönüştürmeye çalışırlar.

(2) Sosyal demokrat partilerde oportünizmin gelişmesi, Marksizmin bu şekilde yeniden biçimlendirildiği süreci besler, onun oportünizmin her türden tavizini meşrulaştıracak kıvama gelmesini sağlar.

(3) Emperyalizm, dünyanın diğer tüm uluslara zulmeden “büyük” ve imtiyazlı uluslar arasında bölüşüldüğü dönemdir. Bu imtiyazlar ve zulüm neticesinde yağmadan alınan payın bir kısmı, küçük burjuvazinin belirli kesimlerine, işçi aristokrasisine ve bürokrasiye dağıtılır. Emekçi kitleler ve proletarya içerisinde önemsiz sayılabilecek bir azınlığı ifade eden bu sınıfsal katmanlar “Struveciliğe” meylederler, zira Struvecilik, onlara tüm ulusların ezilen kitlelerine karşı kendi ulusal burjuvazileriyle kurdukları ittifak için gerekçe sunar. Bu meseleyi ileride, Enternasyonal’in çöküşünün sebepleri ile bağlantılı olarak ele alacağız.

IV

Sosyal şovenizmin en zekice geliştirilmiş, bilimsel ve enternasyonal görünsün diye ustalıkla süslenmiş olan teorisi, “ultra-emperyalizm” teorisidir. Bu teorinin en berrak, en kesin ve en taze anlatımını, yazarın şu sözlerinde buluyoruz:

“İngiltere’de korumacı hareketin kenara itilmesi, Amerika’da gümrük tarifelerinin düşürülmesi, silâhlanma eğilimi, savaşı takip eden birkaç yıl içerisinde Fransa’dan Almanya’ya doğru gerçekleşen sermaye ihracındaki hızlı düşüş, en nihayetinde finans kapitalin muhtelif kliklerinin uluslararası düzlemde iç içe geçtiği süreçteki hızlanma, tüm bunlar, ulusal finans kapitalin karşılıklı çekişmeleri yerine uluslararası planda birleşmiş finans kapitalin ortak sömürüsünü devreye sokacak yeni bir ultra-emperyalist politikanın mevcut emperyalist politikanın yerini alıp alamayacağını sorgulamama neden oldu. Kapitalizmin böylesi bir aşamaya girmiş olduğunu, en azından teorik düzeyde söylemek mümkün. Peki ama bu, pratikte erişilebilir bir sonuç mudur? Bu soruya cevap verebilmek için elimizde hâlen daha yeterli öncül bulunmamaktadır. […]” (Die Neue Zeit, Sayı. 5, 30 Nisan 1915, s. 144).

“Bugünkü savaşın seyri ve yol açacağı sonuçlar, bu noktada tayin edici olabilirler. Bu süreç, finans kapitalistleri arasındaki milliyetçi nefreti en üst düzeyde körükleyip, silâhlanma yarışını yoğunlaştırarak, devamında da ikinci bir dünya savaşını kaçınılmaz kılarak, ultraemperyalizmin henüz güçsüz olan sürgünlerini budayabilir. Bu durumda, benim İktidar Yolu broşürümde öngördüğüm ve formüle ettiğim şey, tüm o korkutucu boyutlarıyla birlikte gerçekleşebilir; Sınıfsal çelişkiler daha da keskinleşir, bunu kapitalizmin moral çöküntüsü [“kepenk kapatması”, Abwirtschaftung, iflası] takip eder. [Burada ifade etmek gerekir ki Kautsky bu özenti sözcükle “proletarya ile finans kapital arasındaki ara katmanların”, yani “aydınların, küçük burjuvazinin, hatta küçük kapitalistlerin” kapitalizme yönelik “nefret”ini kastediyor. –VIL] Fakat savaş başka şekilde sonuçlanabilir. Savaş ultra-emperyalizmin güçsüz olan sürgünlerinin güçlenmesine de yol açabilir. [Buraya dikkat! –VIL] Savaşın sunacağı dersler, barış koşullarında uzun süre beklememizi gerektirecek gelişmeleri hızlandırabilir. Eğer böylesi bir sonuca, uluslar arasında imza edilecek bir anlaşmaya, silâhsızlanmaya ve kalıcı bir barışa sebep olursa, o vakit savaştan önce kapitalizmin moral çöküntüsündeki hızlanmaya yol açan sebeplerin en kötüleri, ortadan kaybolabilir. Yeni aşama, elbette proletaryanın başına yeni çoraplar örebilir, hatta belki de onun başına daha kötü şeyler de gelebilir, fakat bir süre emperyalizm, kapitalizmin genel çerçevesi dâhilinde, yeni umutlarla ve beklentilerle yüklü bir dönemin kapısını aralayabilir.” (s. 145)

Peki yazar, bu “teori” üzerinden sosyal şovenizmi nasıl haklı çıkartabiliyor?

Bir teorisyen için oldukça tuhaf bir biçimde, aynen şöyle:

Almanya’da sol sosyal demokratlar, emperyalizmin ve yol açtığı savaşların kazara olmadığını, finans kapitalin hâkimiyetini tesis etmesini sağlayan kapitalizmin kaçınılmaz bir ürünü olduğunu söylüyorlar. Buradan da nispeten barışçıl gelişme dönemi sona erdiği için devrimci kitle mücadelesine geçilmesi gerektiğini iddia ediyorlar. Sağ sosyal demokratlarsa, utanma nedir bilmeden, şunu söylüyorlar: emperyalizm “zaruri” olduğu için bizim de emperyalist olmamız gerekir. Merkezde duran biri olarak Kautsky, bu iki görüşü uzlaştırmaya çalışıyor.

Kautsky, Ulus-Devlet, Emperyalist Devlet ve Devletler Birliği (Nuremberg, 1915) isimli broşüründe “aşırı solcuların, kaçınılmazlığı aşikâr olan emperyalizmle sosyalizmi karşı karşıya getirmek istediklerini, yani elli yıldır kapitalist hâkimiyetin her türlü biçiminin karşısına sadece sosyalizm propagandasının değil, sosyalizmin hemen gerçekleştirilmesi hedefini de koyduklarını” söylüyor. Buradan da “gayet radikalmiş gibi görünen bu yaklaşımın, sosyalizmin pratikte hemen gerçekleşebileceğine inanmayan herkesi emperyalizmin safına itmek gibi bir iş göreceğini iddia ediyor. (s. 17, italikler bize ait)

Sosyalizmin şimdi gerçekleştirilmesinden bahsederken Kautsky hemen kıvırtmaya başlıyor, zira bu noktada kendisi, Almanya’da, bilhassa askerî sansür koşullarında devrimci eylem hakkında konuşulamıyor oluşundan istifade ediyor. O da gayet iyi farkında ki sol, partisinden, “sosyalizmin pratikte hemen gerçekleştirilmesi”ni değil, devrimci eylem lehine olan ve ona hazırlığı esas alan, bugün hemen yürütülecek propaganda faaliyetini talep ediyor.

Kautsky, devrimci eylemin zaruri olduğu sonucuna, “emperyalizmin zaruri olduğu” tezi üzerinden ulaşıyor. Ne var ki “ultra-emperyalizm teorisi”, Kautsky’nin oportünistleri temize çıkartmasına, bunların sanki burjuvazinin yanına geçmeyip, sadece sosyalizmin hemen gelebileceğine “inanmadıkları” havası yaratabilmesine yarıyor, bu teori üzerinden Kautsky, silâhsızlanmanın ve kalıcı barışın tanımladığı yeni bir dönemin geleceği beklentisi içine giriyor. Söz konusu “teori”, özünde şundan başka bir şey söylemiyor: Kautsky, oportünistlerin ve resmi sosyal demokrat partilerin burjuvaziye yamanmalarını ve onların Basel kararındaki vakur beyanlara rağmen, mevcuttaki fırtınalı dönemde geliştirilen devrimci, yani proleter taktiklere yönelik itirazlarını meşrulaştırmak adına, kapitalizmin yeni barışçıl dönemine dair umudu istismar ediyor!

Ayrıca Kautsky, bu yeni aşamanın belirli koşul ve şartların zorunlu sonucu olduğundan da bahsetmiyor. Tam tersine o, yeni aşamanın “gerçekleşebilir” olup olmadığına kendisinin de karar veremediğini açık sözlülükle söylüyor. Aslında Kautsky’nin bahsini ettiği yeni döneme işaret eden “eğilimler”in üzerinde durmakta fayda var. Yazarın “silâhsızlanma eğilimi” başlığını ekonomik olgular arasında sayması, gerçekten şaşılacak bir adım! Burada masummuş gibi görünen cahilce lafların ve boş hayallerin ardına saklanan Kautsky, “çelişkilerin etkilerinin azaltılması” üzerinde duran teoriyle hiçbir şekilde örtüşmeyen, tartışma kabul etmez gerçeklerin üzerini örtmeye çalışıyor.

“Ultra-emperyalizm” terimiyle Kautsky, asıl söylemek istediği şeyi gizliyor. Aslında bu terim, kapitalizmin çelişkilerinin yol açtığı etkilerin azaltılmasından başka bir şeyi ifade etmiyor. Bize Britanya ve Amerika’da kenara itilen korumacılıktan bahsediyor. Bu durumun yeni dönemle ne alakası var? Amerika’da bugün aşırı korumacılık kenara itiliyor olabilir, ama korumacılık politikası, tıpkı Britanya’nın ekmeğine yağ süren gümrük tarifeleri ve imtiyazlar gibi, bu ülkenin sömürgelerinde varlığını hâlen daha koruyor. Bu noktada kapitalizmin önceki “barış” döneminden bugünkü emperyalist dönemine nasıl geçildiğini, bu geçişin ne üzerinden gerçekleştiğini hatırlamak gerek: serbest rekabet tekelci kapitalist birliklere yol açtı, dünya taksim edildi. Her iki gelişme de (her iki öğe de) dünya açısından apaçık öneme sahip olgular: Serbest ticaret ve barışçıl rekabet, ancak sermaye belirli bir engelle karşılaşmadan elindeki sömürgeleri büyütme, Afrika gibi yerlerde henüz ele geçirilmemiş toprakları fethetme imkânına sahip olduğu, sermayedeki yoğunlaşmanın henüz zayıf seyrettiği, tekelci bir yönelimin ortaya çıkmadığı, yani endüstrinin bir kolunun tümünde hâkimiyete izin veren bir büyüklüğün oluşmadığı koşullarda mümkün ve gereklidir. Britanya ve Amerika’da bu tarz tekelci eğilimlerin ortaya çıkışına ve gelişmesine mani olunamadı. Kautsky’nin bile inkâr edemeyeceği üzere, savaş süreci hızlanıp yoğunlaştı. Tüm bu gelişmeler, eski dönemin serbest rekabet imkânlarını ortadan kaldırdı. Onun altındaki halıyı çekti. Öte yandan dünyanın taksim edildiği süreç, barışçıl büyümenin yerini, kapitalistlerin nüfuz alanlarının ve sömürgelerin yeniden taksimi için vereceği silâhlı mücadeleye bırakmasına neden oldu. Bahsi edilen iki ülkedeki korumacılığın bu açıdan herhangi bir şeyi değiştirmesi mümkün değildi.

Buradan son birkaç yıllık süreçte Fransa ile Almanya’nın gerçekleştirdiği sermaye ihraçlarındaki düşüşleri inceleyelim. Harms’ın sunduğu istatistikî verilere göre bu iki ülkenin her biri, 1912’de toplam 35 milyar marklık (yaklaşık 17 milyar rublelik) dış yatırım hacmine sahipti, oysa Britanya’nın ulaştığı hacim, tek başına bu iki ülkenin toplamının iki katı idi.[6] Kapitalizm koşullarında sermaye ihraçlarındaki artış, hiçbir zaman düz bir hattı takip etmedi, bu, zaten mümkün de değildi. Kautsky bile cüret edip, sermaye birikiminin azaldığını veya iç piyasanın kapasitesinin önemli bir değişime maruz kaldığını, yani kitlelerin yaşam koşullarının büyük ölçüde ilerleme kaydettiğini söyleyemez. Bu koşullarda iki ülkeden kaynaklanan ve son birkaç yıl içerisinde gerçekleşen sermaye ihraçlarındaki düşüş, esasen yeni bir dönemin başladığına işaret etmez.

Sadece tek bir genel ve tartışma götürmez bir eğilim vardır, o da “finans kapital klikleri arasında uluslararası düzlemde yaşanan iç içe geçme durumlarındaki artıştır” ki bu artış, son birkaç yılın ve salt iki ülkenin değil, tüm kapitalist dünyanın meselesidir. Peki ama bu eğilim, bugüne dek olduğu gibi, neden silâhlanma değil de silâhsızlanma yönünde cereyan etsin? Bu noktada örnek olarak dünyaca ünlü top (ve silâh) imalatçılarından biri olan Armstrong’a bakalım. Britanya’da yayımlanan Economist dergisi 1 Mayıs 1915 tarihli nüshasında yer verdiği yazıda bu şirketin kârlarının 1905/6’da 606.000 sterlin (yaklaşık 6.000.000 ruble) iken 1914 yılında 940.000 sterline (9.000.000 rubleye) çıktığını söylüyor. Bu, finans kapital klikleri arasındaki iç içe geçmenin en yalın ifadesi aslında. Bu süreç daha da hızlanıyor. Öyle ki Alman kapitalistler, İngiliz firmalarında daha fazla “pay”a sahip oluyorlar. İngiliz firmaları Avusturya için denizaltı üretiyor vs. Tüm dünya ölçeğinde kendi içinde belirli bağlar kuran sermaye, silâhlanma ve savaşlar üzerinden palazlanıyor. Tek tek ülkelerdeki sermayenin birleşip uluslararası ölçekte birbirine bağlanmasından bahsedenler, bu sürecin zorunlu olarak silâhsızlanma yönünde genel bir ekonomik eğilime yol açtığını söylüyorlar. Bu da onların sınıfsal çelişkilerin hafifletilmesine ilişkin o cahilce beklentilerinin, çelişkilerin fiiliyatta yoğunlaşmasına dair görüşe galebe çalmasına neden oluyor.

V

Kautsky, savaşın sunduğu “dersler”i tümüyle cahillere has bir anlayışla aktarıyor ve bu dersleri sefalet karşısında duyduğu ahlakî tiksinti ile birlikte sunuyor. Örneğin Ulus-Devlet başlıklı broşüründe şunları söylüyor:

“Aslolarak genel barışla ve silâhsızlanmayla ilgilenen halk katmanlarının varlığı, şüphe götürmez, ispata ihtiyaç duymayan bir gerçekliktir. Küçük burjuvazi ve küçük köylüler, hatta birçok kapitalist ve aydın, bahsi edilen katmanların, savaşın ve silâhlanmanın bir sonucu olarak maruz kaldıkları zarara kıyasla daha ağır basan bir çıkar üzerinden emperyalizme kendilerini bağlama ihtiyacı duymuyorlar.” (s. 21)

Kautsky, bu satırları Şubat 1915’te yazıyor! Oysa gerçek şu ki küçük burjuvasından aydınına, oradan tüm kapitalistine bütün mülk sahibi sınıflar, kütle hâlinde emperyalistlerin yanında bir araya geldiler, buna karşın Kautsky, Çehof’un atkılı adam öyküsündeki suya sabuna dokunmayan, inisiyatif almaktan ve her türlü yenilikten ürken adam gibi, o fazla ukala hâliyle ve süslü ifadelerle, gerçekleri görmezden geliyor. Bu noktada Kautsky, küçük burjuvazinin çıkarları konusunda onun eylemi değil, belirli sözlerine göre hükümde bulunuyor, oysa her adımda bu tür sözler eylemler tarafından çürütülüyorlar. Bu, genelde burjuvazinin “çıkarlar”ını burjuvaların eylemlerine değil de mevcut sistemin Hristiyanlık idealleriyle yüklü olduğunu beyan eden burjuva din adamlarının müşfik söylemlerine göre değerlendirmek gibi bir şey.

Kautsky, Marksizmi onu tüm muhtevasından arındırarak tatbik ediyor, dolayısıyla, geriye sadece ötedünyaya, doğaüstüne atıfta bulunan bir anlama sahip, slogan yerine dillendirilen “çıkarlar” türünden kelimeler kalıyor. Çünkü bu tür kelimeler, gerçek ekonomiye değil, dindarca bir üslupla dillendirilmiş amme menfaatine dair arzuları ifade ediyorlar.

Marksizm, “çıkarlar” meselesini, gündelik hayatta milyonlarca olguda ifadesini bulan sınıfsal çatışmalar ve sınıf mücadelesine göre değerlendirir. Küçük burjuvazi, şiddetlendikleri vakit “zararlı sonuçlar”a yol açacak olan bu çatışmaları yatıştırmak konusunda gevezelik eder ve çatışmaların dindiği gerçekliğe dair hayaller kurar.

Emperyalizm, mülk sahibi sınıfların tüm katmanlarının finans kapitale teslim olmasını, bugün önemli bir bölümü savaşın içinde yer alan beş altı “büyük” güç arasında bölüştürülmesini ifade eder. Dünyanın büyük güçler arasında bölüştürülmesi ise bu ülkelerdeki tüm mülk sahibi sınıfların nüfuz alanlarına ve sömürgelere sahip olmakla, başka milletlere zulmetmekle ve büyük güçlerle zalim millete ait olmaktan kaynaklanan şu veya bu şekilde kazançlı olan makamlar ve imtiyazları güvence altına almakla ilgilenirler.[7]

Hayat, eskiye nazaran sakin, medeni, barışçıl koşullarda, kapitalizmin pürüzle karşılaşmadan geliştiği, kademeli olarak yeni ülkelere yayıldığı dönemdeki gibi ilerleyemez. Yeni bir dönem gelip çatmıştır. Finans kapital, bir ülkeyi alır ve büyük güçler mertebesinden indirir, onu sömürgelerinden ve nüfuz alanlarından mahrum bırakır (bugün Britanya ile savaşa girmiş olan Almanya’nın yaptığı budur), o aynı zamanda hâkim millet içerisinde sahip olduğu imtiyazları ve ek gelirleri küçük burjuvazinin elinden alır. Savaş, bunun kanıtıdır. Savaş, İktidar Yolu broşüründe dile getirdiği biçimiyle Kautsky gibi insanların da uzun zamandır kabul ettikleri üzere, çatışmalardaki şiddetlenmenin bir sonucudur.

Büyük güç olmanın bir ülkeye sunduğu imtiyazlar için yaşanan silâhlı çatışma, artık bir gerçeklik hâlini almıştır. Buna karşın Kautsky, kapitalistleri ve küçük burjuvaları savaşın korkunç bir şey olduğuna, silâhsızlanmanın faydasının bulunmadığına ikna etmek istemektedir, tıpkı aynı işi yapıp aynı sonuca ulaşmak isteyen papazlar gibi. Bu papazlar da vaiz kürsülerine çıkıp kapitalistleri kardeşlerini sevmenin Tanrı emri olduğuna, ama aynı zamanda manevi bir arzu ve medeniyetin ahlak yasası olduğuna inanmaya çağırmaktadırlar.

Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” olarak adlandırdığı ekonomik eğilim, esasen küçük burjuvanın finansçılara kötülüklerden uzak durma konusunda verdiği tavsiyeden başka bir şey değildir.

Peki ya sermaye ihracı? Oysa Amerika Birleşik Devletleri gibi bağımsız ülkelere, sömürgelere yönelik olandan daha fazla sermaye ihraç edilmektedir. Sömürgelerin ele geçirilmesine ne diyeceğiz? Hepsi de ele geçirilmiştir, hemen hemen hepsi de kurtuluş için mücadele etmektedir.

“Hindistan, Britanya’nın malı olmaktan çıkabilir, ama bütün imparatorluğun bir parçası olarak o hiçbir zaman başka bir yabancı gücün buyruğuna girmeyecektir.” (adı geçen broşürün 49. sayfasından).

“Herhangi bir sanayileşmiş kapitalist devletin hammadde konusunda başka ülkelerden bağımsız olmasını sağlayacak, sömürge sahibi bir imparatorluk hâline gelme çabası, diğer tüm kapitalist devletlerin o devlete karşı birleşmelerine ve bitmek bilmeyen, bıktırıcı savaşlar içine girmelerine sebep olmalı, böylece o devlet hedefine asla yaklaşamamalıdır. Bu türden bir politika, o devletin tüm ekonomik hayatının iflasına doğru emin adımlarla ilerlemesini sağlayacaktır.” (s. 72-73.)

İyi de burada Kautsky, finansçıları, para babalarını emperyalizmden vazgeçmeleri konusunda cahilane bir tutumla ikna etmeye çalışmıyor mu? Kapitalistleri iflas ihtimali ile korkutmaya çalışmak, birçok kişi hisseler konusunda spekülasyon yaptığı için iflas etti diye borsada spekülasyon yapmama konusunda tavsiyede bulunmak gibi bir şeydir.

Sermaye, rakip bir kapitalistin veya rakip bir milletin iflası üzerinden kazanç elde eder, çünkü bu sayede sermaye daha da yoğunlaşır. Bu sebeple, ekonomik rekabet ne kadar sert ve ne denli hırslı olursa, yani rakip güç, iflasa ekonomi düzleminde ne kadar çok sürüklenirse, o kadar çok kapitalist, rakibi iflas yoluna sokmak için gerekli askerî baskıyı artırmak için uğraşır.

Bir finansçının, ABD gibi özgür, bağımsız ve medeni bir ülkeye yapılan sermaye ihracına kıyasla üç kat daha fazla kâr elde ettiği, sömürgelere veya Türkiye gibi bağımlı ülkelere yönelik sermaye ihracının avantajlar sunduğu ülke sayısı azaldıkça, Türkiye ve Çin gibi ülkelerin boyunduruk altına alınmasına ve bölünmesine dönük mücadele de o denli şiddetli olacaktır. Finans kapital ve emperyalizm dönemi konusunda ekonomi teorisinin ortaya koyduğu gerçeklik budur. Mevcut olgular da bundan başka bir şey söylememektedir.

Ama Kautsky, her şeyi o bayatlamış küçük burjuva “ahlak anlayışı” üzerinden ele alıyor: Bu anlayışa göre Türkiye’nin bölüşülmesi veya Hindistan’ın ele geçirilmesi için bir savaş başlatmanın anlamı yoktur, çünkü bu ülkelerin uzun süre elde tutulmaları mümkün değildir, hatta asıl güzel olanı kapitalizmin barışçıl yollardan gelişmesidir. En doğrusu, elbette ki iç piyasayı ücretleri artırarak büyütmek ve kapitalizmi geliştirmektir. Oysa bunlar, finansçılara vaaz verecek bir papazın ağzından dökülebilecek, ancak böylesi bir durumda “makul” karşılanacak sözlerdir. Sömürgelerin her hâlükârda yakında kurtulacağını düşünen bizim doğruluk abidemiz Kautsky, o kadar çok çaba harcıyor ki sömürgeler konusunda Britanya ile savaşmanın anlamsız olduğu konusunda Alman finansçıları neredeyse ikna edecek!

Britanya’nın Mısır’a yaptığı ihracat ve bu ülkeden yaptığı ithalat, 1872-1912 arası dönemde toplam ihracat-ihracat hacmindeki büyümeye eşlik edemedi. Buna karşın, bizim “Marksist” Kautsky’miz, bu gerçekten şu ahlakî dersi çıkartıyor:

“Britanya’nın Mısır’la ticaretinin askerî işgal olmaksızın, salt ekonomik faktörlerin faaliyetinin bir sonucu olarak az geliştiğini iddia etmek için elimizde herhangi bir sebep yok.” (s. 72)

“Sermayenin yayılma arzusu en iyi, emperyalizmin şiddete dayalı yöntemleriyle değil, barışçıl demokrasiyle karşılanabilir.” (s. 70)

Böylesine ciddi, bilimsel ve “Marksist” analiz karşısında ancak şapka çıkartılır! Kautsky, aklın yolundan çıkan tarihi muazzam bir çabayla “tekrar yoluna sokuyor”. Britanya’nın Mısır’ı Fransızlardan geri almasına gerek olmadığını “ispatladıktan” sonra Alman finansçılarının savaşa başlamasının, Türkiye’ye dönük harekâtı örgütlemelerinin ve İngilizleri Mısır’dan kovacak başka türde tedbirleri almalarının bir anlamının bulunmadığını söylüyor! Her şey basit bir yanlış anlamadan kaynaklanıyor. Neticede İngilizler, henüz Kautsky gibi en hayırlısının Mısır’da uygulanan zora dayalı yöntemleri terk etmek ve “barışçıl demokrasi”yi benimsemek, buradan da sermaye ihracını artırmak olduğunu hâlen daha akıl edebilmiş değiller.

“Tabii burjuva serbest ticaret yanlılarının, serbest ticaretin kapitalizmin ürettiği ekonomik çelişkileri tümüyle ortadan kaldıracağına dair inançları bir yanılsamaya dayanıyor. Bu çelişkileri, ne serbest ticaret ne de demokrasi ortadan kaldırabilir. Bizse her bakımdan bu uzlaşmaz çelişkilerin yığınlar için en az çileyle ve en az özveri gerektirecek bir mücadele ile ortadan kaldırmasından yanayız.” (s. 73)

Tanrım bize yardım et, bizden merhametini esirgeme Tanrım! Lassalle “cahil nedir?” diye sorar, sonra da cevabını ünlü bir şairin şu dizelerini aktararak verir: “Cahil, içinde Tanrı’nın kendisini bağışlayacağına dair umuttan ve korkudan gayrı hiçbir şey bulunmayan kişidir.” [Goethe] Kautsky, Marksizmi eşi benzeri bulunmayan bir tür fahişeliğe indirgedi, kendisi de gerçek bir papaza dönüştü. Bu papaz, kapitalistleri barışçıl demokrasiyi benimsemeye ikna etmek için uğraşıyor ve buna da “diyalektik” diyor: Önce serbest ticaret varolduğuna, onu tekeller ve emperyalizm takip ettiğine göre, “neden sıra ultra-emperyalizmde olmasın, onu bir kez daha neden serbest ticaret izlemesin” diyor. Bizim papaz, cüret edip de ultra-emperyalizmin sunacağı nimetlerin elde edilip edilmeyeceği sorusunu sormuyor ama nasılsa bu nimetleri tasvir ederek ezilen kitleleri teskin etmek için çabalıyor. Demek ki Feuerbach, dini “o halkı teskin eder” tespiti üzerinden savunanlara teskin etme çabasının gerici anlamından bahsederken haklıymış: Kim köleleri köleliğe karşı başkaldırsınlar diye ayağa kaldırmıyorsa, köle sahiplerinin değirmenine su taşıyor demektir.

Tüm ezen sınıflar, düzenlerini muhafaza altına almak için iki kişinin toplumsal işlevine ihtiyaç duyarlar: cellâdın ve papazın işlevi. Cellât, protestoları bastırmak ve ezilenlere gözdağı vermek için lâzımdır; papaza ise ezilenleri teskin etmek, onlara çileli ve özverilerle yüklü hayatının ağırlığının azalma ihtimalinden bahsetmek (ki bu sözler, bu ihtimallerin gerçekleşmesini güvence altına almadan edilirler), sınıfsal düzeni korumak, bunun yanında ezilenleri o düzene bağlamak, devrimci eylemden uzaklaştırmak, devrimci ruhu yok etmek, devrimci kararlılığı ortadan kaldırmak düşer. Kautsky, Marksizmi en berbat ve en aptal karşı-devrimciye, ruhban ideolojisinin en aşağılık biçimine dönüştürmüştür.

1909’da kaleme aldığı İktidar Yolu’nda kendisinin de kabul ettiği üzere kapitalizmdeki uzlaşmaz çelişkilerin yoğunlaştığı, savaşlarla ve devrimlerle yüklü yeni bir “devrimci dönem”e yaklaşıldığı tespiti, kimsenin çürütemediği, çürütemeyeceği bir gerçekliktir. Orada Kautsky, “vakitsiz” devrimin olmayacağını söylüyor, “daha kavga başlamadan önce yenilgi ihtimalinin varlığı inkâr edilemeyecek bir olgu olsa bile, bir ayaklanmada zafer ihtimaline güvenmeyi reddetmek, davanın kendisine ihanettir” diyordu.

Savaşın başlamasıyla birlikte uzlaşmaz çelişkiler daha da keskinleşti. Kitlelerin çileleri tahammül edilemeyecek düzeye ulaştı. Savaş bitecekmiş gibi görünmüyor, düşmanlıklar giderek yayılıyor. Bu koşullarda Kautsky broşür üzerine broşür yazıyor, sansürün talimatlarına uysal bir kedi gibi boyun eğiyor, toprak gaspı, savaşın yol açtığı dehşet verici sahneler, savaşın rantını yiyenlerin elde ettiği muazzam kârlar, cephane üreten işkollarında çalışan işçilerin maruz kaldığı fiili kölelik ve artan geçim maliyetlerinden bahsetmekten imtina ediyor. Bunun yerine sürekli proletaryayı teskin ediyor. Bu işi de burjuvazinin devrimci ve ilerici olduğu, Marx’ın da şu veya bu ülke burjuvazisinin muzaffer olmasını istediği savaşlara dair örneklere atıfta bulunarak yapıyor. Elindeki teskin edici ilâcı proletaryanın kanına, paylaşıp durduğu rakamlarla ve tablolarla enjekte ediyor. Bu tablolar, sömürgesiz kapitalizmin mümkün olduğunu, onun başkalarını yağmalamak zorunda olmadığını, savaş ve silâhlanma pratiğine ihtiyaç duymadığını, “barışçıl demokrasi”nin tercih edilmesi gereken bir şey olduğunu ispatlamak için kullanılıyorlar. Kitlelerin çilelerinin daha da arttığını, devrimci durumun gözlerimizin önünde oluştuğunu (ki o, sansür izin vermediği için bu gerçek hakkında tek laf edilemez!) inkâr etme cesareti gösteremeyen Kautsky, burjuvaziye ve oportünistlere sunduğu hizmetkârlık dâhilinde, “daha az özveri ve daha az çile” anlamına gelecek yeni bir aşamada başka bir mücadele biçimini ihtimal olarak öne çıkartıyor (ama nedense o ihtimalin gerçekleşmesini güvence altına alacak hiçbir şey yapmıyor).

Tam da bu sebeple Franz Mehring ve Rosa Luxemburg, Kautsky’yi “sokak fahişesi” [Mädchen für alle] olarak nitelerken gayet haklıydı.

* * *

Ağustos 1905’te Rusya’da devrimci bir durum vardı. Çar, huzursuzluğun ve karışıklığın hüküm sürdüğü koşullarda kitleleri “teskin” etmek için Buligin Duması’nın[8] toplanacağına dair söz verdi. Madem finansçıların silâhlanma sürecine son vermeleri ve “kalıcı barış”ı kabul etmeleri “ultra-emperyalizm” olarak adlandırılıyor, o vakit Buligin’in başını çektiği, danışma meclisi temelli parlamenter temsiliyet sistemi de pekâlâ “ultra-otokrasi” olarak tarif edilebilir.

Bir an durup yüz devasa teşebbüs ve yatırım dâhilinde “iç içe geçmiş” yüz kadar dünyanın en büyük finansçısının halklara savaş sonrası silâhsızlanmaya destek olacaklarına dair söz verdiklerini varsayalım (ki bu varsayımı, sadece Kautsky’nin o aptal teorisinden belirli politik çıkarımlara ulaşmak için dile getiriyoruz). Böyle bir şey olsa bile proletaryayı, yokluğu durumunda tüm vaatlerin ve tüm ihtimallerin seraptan başka bir anlam taşımayacağı devrimci eylemden caydırmak, düpedüz ihanettir. Bu işi yapan, proletaryaya ihanet ediyor demektir.

Savaş, sadece kapitalist sınıfa muazzam kârlar, Türkiye ve Çin gibi ülkelere yönelik tazelenmiş yağma fırsatları, milyarlık yeni sözleşmeler ve artırılmış faiz oranlarıyla verilen yeni kredi imkânları sunmakla kalmadı. Savaş, ayrıca kapitalist sınıfa, proletaryanın bölünmesi ve yozlaşması gibi daha önemli kimi politik avantajlar sağladı.

Kautsky, işte bu yozlaşmayı teşvik eden bir isim. O, militan proleterler içerisinde beynelmilel düzeyde yaşanan ayrışmayı, sırf kendisi Südekum gibilerle birleşecek diye kutsuyor! Ne yazık ki eski partilerin “birlik” sloganının, belirli bir ülkenin burjuvazisiyle proletaryanın “birliği”, ayrıca muhtelif ülkelerin proletaryası arasındaki ayrışma anlamına geldiğini idrak edemeyen insanlar var.

VI

Yukarıdaki satırlar, Kautsky’nin “sosyal demokrasinin çöküşü” konusunda ulaştığı argümanları (Cunow’a verdiği cevabın bulunduğu 7. Kısmı) içeren Die Neue Zeit gazetesinin 28 Mayıs tarihli 9. sayısı yayınlanmadan önce kaleme alınmıştı. Orada Kautsky, kendisinin sosyal şovenizmi savunmak adına eskiden beri dillendirip durduğu safsataları ve onlara eklediği yeni safsatayı şu şekilde özetliyor:

“Savaşın saf anlamda emperyalist bir savaş, savaşın başında da tek seçeneğin emperyalizm ya da sosyalizm olduğunu, Almanya, Fransa ve birçok açıdan Britanya’daki sosyalist partilerin ve proleter kitlelerin hiç düşünmeden, bir avuç parlamenterin çağrısıyla kendilerini emperyalizmin kollarına atıp sosyalizme ihanet ettiklerini, bu sebeple de tarihte örneği görülmemiş bir çöküşe sebebiyet verdiklerini söylemek pek doğru olmaz.”

Burada yeni bir safsatanın üretildiğin ve işçileri aldatacak yeni bir yalanın dillendirildiğine hiç şüphe yok: neymiş efendim, savaş, “saf anlamda” emperyalist bir savaş değilmiş!

Kautsky, bugünkü savaşın niteliği ve anlamı konusunda şaşırtıcı bir biçimde yalpalıyor. Bu parti lideri, Basel ve Chemnitz kongrelerinin net ve resmi açıklamalarından, biraz önce soyduğu yerden uzak duran hırsız gibi, kasten ve bilerek uzak duruyor.

Şubat 1915’te kaleme aldığı Ulus-Devlet isimli broşüründe Kautsky, “gene de son tahlilde bu, emperyalist bir savaş” diyordu (s 64). Bugünse söylediklerine yeniden şerh düşüyor ve savaşın saf anlamda emperyalist bir savaş olmadığını söylüyor. Başka ne olabilir ki?

Anladığımız kadarıyla bu, aynı zamanda bir ulusal savaş! Kautsky bu muazzam sonuca, aşağıda aktarılan “Plehanofçu” sahte diyalektik üzerinden ulaşıyor: “Bugünkü savaş sadece emperyalizmin değil, aynı zamanda Rus devriminin bir çocuğudur.” Ta 1904 yılında Kautsky, Rus devriminin yeni bir biçim almış Panslavizmi canlandıracağı, demokratik Rusya’nın, Avusturya ve Türkiye topraklarındaki Slavların ulusal bağımsızlık arzularını kaçınılmaz olarak, büyük ölçüde körükleyeceği öngörüsünde bulunuyor, “Polonya sorunu da derinleşecek” diyor, Avusturya’nın çarlığın çöküşüne bağlı olarak dağılacağını, merkezkaç kuvvetine tabi unsurları birbirine bağlayan demir bağın çözüleceğini söylüyordu. Kautsky broşüründe, ayrıca 1904’teki makalede yer alan şu son ifadeyi de aktarıyordu:

“Rus devrimi, Doğu’nun ulusal kurtuluş arzularına yeni ve güçlü itki kazandırdı, Asya’daki sorunların Avrupa’nın sorunlarına eklenmesini sağladı. Tüm bu sorunlar bugünkü savaşta gayet güçlü bir biçimde hissediliyor, proleter kitleler de dâhil tüm halk kitlelerinin ruh hâlleri açısından oldukça büyük bir öneme kavuşuyorlar, buna karşılık, muktedir sınıflarda emperyalist eğilimler başat hâle geliyor.” (s. 273, italikler bize ait).

Bu da Marksizmin kötüye kullanımının başka bir örneği! Kautsky’nin dediğine göre “Demokratik Rusya” Doğu Avrupa ülkelerinde özgürlük mücadelelerine destekleyeceğine göre (ki bu, tartışma kabul etmez bir olgudur), tek bir ulusu bile özgürleştirmeyecek, ortaya çıkacak sonuç ne olursa olsun, birçok ulusu köleleştirecek olan bugünkü savaş, “saf anlamda” emperyalist bir savaş değilmiş. “Çarlığın çöküşü” sonucunda ülkenin demokratik olmayan niteliğini, geçici olarak güçlendirilmiş, Avusturya’yı yağmalayan, onun topraklarındaki uluslara daha fazla zulmeden, karşı-devrimci bir çarlığa borçlu olan Avusturya dağılacağına göre, “bugünkü savaş” saf anlamda emperyalist savaş değilmiş, belli ölçüde ulusal bir nitelik taşıyormuş. “Muktedir sınıflar”, aptal küçük burjuvaziyi ve sindirilmiş köylüleri emperyalist savaşın ulusal amaçlarına dair masallarla kandırdıklarına göre, bir bilim insanı, hele ki “Marksizm” konusunda otorite olan biri ve İkinci Enternasyonal’in bir temsilcisi, muktedir sınıfların emperyalist eğilimlere, öte yandan “halkın” ve proleter kitlelerinse “ulusal” arzulara sahip olduğunu söyleyen “formül” aracılığıyla kitleleri bu aldatmacaya teslim etme hakkına sahipmiş gibi konuşuyor.

Burada diyalektik, en sefil ve en aşağılık safsataya dönüştürülüyor!

Bugünkü savaşta sadece Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı sürdürdüğü savaş ulusal bir nitelik arz ediyor (ki bu husus, zaten partimizin Bern’de düzenlediği konferansta[9] alınan kararda dile getirilmişti.) Sadece Sırbistan’da ve Sırplarda uzun zamandır süren, milyonları kucaklayan, “halk kitleleri”ni içine alan bir ulusal kurtuluş hareketine tanıklık ediyoruz. Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı sürdürdüğü savaş, tam da bugünkü savaşın bir “uzantı”sı.

Eğer bu ikisi birbirinden kopuk olsaydı, yani Sırpların savaşının Avrupa genelinde süren, Britanya ve Rusya gibi ülkelerin bencil ve yağma gayesiyle sürdürdükleri savaşla bir alakası olmasaydı, tüm sosyalistler, bugünkü savaşta ulusal harekete dair tespitten o doğru ve kaçınılmaz sonucu çıkartır, Sırp burjuvazisinin başarısını canı gönülden talep ederlerdi. İşte Kautsky gibi Avusturya burjuvazisinin, papazlarının ve generallerinin hizmetinde olan safsatacılar, bu sonuca bir türlü ulaşamıyorlar.

Bilimsel, evrimi esas alan yöntemin son sözü olarak Marksist diyalektik, bir nesneyi her şeyden kopuk ve bağımsız bir biçimde incelemez, bu anlamda, gerçeği tahrif ederek, tek taraflı biçimde ele almaz. Sırbistan-Avusturya savaşındaki ulusallık meselesinin Avrupa genelinde süren savaş içerisinde herhangi bir ciddi yeri ve anlamı yoktur, olamaz. Savaşı Almanya kazanırsa Belçika’nın boğazına çökecek, Polonya’nın bir kısmını alacak, belki de oradan Fransa’dan bir parça kopartacaktır. Eğer Rusya kazanırsa, Galiçya’yı, Polonya’nın bir kısmını ve Ermenistan’ı alacak. Eğer savaşan güçler “pat olursa”, eskiden olduğu gibi uluslara gene zulmedilecektir. Bu anlamda, bugünkü savaşa nüfusunun ancak yüzde birini yollamış olan Sırbistan için bu savaş, burjuva kurtuluş hareketinin “siyasetinin uzantısı”ndan başka bir şey değildir. Diğer yüzde doksan dokuz içinse savaş, emperyalizmin, yani bir ayağı çukurda olan ve ulusları özgürleştirmek yerine onların ırzına geçme becerisinden başka bir becerisi olmayan burjuvazinin politikasının bir uzantısıdır. Müttefik Kuvvetler içerisinde yer alan ve Sırbistan’ı “özgürleştiren üç ülke, bugün Sırpların özgürlüğünü Avusturya’nın talan edilmesine sunacağı katkı karşılığında, İtalyan emperyalizmine satmaktadır.

Herkesçe bilinen bu gerçekleri Kautsky, oportünistlere ihtiyaç duydukları kılıfı sunabilmek için, utanmadan tahrif edebiliyor. Marksist diyalektiğin bize öğrettiği kadarıyla ne doğada ne de toplumda “saf” bir olgu vardır. Zira diyalektik, bize saflıkla alakalı her türden anlayışın dar, tek taraflı bir algıya dayandığını, bu algının nesneyi kendi bütünlüğü ve karmaşıklığı içerisinde kavrayamayacağını söyler. Dünyada “saf” kapitalizm diye bir şey yoktur, olamaz. Ortada her daim feodalizmin, küçük burjuvalığın veya başka bir şeyin bulaştığı, karıştığı bir kapitalizm vardır. Dolayısıyla, eğer bizim “ulus”la ilgili ifadelerle hırsızlığı örtbas etmeye çalışan emperyalistlerin “halk kitleleri”ni alenen aldattığı koşullarda biri çıkıp savaşın “saf anlamda” emperyalist olmadığını söylüyorsa, bu kişi ya aptal bir ukala ya ayrıntıcı bir işgüzar ya da düzenbazın tekidir.

Burada asıl mesele, Kautsky’nin emperyalistlerin halkı aldatma çabalarına destek sunmasıdır. Zira o, proleter kitleler de dâhil tüm halk kitlelerinin en önemli sorununun ulusal kurtuluş olduğunu, öte yandan muktedir sınıflar açısından emperyalist eğilimlerin belirleyici bir nitelik arz ettiğini (s. 273) söylüyor, bir yandan da kendisi, bu iddiasını “gerçekliğin sonsuz çeşitliliği”ne (s. 274) güya diyalektik bir yaklaşımla atıfta bulunarak desteklemeye çalışıyor.

Gerçekliğin sonsuz çeşitliliğe sahip olduğuna hiç şüphe yok. Bu, tabii ki doğru bir tespit! Fakat bu sonsuz çeşitlilik içerisinde aynı ölçüde kesin olan bir şey de onun iki temel ve asli çizgiyi içeriyor oluşudur: Savaşın nesnel muhtevası açısından o emperyalizmin siyasetinin, yani “Büyük Güçler”in (ve onların hükümetlerinin) tabi olduğu bir ayağı çukurda olan burjuvazinin başka ulusları yağmalamasını öngören siyasetin uzantısıdır, buna karşılık, bir yandan da kitleleri kandırmak için, “ulus”la alakalı ifadelere başvuran alabildiğine öznel bir ideoloji yayılmaktadır.

Kautsky’nin ara sıra yinelediği, “savaşın başında solcuların durumu emperyalizm ile sosyalizm arasında bir tercihin gündeme geldiği bir durum olarak gördükleri”ne dair o eski safsatasını zaten analiz etmiştik. Bu, utanma nedir bilmeyen birinin başvurduğu bir numaradır, çünkü Kautsky de çok iyi biliyor ki solcular, farklı bir tercihi öne çıkarttılar, buna göre parti, ya emperyalistlerin yağmasına ve aldatmacalarına iştirak edecekti ya da devrimci eylem için propaganda faaliyeti yürütüp onun için hazırlık yapacaktı. Almanya’da solcuları Südekum’lara kendisinin verdiği hizmetler dâhilinde yayıp durduğu o aptal masalı ifşa etmekten alıkoyanın, bu ülkedeki sansür olduğunu Kautsky de biliyor.

“Proleter kitleler” ile “bir avuç parlamenter” arasındaki ilişki konusunda ise Kautsky basmakalıp bir itirazı dillendirmekle yetiniyor:

“Kendimizi kayırmamak adına, Almanları bir yana koyacak olursak, Vailant, Guesde, Hyndman ve Plehanof gibi adamların bir gecede emperyalist olup sosyalizme ihanet ettiklerini kim ciddi bir iddia olarak öne sürebilir? Parlamenterleri ve yönetim organlarını (ki burada Kautsky, Rosa Luxemburg ile Franz Mehring’in çıkarttıkları, bu isimlerin, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin, idari kademesinin, parlamento grubunun siyasetine haklı bir nefret ile yaklaştıkları Die Internationale dergisinden bahsediyor -VIL) bir kenara bırakacak olursak, bir avuç parlamenterin tek bir emirle, eski amaçlara doğrudan karşıt olan bir yaklaşım dâhilinde, yirmi dört saat içerisinde dört milyon sınıf bilinçli Alman proleterinin ‘sol yanağıma vurdun, al sağ yanağıma da vur’ dedirtebildiğini kim hangi cüretle iddia edebilir? Eğer bu doğru ise bunu, sadece partimizin değil kitlelerin de korkunç bir biçimde bozguna uğradığının kanıtı olarak görebiliriz. Eğer kitleler, omurgasız bir koyun sürüsü ise bırakalım gelip bizi tek tek toprağa gömsünler.” (s. 274)

Politik ve bilimsel açıdan Karl Kautsky, o büyük otorite, aslında o bahanelere sığınan acınası pratiği ve eylemi yüzünden kendisini uzun zaman önce toprağa gömmüştü zaten. Sosyalizm konusunda bu gerçeği idrak edemeyen, en azından onu biraz olsun hissedemeyen bir kişi, ümitsiz vakadır. Tam da bu sebeple, Mehring, Rosa Luxemburg ve yandaşlarının Kautsky ve şürekâsına aşağılık yaratıklar olarak muamele eden yaklaşımları, bu koşullarda en doğru yaklaşımdır.

Şunu bir düşünün: savaşla ilgili tutumlarını az çok özgürce (yani hemen tutuklanıp kışlalara sürülmeden veya hemen kurşuna dizilme tehlikesiyle yüzleşmeden) ifade edebilecek sadece “bir avuç parlamenter” (ki bunlar da oy kullanma konusunda hakka ve özgürlüğe sahipler, muhalefette iken de bu konuda ellerini kollarını bağlayan birileri yok. Hatta Rusya’da bile bu yüzden kimse dayak yemiyor, tutuklanmıyor) ve bir avuç resmi yetkili ve gazeteci vs. var. Buna karşın Kautsky kalkmış, kendisinin yıllardır sayısız kez hakkında konuştuğu oportünist taktikler ve ideolojiyle belirli bir bağa sahip toplumsal katmanların ihanetinin ve omurgasızlığının suçunu kitlelerin üzerine atıyor!

Genelde bilimsel araştırmanın, özelde Marksist diyalektiğin en öncelikli ve en temel talebi şudur: bir yazar, sosyalist hareket içerisinde varolan eğilimler arasında bugün sürmekte olan mücadeleyle onu onlarca yıl önceleyen mücadele arasındaki bağı incelemeli, ihanetten bahsedip duran, bu konuda yaygara kopartan eğilimle, ortada ihanet görmeyen eğilim arasındaki bağı sorgulamalıdır.

Oysa Kautsky, bu konuda tek laf etmiyor. Hatta eğilimler ve yönelimler konusunda tek bir soru bile sormuyor. Sanki bu zamana kadar eğilimler vardı da şimdi yokmuş gibi yapıyor. Bugün sadece köleleşmiş ruhlarını hep bir koz gibi öne süren “otoriteler”in her yanda çınlayan isimleri var. Dolayısıyla, bu otoritelerin, birbirlerine atıfta bulunup birbirlerinin “küçük kabahatler”ini örtbas etmek işlerine geliyor, zira hepsi, “sen benim sırtımı kaşı ki ben de seninkini kaşıyayım” kuralı uyarınca hareket ediyor.

Bern’de yaptığı bir konuşmada Martof, Guesde’nin, Plehanof’un ve Kautsky’nin olduğu ortamda “buna nasıl oportünizm denilebilir” diye bağırıyordu (bkz. Sotsial-Demokrat dergisinin 36. sayısı) Akselrod ise “Guesde gibi isimleri oportünizmle suçlarken biraz daha dikkatli olmak gerek” diyordu (Golos, Sayı. 86 ve 87). Berlin’de yaptığı bir konuşmada Kautsky, bu türden komplimanlara şu şekilde cevap yetiştiriyordu: “Ben, burada kendimi değil, Vaillant, Guesde, Hyndman ve Plehanof’u savunacağım.” Bunlar, nasıl da herkesin birbirine hayran olduğu bir cemaat oluşturmuşlar böyle!

Yazılarında Kautsky, Hyndman’a bile yaltaklanmak, onun emperyalizmin safına daha dün yeni geçmiş gibi göstermek için bin bir takla atıyor. Oysa bizzat Neue Zeit ve tüm dünya genelinde sayısız sosyal demokrat gazete, Hyndman’ın emperyalizm yanlısı olduğunu yıllardır söylüyor. Kautsky, adını zikrettiği kişilerin hayat hikâyelerini zahmet edip incelemiş olsaydı, bu hayat hikâyelerinin, emperyalizmin safına bir gecede geçmediğini görür, onlarca yıldır o safta yer almak için gerekli zemini hazırlayan vasıfları ve olayları içerip içermediğini, Vaillant’ın Jaurèsçilerin, Plehanof’un Menşeviklerin ve tasfiyecilerin elinde tutsak olup olmadığını, Jülgedeci eğilimin herhangi bir önemli meselede bağımsız bir duruş sergileyemeyen Le Socialisme’de[10], o Guesde’nin cansız ve ölgün dergisinde sürece teslim olup olmadığını, Bernştayncılık gibi akımlara karşı sürdürülen mücadelenin ilk aşamasında Millerancılık meselesiyle ilgili olarak bizzat Kautsky’nin kendisinin (ki biz, burada onun adını Hyndman ve Plehanof ile birlikte ananların yüzü suyu hürmetine ekliyoruz) pasif kalıp kalmadığını bilirdi.

Ne var ki Kautsky, bu liderlerin hayat hikâyelerinin bilimsel açıdan incelenmesiyle zerre ilgilenmiyor. Hatta o, bu liderler kendi argümanlarını mı savunuyorlar yoksa kalkıp burjuvazinin ve oportünizmin argümanlarını mı yineliyorlar, ona bile bakmıyor. Bu liderler, sıra dışı etkilerine bağlı olarak mı politik öneme sahip oldular, yoksa askerî örgütlenmenin desteğini arkasına almış olan başka bir “etkili” eğilime, yani burjuva eğilime mi bağlılar, bu meseleyi bile dert etmiyor.

Kautsky, bu tür meseleleri hiç inceleme gereği bile duymuyor. Onun tek derdi, kitlelerin gözlerine kül serpmek, otorite sahibi isimlerin sözleriyle onları aptallaştırmak ve kitlelerin gerçek bir meseleyi gündeme getirip onu her yönüyle incelemesine mani olmak.[11]

“Dört milyon sınıf bilinçli Alman proleterinin ‘sol yanağıma vurdun, al sağ yanağıma da vur’ dedirtecek bir emir mi verdiler o bir avuç parlamenter?”

Burada dile getirilen her bir kelime yalandır. Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne bağlı örgütlerin dört değil, bir milyon üyesi vardır. Her örgütte olduğu gibi bu kitle örgütlerinin birleşik iradesi, sadece birlik içindeki politik merkez, sosyalizme ihanet etmiş “bir avuç kişi” üzerinden dile getirilmiştir. O kitleler, kendisine ait fikirleri bizatihi o bir avuç parlamenterin ağzından ifade edilmesini istemişlerdir. O bir avuç kişi sandığın başına çağrılmış, onlar oy kullanmışlardır. Yazıları onlar yazmışlardır vs. Kitlelere ise hiç danışılmamıştır. Onların oy kullanmalarına izin verilmediği gibi, “emirlerle” dağıtılmış, baskı altına alınmış, bu emirleri de bir avuç parlamenter değil askerî makamlar vermişlerdir.

Ortada bir askerî örgüt vardır, bu örgütün liderleri arasında ihanetin adı yoktur. Bu örgüt, kitlelere tek tek seslendi ve onları şu türden bir seçenekle karşı karşıya bıraktı: ya liderlerinin sana önerdiği gibi gidip orduya katılırsın ya da kurşunu yersin.

Kitleler örgütlü hareket edemediler, çünkü önceden kurulmuş, Legien, Kautsky ve Scheidemann gibi insanların içinde olduğu bir avuç kişiden oluşan örgüt, kendilerine ihanet etti. Yeni bir örgüt kurulması içinse vakte ihtiyaç vardı. Eski, içi çürümüş, köhnemiş örgütü çöplüğe atmaksa kararlılık istiyordu.

Kautsky, kendi muhaliflerini, solcuları, onlara saçma sapan fikirler yakıştırarak yenilgiye uğratmak için çabalıyor. Onların “kitlelerin savaşa misilleme olarak yirmi dört saat içerisinde devrim yapmaları ve emperyalizmin karşısına sosyalizmi çıkartmaları gerektiğini, aksi takdirde, kitlelerin omurgasızlık ve ihanet çukuruna yuvarlanacaklarını” söylediklerini iddia ediyor.

Oysa bu laf, bugüne dek cahil burjuvaların ve polisin bastığı, devrimcileri mağlup etmek için kullanılan kitapçıklarda sürekli dillendirilen, bugün de Kautsky’nin yüzümüze karşı salladığı saçma sapan bir laftır. Kautsky’nin solcu muarrızları gayet iyi bilirler ki bir devrim “yapılamaz”, o nesnel planda (yani partilerin ve sınıfların iradesinden bağımsız olarak) tarihteki olgunlaşmış krizlerin ve dönemeçlerin içinden çıkar, bu anlamda, örgüt yoksa, kitleler irade birliğinden mahrum kalırlar, dahası, devletin elinde bulunan, gayet güçlü olan merkezî terörist askerî örgüte karşı mücadele, uzun ve zor bir iştir.

Liderlerinin ihaneti sebebiyle kitleler, o en önemli momentte hiçbir şey yapamadılar, bir avuç liderse savaş kredileri aleyhine oy verme görevini yerine getiremediler, o mükemmel konumdan istifade edemediler, sınıfsal ateşkese karşı duruş sergilediler, savaşı meşrulaştırdılar, kendi hükümetlerinin yenilgisinden yana duramadılar, siperlerde oluşan kardeşlik lehine propaganda faaliyeti yürütecek uluslararası bir yapı meydana getiremediler, devrimci faaliyetlere başlama zarureti üzerinden yasadışı bir yayının çıkartılması[12] işini örgütleyemediler.

Kautsky de gayet iyi biliyor ki Alman solcuların aklında olan, askerî diktatörlük koşullarında hakkında doğrudan ve açıktan tek laf edemedikleri şeyler, tam da bu tür adımlardır veya buna benzer eylemlerdir. Kautsky’nin oportünistleri ne pahasına olursa olsun savunma arzusu, onu eşi benzeri görülmemiş bir alçaklığa sürüklemiştir: Bu savunu dâhilinde askerî sansürün arkasına saklanan Kautsky, o sansürün kendisini koruyacağına dair güvene sırtını yaslayarak solculara saçma oldukları açık olan fikirleri isnat ediyor.

VII

Kautsky’nin her türden çarpıtmayla kasten kaçındığı, böylelikle oportünistlerin zevkten kendilerinden geçmelerini sağladığı o önemli bilimsel ve politik soru şudur: İkinci Enternasyonal’in en önemli temsilcileri, sosyalizme nasıl ihanet edebildiler?

Hiç kuşku yok ki bu soru, tek tek liderlerin hayat hikâyeleri üzerinden ele alınmamalıdır. İleride bu kişilerin hayat hikâyelerini kaleme olacak yazarlar, meseleyi bu açıdan analiz etmek zorunda kalabilirler, ama bugün sosyalist hareket bununla değil, sosyal şovenist eğilimin tarihsel kökenleri, koşulları, önemi ve gücünü incelemekle ilgilenmelidir.

1. Sosyal şovenizmin kaynağı nedir?

2. Gücünü nereden alıyor?

3. Onunla nasıl mücadele edilmelidir?

İlgili soruya sadece bu şekilde ele alan bir yaklaşımı ciddiye alabiliriz, “kişisel” olanı temel alan yaklaşım, sorudan kaçan ve safsatayı esas alan bir pratikten başka bir şey değildir. İlk soruyu cevaplamak için önce, sosyal şovenizmin ideolojik ve politik içeriğinin sosyalizm içinde önceden varolan eğilimle bir bağı var mı yok mu, ona bakmalıyız. İkinci olarak da sosyalistlerin, bugün sosyal şovenizmin muhalifleri ve savunucuları diye ikiye bölünmüş olmasının geçmişteki ayrışmalarla ilişkilerini sorgulamalıyız.

Biz “sosyal şovenizm” derken, bugünkü emperyalist savaşta vatanın savunulması gerektiğini söyleyen fikrin kabul edilmesini, sosyalistler ve burjuvazinin birlikte bu savaş dâhilinde kendi ülkelerinin hükümetleriyle kuracakları ittifakın meşrulaştırılmasını, o ülkenin burjuvazisine karşı proleter devrimci eylemi propaganda edilmesine ve ona destek olunmasına karşı çıkılmasını kastediyoruz.

Şurası gayet açık ki sosyal şovenizmin temel ideolojik ve politik içeriği oportünizmin temelleriyle tam olarak örtüşmektedir. İkisi bir ve aynı eğilimdir. 1914-15’in savaş koşullarında oportünizm, sosyal şovenizme yol açmaktadır. Sınıf işbirliği fikri, oportünizmin ana özelliğidir. Savaş, bu fikri mantıksal sonucuna ulaştırmış, içindeki faydalı etmenleri ve ona itki sağlayan unsurları sıra dışı başka etmen ve unsurlarla çoğaltmıştır. Tehdit ve baskılarla savaş, cahil ve dağınık kitleleri burjuvaziyle işbirliğine mecbur etmiştir. Oportünistlerin katkılarıyla bu sorun daha da derinleşmiştir. Bu sebeple dünün birçok radikali bu kampı terk etmiştir.

Oportünizm ise kitlelerin temel çıkarlarının işçilerin önemsiz sayılabilecek küçük bir azınlığının geçici çıkarlarına feda edilmesi demektir, başka bir deyişle oportünizm, işçilerin belirli bir kesimiyle burjuvazi arasında kurulan ve proletaryaya karşı olan ittifakı ifade eder. Savaş sayesinde bu türden bir ittifak, bilhassa artık kaçınılamayacak, gözle görünür bir hâl almıştır.

Oportünizm, kapitalizmin gelişim dönemine ait belirli özelliklere bağlı olarak, onlarca yıllık süreç dâhilinde ortaya çıktı. Bu dönemde işçi sınıfının imtiyazlı kesiminin görece sahip olduğu barışçıl ve terbiye edilmiş hayatı bu kesimi “burjuvalaştırdı”, ona kendi ülkelerindeki kapitalistlerin masasındaki kırıntıların verilmesini sağladı ve zamanla yoksullaşan, mahvolan kitlelerin çektiği çilelerden, sefaletten ve devrimci eğilimden uzak tuttu.

Bugünkü emperyalist savaş, bu gidişatın doğrudan devamı ve ulaştığı zirvedir, çünkü bu savaş, Büyük Güçler içinde yer alan ülkelerin imtiyazları, sömürgelerin yeniden paylaşılması ve başka uluslar üzerinde hâkimiyet kurulması için yapılmaktadır. Küçük burjuva “üst katman” veya işçi aristokrasisi (ve bürokrasisi) olarak sahip olduğu imtiyazlı konumu savunup güçlendirme çabası da küçük burjuva oportünistlerin umutlarının ve bunlara denk düşen taktiklerin savaş dönemindeki doğal bir uzantısından başka bir şey değildir. Bugünkü sosyal emperyalizmin ekonomik temeli budur.[13]

Nispeten “barışçıl” olan evrim sürecine dair alışkanlık ve bunun üzerine kurulu rutin, milliyetçi önyargılar, keskin dönüşler yaşanmasına dönük korkular ve bu tür gelişmelere dair inançsızlık, hep birlikte oportünizmi besler, bir süreliğine, o da sadece sıra dışı sebep ve dürtülere bağlı olarak, oportünizmle riya ve korkaklık üzerine kurulu bir uzlaşma sağlanmasına katkı sunar.

Savaş, onlarca yıl beslenip büyütülmüş olan bu oportünizmi değiştirmiş, onu bir üst aşamaya çıkarttı, sahip olduğu tonların çeşidini ve sayısını artırdı, kendisine bağlı olan insanlardan oluşan kitleyi büyüttü, yeni safsatalarla dilindeki argümanları çoğalttı, böylelikle birçok yeni akıntının ve derenin oportünizmin aktığı ana yatakla buluşmasını sağladı. Ama o yatak hiçbir şekilde ortadan kaybolmadı. Hatta tam tersine, daha da belirginleşti.

Sosyal şovenizm, öyle olgunlaştı ki bu burjuva irinin sosyalist partiler içerisinde varolmaya devam etmesi imkânsızlaştı.

Sosyal şovenizmle oportünizm arasındaki sıkı ve kopmaz bağı görmezden gelenler, tekil olaylara sarılıyorlar ve şu veya bu oportünistin enternasyonalist olduğunu, şu veya bu radikalin şovenistleştiğini söylüyorlar. Ancak bu türden bir argüman, eğilimlerin gelişimi noktasında hiçbir anlam ifade etmiyor.

1. İşçi hareketi içerisinde şovenizm ve oportünizm aynı ekonomik temele dayanır, bu temel de genelde ezilenler, özelde emekçi proleter kitlelere karşı kendi ülkelerinin sermayesinin elindeki imtiyazların çok küçük bir kısmını ele geçirmiş olan, proletaryanın üst katmanındaki az sayıda işçi ile küçük burjuvazi arasındaki ittifaktır.

2. İki eğilim aynı ideolojik ve politik içeriğe sahiptir.

3. Sosyalistlerin İkinci Enternasyonal (1889-1914) döneminde yaygın olarak görülen, oportünist ve devrimci kanat diye ikiye bölünmesine bugün şovenistlerle enternasyonalistler arasındaki bölünme denk düşmüştür.

Son ifadenin doğruluğunu anlamak için genelde bilim gibi sosyal bilimlerin de tekil vakalar değil kütlesel olgularla ilgilendiği gerçeğini hatırlamak gerekiyor. Örneğin Almanya, Britanya, Rusya, İtalya, Hollanda, İsveç, Bulgaristan, Fransa ve Belçika’dan oluşan on Avrupa ülkesini ele alalım. İlk sekiz ülkede sosyalistlerin enternasyonalizm üzerinden yaşadıkları ayrışmaya oportünizm ölçüsünde yaşanan eski ayrım denk düşüyor: Almanya’da oportünizmin kalesi olan Sozialistische Monatshefte [“Aylık Sosyalist Dergi”] dergisi, zamanla şovenizmin kalesi hâline geldi. Enternasyonalizme ait fikirler aşırı sola destek sundu. Britanya’da Britanya Sosyalist Partisi’nin üçte yedisi enternasyonalist (son sayımın da ortaya koyduğu biçimiyle enternasyonalist karar 66 oy aldı, ona karşı çıkanların sayısı 84’tü), buna karşılık (İşçi Partisi, Fabiusçular ve Bağımsız İşçi Partisi’nden oluşan) oportünist blok içerisinde enternasyonalistlerin oranı yedide birden azdı.[14]

Rusya’da oportünistlerin ana dayanağı, tasfiyeci Naşa Zarya [“Şafağımız”], şovenizmin de ana dayanağı hâline geldi. Plehanof ve Aleksinski çok fazla gürültü yapıyor, ama biz, son beş yıllık deneyimden (1910-1914) biliyoruz ki bu insanlar, Rusya’da kitleler arasında sisteme dayalı bir propaganda faaliyeti yürütmekten bile acizler. Rusya’da enternasyonalistlerin çekirdeği ise Pravdacılık”tan[15] ve Ocak 1912’de partiyi yeniden kuran ileri işçileri temsilen mecliste bulunan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi grubundan oluşuyor.

İtalya’da saf anlamda oportünist olan Bissolati ve şürekâsı, yüzünü şovenistlere çevirdi. Enternasyonalizmi işçi partisi temsil ediyor. İşçi kitleleri bu partiden yana saf tutuyorlar, oportünistler, parlamentaristler ve küçük burjuvazi ise şovenizmden yana. Son birkaç aydır İtalya’da yapılan tercihler öyle tesadüfî değil, bunlar, sıradan proleterlerle küçük burjuva gruplar arasındaki sınıfsal duruş farklılığına uygun olarak yapıldılar.

Hollanda’da Troelstra’nın oportünist partisi, genel anlamda şovenizmle uzlaştı (Bu noktada Hollanda’da büyük burjuvazi gibi küçük burjuvazinin de kendi ülkesini Almanya’nın tüm ülkelerden daha kolay yutabileceği ihtimali karşısında Almanlardan özel olarak nefret ediyor oluşu, kimseyi yanıltmamalı). Başında Gorter ve Pannekoek’in bulunduğu Marksist parti, tutarlı, samimi, tutkulu ve inançlı enternasyonalistler üretti.

İsveç’te oportünist lider Branting, Alman sosyalistleri ihanetle suçlayanlara öfke kusuyor, öte yandan solcuların lideri Höglund ise kendi destekçilerinin bir kısmının tam da bu şekilde düşündüğünü açıklıyor (bkz.: Sotsial-Demokrat, Sayı. 36).

Bulgaristan’da oportünizme karşı olan “Tesnyaki” [Bulgaristan Sosyal Demokrat İşçi Partisi] kendi yayın organında (Novo Vreme [“Yeni Zaman”] gazetesi[16]), Alman sosyal demokratları “aptalca bir iş” yapmakla suçluyor.

İsviçre’de oportünist Greulich’in destekçilerinde ana eğilim, Alman sosyal demokratları meşrulaştırma yönünde (bu noktada yayın organları Zurich Volksrecht’e [“Zürih Halkın Hukuku”] bakılabilir). Çok daha radikal olan R. Grimm’i destekleyenlerse Bern’de çıkan Berner Tagwacht’ı [“Bern Gündüz Vardiyası”] Alman solcuların yayın organı hâline getirdi.

Yukarıda saydığımız on ülke içerisinde sadece ikisinde, Fransa ve Belçika’da istisnai bir süreç yaşanıyor. Bu iki ülkede enternasyonalistlere rastlasak bile bunların (kısmen anlaşılır kimi sebeplere bağlı olarak) alabildiğine zayıf ve moralsiz olduklarını görüyoruz. Bu arada Vaillant’ın l’Humanité’de [“Beşeriyet”] enternasyonalizm yanlısı okur mektupları aldığını kabul ettiğini ama bu mektupların tekinin bile gazetede yayımlanmadığını unutmayalım!

Tüm eğilimleri ve yönelimleri bir bütün olarak ele alıp şu gerçeği kabul etmek zorundayız: Avrupa sosyalizminin oportünist kanadı sosyalizme ihanet etmiş, şovenizmin kucağına koşmuştur. Peki bu resmi partilerde şovenizm neden bu kadar hâkim ve güçlü?

Tarihle ilgili meselelere, özellikle bugünün meseleleriyle doğrudan bir alakası bulunmayan Antik Roma ya da benzeri meselelere atıfta bulunma konusunda gayet maharetli olan Kautsky, konunun bir parçası olduğu için meseleyi anlamazlıktan geliyor. Oysa her şey gün gibi ortadadır. Oportünistlerin ve şovenistlerin sahip olduğu o muazzam güç, burjuvaziyle, hükümetlerle ve genelkurmaylarla kurdukları ittifaktan kaynaklanmaktadır. Bu, Rusya’da çoğunlukla gözardı edilen bir husustur. Bu ülkede cahillerin alıştırma kitaplarından cımbızlanan ağdalı cümleler dâhilinde oportünistlerin, sosyalist partilerin belirli bir kesimini teşkil ettikleri, bu partiler içerisinde iki uç kanadın her daim varlık imkânı bulduğu ve uçlardan hep uzak durulması gerektiği söylenmektedir.

Gerçekte ise oportünistlerin işçi partilerindeki resmi üyelikleri, onların burjuvaziye bağlı bir siyasi müfreze, onun nüfuzunu her yana yayan ve işçi hareketi içinde çalışan ajanlar oldukları iddiasını çürütmek için asla kullanılamaz. Efes’teki Artemis Tapınağı’nı yakan Herostratus gibi ünlü olmuş bir isim olan oportünist Südekum, bu toplumsal ve sınıfsal gerçeği ikna edici bir biçimde ortaya koyduğunda iyi niyetli birçok insan şaşırıp kalmıştı. Fransız sosyalistler ve Plehanof, tariz oklarını hemen Südekum’a fırlattı, ona hakaretler yağdırdı, oysa Vandervelde, Semhat ve Plehanof aynaya baksa karşılarında ufak tefek farklılıklar dışında, Südekum’un suretini görecek.

Bugünlerde Kautsky’yi öven ve bizzat Kautsky tarafından övülen Alman partisinin yürütme kurulu alelacele bir açıklama yapıp Südekum’un çizgisini kabul etmediklerini, ihtiyatlı, itidalli ve nazik bir dille beyan etti.

Bunun saçma bir açıklama olduğuna hiç şüphe yok, çünkü şu çok önemli momentte Südekum, tek başına Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin belirlediği siyasette Haase ve Kautsky gibi yüzlerce isimden daha güçlü olduğunu kanıtladı (aynı durum Naşa Zarya için de geçerli. Bu dergi de gazeteden kopmaya korkan Brüksel’deki tüm eğilimlerden daha güçlü.).

Peki bu neden böyle? Çünkü Südekum’un arkasında burjuvazi, hükümet ve Büyük Güçler’in genelkurmayı var. Bunlar, Südekum’un politikasını bin ayrı yoldan destekliyorlar, buna karşılık muhaliflerinin politikası hapishane ve idam mangaları gibi her türden araçla boğuluyor. Südekum’un sesi (ve tabii ki Vandervelde, Sembat ve Plehanof gibilerin sesi) milyonlarca baskı yapan burjuva gazeteleriyle kamuoyuna ulaşırken onlara karşı olanların sesi askerî sansür sebebiyle yasal basın organlarında asla işitilmiyor!

Genel kabule göre oportünizm bireylere mahsus bir rastlantı, günah, dil sürçmesi veya ihanet değil, tüm bir tarihsel dönemin toplumsal ürünüdür. Bu, üzerinde her daim yeterince kafa yorulmayan, oldukça önemli bir hakikattir.

Oportünizme kan taşıyan, esasen legalizmdir. 1889-1914 arası dönemde işçi partileri burjuva yasallıktan istifade etmişlerdir. Kriz patlak verdiğinde bu partiler, yasadışı çalışma yöntemlerini benimsemek zorunda kaldılar (lâkin bu çalışma, bir dizi stratejinin eşlik ettiği, yoğun bir gayretin ve kararlılığın üstesinden gelebileceği bir işti.).

Südekum, tek başına yasadışı yöntemlerin benimsenmesine mani olmayı bildi, zira o, tarihsel-felsefi bir ifadeyle, “eski dünya”nın tamamını arkasına aldı, çünkü Südekum, pratik politika bağlamında, sınıf düşmanının tüm askerî planlarını burjuvaziye sattı, bundan sonra da satacaktır.

Şurası gerçek ki tüm Alman Sosyal Demokrat Partisi (aynı şekilde Fransa ve diğer ülkelerdeki partiler) sadece Südekum’u memnun etmekle kalmıyor, aynı zamanda onun hoş göreceği şeyler yapıyorlar. Yasal düzlemde ellerinden başka bir şey gelmiyor. Bu tür partilerde dürüst ve gerçekten sosyalist bir şeyler yapabilmek için merkeze muhalefet etmek, yürütme kurulu ve merkezî organların kenarından dolaşmak, Alman solcularının 31 Mayıs 1915’te Berner Tagwacht’ta yayımlanan bildirileri örneğinde görüldüğü üzere[17], yeni bir partinin isimsiz ve acemi merkezi adına örgüt disiplinini ihlal etmek gerekiyor. Aslında Legien, Südekum, Kautsky, Haase, Scheidemann ve şürekâsının eskimiş, yozlaşmış milliyetçi liberal partisinden farklı olarak, yeni bir parti, gerçek bir işçi partisi, devrimci bir sosyal demokrat parti boy atıyor, güç kazanıyor, örgütleniyor.[18]

Bu sebeple, muhafazakâr Prusya Yıllığı’nda[19] oportünist “Gözlemci”nin, “bugünkü sosyal demokrasi sağa kayarsa oportünistler (yani burjuvazi) için hiç hayırlı olmaz, çünkü o zaman işçiler partiyi terk eder” diyerek verdiği sufle, çok derin bir tarihsel gerçeği dile getiriyordu aslında. Oportünistlerin ve burjuvazinin partiyi bugünkü hâliyle muhafaza etmeye ihtiyacı var. Bu parti sağla solu birleştirme, dünyadaki her şeyi yumuşak ve “tepeden tırnağa Marksist” ifadelerle uzlaştırma becerisine sahip Kautsky gibi bir isim üzerinden resmi planda temsil edilmek zorunda.

Bu parti lafa gelince halka, kitlelere ve işçilere sosyalizmden ve devrimci ruhtan bahsedecek, ama aslında ne vakit ağır bir kriz yaşansa koşup burjuvazinin eteğine yapışacak ve Südekumculuk yapacak. Üstelik bunu her krizde de değil, savaş dönemi dışında aldığı her türden ciddi politik darbede, tıpkı “özgür ve parlamenter” Britanya ve Fransa gibi “feodal” Almanya da hemen şu veya bu isim altında sıkıyönetim politikalarını yürürlüğe koyacak. Dinç bir aklı ve muhakemesi olan hiç kimsenin bundan kuşkusu olamaz.

Öyleyse artık yukarıda sorduğumuz, “sosyal şovenizmle nasıl mücadele edilmeli?” sorusuna verilecek mantıklı cevabın şekillendiğini söyleyebiliriz: Sosyal şovenizm, belli ölçüde olgunlaşmış, kapitalizmin nispeten “barışçıl” olan uzun dönemi boyunca palazlanmış ve arsızlaşmış, politik ideoloji dâhilinde belirleyici bir konum elde etmiş, burjuvazi ve hükümetlerle yakından bağlantılı, bugünkü sosyal demokrat işçi partileri içinde ortaya çıkan ve asla hoş görülemeyecek olan oportünizmin ta kendisidir.

Narin, ince tabanlı ayakkabılar, taşradaki küçük bir kasabanın düzgün yollarında yürümek için yeterli olabilir, ama tepelerde dolaşmak için altı sağlam, çivili botlara ihtiyaç vardır. Avrupa’da sosyalizm, ülkelerin sınırlarına ve dar sahasına tabi, nispeten barışçıl geçen bir aşamada ortaya çıkmıştır. 1914-1915’teki savaşın patlak vermesiyle sosyalizm, devrimci eylem aşamasına girmiştir. Artık oportünizmden kopmanın ve onu işçi partilerinden kovmanın vakti gelmiştir.

Uluslararası düzlemde sosyalizmin geliştiği bu yeni dönemde yeni görevlerle yüzleşilmiştir, lâkin elbette bu görevler belirlendi diye, farklı ülkelerde işçilere ait devrimci sosyal demokrat partilerin küçük burjuva oportünist partilerden ayrışma sürecinin ne kadar hızlı ilerleyeceğini ve bu sürecin ne tür biçimler alacağını hemen idrak etmek mümkün olmayacaktır. Ama şu görülmelidir: bu tür bir ayrışma kaçınılmazdır, işçi partilerinin tüm siyaseti, bu bakış açısı üzerinden biçimlenmelidir.

1914-1915 savaşı, oportünizme yönelik tavrın eskisi gibi kalamayacağı, önemli bir tarihsel dönemeçtir. Yaşananlar tabii ki silinip atılamaz. İşçilerin aklından, burjuvazinin ortaya koyduğu deneyimden veya en genel anlamda içinde bulunduğumuz dönemin sunduğu politik derslerden, kriz koşullarında oportünistlerin, işçi partileri içinde yer alıp burjuvazinin safına geçen unsurlar oldukları gerçeğini söküp atmak, elbette ki mümkün değildir.

Avrupa ölçeğinde ele alındığında oportünizm, savaş öncesinde ergenlik aşamasındaydı. Savaşın patlak vermesiyle oportünizm yetişkin biri hâline geldi, dolayısıyla o “masumiyet”ini ve gençliğini yitirdi. Parlamenterlerden, gazetecilerden, sendika yetkililerinden, imtiyazlı büro çalışanlarından ve proletaryanın belirli bir katmanından oluşan koca bir toplumsal kesim ortaya çıktı ve bu kesime kıymet verip onu benimseyeceğini her hareketiyle ortaya koymuş olan, kendi ülkesinin burjuvazisiyle kaynaştı.

Tarihsel süreç geriye döndürülemez, asla gemlenemez. Korkmadan ilerlemeli, oportünizmin boyunduruğu altında olan, hazırlık dönemine ait işçi örgütlerinden, kendisini legaliteye hapsetmemeyi bilen, oportünist ihanetlere karşı kendisini koruyan devrimci örgütlere geçilmeli, iktidar mücadelesi veren, burjuvaziyi alt etmek için uğraşan proletarya örgütleri inşa edilmelidir.

Tüm bu gelişmeler, hem kendi zihinlerini hem de işçilerin zihinlerini “Guesde, Plehanof, Kautsky gibi İkinci Enternasyonal’in önemli otoritelerini ne yapacağız?” türünden sorularla bulandıranların görüşlerinin ne kadar yanlış olduklarını ortaya koyuyor. Eğer bu kişiler, yeni görevleri anlayamıyorsa, ya kenara çekilecekler ya da bugün oldukları yerde kalıp oportünistlerin esiri olmaya devam edecekler. Eğer bu kişiler söz konusu esaretten kurtulurlarsa, devrimci kampa geri dönme noktasında muhtemelen herhangi bir politik engelle karşılaşmayacaklardır. Her durumda şu gerçek görülmelidir: Bireylerin rolü meselesini öne çıkartıp işçi hareketi içerisinde ortaya çıkan yeni dönemle ilgili meseleyi ve eğilimler arasındaki mücadeleye dair meseleyi geri plana atmak, tümüyle saçmalıktır.

VIII

İşçi sınıfının yasal kitle örgütleri, İkinci Enternasyonal’in borusunu öttürdüğü dönemde sosyalist partilerin belki de en önemli yönüdür. En güçlüleri, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi içerisindedir. 1914-15 savaşı, Almanya’da derin bir krizin ortaya çıkmasına neden olmuş, meseleyi derhal ele alınması gereken düzeye taşımıştır.

Görünen o ki devrimci faaliyetlerin başlamasıyla polis, bu yasal örgütleri dağıtmış, eski parti, bilhassa Legien’den Kautsky’ye bir dizi ismin eliyle, proletaryanın devrimci amaçlarını bu yasal örgütleri korumak adına feda etmiştir. Bu olguyu kim inkâr ederse etsin, önemi yok, bu söylenen gerçektir. Proletaryanın devrim yapma hakkı, mevcuttaki polis kanununun izin verdiği, bulamaç çorbaya dönmüş örgütler karşılığında satılmıştır.

Örneğin Alman sosyal demokrat sendikalarının lideri olan Karl Legien’in kaleme aldığı, Sendika Yetkilileri Partinin İç Yaşamında Neden Aktif Bir Rol Almalı? (Berlin 1915) başlıklı broşürü ele alalım. Bu makaleyi yazar, 27 Ocak 1915’te sendika yetkililerinin toplantısında okudu. Legien, bu seminer esnasında başka türlü askerî sansürden geçemeyecek olan bu gayet ilginç olan belgeyi okudu ve sonra da broşürüne aldı. Niederbarnim Mahallesi’ndeki Hatiplere Notlar (ki bu Niederbarnim, Berlin’in bir kenar mahallesidir) olarak anılan belge, Alman partisinin sol kanadının, partiye yönelik tepki olarak geliştirdiği görüşlerinin bir ifadesidir. Belgede dendiğine göre devrimci sosyal demokratlar, aşağıda belirtilen hususu öngörmediler ki zaten bu, mümkün de değildi:

“Alman Sosyal Demokrat Parti’nin elindeki örgütlü gücün tamamı ve sendikalar, savaş hükümetinden yana saf tuttular, bu güç, bütün olarak kitlelerin devrimci enerjisini ortadan kaldırma amacı doğrultusunda kullanıldı.” (Legien’in broşürü, s. 34)

Bu, kesinlikle doğrudur. Aynı belgede yer alan şu tespit de doğrudur:

“4 Ağustos günü meclisteki sosyal demokrat grubunun kullandığı oylar, parti kitleler içerisinde derin köklere sahip olsa bile, kendisini sınamış bir partinin liderliğinde o partinin farklı tavır sergileyemeyeceğini kanıtlamıştır. Böylesi bir tavır, ancak partinin ve sendikaların direnişi aşılarak, önde gelen parti kurullarının iradesi hilâfına alınabilirdi.” (a.g.e.)

Bu da kesinlikle doğru.

“Meclisteki sosyal demokrat grubu 4 Ağustos günü görevini yerine getirmiş olsaydı, örgütün dışarıdan görülen biçimi yok edilecek ama Sosyalistlerle Mücadele Kanunu’nun yürürlükte olduğu dönem boyunca partiye can vermiş, onun tüm güçlüklerin aşılmasına katkıda bulunmuş olan ruh muhafaza edilecekti.” (a.g.e.)

Legien’in broşüründe, konuşmasını dinlemek üzere bir araya gelmiş olan ve önemli sendika liderleri pozu kesen isimlerin bu sözleri duyduklarında gülüştüklerinden bahsediliyor. Sosyalistlerle Mücadele Kanunu döneminde olduğu gibi bir kriz durumunda yasadışı devrimci örgütler kurmanın mümkün ve gerekli olduğu fikri, bu insanlara saçma geliyor. Burjuvazinin en sadık bekçi köpeği olarak Legien, göğsüne vura vura şunları söylüyor:

“Şurası açık ki bu fikir, kitleler soruna çözüm getirsin diye kurulmuş örgütleri yerle yeksan edecek, anarşist bir fikirdir. Bunun anarşist bir fikir olduğu konusunda zihnimde tek bir şüphe bile yoktur!”

Bu sözlerin ardından, ortalıkta işçi sınıfının sosyal demokrat örgütlerinin lideri diye dolaşan bu burjuvazinin uşakları hep bir ağızdan “duyun bunları, duyun!” diye bağırmışlar (a.g.e., s. 37)

Bu sahne bize çok şey öğretiyor. Bu insanlar, burjuva yasallığı ile öyle alçalmışlar, paçavraya dönmüşler ki devrimci mücadeleyi yönlendirecek başka türden örgütlere, yasadışı örgütlere dönük ihtiyacı havsalaları almıyor bile. Öyle alçalmışlar ki polisin icazetiyle varolan yasal sendikaları Kaf dağının ardındaki Anka Kuşu zannediyorlar, bu sendikaları kriz döneminde önderlik eden yapılar olarak elde tutmayı makul bir adım sanıyorlar.

Burada tanık olduğumuz şey, oportünizmin canlı diyalektiğidir: yasal sendikalardaki büyüme ve şu aptal fakat işlerine sadakatle sarılan cahillerin sırf kendilerini muhasebecilikle sınırlama huyları, kriz döneminde işlerine sadakatle sarılan bu cahillerin, yığınların devrimci enerjisini yok eden, kendilerini düşmana satan birer hain olduklarını ispatladıkları bir ortam yarattı. Bu, bir rastlantının sonucu olarak yaşanmadı.

Demek ki bugün devrimci örgütün inşa süreci başlatılmalıdır, yeni tarihsel durumun, proleter devrimci eylem döneminin talebi bu yöndedir, ama bu süreç, eski partinin başındaki eski liderler, devrimci enerjiyi boğanlar eliyle değil, eski yapının yıkılması ile başlatılabilir.

Karşı-devrimci cahiller, tabii ki “anarşizm” diye yaygarayı kopartacaklardır, tıpkı Karl Liebknecht’i eleştirip mahkûm ederken oportünist Eduard David’in bağırdığı gibi. Anlaşılan o ki Almanya’da sadece oportünistlerin “anarşist” diye küfrettikleri liderler, dürüst birer sosyalist olarak varlıklarını sürdürebiliyor.

Bugünkü orduya bakalım. Bu ordu, örgüt konusunda gayet iyi bir örnek teşkil ediyor. Bu örgüt iyi oluşunu, sadece esnek oluşuna ve milyonlarca insanı tek bir iradenin etrafında toplayabilmesine borçludur. Bugün bu milyonlar, ülkenin çeşitli kısımlarında bulunan evlerinde yaşıyorlar. Yarın seferberlik emri gelecek ve bu insanlar görevlerinin başına geçecekler. Bugün siperlerdeler, aylarca orada kalabilirler, yarın başka bir emirle düşmanın üzerine yürüyecekler. Bugün mermi ve şarapnellerden saklanırken mucizeler yaratıyorlar, yarın göğüs göğse savaşırken mucizeler yaratacaklar. Bugün ileri kolları mayın tarlalarının içinden geçiyor, yarın hava desteği eşliğinde kilometrelerce yürüyecekler. Tek bir amaç peşinde koşarken, tek bir iradeyle ayağa kalktıklarında milyonlar, iletişim ve davranış biçimlerini ayarlarlar, eylemlerinin yerini ve tarzını değiştirirler, araçlarını ve silâhlarını değişen koşullara ve mücadelenin gereksinimlerine uyarlarlar. Tüm bunları ordu, gerçek bir örgüt olabildiği için yapar.

İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi için de aynı tespiti yapmak mümkündür. Bugün devrimci durum yoktur, kitlelerin faaliyetlerini artıracağı, onlarda huzursuzluğa yol açan koşullar mevcut değildir. Bugün elinize oy pusulası verilir, siz onu alır, hapse girmekten korktukları için meclis koltuklarına sımsıkı sarılan insanlara yan gelip yatacakları yasama faaliyeti ile ilgili işleri yürütmeyi değil de düşmanınıza karşı bir silâh olarak kullanmak için örgütlenmeyi öğrenirsiniz. Yarın elinizdeki oy pusulasını alırlar, elinize bir tüfek veya o son model, harika otomatik silâhı verirler, siz bu ölüme ve yıkıma yol açacak silâhı alın ve savaştan korkan gözü yaşlı, eli titrek kişilere kulak asmayın. Dünyada işçi sınıfının kurtuluşu için ateş ve kılıçla yok edilmesi gereken daha çok şey var. Eğer kitlelerdeki öfke ve ümitsizlik artarsa, devrimci bir durum ortaya çıkarsa, yeni örgütler kurup bu ölümün ve yıkımın faydalı silâhlarını kendi hükümetinize ve kendi burjuvazinize karşı kullanmak için hazırlık yapın.

Hiç şüphe yok ki bu, kolay bir iş değil. Yoğun hazırlık çalışmalarını ve büyük fedakârlıkları talep eden bir iş bu. Bu süreçte aynı zamanda yeni bir örgütlenme ve mücadele biçimi öğrenilmek zorunda kalınacak ve bu konuyla ilgili bilgi, hatalar ve başarısızlıklar üzerinden elde edilecek. Sınıf mücadelesinin bu biçiminin seçimlere katılma meselesiyle ilişkisi neyse, bir kaleye yönelik saldırının manevra yapma, yürüyüş veya siperlerde saklanma ile ilişkisi de odur. Tarih, mücadelenin bu biçimini her zaman gündemine almaz. Bu türden bir mücadele yönteminin kullanılabileceği, kullanılması gereken günler, onlarca yıllık tarihsel dönemlere bedeldirler.

Bu noktada Karl Kautsky ile Karl Legien’i kıyaslayalım. Kautsky şunları söylüyor:

“Parti küçük olduğu sürece, her savaş karşıtı protestonun, cesaret gösterisi anlamında, propaganda açısından belirli bir değeri vardır. […] Rus ve Sırp yoldaşların yaptıklarını herkes takdirle karşıladı. Parti güçlendikçe, aldığı kararları yönlendiren propaganda ile ilgili düşünceler de pratik sonuçlara ilişkin hesaplamayla iç içe geçer, dolayısıyla harekete geçiren her iki gerekçeye de eşit mesafede olmak, ama aynı zamanda bu iki gerekçeyi ihmal etmek, daha da güçleşir. Dolayısıyla biz daha güçlü oldukça, her bir yeni ve karmaşık durum dâhilinde aramızdaki farklılıkların ortaya çıkması, daha da kolaylaşacaktır. (Enternasyonalizm ve Savaş, s. 30).

Kautsky’nin dile getirdiği bu argümanlar, Legien’in argümanlarından sadece riyakâr ve korkak olmaları ile ayrışıyor. Özünde Kautsky, Legien’in devrimci faaliyetleri hor gören ve inkâr eden yaklaşımını destekleyip meşrulaştırıyor, ama bunu Kautsky, gayet sinsi bir şekilde, kendisine hiç toz kondurmadan yapıyor. İmalarla vaziyeti idare eden Kautsky, hem Legien’i hem de Rusların davranışını övmekle yetiniyor.

Biz Ruslar, devrimcilere yönelik bu türden yaklaşımları liberallerden görmeye alışkınız. Liberaller, her zaman devrimcilerin “cesaret”ini kabule hazırdırlar ama bir yandan da kendilerindeki aşırı oportünist taktiklerden de vazgeçmezler. Kendisine saygısı olan hiçbir devrimci, Kautsky’nin “takdir dolu ifadeler”ini kabul etmeyecek, meselenin bu şekilde takdim edilmesini şiddetle redde tabi tutacaktır.

Devrimci durum diye bir şey olmasaydı, devrimci eylemi propaganda etmek devrimcilerin boyunlarının borcu olmasaydı, Rus ve Sırp devrimcilerinin yaklaşımları ve taktikleri yanlış olarak değerlendirilecekti. Şövalye ruhlu birer kişilik olarak Legien ve Kautsky, en azından kanaatlerini dile getirme cesaretini gösteriyor, bırakalım dillerinin altındaki baklayı çıkartsınlar.

Madem Rus ve Sırp sosyalistlerinin taktikleri “takdireşayan”, o vakit Almanya ve Fransa gibi ülkelerdeki güçlü partilerin taktiklerini meşru görmek, hem yanlış hem de suçtur. “Pratik sonuçlar” gibi kasten muğlâk bırakılmış bir ifadeyle Kautsky, örgütlerinin dağılması, para kaynaklarının kesilmesi ve liderlerinin devlet eliyle tutuklanması ihtimali karşısında o büyük ve güçlü partilerin korkuya kapıldığına ilişkin yalın gerçeği gizliyor. Yani aslında Kautsky, burada devrimci taktiklerin ürünü olan o nahoş “pratik sonuçlar” dediği bahanenin arkasına saklanmak suretiyle sosyalizme ihanetine kılıf örüyor. Bu, Marksizmin kötüye kullanımı değil de nedir?

Ağustos’taki savaş kredileri oylamasında lehte oy veren bir sosyal demokrat vekilin Berlin’de işçilerin düzenlediği bir toplantıda, “aksi yönde oy kullansaydık tutuklanırdık” dediği ileri sürülüyor. Bu söz üzerine bir işçi ayağa kalkıp bağırıyor: “E bunun neresi kötü?”

Alman ve Fransız işçi kitlelerine devrimci duyguları aşılayacak, devrimci eyleme hazırlanma ihtiyacını belirgin kılacak başka bir işaret bulunmasaydı, bir vekilin cesaretle yaptığı konuşma sebebiyle tutuklanacak olması, muhtelif ülkelerin proleterlerinin devrimci çalışma dâhilinde birleşmeleri yönünde yapılacak çağrıya illaki faydası olacaktı. Bugün bu türden birliği sağlamak kolay bir iş değil. Dolayısıyla, tüm politik sahneyi en geniş kapsamı dâhilinde görebilecek ölçüde yüksek bir makamda bulunan bu vekillerin görevi, inisiyatif almaktı.

Sadece savaş zamanında değil, bırakalım herhangi bir devrimci kitle eylemini, her önemli politik durumda, en özgür burjuva ülkelerinde bile hükümetler, yasal örgütleri dağıtma, para kaynaklarına el koyma, liderlerini tutuklama ve benzer türde “pratik sonuçlar”la tehditler savuracaklardır. Peki biz böylesi bir durumda ne yapacağız? Kalkıp Kautsky gibi oportünistleri mi aklayacağız? İyi de bu tür bir yaklaşım, sosyal demokrat partilerin milliyetçi liberal işçi partilerine dönüşümünü takdis etmek anlamına gelecektir.

Buradan bir sosyalist, ancak tek bir sonuca ulaşabilir: “Avrupa” partilerinin emperyalizm öncesi aşamada, kapitalizmin geliştiği dönemde benimsediği “legalizmden gayrısı yok” yaklaşımı, hükmünü yitirmiştir, dolayısıyla bu yaklaşım, artık burjuva işçi siyasetinin temeli hâline gelmiştir. İllegalite zemini oluşturularak, illegal örgüt kurularak illegalde sosyal demokrat çalışma yürüterek parti büyütülmeli, ama eldeki tek bir legal konum düşmana teslim edilmemelidir. Mevcut deneyim bunun nasıl yapıldığını gösterecektir, yeter ki bizde bu yolu yürüme niyeti ve gerekli olanı gerçekleştirme iradesi olsun.

1912-1914 döneminde Rusya’nın devrimci sosyal demokratları, bu sorunun çözüme kavuşturulabileceğini pratikleriyle ispatladılar. Meclisteki işçi vekillerinden olan ve diğer vekillere nazaran mahkemede daha iyi tavır ortaya koyup Sibirya’ya sürgüne gönderilen Muranof, (Henderson, Sembat ve Vandervelde’den bekleme salonuna bile kabul edilmeseler bile kolay güdülen iki isim olan Südekum ve Scheidemann’a kadar birçok “güdülebilir” isim karşısında) vekilliğin illegal ve devrimci bir tarzda da yapılabileceğini gösterdi.

Bırakalım Kosovski ve Potresof gibiler, uşakların bu “Avrupaî” vekillik pratiklerine hayran olmaya, onu kabullenmeye devam etsinler, biz işçilere, Legien, Kautsky, Scheidemann türü isimlerin sosyal demokratlığının, bu türden bir legalizmin hakaretten gayrısını hak etmediğini bıkıp usanmadan anlatacağız.

IX

Özetlersek:

İkinci Enternasyonal’in çöküşü en çarpıcı ifadesini, Avrupa’daki resmi sosyal demokrat partilerin büyük çoğunluğunun kendi görüşlerine ve Stuttgart ile Basel kararlarına aşağılık bir biçimde ihanet etmiş olmalarında buldu. Ne var ki çöküş, aslında oportünizmin on dokuzuncu yüzyılın sonundan yirminci yüzyılın başlarına dek uzanan, İkinci Enternasyonal’in faal olduğu tüm tarihsel dönemin bir sonucu olarak elde ettiği nihai zafere ve sosyal demokrat partilerin milliyetçi liberal işçi partilerine dönüşmesine işaret ediyordu.

Batı Avrupa’daki burjuva ve ulusal devrimlerin tamamlanıp sosyalist devrimlerin başladığı söz konusu dönemde nesnel koşullar, oportünizmi doğurdu ve besledi. Bu dönem boyunca kimi Avrupa ülkelerinde işçi partilerinin ve sosyalist hareketin bölündüğüne tanık olduk. Bu bölünme Britanya, İtalya, Hollanda, Bulgaristan ve Rusya’da oportünizm hattı boyunca gerçekleşirken Almanya, Fransa, Belçika, İsveç ve İsviçre gibi ülkelerde mücadelenin aynı oportünist hat boyunca uzun süre inatla devam ettiğini gördük.

Büyük savaşın yol açtığı kriz her türden maskeyi yırtıp attı, eskiye ait kanaatleri hükümsüz kıldı, çoktandır baş vermiş olan bir çıbanının patlamasına neden oldu ve oportünizmin burjuvazinin müttefiki olarak oynadığı rolün açığa çıkmasını sağladı.

Demek ki oportünizm denilen unsurun işçi partilerinden sökülüp atılması, acilen yerine getirilmesi gereken bir yükümlülük hâlini almıştır. Emperyalizm dönemi, kendi ülkesinin “Büyük Güç” statüsüne sahip olmakla elinde bulundurduğu imtiyazların savurduğu kırıntılarla yetinen yarı küçük burjuvalaşmış işçi aristokrasisi ve devrimci proletaryanın öncüsünün aynı partide varolmasına izin vermiyor.

Oportünizmin, “uçlara savrulmak nedir bilmeyen meşru bir renk” olduğunu söyleyen eski teori, bugün işçileri aldatan ve işçi hareketi önüne engel çıkartan bir yaklaşım hâline gelmiştir. Yüzünü gösterdiği vakit emekçi kitlelerin hemen defetme gereği duyduğu oportünizm, devrimci eylemin vaktinin gelmediğini bir dizi safsata ile ispatlamak adına Marksist beylik lafları kullanan ve oportünizmi içeride tutmak isteyen altın oran teorisi kadar korkutucu ve yaralayıcı değildir.

Bu teorinin en fazla öne çıkan sözcülerinden, aynı zamanda İkinci Enternasyonal içerisinde önde gelen otoritelerden biri olan Kautsky, su katılmamış bir riyakâr ve Marksizmi kendi çıkarı için kullanma sanatının en eski ustalarından biri olduğunu kanıtlamıştır. Milyonluk üyesiyle güçlü bir parti olan Alman partisinin içerisindeki tüm samimi, sınıf bilinçli ve devrimci unsurlar, Südekum ve Scheidemann gibilerin coşkuyla savundukları bu türden bir “otorite”ye öfkeyle sırtlarını dönmüşlerdir.

Eski liderlerinin yüzde doksanı burjuvazinin safına geçmiş olan proleter kitleler kendilerini, savaş kaynaklı sansürün ve sıkıyönetimin baskısı altında, şovenizmin ağır saldırısı karşısında dağınık ve biçare bir hâlde buldular. Ama kapsamı giderek genişleyen ve gelişen devrimci durumu meydana getirmiş olan nesnel bir olgu olarak savaş, devrimci duyguların harekete geçmesini sağlıyor. Savaş, en iyi ve sınıf bilinci en yüksek proleterleri çelikleştiriyor, bilinçlendiriyor.

Kitlelerin ruh hâlinde aniden yaşanan değişiklik, savaş sayesinde mümkün hâle gelmekle kalmıyor, aynı zamanda Gaponcularla[20] bağlantılı olarak 1905 başlarında Rusya’da gördüğümüz türden bir değişikliğe yol açıyor ve bu sayede, geri bıraktırılmış olan o proleter kitlelerin içerisinden, sonrasında bağrından proletaryanın devrimci öncüsünü çıkartacak olan milyonlarca emekçiden olan ordu, birkaç aylık hatta kimi vakit birkaç haftalık bir süre zarfında oluşuyor.

Bu savaşın hemen ardından veya savaş esnasında güçlü bir devrimci hareketin gelişip gelişmeyeceğini kimse bilemez, fakat yaşanan tüm olaylar gösteriyor ki, ancak bu yönde yürütülen bir çalışma “sosyalist” sıfatını hak edebilir. “İç savaş” sloganı, bu çalışmayı özetleyen ve ona yön veren slogandır, bu çalışma sayesinde kendi devletine ve burjuvazisine karşı devrimci mücadele veren proletaryaya yardım etmeye istekli olanlar birleşir ve birlik bu sayede pekişir.

Rusya’da devrimci sosyal demokrat parti içerisinde yer alan proleter unsurların küçük burjuva unsurlardan tümüyle kopartılması için gerekli zemini, işçi sınıfı hareketinin toplam tarihi hazırlamıştır. Bu tarihe saygı göstermeyip “hizipçilik” karşıtı nutuklar çekenler, esasen farklı oportünizm türlerine karşı yıllardır mücadele etmiş olan Rusya’da proleter partinin oluşacağı gerçek süreci anlama yetisinden kendilerini alıkoymakta, bu hareketin hiçbir katkı sunmamasına neden olmaktadırlar.

“Büyük” Güçler içerisinde sadece Rusya, yakın dönemde bir devrim tecrübe etmiştir. Proletaryanın her şeye rağmen önemli bir rol oynadığı bu devrimin burjuva içeriği, ister istemez, işçi sınıfı hareketi içerisindeki burjuva ve proleter eğilimlerin ayrışmasını sağladı. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 1883-1894 yılları arasında salt ideolojik bir eğilim hâlinde faaliyet yürüttüğü dönem haricinde, kitlesel işçi hareketiyle bağı olan bir örgüt olarak varlığını sürdürdüğü yaklaşık yirmi yıllık dönemde (1894-1914) parti, proleter devrimci eğilimlerle küçük burjuva oportünist eğilimler arasındaki mücadeleye tanıklık etmişti.

1894-1902 arası dönemde karşımıza çıkan ekonomizm eğilimi[21], hiç şüphe yok ki küçük burjuva oportünist bir akım idi. Struvecilerin Marksizmi tahrif etmek için kullandıkları argümanlara, oportünizmi meşrulaştırmak için sürekli “kitleler”e atıfta bulunan yaklaşımlara kadar birçok ideolojik özelliği ve önermeyi bünyesinde taşıyan bu eğilim, Kautsky, Cunow ve Plehanof gibi bugün Marksizmi kabalaştırmış isimlerin mensubu oldukları eğilime epey benziyor. Dolayısıyla, bugünkü sosyal demokrat kuşaklara, Kautsky ile arasındaki paralellik açısından eskinin Raboçaya Mysl[22] [“İşçinin Düşüncesi”] ile Raboçeye Dyelo’yu[23] [“İşçi Davası”] anımsatmak çok kıymetli bir iş olacaktır.

Bir sonraki dönemin (1903-08) Menşevizmi ise hem ideolojik hem de örgütsel açıdan Ekonomizmin doğrudan halefidir. Rus devrimi esnasında Menşevizm, nesnel planda proletaryanın liberal burjuvaziye bağımlı kılınması anlamına gelen taktikleri izledi ve küçük burjuva, oportünist eğilimlerin tezahürü olarak varoldu.

Takip eden dönemde (1908-14), Menşevik eğilimin ana kolunun tasfiyeciliği icat etmesiyle birlikte bu eğilimin sınıfsal anlamı öylesine belirgin bir hâl aldı ki Menşevizmin en ileri temsilcileri, Naşa Zarya grubunun siyasetine karşı sürekli tepki geliştirmek zorunda kaldılar. Son beş altı yıldır işçi sınıfının devrimci Marksist partisine karşı kitleler içerisinde sistematik bir çalışma yürütmüş olan bu Menşevikler, 1914-15 savaşında sosyal şovenist olduklarını cümle âleme gösterdiler! Oysa bu ülke, mutlakiyetçiliğin hâlen daha varolduğu, burjuva devriminin neticelenmekten uzak olduğu, halkının yüzde kırk üçünün Rus olmayan milletlerden oluşan çoğunluğu ezdiği bir ülkeydi.

Avrupa’da, küçük burjuvazinin belirli kesimlerinin, bilhassa aydınların ve işçi aristokrasisi içindeki önemsiz bir kısmın “Büyük Güç” denilen ülkelerdeki imtiyazlara benzer imtiyazları “kendi” ülkelerinde bulabildiği bir gelişim sürecinin Rusya’da yaşanması mümkün değildi.

İşçi sınıfının ve işçilerin Rusya’daki sosyal demokrat partisinin tüm tarihi, onları “enternasyonalist” taktiklere, yani gerçek anlamda devrimci, tüm tutarlılığı ile devrimci olan taktiklere hazır hâle getirdi.

Not: Basında Kautsky, Haase ve Bernstein’in birlikte çıkarttıkları bildiri basında yer aldığı vakit bu makalenin dizgisi çoktan yapılmıştı. Kitlelerin sola yüzünü döndüğünü gören bu isimler şimdi sol ile “barış yapma”ya hazırlar, tabii Südekum gibi isimlerle yaptıkları “barış” sürdürmeleri karşılığında. Bu isimler gerçekten de “sokak fahişesi!”

V. I. Lenin
Haziran 1915
Kaynak
PDF

Dipnotlar:
[1] Alman Sosyal Demokrat Parti’nin Chemnitz Kongresi 15-21 Eylül 1912 tarihinde düzenlendi. Kongrede alınan “Emperyalizme Dair” başlıklı kararda, emperyalist devletlerin tüm utanmazlıklarıyla yağma ve ilhak siyaseti güttüklerine dair tespitin ardından partinin “emperyalizmle daha büyük bir enerjiyle mücadele etmesi” çağrısına yer verildi. Birinci Dünya Savaşı esnasında İkinci Enternasyonal liderleri, haince bir tutumu benimseyerek, enternasyonalin düzenlediği sosyalist kongrelerde alınan kararları, özellikle Chemnitz’de benimsenen kararları ihlal etti.

[2] Albert Südekum (1871-1944) Alman Sosyal Demokrat Partili siyasetçi. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği günlerde savaş kredilerine onay verilmesi, onun fikriydi. Lenin, Südekum’u “kendini beğenmiş, ahlakî değerleri olmayan, oportünist ve sosyal şovenist” olarak tanımlıyor: V. I. Lenin, “Russian Brand of Südekum”, 1 Şubat 1915, MIA.

[3] İngiliz barışçılarından, sosyalist pozu kesmeyi seven isimlerden olan Brailsford’un Çelik ve Altın Savaşı (Mart 1914’te Londra’da yayımlanmıştır) oldukça öğretici bir çalışmadır. Yazar, ulusal sorunların çözüldüğü için hâlihazırda geri plana atıldığını (s. 35), bugün böylesi sorunların bulunmadığını, “modern diplomasinin olağan sorunu”nun (s. 36) Bağdat demiryolu ve onun için imzalanacak demiryolu sözleşmeleri ayrıca Fas madenleri olduğunu tespit eder. Yazar doğru bir değerlendirmeyle, Fransız yurtseverleri ve İngiliz emperyalistlerinin, Caillaux’nun (1911 ve 1913’te) Almanya’yla sömürgeler üzerindeki nüfuz alanlarının bölüşülmesi ve Almanya’ya ait tahvillerin Paris Borsası’na kaydedilmesi konusunda anlaşmaya varma teşebbüslerine karşı mücadele ettikleri”, Avrupa diplomasinin yakın tarihine ait öğretici kimi olayları aktarır. Yazarın dediğine göre, anlaşmayı İngiliz ve Fransız burjuvazisi bozmuştur (s. 38-40). Emperyalizmin amacı bu noktada sermayeyi zayıf ülkelere ihraç etmektir (s. 74). Britanya’da sermaye üzerinden elde edilen bu kâr 1899’da doksan ilâ yüz milyon sterlini (Giffen), 1909’da ise yüz kırk milyon sterlini bulmuştur. Bize buna yaptığı son konuşmada bahsini ettiği iki yüz milyon sterlini ekleyelim ki bu, yaklaşık iki milyar ruble ediyor. Çevrilen iğrenç dolaplar ve yüksek rütbeli Türklere verilen rüşvetler, ayrıca Britanya aristokrasisinin genç oğullarına Hindistan ve Mısır’da rahatça ense yapacakları işler verilmesi, bu dönemin ana özellikleri arasındadır (s. 85-87). Silâhlanma sürecinden ve savaşlardan küçük bir azınlık kazanç elde etmekte, bu azınlık “sosyete”nin ve finansçıların desteğini arkasına almakta iken, barış yanlıları dağınık durumdadırlar (s. 93). Bugün barış ve silahsızlanmadan bahseden bir barışçının yarın savaşla ilgili işleri yapacak yüklenicilere tümüyle bağımlı bir parti üyesi hâline geleceğine hiç şüphe yoktur (s. 161). Eğer İtilaf Kuvvetleri içindeki üç ülke muzaffer olursa Fas’ı ele geçirecek, İran’ı da taksim edecektir. Eğer Müttefik Kuvvetler içindeki üç ülke muzaffer olursa Trablus’u ele geçirecek, Bosna’daki konumunu güçlendirecek, Türkiye’yi kendisine tabi kılacaktır (s. 167). Mart 1906’da Londra ve Paris Rusya’ya milyarlarca sterlin göndermiş, Çar’ın özgürlük hareketini ezmesine yardım etmiştir (s. 225-28); bugünse Britanya Rusya’ya İran’ı boğması konusunda el uzatmaktadır (s. 229). Balkan Savaşı’nın fitilini Rusya ateşlemiştir (s. 230).

Bu söylenenlerde yeni bir şey yok. Bunlar herkesin bildiği, tüm dünya genelinde sosyal demokrat gazetelerde binlerce kez tekrarlanmış şeyler. Savaşın arifesinde Britanyalı bir burjuva, tüm bu gerçekleri açık bir biçimde gösterebiliyor. Bu basit ve herkesin bildiği gerçeklerin ölçüsüne vurduğumuzda, Plehanof’un ve Potresof’un Almanya’nın suçluluğu konusunda ortaya attığı teorilerin de Kautsky’nin kapitalizm koşullarında silâhsızlanma ve kalıcı barış “ihtimaller”ine dair teorisinin de büyük bir saçmalık, kendini beğenmiş bir riya örneği, rahatlıkla dilden dökülen türden bir yalan olduğu daha iyi görülmektedir! –Lenin.

[4] Karl von Clausewitz, “Vom Kriege”, Werke, 1. Bd., S. 28. Cf. III. Bd., S. 139–40: “Herkes savaşların yegâne sebebinin hükümetler ve uluslar arasındaki politik ilişkiler olduğunu bilir; fakat yüzeyden bakıldığında sanki savaşın başlamasıyla bu ilişkiler bitmiş de yerine kendi yasalarına uygun olarak, tümüyle yeni bir durum oluşmuş sanılır. Oysa biz tam tersini söylüyoruz: savaş politik ilişkilerin başka araçların müdahalesiyle sürdürülmesinden başka bir şey değildir.” –Lenin.

[5] İlkin Paris’te, ardından Cenevre’de Mart 1915-Ock 1916 arası dönemde Sosyalist Devrimci Partisi tarafından yayımlanan ve 1915’te kapatılmış olan Mysl gazetesinin yerini alan Jizn [“Hayat”] gazetesinde yazılar yazan Bay Gardenin, 1848’de Avrupa uluslarının karşı devrimci olduğunu düşünüyor, dolayısıyla, bilhassa Slavlara ve Ruslara karşı ilân edilmiş olan savaşı devrimci sayması sebebiyle Marx’ı “devrimci şovenist” olarak yaftalıyor, neticede onun şovenist olduğunu söylüyor. Aslında Marx’a yönelik serzeniş, bu “sol” sosyalist devrimcideki oportünizmi (daha uygun bir ifadeyle tutarsızlığı) bir kez daha ortaya koyuyor. Biz Marksistler, karşı devrimci uluslara karşı her daim devrimci savaştan yana durduk, bugün de bu tutumumuz değişmemiştir. Örneğin eğer sosyalizm 1920’de Amerika’da veya Avrupa’da muzaffer olur da Japonya ve Çin kendi Bismarck’larını üzerimize salarsa, önce tabii ki diplomatik düzeyde biz hiç şüphesiz, onlara karşı başlatılan saldırıdan ve devrimci savaştan yana oluruz. Bu, size tuhaf mı geliyor Bay Gardenin? İyi ama sizin ki de Ropşin tipi bir devrimcilik, onu ne yapacağız! – Lenin. [Ropşin, Boris Viktoroviç Savinkof isimli bir sosyalist devrimcinin müstear adı. Bu kişi, Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü olarak Fransız ordusuna yazılıyor. –çn.]

[6] Bkz.: Bernhard Harms, Probleme der Weltwirtschaft, Jena, 1912; George Paish, “Great Britain’s Capital Investments in the Colonies, etc.” Journal of the Royal Statistical Society, Cilt. LXXIV, 1910/11, s. 167. 1915 yılının başlarında yaptığı bir konuşmada Lloyd George, Britanya’nın yurtdışına yaptığı sermaye yatırımının 4 milyar sterlin, yani yaklaşık 80 milyar ruble olduğunu söylüyordu. – Lenin.

[7] E. Schultzu, devlet ve belediye borçlanmaları, ticaret ve imalat anonim şirketlerinin ipotekleri ve hisse senetleri vs. dâhil olmak üzere dünyada toplam menkul değerlerin 1915 yılına gelindiğinde 732 milyar franka ulaştığını söylüyor. Bu toplam içerisinde Britanya’nın sahip olduğu pay 130 milyar, ABD’nin payı 115 milyar, Almanya’nın ki ise 75 milyar frank. Yani tüm dört büyük gücün payı toplamın yarısından fazla: 420 milyar frank. Başka milletleri ezip yağmalayan, böylece onlara nal toplatan, bu büyük güçlerin elde ettikleri avantajları ve imtiyazların boyutunu buradan anlamak mümkün. (Dr. Ernst Schultze, Das französische Kapital in Russland, Finanz-Archiv, Berlin, 1915, 32. Yıl Baskısı, s. 127.) Bir büyük güce göre “vatan savunması” yabancı ülkelerin yağmalanma sürecinde belirli bir paya sahip olma hakkını savunmak anlamına geliyor. Herkesin de bildiği üzere Rusya’da kapitalist emperyalizm, askerî-feodal emperyalizmden daha zayıftır. —Lenin.

[8] Buligin Duması: 6 (19) Ağustos 1905’te yayımlanan, İçişleri Bakanı A. G. Buligin’in başkanlık ettiği komisyon tarafından hazırlanan, meclisin toplanması ve seçimlerle ilgili kanunları çıkartan istişare meclisidir. Bolşevikler bu meclisi boykot etmiş, hükümet ilgili meclisi toplamayı başaramamıştır. Ekim ayındaki genel politik grev ile birlikte meclis ortadan kalkmıştır.

[9] V. I. Lenin, Collected Works, Progress Publishers, 1974, Moskova, Cilt. 21, s. 159.

[10] Le Socialisme: Fransız sosyalist Jules Guesde’nin 1907-Haziran 1914 arası dönemde Paris’te yayına hazırlayıp çıkarttığı dergi.

[11] Kautsky’nin Vaillant, Guesde, Hyndman ve Plehanof’un ismini zikretmesi başka açıdan da önemlidir. Konrad Heanish ve Paul Lensch gibi emperyalizm yanlısı oportünist kişiler, kendi politikalarını meşrulaştırmak için Hyndman ve Plehanof’a atıfta bulunuyorlar ki doğrusu buna hakları da var. Bu isimlerin bir ve aynı siyaseti güttüklerini söylüyorlar ve bence hakikati dillendiriyorlar. Buna karşın Kautsky, yüzlerini emperyalizme dönmüş iki radikal isim olarak Lensch ve Haenish’ten tiksintiyle söz ediyor. Bu tür günahkârlarla aynı fikirde olmadığı ve devrimci kaldığı (devrimci mi!) için Tanrı’ya şükrediyor. Aslında Kautsky, bu isimlerle aynı yerde duruyor. Duygusal ifadelere başvuran riyakâr bir şovenist olarak Kautsky, Eduard David, Wolfgang Heine, Paul Lensch ve Konrad Haenish gibi mankafa şovenistlerden daha iğrenç bir isim. —Lenin.

[12] Yeri gelmişken söyleyelim, hükümetin sınıf düşmanlığı ve sınıf savaşı konusunda yazı yazma yasağına cevap olarak sosyal demokrat gazetelerin tamamını kapatmasına hiç gerek yoktu. Vorwärts[“İleri”] gibi bu konularda kaleme oynatmamak, korkaklık ve alçaklıktı. Neticede Vorwärts bunu yaptığında, politik olarak öldü, dolayısıyla Martof konuyla ilgili tespitinde haklı. Ama yasal gazeteleri, onların partiyle ve sosyal demokrat hareketle bağlantısı bulunmadıklarını, işçilerin belirli bir kesiminin teknik ihtiyacını karşıladığı için politika dışı gazeteler olduklarını söyleyerek muhafaza etmek mümkündü. Yasadışı yollardan çıkartılan yayınlarda savaşla ilgili değerlendirmelere yer verilebilir, yasal yayınlar herhangi bir değerlendirme içermeksizin işçilerin elinden çıkan çalışmaları paylaşabilir, mevcut gerçek karşısında suskun kalabilirdi, bu pekâlâ mümkündü —Lenin.

[13] Emperyalistlerin ve burjuvazinin, Büyük Güçler’in önemine ve ulusal imtiyazlara işçileri bölüp onları sosyalizmden uzaklaştırma aracı olarak ne kadar çok önem verdiğine dair bir dizi örnekten bahsedilebilir: Büyük Roma ve Büyük Britanya isimli kitabında (Oxford, 1912) İngiliz emperyalizmi yanlısı yazar Lucas, bugün Britanya İmparatorluğu toprakları üzerinde yaşayan, beyaz olmayan insanların hukuken bazı engellerle karşı karşıya olduğunu kabul ediyor (s. 96-97) ve konuyla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapıyor: “İmparatorluğumuzda beyaz işçiler ve beyaz olmayan işçiler yan yana çalışırlar. […] Bu işçiler aynı düzeydedirler ama genelde beyaz işçi, beyaz olmayanın denetleyicisi konumundadır.” Savaştan Sonra Sosyal Demokrasi (1915) başlıklı broşüründe, sosyal demokratlara karşı kurulmuş Emperyal İttifak örgütünün eski sekreteri Erwin Belger, sosyal demokratların tavrına övgüler düzüyor ve bu insanların “enternasyonalist, ütopyacı ve devrimci fikirlere sahip olmayan” (s. 44) “saf anlamda bir işçi partisi”, “bir Alman işçi partisi” (s. 45) hâline gelmesi gerektiğini söylüyor. Alman emperyalizmi yanlısı bir isim olan Sartorius von Waltershausen Alman sosyal demokratları, sömürgelerin ele geçirilmesi üzerine kurulu olan “ulusal refah”ı (s. 438) görmezden gelmekle suçluyor ve İngiliz işçilerindeki “gerçekçiliği” ve göç karşıtı mücadelelerini övüyor. Dünya siyasetinin ilkeleriyle ilgili kitabında Alman diplomat Ruedorffer, herkesin bildiği, sermayenin uluslararasılaşmasının her bir ülkedeki kapitalistlerin, hisselerin büyük bir kısmını ele geçirme, nüfuz ve güç ile ilgili, giderek yoğunlaşan mücadelelerini hiçbir şekilde ortadan kaldırmadığına dair gerçeğin üzerinde duruyor. ( s. 161). Yazarın tespitine göre bu yoğunlaşan mücadeleye işçiler de katılıyorlar. (s. 175) Yazım tarihi Ekim 1913 olan kitapta yazar, “sermayenin çıkarları”nın bugün yaşanan savaşların sebebi olduğunu kusursuz bir netlikle ortaya koyuyor. (s. 157) Ayrıca yazar, “milliyetçi eğilim” meselesinin sosyalizmin ana ekseni hâline geldiğinden söz ediyor (s. 176) ve hükümetlerin sosyal demokratların artık giderek milliyetçi bir içerik kazanan (s. 103, 110, 176) enternasyonalist bildirilerinden korkmaması gerektiğini söylüyor. Yazar, “tek başına şiddetle bir yere varılamayacağından, enternasyonalist sosyalizm işçileri milliyetçi etkiden kurtarması durumunda zafere ulaşır, ama eğer milliyetçi duygular güçlenirse o mağlup olur” diyor. (s. 173-74) —Lenin.

[14] Bağımsız İşçi Partisi, genelde Britanya Sosyalist Partisi ile kıyaslanır. Ancak bu kıyaslama yanlıştır. Bu noktada örgütün aldığı biçimlere değil, esaslara bakılmalıdır. Örneğin günlük gazeteleri ele alalım: Daily Herald [“Günlük Haberci”] Britanya Sosyalist Partisi’nin, Daily Citizen [“Günlük Yurttaş”] oportünist bloğun yayın organıdır. İki gazete de propaganda, ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti yürütmektedir. —Lenin.

[15] Pravdacılık, yani Bolşevizm (burada Bolşeviklerin gazetesi Pravda’dan söz ediliyor.)

[16] Novo Vreme (“Yeni Zaman”): 1897’de Plovdiv’de Dimitr Blagoyef tarafından kurulan, sonrasında Sofya’da çıkartılan, Bulgaristan Sosyal Demokrat Partisi’nin (Tesnyaki) devrimci kanadının gazetesi. Şubat 1916’da faaliyetlerine son veren gazete 1919’da tekrar çıkartılmaya başlandı. Yayın yönetmenliğini Dimitr Blagoyef’in üstlendiği gazeteye Georgiyef, Kirkof, Kabakçiyef, Kolarof ve Petrof gibi isimler katkı sundu. 1923’te Bulgaristan’daki gerici hükümet gazeteyi kapattı. 1947’de Novo Vreme, Bulgaristan Komünist Partisi merkez komitesinin aylık teorik yayın organı hâline geldi.

[17] Burada, Karl Liebknecht’in kaleme aldığı “Baş Düşman Kendi Ülkemizde” başlıklı bildiriye atıfta bulunuluyor.

[18] 4 Ağustos’ta savaş kredileri ile ilgili olarak yapılan tarihsel oylama öncesinde yaşananlarda şaşılacak bir yan yok. Resmi parti bu olayın üstüne bürokratik riyanın örtüsünü serdi ve “çoğunluğun kararı, herkes lehte oy kullandı” dedi. Oysa bu riya, Die Internationale [“Enternasyonal”] dergisinde doğruları söyleyen Ströbel tarafından ifşa edildi. Meclisin sosyal demokrat üyeleri iki gruba ayrılmış, her bir grup bir ültimatomla sahneye çıkmış, bölünmeye işaret eden muhalif bir kararın altına imza atmıştı. Otuz civarında üye sayısıyla güçlü olan oportünist grup, kredilere her koşulda destek vereceğini söyledi, on beş kişiden oluşan sol grupsa ilk grup kadar kararlı bir biçimde olmasa da aleyhte oy kullandı. Aradaki bataklık alanda duran merkez, kararlı bir duruş sergilemeyip oportünistlerden yana saf tutunca solcular, büyük bir yenilgiden çekinerek teslim oldular! Dolayısıyla, bu anlamda Alman sosyal demokratların “birliğinden” söz etmek, solcuların oportünistlerin ültimatomlarına kaçınılmaz olarak teslim oluşlarını fiiliyatta örtbas eden düpedüz bir riyakârlıktır. —Lenin.

[19] Prusya Yıllığı: 1858-1935 arası dönemde Berlin’de, Alman kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin yayın organı olarak çıkartılan aylık muhafazakâr eğilimli dergi.

[20] “Gaponcular” tabiri, Ortodoks Kilisesi’ne mensup rahip Gapon’dan türetilmiş bir kelimedir. İlk Rus devriminin arifesinde Gapon, işçileri devrimci mücadeleden uzaklaştırmak amacıyla Rusya Fabrika İşçileri Meclisi’ni kurdu. Bu süreçte tüm talimatları Çar’ın gizli polisinden almıştı. 9 Ocak 1905’te artan huzursuzluklardan istifade eden Gapon, Çar’a dilekçe sunmak amacıyla işçileri kışkırtıp onların St. Petersburg’daki Kışlık Saray önünde eylem yapmalarını sağladı. Bu eylem sayesinde ülke genelinde işçilerin Çar’a yönelik inancı ortadan kalktı, böylelikle ilk Rus devriminin başlamasını sağladı. Proletaryanın politik bilinci zamanla arttı ve protesto amacıyla yapılan grevler dalga dalga tüm Rusya’yı kuşattı.

[21] Ekonomizm konusunda bkz.: Collected Works, 1974, Cilt. 21, s. 331-32.

[22] Raboçaya Mysl (“İşçinin Düşüncesi”): Ekonomistlerin 1897-1902 arası dönemde çıkarttıkları gazete. Iskra [“Kıvılcım”] gazetesinde çıkan makalelerinde Ne Yapmalı? isimli eserinde Lenin gazeteyi beynelmilel oportünizmin Rus şubesi olarak niteleyip eleştirmiştir.

[23] Raboçeye Dyelo (“İşçi Davası”): Rus Sosyal Demokratların Yurtdışı Birliği’ne ait yayın organı. Gazete, 1899-1902 arası dönemde Cenevre’de düzensiz olarak çıkartıldı. Lenin, bu gazeteyi çıkartan ekibin dile getirdiği görüşleri, Iskra’da çıkan makalelerinde Ne Yapmalı? isimli kitabında eleştirmiştir.