07 Haziran 2021

,

Bilim Yanılgısı

Yirmi birinci yüzyılın ilk on yıllık diliminde popüler düşünce âleminde tanık olduğumuz en şaşırtıcı şey, Hristiyan evanjelizmi ile bilim arasındaki çatışmaya bağlı olarak yaşanan mücadele için çalınan o kavga borusunun eşlik ettiği temaşa idi.

Cumhuriyetçi Parti’yi tanımlayan ideoloji olarak Hristiyan sağına ait çocukça mitolojilerin yeni muhafazakârlar eliyle üretildiği bir dönemde bilimci liberalizm, aklın ve bilimin din karşısında zafer ilân ettiğini söyleyen bir dizi kitap kaleme aldı.

Richard Dawkins (Tanrı Yanılgısı), Christopher Hitchens (Tanrı Büyük Değildir), Alex Rosenberg (Ateistin Gerçeklik Kılavuzu), Sam Harris (Ahlaki Manzara) ve tabii ki Bill Maher (İlahi Komedi) gibi isimlerin elde ettiği bu ticari başarı, kitap dünyasının sevdiği tabirle, “olağanüstü” bir gelişme. Ama şunu da söylemek lazım: bu yazarların anlattığı hikâye, içinde yaşadığımız kültürün bize anlatmak istediği bir hikâye ki bu kültür, söz konusu hikâyeyi gayet iyi anlatıyor zaten.

Kısa süre önce insan beynine dair bilimsel bilgilerin gelişimiyle alakalı bir dizi kitap, makale ve yazı yayımlandı. Bu çalışmalar, beynin nasıl işlediğini, bizim bugüne dek bilim ve yaratıcılık olarak adlandıra geldiğimiz o gizemli becerilere nasıl sahip olduğunu inceliyorlar.

Burada üç bilim yazarı üzerinde durmak gerekiyor: bilim gazetecisi Jonah Lehrer ve sinirbilimci iki isim olarak Antonio Damasio ile Sebastian Seung.

Kanaatimce bu yazarlar, kendi sahalarının tipik birer temsilcisi. Ama ortaya koydukları ürünler, toplam üretimin yanında esamisi okunmayacak cinsten.

Bugün sinirbilimcilerle yapay zekâ çalışmaları içerisinde yer alıp bu sinirbilimcilere destek çıkan isimlerin ürettiği literatür, muazzam ölçülere ve korkutucu bir seviyeye ulaşmış durumda. Bugün söz konusu literatür, beyni “kablo sistemi” olarak izah ediyor.

Dinle savaş içerisinde olan bilim insanlarından ve eleştirmenlerden farklı olarak bu yazarlar, çok da uzlaşmadan uzakmış gibi görünmüyorlar, ayrıca fiiliyatta yaşanan kültür savaşlarından da uzak duruyorlar.

Sinirbilimciler, son yirmi otuz yıldır felsefe, sanat ve beşerî bilimler üzerinden ele alınan olguları izah etmeye çalışıyorlar. Asıl şaşırtıcı olansa, sinirbilimcilerin ve destekçilerinin medyada ve okurlar arasında epey ilgi görmesi ve coşkuyla karşılanıyor olması.

Örneğin gazeteci etiğinden saptığı için gözden düşmesine dek Lehrer’in Imagine: How Creativity Works isimli çalışması, en çok satanlar listesindeki yerini uzun süre korudu. Sebastian Seung’un beynin içerdiği nöronları ve sinir yollarını gösteren ve “Konektum” olarak adlandırılan şemayla ilgili TED konferanslarını izleyenlerin sayısı, beş yüz bini geçti. Hatta Thomas Nagel (Mind and Cosmos) ile Alfred R. Mele (Effective Inventions) gibi akademide görevli profesörler, bu çalışmalarla ilgili eleştiriler kaleme aldılar. Süreç içerisinde sinirbilim, beşerî bilimler alanını ele geçirdi.

Ne yani, birileri de Lehrer gibi öne çıkıp ona farklı sorular sormasın mı? Örneğin bilim felsefecisi Alex Rosenberg’in dediği gibi biz, leptonların ve bozonların süzülmesinin birer sonucu muyuz? Biz, fizik kanunlarına itaat eden basit birer madde miyiz? Duygu dünyamızda E. T. A. Hoffmann’ın Kum Adam isimli eserinde herkesçe aşağılanan, baştan çıkartıcı bulduğu Olympia ismindeki bir saat mekanizmasına meftun olan âşıktan daha iyi bir durumda olduğumuzu kim söyleyebilir?

Yüzlerce yıl geçip gitti. Onca zaman içerisinde bir olduğumuz ruh eşlerimiz, sadece et, kablo ve kimyasal bileşiminden mi ibaretlerdi? Manti Te’o isimli futbolcunun elektronik ortamda âşık olduğu kıza ne diyeceğiz?

Fikirlerimizi gen benzeri “memler” olarak mı anlamak gerek? Bu memleri hakikat değil de ortama ayak uyduran “seçilim değeri” olarak mı ele alacağız? Toplumsal davranışlarımızı belirli genlerle ilişkilendirmek suretiyle mi anlayacağız? Her şeyi bencillik geni, şiddet geni, fedakârlık geni, merhamet geni, aşk geni gibi genlerle birlikte mi ele alacağız?

Asıl sorulması gereken önemli soru ise şu: Sinirbilimciler, tüm bu hususlarda ister doğruyu söylesinler isterse söylemesinler, bunların doğru olduğuna inanmak, ne tür toplumsal ve politik sonuçlara yol açacak?

Devamında da şu sorulmalı: “Bilimi popülerleştiren provokatörler kimlerin çıkarına hizmet ediyorlar?” Bu insanlar, bizim tek dertlerinin bilginin kökleşmesi, yerleşikleşmesi olduğuna inanmamızı istiyorlar. Bense bu kişilerin kandırılmadıklarını, önermelerinin şüpheli olduklarını, ortalığa yaydıkları yanılgıların beslediği politik kültürünse içler acısı olduğunu söylüyorum. “İçler acısı” tabirini bilerek kullanıyorum, çünkü artık bu kültürün “tehlikeli” olduğunu söylemenin vakti çoktan geçti. O, zaten burada ve epey derin köklere sahip.

Güvenle ifade edebileceğimiz bir gerçek de şu: Söz konusu fikirlerin hiçbiri yeni değil. Bakmayın, bilimsel bilginin son hâline sahip olduklarına dair reklâm cümleleri dizip durduklarına. Hakikat şu ki modern bilim kültürünün ortaya attığı temel önermeler, esasen Aydınlanma’nın ideolojik bagajına aittir.

O ünlü Romantizmin Kökleri (1964) isimli çalışmasında Isaiah Berlin, bu ideolojiyi şu şekilde ortaya koyuyor:

“Bahsi edilen görüşe göre her şeyin bir tabiatı vardır, eğer bu tabiatı bilirseniz, bu tabiatla ilişkinizi de bilir, kâinatı meydana getiren her şey arasındaki ilişkileri anlarsınız, böylelikle kendinizle ilgili gerçekleri ve hedeflerinizi de idrak edersiniz. Bu konuda tam bir uzlaşma söz konusu değilse de ortada böylesi bir bilgi vardır ve bu bilgi, tüm Batı geleneğinin temelini teşkil eder. Bu görüşe göre biz, sırlı bir hazinenin içine girip oradaki parçaları birbirine uydurmalı, yapbozu bir biçimde tamamlamalıyız.

Bu görüşün özünü, teslim olmamız gereken gerçekler bulunduğu fikri oluşturur. Bilim teslimiyettir, bilime ise eşyanın tabiatı, olanın titizlikle ele alınması, olgulardan sapmama iradesi, idrak, bilgi ve uyum yön verir.”[1]

O ünlü kısa hikâyesi “Yeraltından Notlar”da (1864), Berlin’den tam yüz yıl önce kaleme alınmış o çalışmada karşımıza çıkan, Dostoyevski’nin tarif ettiği kindar yeraltı adamı için bu tespitlerde hiç de şaşılacak bir şey yoktur:

“İşte o zaman insanın isteye isteye yanılmaktan vazgeçeceğine, iradesinin normal çıkarlarına zıt hareketler yapmasına ister istemez engel olacağına da inanıyorsunuz. Dahası, ilmin insana ancak o zaman pek çok şey öğreteceğini (bu kadarı bence lüks ya, neyse), örneğin insanın gerçekte iradesi, kaprisleri olmayan bir piyano tuşu, org içindeki bir cıvata kadar değer taşıdığını, dünyadaki her şeyin insanın davranışlarına, şahsi isteklerine göre değil, tabiat kanunlarına uyarak, kendiliğinden meydana geldiğini öğreneceğini söyleyeceksiniz. Şu hâlde bütün mesele, bu tabiat kanunlarını keşfetmekte; artık ondan sonra hiçbir insan hareketlerinin sorumluluğunu taşımaz, hayat onun için kolaylaşır. Bütün insan davranışları, bu kanunlara göre 108.000’lik logaritma cetveli gibi matematik olarak hesaplanıp tanzim edilir; daha da iyisi, zamanımızın ansiklopedik lügatlerine benzeyen faydalı yayınlar çıkarılır, içinde her şey öyle bir kesinlik ve düzenle hesaplanıp açıklanır ki, dünyadan suçun da, maceranın da adı silinir.”[2]

Kanaatimce sinirbilim savunucuları, “Yeni Ateistler” olarak adlandırılan kesimle aynı mesajı veriyorlar. Bence bu iki kesim birlikte ele alınmalı. Zira Yeni Ateistler, tıpkı sinirbilimciler gibi, bilim adına konuşuyorlar ve her iki taraf da “teslim olun!” mesajı veriyor. İki kesim de bilim ve aklın üstünlüğünü herkesin kabul etmesi gerektiğini söylüyor. Üstelik bu talimat, sadece Hristiyanlara değil, bilimin tarihsel düşmanı olarak görülen sanata, felsefeye ve beşerî bilimlere de iletiliyor.

O talimatta şu söyleniyor: “İnsan aklı ve insan denilen varlık, ne İrade denilen bir şeyin, ne vahyin, ne ilham perilerinin veya cinlerin eşlik ettiği bir ortaklaşma meclisinin neticesidir, hiçbiri bir dahiliğin eseri değildir. Sebep olarak ortaya atılan her şey şüphelidir, şairlerin zayıf fikirlerle yoğrulmuş dinlerinin ürünüdür.”

Bu anlayışa göre insan aklı, etten, nöronlardan ve kimyasallardan oluşan bir makinedir. Yeterince para ve hesaplama becerisiyle beyin denilen yapboz tamamlanacak, biz ne olduğumuzu ve nasıl hareket etmemiz gerektiğini bileceğiz.

Başkan Obama’nın kısa süre önce beynin haritasının çıkartılması amacıyla milyarlarca dolar paranın harcanacağını açıklaması, yakın gelecekte bu bahsini ettiğimiz anlatının daha da güçleneceğini ortaya koyuyor (Zaten o kadar para da beynin haritasından gayrı başka bir şey için devreye sokulmazdı.)

Görebildiğimiz kadarıyla beynin haritasının çıkartılabileceği fikri, bilimi geri dönülmez bir yola sokmuş. Birçoklarının da dile getirdiği biçimiyle, bir sonraki genom projesi, bu haritalandırma çalışması üzerine kurulu olacak. Bugün olduğu gibi yarın da konuyla ilgili olarak kimi bilim insanlarından gelen eleştiriler bir bir savuşturulacak.

Örneğin Emory Üniversitesi’nde nöroloji profesörü olarak çalışan Donald G. Stein şu yorumu yapıyor:

“Benim kanaatimce bu haritalandırma projesinin dayandığı bilimsel paradigma, en iyi hâliyle demode, en kötü hâliyle yanlış. Beyin fonksiyonlarını temsil eden istikrarlı nöral yolları gösteren bir yol haritası çıkartma girişimi, nafile bir uğraştır.”[3]

Profesör Stein’ın dile getirdiği şüphe, para kopartma telâşı içerisinde silinip gidecek, buna kimse şaşırmasın. Beni asıl şaşırtansa Stein’ın kendi fikri konusunda gerekli meşruiyeti sağlayacak bakış açısını bulamamış olması. Neticede onu kim suçlayabilir? Bilimde kariyer basamaklarını tırmanmanızı sağlayan paradır.

Stein’ın yorumunda asıl ilginç olan, onun onca parayı böylesine hayalperest ürünü bir girişime akıtılmasını isteyen aklı sorgulaması değil, Aydınlanma’nın gerçeklikle ilgili olarak anlattığı ve gerçekliği devasa bir yapboz olarak gören yaklaşımını sorguluyor olmasıdır. Stein’ın da dediği gibi burada paradigmanın kendisi yanlıştır!

Asıl mesele, Aydınlanma’nın anlattığı bu hikâyeye kimlerin inanmaya devam ettiğini, o hikâyeyi tekrar tekrar kimlerin anlattığını bilmektir. “Bilim”in düşündüğü de bu mudur? Yoksa bu düşünce tümüyle popüler bilime mi aittir? Bilimin belirli toplumsal ve politik ajandalara sahip kişilerce suiistimal edildiğini söyleyebilir miyiz?

Kanaatimce bu üç tespit de doğrudur. Tarihsel planda birçok bilim insanı, bu yapboz meselesine kalben iman etmiştir, (kuantum mekaniğinin dile getirdiği “belirsizlikler”e rağmen) hâlen daha bu şekilde düşünmektedirler. Bu, popüler bilime ve bilim gazeteciliğine ait bir varsayımdır. Esasen bu yaklaşım üzerinden insanlığın en önemli gayretlerinden biri olan bilimin sahip olduğu gerçek değer, bir biçimde suiistimal edilmektedir. Özünde burada mevzubahis olan şey, ideoloji olarak bilimdir (bunu, birçoklarının dile getirdiği biçimiyle, “bilimcilik” olarak da adlandırmak mümkündür.)

Ne yazık ki bilimcilik, o üzerine kurulduğu rahat koltuğa, hâlen daha kapitalizm olarak adlandırdığımız, toplumsal disiplin, ekonomik sömürü, çevresel yıkım ve endüstriyel militarizm üzerine kurulu ideoloji içerisinde kavuşma imkânı bulabiliyor.

Bir de şu soruyu sormak gerekiyor: Batı kültürü, en azından bu kültürün anlamlı bir kısmı, kendisini bilim ideolojisinin dayandığı yanılgılardan kendisini ne ölçüde kurtarabilir, insan olmanın anlamına dair alternatif bir anlatı dile getirmek için gerekli kaynakları nasıl bulabilir?

Bence bu kaynakların önemli bir kısmı, bugüne dek pek idrak edilmemiş olan, Romantizme ait gelenekte bulunabilir. Bilimin dünyayı yapboz olarak gören anlayışına ilk itiraz eden, farklı fikirleri içeren bir hareket olarak Romantizm, bu itirazını doğa ve insanlıkla ilgili geliştirdiği, genel eğilimle çelişen görüşü üzerinden gerçekleştirir. Dayandığı temelleri bugün artık bilen yoktur.

Romantik gelenek, bilimin ve rasyonalizmin istifade ettiği, kamuoyu önüne çıkma imkânlarının hiçbirisine sahip olamamıştır. Örneğin onun, Washington Anıtı önünde yirmi bin ateistin Richard Dawkins önderliğinde gerçekleştirdiği Akıl Yürüyüşü’ne denk bir eylemi örgütlemesi mümkün değildir.

Bu noktada bugün bize söyleyebilecekleri sözleri işitebilmek adına, sanatçılardan, felsefecilerden ve tabii ki toplumsal devrimcilerden oluşan o kıymetli hareketi kısmen de olsa hatırlamak gerektiğini düşünüyorum. Umarım, bu insanların sesini herkes işitir.

Güzel Yemek Nedir?

Önce bir hikâye anlatalım.

Bir Hristiyan ve bir bilim insanı yürüyüşe çıkmışlar. Yürüyüş boyunca ormanda sürekli “evrim, tasarım, evrim, tasarım” sesleri yankılanmış. Tıpkı reklâmlarda olduğu gibi “doyurucu değil pek” veya “tadı harika” gibi laflar havada uçuşmuş.

Bu ikili, yolda Gustav Mahler’e rastlamış. Hristiyan ile bilim insanının karşısına dikilen Mahler onlara, “bu dünyanın, bu dağların, ağaçların kökeni konusunda tartışmaya ne hacet” demiş. Sonra elini kaldırıp, sanki bir orkestraya çalması için gerekli işareti verircesine, bir hareket yapmış. Ardından da “tüm bunları besteleyen benim zaten” demiş.

Hristiyan ile bilim insanı “bu adam ne yapıyor böyle?” dercesine birbirlerine bakmış, ama sonra Mahler’in işaret ettiği yere çevirmişler yüzlerini. Mahler o sırada, “Hey baksanıza! Şu an bir ormandayız” demiş.

Bu bir şeyleri keşfetme anı kısa sürmüş. Tekrar birbirlerine düşmanca bakıp, cepheye uygun adım giden asker gibi yürümeye başlamışlar. Arkalarında kalan orman, meltemin savurup attığı sis gibi dağılıp gitmiş. Dine bağlı olan adam ile bilime bağlı olan adam havada asılı kalmış, ama bunu hiç mi hiç fark etmemiş.

Tanrı Yanılgısı isimli kitabında Richard Dawkins de kendince bir hikâye anlatıyor. Bir vakitler Jim Watson’la, “İnsan Genomu Projesi’ni kuran dahi ile” yaptığı bir sohbetten bahsediyor.

“Watson’la Cambridge Üniversitesi’nde yaptığı söyleşide Francis Crick gibi kendisinin de bilimle din arasında çelişki gördüğünü, ama bazı isimlerin bu görüşe itiraz ettiklerini, bunların bilimin her şeyin nasıl işlediğiyle, dininse tüm bu şeylerin ne için olduğuyla ilgilendiğini iddia ettiklerini söyledim. Watson bana, ‘ben insanın bir amacı olduğuna, bir şey için varolduğuna inanmıyorum. Biz, basit manada evrim sürecinin birer ürünüyüz. Bir amaç olmadığını düşündüğüne göre hayatın bayağı sıkıcı olmalı’ diyebilirsin. Ama sonuçta öğleyin oturup güzel bir yemek yiyorum” diye cevap verdi. Sonra birlikte güzel bir yemek yedik.”[4]

Ben, işte tam bu noktada “güzel yemek nedir?” ve “bir ‘ürün’ neden sadece kendisiyle ilgili olsun?” sorularını soruyorum.

Güzel yemekle kötü yemek arasındaki fark nedir mesela? Bu, bilimin hakkında laf edebileceği bir konu mudur? Yoksa burada yediklerimiz arasında bir rekabetten mi söz ediliyor, “ben güvercin yavrusu yedim, sen jambon” mu deniliyor? Veya mesele, güzel yemek-kötü yemek arasındaki farkı ortaya koyup bilim insanından daha fazlası, bir üründen daha fazlası olduğunu ortaya koymak mıdır? Güzel yemekten veya kötü yemekten söz ediyorsak “yemek pişirme sanatı”nın ne olduğunu bilmemiz gerekmez mi? Peki nedir bu sanat? Ne ölçüde bilimin dışındadır?

Watson ve Dawkins, dindarlarda gelişen basit kimi kaygıları seyre dalıp zevklenmeye ve kendilerini tatmin etmeye çalışıyor.[5] Ama bu iki isim, bu zevklenmenin ve kendini tatmin etmenin aynı zamanda düşüncesizlik olduğunun farkında değil.

Peki tam olarak ne diyorlar? Diyorlar ki “yarın güzel bir yemek ye, zaten amaçsız yere geberip gideceğiz.” “Anı yaşa”dan başka bir şey söylemiyorlar aslında. Kâinatın yazgısı hakkında bilimin yaptığı tüm o “sıkıcı” keşiflerden ve evrim teorisinden edinilen ahlakî hüküm bu mu yani?

Dawkins, benzer bir düşüncesizliği yaydığı için suçlu. Çünkü beyimiz, bize şundan fazlasını söylemiyor: “Doğal seleksiyon, hayatı ilk çağlardaki basitlikten bugün bizi büyüleyen karmakarışık, güzel ve apaçık ortada olan tasarımın baş döndürücü zirvesine taşıdı.”[6]

Bilim yazılarında, bilhassa kozmostan bahsedenlerinde, Dawkins karşımıza hep bu türden anlamsız bir biçimde coşkulu ifadelerle çıkıyor. Peki bu coşku, sinirlerden kaynaklanan bir hata mı?

Bilim yazarları tutarlı olmalı, dolayısıyla çıkıp “O mu? Kartal Nebulası o. Özel bir yanı yok. Milyarlarca nebula var. Bazıları sanki daha fazla yıldıza ihtiyacımız varmış gibi, kalkıp yıldız meydana getiriyorlar. Biz sadece görebildiklerimizi görüyoruz. Büyüleyici mi? Ne demek istiyorsun, anlamıyorum. Alt tarafı nebula işte” demeli. Her şeyin basit bir ürün olduğuna dair önermelerine göre konuşmalı.

Dawkins’teki coşkuyu hadi diyelim ciddiye aldık, bu noktada en azından “zirveye taşıdı ne demek?” diye sormak gerekiyor. Yazar, insan olmanın ilkel birer trilobit veya dinozor olmaktan daha iyi olduğunu mu düşünüyor yoksa? İyi ama neden? “Karmaşık bir yapıya sahip olmak” neden iyi bir şey olsun ki? Kalkıp “evrim, hakikat olmanın yanında güzel de” diyor, peki ama “güzellik” ne demek?

Popüler bilim kitapları kaleme alan yazarlara göre kâinatın ihtişamı karşısında büyülenmek, doğal bir durum. Örneğin Stephen Hawking, Büyük Tasarım isimli çalışmasının sonunda şunu söylüyor: “Mantığa ait soyut değerlendirmelerin, gördüğümüz onca şaşırtıcı şeyle yüklü olan kâinata dair öngörülerde bulunan ve onu tarif eden özel bir teoriye yol açması, gerçek bir mucizedir.”[7] Hadi diyelim “mucize” kelimesini öylesine kullandı, “şaşırtıcı” ifadesine ne demeli? Bizi ne şaşırtıyor? Hawking’in kâinatın kökenini ve daha birçok şeyi açıkladığı iddiasında bulunduğu M-teorisi ile şaşırmanın ne alakası var?

Büyülenme, şaşırma gibi ifadelerin bilim pratiğiyle bir alakası yok. Bu pasajın bilimsel yöntemle ilişkisi bulunmuyor. Hawking, fiiliyatta belirli bir estetik önerme gereği duymadan, duygu içermeyen estetik ifadelere başvuruyor.

Meselenin özü şu: Bilimin sorumluluğunu üstlenmeyi reddettiği, hâlen kullanımda olan bilim dışı bir değerler sistemi var ve bu, herkesçe kabul görüyor. Gelgelelim bilim, böylesi bir sistemin varlığından haberdar değil veya belki de o, kendisindeki dogmatikliğin yol açtığı uyku hâlinin kesintiye uğramasını istemiyor.

Dawkins, yazılarında bu türden bilim dışı değerler konusunda paleontolog Stephen Jay Gould’un sunduğu açıklamayı eleştiriyor. Gould, Sonsuza Dek isimli kitabında bilim ve dinin “çakışmayan iki ayrı öğreti” olduğunu, her birinin kendi sahasının bulunduğunu söylüyor. Buna göre bilim, her şeyin nasıl işlediğiyle, dinse her şeyin nihai anlamı ile ilgili. Ama Gould, bu iki öğretinin yanında bir de sanattan söz ediyor. “Bu iki öğreti çakışmadığı gibi tüm soruşturma faaliyetlerini içermiyor da (bu noktada sanat alanı ve güzelliğin anlamı üzerinde durmak gerekiyor.)”[8] Dawkins dine asla ihtiyaç duymuyorken, Gould sanat ve güzelliğin insanın biriktirdiği bilginin parçası olduğunu, ama bu bilgi birikiminin gözle görülemediğini söylüyor.

Dawkins “güzellik” üzerine düşünülmesine karşı çıkıyor, ama nedense mutlu mesut bir hâlde kendisine güven veren aurasından bahsedip duruyor. Ona kendi aldığı konumu hatırlatıp “insanın evrim sürecinin basit bir ürünü” olduğuna ilişkin tezini hatırlattığımızda ise Dawkins, bu ürünün herhangi bir şey karşısında neden şaşırması veya neden büyülenmesi gerektiğini açıklamıyor, açıklamadığı gibi hemen öfkeleniyor. Üstelik Dawkins, bu konuda yalnız da değil.

Bu noktada Carl Sagan’ın Kozmos isimli, gayet duygu yüklü bir performans sergilediği ustalık eserini hatırlayalım. Sagan’ın çok konuştuğu bir bölümde dile getirdiği cümleyi Dawkins de alıntılıyor. Orada Sagan şunu söylüyor. “Sevdalanmışsanız, bunu tüm dünyaya söylemek istersiniz. Mecnun Dünya: Karanlıktaki Kandil Olarak Bilim isimli bu kitap, benim kişisel açıklamam, orada tüm ömrüm boyunca bilime olan sevdamı ortaya koydum.”

Aslında Sagan’ın kısmi amacı, bize kozmosla kurduğu estetik, hatta manevi ilişkiyi öğretmek değil mi? Sagan için kâinat, basit bir ifadeyle, bir üründen daha fazlasını mı ifade ediyor? Bu estetik eğitimi olmaksızın Hegel gibi kalkıp “yıldız mı, şu gökyüzünde ışıl ışıl parıldayan mikroplardan mı söz ediyorsunuz yoksa?” der miyiz demez miyiz?[9]

Peki o zaman bu şaşırmak da neyin nesi? Savaş kazanmış bir generaldeki kibirle ve soğukkanlılıkla konuşan Dawkins, bu tür soruları sorma zahmetine hiç girmiyor. “Biz kazanıyoruz” diyor. “Şaşırıyoruz, büyüleniyoruz, istediğimiz şekilde duygulanıyoruz ama bunun sebeplerini asla açıklama gereği duymuyoruz” diyor. Çünkü onun için tek önemli şey, dillendirdiği gerçekleri inkâr edenleri aptal ilân edebilmek.[10]

O, pekâlâ kozmos karşısında huşuya kapılabiliyor, bu tür ifadelerin ardından “neyi kastettiğimi anlıyorsunuz” diyor. Bu bakış açısının en berbat hâline Büyük Patlama isimli kitabın yazarı Simon Singh’de rastlıyoruz: “Güzellik” diyor Singh, “hangi bağlam içinde ele alınırsa alınsın tarifi zor bir meseledir, ama onu gördüğümüz vakit onu hepimiz tanırız.”[11] Galiba Singh, burada pornodan söz ediyor!

Richard Feynman, bu meseleyi Altı Basit Makale isimli çalışmasının bir dipnotunda ele alıyor:

“Şairler bilimin yıldızlardaki güzelliği alıp götürdüğünü söylüyorlar, çünkü bilim, yıldızların sadece gaz atomlarından oluşan topaklar olduğundan bahsediyor. Hiçbir olgu ve nesne, sadece bilimin söylediği şeyden ibaret değil ki. Ben yıldızları çölde bir gece karanlığında gördüğüm vakit onları hissediyorum. Gördüğüm şey az mı çok mu? Semadaki genişlik hayal gücümü ele geçiriyor. Işıl ışıl yanan bir atlıkarınca, bir milyon yıllık ışığıyla dönüp duruyor. Hakikat, geçmişin tüm sanatçılarının hayal ettiklerinden daha muhteşem bir şeydir.”[12]

Doğrusunu söylemek gerekirse Feynman, geçmişin sanatçılarının hayal ettikleri hakkında bir şeyler bildiği konusunda bana pek güven vermiyor. Ama öte yandan bugüne dek bilim insanlarının bilmedikleri şeyleri bilmediği için o “geçmiş”i suçlamak, haksızlık. Neticede o sanatçılar, yıldızların neyden meydana geldiğini ve nasıl ışık saçtığını bilmiyorlardı. Ayrıca yazarımızın bahsini ettiği “hayal gücü”, “hissetmek” ve “muhteşem” gibi kelimeler ne anlama geliyor? Feynman, aslında kendisi gibi okurlarının da bir şeyler bildiğini düşünüyor ama ben, onun hiç incelemeye tabi tutulmamış beylik laflar sıraladığını düşünüyorum.

“Hissetmek” ifadesini Rousseau ve Romantikler gibi kullanıyor, ama bir yandan da onu bilimsel rasyonalitenin karşısına çıkartıyor. Feynman, kendisine fazla güvenen, iddiacı bir isim, ne var ki o, konuştuğu şeyler hakkında hiçbir şey bilmiyor.

Romantizm akımına mensup isimlerden biri olan Morse Peckham, “muhteşem” türünden ifadeler hakkında şunları söylüyor:

“Bu tür kelimeleri kullanan kültürlü kesimin üyeleri, böylelikle kelimelerin anlamını idrak edip etmedikleri üzerinde durmadan, kendilerini zerre zorlamadan, anlama konusunda duygu temelli bir tecrübeye sahip oluyorlar. Bu kelimeler yüksek kültüre sahip grupların taptıkları birer totem. Masonik Tapınakçılarda karşımıza çıkan işaretlere denk şeyler.”[13]

Bence burada tüm kanıtları ciddiye alamamak gibi bir hata söz konusu. Dawkins’i de dâhil edecek olursak, tüm bilim insanları, her türden keşif karşısında gözleri yaşarıyor. Benim gözlerimse onların keşifleri karşında doluyor. Güçlü bir duygunun açığa çıkmasını sağlayan fotoğrafların tümüyle suni yoldan renklendirilmesinden ibaret, hayali şeyler olmasına karşın, Hubble teleskopundan gelen görüntülere bakıp bir şeyler hissetmeyen insan var mıdır?[14]

Dawkins’in ve bilimin bu şaşkınlık hâlini hiç merak etmiyor olmaları, büyük bir eksikliktir. İkisi de bu duygunun ve halktaki karşılığının istatistiksel açıdan doğrulanması gerektiğini söylüyorlar. Aynı ispatın incelenen her şey için gerekli olduğunu iddia ediyorlar. Kozmos karşısında duyulan şaşkınlık gözlemle sınanamaz, ispatlanamaz, kendisi dışında başka bir şey üzerinden ona dair bir öngörüde bulunulamaz. Bilime göre güzellik, sadece totolojiden, dogmadan ibarettir. Dogma ise şunu söyler: “Bilimin yaptığı keşiflerle ve o keşiflerdeki güzellik karşısında herkes hayrete düşer.”

Gökevine giden anaokulu çocuklarına öğretilen de bu değil midir? Orada gördükleri şeyin güneş sistemi olduğu söylenir, doğal olarak çocuklar, o sistemi görünce duygusal ve güzellik anlayışı üzerine kurulu bir tepki geliştirirler. Gezegenler hakkında sorular sorarlar, ama bir yandan da onlara şaşırırlar. Siz de kâinatın güzelliğini göremediğinizde yetişkinler sizi illaki ayıplayacaktır.

Bilim, aşina olduğu, dine ait olmasa da tümüyle bilim dışı olan estetik değerler sistemi içerisinde faaliyet yürütür ve sanki olgular dışında her şeye karşı körleşmiş gibidir. Daha kötüsü de bilimin gençlere ve yetişkinlere sunduğu eğitimin, şu tür bir anlayış üzerine kurulu olmasıdır: “Üsttekilere, bilim insanlarına boyun eğ. Onlar kozmos ‘güzel’ diyorsa güzeldir.”

Bu noktada ufak bir felsefi soruşturmanın işe yarayacağı, bir miktar estetiğin faydası olacağı düşünülür ama bu, yanılgıdan ibarettir. Çünkü bilim için Tanrı’dan daha ölü bir şey varsa o da felsefenin ta kendisidir.

Stephen Hawking’in Büyük Tasarım isimli kitabında dediği gibi:

“Bunlar eskiden beri felsefenin sorduğu sorulardı, oysa felsefe ölmüştür. Felsefe, bilimdeki, özellikle fizikteki gelişmelere ayak uyduramadı. Bilgi için verilen mücadelede keşifler denilen meşale, bugün bilim insanlarının elinde.”[15]

Şaşırtıcı biçimde, haber kanalları Hawking’in Tanrı’yı inkâr ettiğiyle ilgili haberi parlattı, ama felsefenin öldüğüne dair iddiasına dair tek bir yorum yapmadı. Sanki dünya hep bir ağızdan, “evet biz de biliyoruz öldüğünü” dedi. Neticede zaten bu yavaşlıkla felsefeciler başka bir kaderle de yüzleşemezlerdi.

Hawking aslında, Lawrence Krauss ile Alex Rosenberg’in “felsefe öldü” diyen, ama ortalığı bu konuda velveleye veren yaklaşımlarına kıyasla daha makul bir şeyler söylüyor. Atlantic dergisinden Ross Anderson’a verdiği mülâkatta (23 Nisan 2012) Krauss, daha önce dillendirdiği “felsefenin iki bin yıldır ilerlemediğine” ilişkin iddiasını yineliyor ve şunları ekliyor:

“Ne yazık ki felsefe, bana Woody Allen şu eski esprisini anımsatıyor: Jimnastiği jimnastik yapamayanlar öğretiyor, öğretme kabiliyeti olmayanlarsa jimnastik öğretiyorlar. Felsefenin en berbat kısmını ise bilim felsefesi oluşturuyor. Bugün bilim felsefecilerinin kitaplarını sadece bilim felsefecileri okuyor. Dolayısıyla bilim felsefesinin ne tür gerekçeler sunduğunu kimse anlamıyor. Bence bu gerilimin sebebi, felsefe sahasındaki insanların kendilerini tehdit altındaymış gibi hissetmeleri. Bu tehdit de bilimin ilerlemesi karşısında felsefenin hiç ilerlemiyor oluşuyla alakalı.”

Krauss’un küçümsediği bilim felsefecilerinden biri olan Rosenberg ise daha ağır laflar ediyor:

“Beşerî bilimler basit bir semptom, birer gösterge olmanın dışında asla ciddiye almamamız gereken bir olgu. Beşerî bilimler, bizim eğlenmemiz, keyiflenmemiz, psikolojik açıdan kendimizi tatmin etmemiz için ciddiye almamız gereken bir şey. Onu bilgi kaynağı veya irfan yuvası olarak kimse görmesin.”[16]

Semptom mu? Rosenberg neyin semptomundan bahsediyor? “Psikolojik tatmin” ne demek? Dawkins’in dediğini daha kaba bir biçimde ifade ediyor aslında. Bir yerde Michel Foucault ve Roland Barthes’a dair yorumda bulunuyor ve bu isimlerin “Fransızca sevdalılarının putları” olduğunu söylüyor.[17]

Dawkins ise Foucault’ya dair hiçbir şey bilmiyor. Bu bilim yazarlarındaki bilim tarihi bilgileri, Bertrand Russell ile sınırlı. Bu insanların dile getirdikleri yorumlar, aydın düşmanlarındaki önyargıların basit birer ifadesi. Hepsi de yobazlığın bedenlenmiş hâli.

Asıl mesele, bilimin kendi yaptığı keşiflerin anlamını bilmiyor olmasıdır. Bilim, evrim sürecini tarif eder, ama o süreçle ilgili hükmü nasıl vermemiz gerektiğini bize söylemez. Yaşananların insanı mutlu edecek gerçekler olup olmadığı, sıkıcı mı yoksa büyüleyici mi olduğu konusunda tek laf etmez. Bilim tarihçisi John Gribbin’in kuantum fiziğiyle ilgili keşifler konusunda dile getirdiği biçimiyle, bu keşiflerin “hiçbir anlamı yoktur.”

Bu anlamda kuantum fiziği bize nicemlerden, kuantumlardan meydana gelen kâinat konusunda ne düşünmemiz gerektiğini söylemez. O, kâinat karşısında mutlu olup olmayacağımız, hayal kırıklığına uğrayıp uğramayacağımız konusunda konuşmaz. Bilim, başvurduğu yöntemlerin ortaya çıkarttığı ürünleri değerlendirmek için bir yol önermez. Gribbin’in ifadesiyle:

“İnsanlar tüm bunların gerçekte ne anlama geldiğini sorup duruyor, oysa bizim amacımız açısından pragmatik yaklaşımı benimseyip kuantum mekaniğinin deneylerle teyit edilen öngörülerde bulunma anlamında işe yaradığını söylemek bizim için kâfi, dolayısıyla kuantum mekaniğinin ne tür bir anlam ifade ettiğinin bir önemi yok.”[18]

Sonuç olarak, insanlar, bilimin ortaya koyduğu teorinin ne anlama geldiğini ısrarla sorguladığında bilim hemen totolojiye başvuruyor ve “Biz, muhakeme, deneyler ve araçlarla yaptığımız şeyi biliyoruz. Bundan daha fazlasını istiyorsanız, buyurun siz yapın, ama asla teoloji, felsefe ve sanat gibi bilimsel yöntemi ayaklar altına almayın” diyor. Burada tam da psikologların “çifte açmaz” dediği şey söz konusu: bilim, kendi bilgilerinin anlamını nasıl ortaya koyacağını bilmediğini kabul ediyor, ama öte yandan da diğer her türlü anlamlandırma çabasını da herkese men ediyor.

Peki öyle olsun. Bilim insanları bir salona doluşsunlar, oturup yedikleri yemeklerden konuşsunlar.

Dawkins gibi bir bilim insanı, felsefi ve estetik dünyasındaki düzensizlik sebebiyle belki bağışlanabilir, ama ünlü yoldaşı Christopher Hitchens’a asla hoşgörü gösterilmemelidir. Hitchens, emprisizmin ve aklın otoritesine başvurmasına karşın bilimle çelişen, akla hakaret eden her şeyi ağır bir dille eleştirir ve buradan da hiçbir şairin dahi kabul edemeyeceği bir şey söyler: “Doğamız, proteinler ve asitlerden oluşuyor.”

Esasında Hitchens bir bilim insanı değil, edebiyat eleştirmeni, gazeteci ve kamuya mal olmuş bir entelektüeldir. Dolayısıyla buradan, onun düşünce dünyasında sanata, edebiyata ve felsefeye dair belirli bir bakış açısının ön planda olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Ama meselemiz bu değil. Hitchens, dinin bilim ve akıl adına silinip atılmasını önerir. Bu cesur yeni dünyada edebiyatın görevi, İncil’i çöpe atmak ve “ebedi ahlaki meseleler”i inceleme fırsatı sunmaktır.

Hitchens’ın Tanrı Büyük Değildir: Din Her Şeyi Nasıl Zehirliyor isimli çalışması, fikri açıdan utanç verici bir kitaptır. Fikri açıdan utanç verici olmaksa bildiklerinden, daha doğrusu bilmek zorunda olduklarından daha azını söylemek, söylediklerini gerçek gidişatı ve olguları yanlış ifadelerle dile getirmektir. Bu anlamda Hitchens’ın kendi ifadesiyle, bu kitap belirli bir “edep”ten yoksundur.[19]

Eğer ateist, bir icra kurulu başkanı gibi koltuğa kurulup yaratılışın dışında duran, emirler yayınlayan, bahtsız günahkârları cezalandıran, düşmanlarından intikam almaya çalışan, savaşlarda taraf tutan bir tanrıya inanmamaksa, Hitchens gibi ben de ateistim. Bu Tanrı ve onun riyakâr müritleri Rabelais, Molière, Voltaire, Thomas Paine ve bizde Mark Twain’den beri aydınlanmacı aklın kolay birer hedefi olageldiler.

Bu Tanrı ve bu tür dindarlar, elbette ki politik açıdan sorunludur. Üstelik Hitchens, bu nahoş gerçeği unutmamıza asla izin vermemektedir. Neticede bizde dindar sağ diye bir şey vardır ve uluslararası planda ise belirli bir güce sahip olan köktencilik tehlikeli ve ürkütücüdür, bu, bilhassa onunla birlikte yaşamak zorunda olanlar için üzücü bir gerçekliktir.

İlk yayınlandığından beri eleştirmenlerin de tespit ettiği üzere Hitchens’ın kitabı dini bir dizi suç hikâyesine indirgemektedir. Ancak süreç içerisinde dinî düşüncenin tüm gerçek hikâyesi yanında tarihsel çalışmalar ve metin incelemeleri, sanki hiç yokmuş gibi muamele görmektedir. Hitchens için Levant bölgesinin, Doğu Akdeniz’in Elenistik düşünceyi, Yahudi düşüncesini ve Maniheist düşünceyi kültürel açıdan harmanlamış olmasının bir önemi yoktur. O, Yahudiliğin Nietzsche’nin “kitlelere mal olmuş Platonculuk” olarak tarif ettiği bir dine dönüştürülmesini de önemsemez. Hitchens için Yeni Ahit’te yer alan, Yahudi öğretileri, gnostik öğretiler ve Paul’cü öğretiler arasında görülen teolojik çatlakların da bir değeri yoktur. Hitchens, ilk Hristiyanlık mezhebi olan Aryanizmin, liberal birlikçiliğin manevi kökeni olan bu akımın o etkileyici yolculuğunu da ciddiye almaz. (Bir Aryan ve Teslis karşıtı olan Newton, Trinity Koleji’nde daha fazla tutunamamıştır.)

Hitchens, Hristiyan düşüncesinin Alman idealizminindeki/romantizmdeki ve Amerikan aşkıncılığındaki arındırıcı maneviyata dönüşümünü de önemsemez. Tuhaf bir biçimde Hitchens için Kierkegaard, Dostoyevski, Karl Jaspers, Paul Tillich, Martin Buber gibi isimlerdeki varoluşçu Hristiyanlığa ve yakın döneme ait isimler olan Jacques Derrida ve Slavoj Žižek’te gördüğümüz, postyapısalcı düşünce içerisindeki dinî sapmayı da değerli bulmaz. (Oysa tüm bu felsefeciler, Žižek’in “Hristiyanlık’taki sapkın öz” dediği şeyi ararlar.)

Dolayısıyla Hitchens, bu düşünce ve maneviyat geleneklerini kabul etme fırsatını elinin tersiyle iter. Bir yerde İbrahim ve İshak’ın hikâyesinin “ürkütücü ve berbat” bir yanılsamadan ibaret “delice ve iç karartıcı” bir hikâye olduğunu söyleyen Hitchens, Kierkegaard’ın bu hikâyeyi, o karmaşık, şiirsel ve alabildiğine felsefi bir üslupla anlattığı Korku ve Titreme çalışmasından hiç bahsetmez. Bu sebeple Hitchens, her zaman karşımıza, o eleştirdiği köktencilere benzeyen ve metni olduğu gibi ele alan, motamot okuyan biri olarak çıkar.

New York Times’ın çok satanlar listesinde kendisine imtiyazlı bir yer edinmiş olan Hitchens ile ilgili bu eleştiriyi başka isimler de dile getirmektedir. Örneğin o kapsamlı bir analiz içeren makalesinde William J. Hamblin şu eleştiriyi dile getirmektedir:

“Mısır’dan hicret edilmesini ele alan Hitchens, dogmatik bir yaklaşım üzerinden bize şunları söylüyor: ‘Mısır’dan kimse kaçmadı, çölde kimse dolaşmadı. […] Vaat edilmiş topraklar fethedilmedi. Bunlar sonrasında uyduruldu. Bu hikâye, hiçbir Mısır kaynaklı tarih çalışmasında, ara bir not olarak bile aktarılmıyor. […] Musa ile ilgili tüm efsaneleri iç rahatlığıyla ve kolayca çöpe atmak mümkün.’ Hitchens, bu türden hikâyeleri kolayca çöpe atıyor, çünkü kutsal kitap üzerine kurulu geleneklerin tarihsel gerçekliğini ortaya koyan kanıtları yüzeysel de olsa inceleme başarısını bile gösteremiyor. Hitchens, bize göre okumaya Hoffmeier’in İsrail Mısır’da, Antik İsrail Sina’da mıydı? isimli çalışmasıyla başlamalı. Bu kitabın ilahiyat kitapları basan küçük bir Hristiyan yayınevi değil, gerici ve köktenci çizginin savunusu olmaktan uzak olan Oxford Üniversitesi tarafından yayımlandığını belirtmek gerek. Hitchens’ın ‘bu hikâyenin, hiçbir Mısır kaynaklı tarih çalışmasında ara bir not olarak bile aktarılmadığına’ dair iddiası, sırf polemik dâhilinde işe yarar diye edilmiş, bomboş bir laftır.”

Üniversitelere ait yayınevlerinin din savunusu içeren çalışmaları yayımlaması “yeni ateistler”in hiç dikkatini çeken bir husus değil. Dolayısıyla Dawkins ve Hitchens gibi isimler, Robert N. Bellah’nın İnsan Evriminde Din: Paleolotik Çağdan Eksen Çağına adını taşıyan çalışmasıyla hiç ilgilenmiyorlar.

Bu kitap, teorik (bilimsel) kültürün tek taraflı etkisi altında hareket eden Batı kültürünün eleştirisini içeriyor ve teorik olanın mitik olana bağlı oluşunu tarihsel düzlemde açıklıyor.

Linda Heuman, kitapla ilgili eleştiri yazısında şunları söylüyor:

“Bellah, hem aklın mutlak otoritesine yönelik o hiç sorgulamadığımız güveni boşa düşürüyor, hem de hakikatin başka türlerine yönelik güvenimizi artırıyor. […] İnsanın gelişimiyle ilgili hikâye buradan kurulduğunda o bize, insanın ilkin bildiğini, sonra hikâye anlattığını, ardından analize dayalı düşünceler ürettiğini söylüyor. Akıl ilk değil en son çıkıyor sahneye, o, kurulmuş olan ekibin en yeni üyesi; kaptan değil, oyunculardan biri.”

Hitchens, aslında en berbat tespitlerini “Doğu’nun dini” dediği şeyle ilgili olarak yapıyor. Bu noktada Hitchens, Hinduizmin ve Budizmin tüm türevlerini aynı çuvala atıyor. “Doğulu Çözüm Diye Bir Şey Yoktur” başlıklı bölümde Asya’daki tüm dinî gelenekleri ünlü, ama tehlikeli bir gurunun (Bagvan Sri Racniş) çevirdiği dolaplara ve Dalay Lama ile ilgili iftiralara indirgiyor.

Racniş’in inzivaya çekildiği evde gördüğü “ayakkabılar ve zihinler kapıda bırakılmalı” yazısından Budizmin aklı horgördüğü sonucuna ulaşıyor. Ama nedense Racniş’in Budist olmamasına hiç kafayı takmıyor, onun Hindu oluşu üzerinde hiç durmuyor.

Esasında Hitchens’ın Racnişçiliğe neden bu kadar öfkeli olduğunu bir tek Tanrı biliyor. Çünkü bu inanç, tam da dünyevi olana bakan Hitchens gibiler için imal edilmiş. Sannyasa hareketi, farklı mezhepleri bir araya getiriyor ve kapitalizmin, bilimin ve teknolojinin dogma karşısında üstün olduğunu söylüyor. Dindar bir köktenci olmak şöyle dursun, aslında Racniş farklı bir yolu takip ediyor. Kendi dinini sistemleştirmek adına Racnişçiliğin Kitabı diye bir kitap kaleme alan ve beş bin kopya basıp dağıtan Racniş’i Hintliler köktenci değil, burjuva olduğu için eleştiriyorlar. Sannyasa’nın asıl başarısı ise şaşırtıcı bir biçimde şirketlere benzer bir yapıya sahip bir işletme olabilmesi ile ilgili.

Hugh Urban’ın tespitiyle “Seksenlerde hareket, şirketlerden oluşan karmaşık bir ağ hâline geldi, dünya genelinde maneviyatçı ve seküler bir dizi şubeye sahip oldu, yogadan psikolojik danışmanlığa ve temizliğe kadar birçok hizmet alanında faaliyet yürüttü.”[20]

Budizm konusunda az çok bir şeyler bilenleri asıl rahatsız edense Hitchens’ın Budizmin felsefî gelenekler açısından sahip olduğu zenginliği kabule yanaşmıyor oluşu. Örneğin önemli metinlerden olan Kalp Sutrası ve bu kitabı yorumlayanlar, Batı’nın ancak Spinoza ile birlikte başardığı, metafizikle etiği fikri derinlikle birleştirme çabası içerisindedirler. Zaten Hitchens da Budizmin köktencilikle ortak noktasının pek bulunmadığını, onun etikle ilgili derin düşünceden ibaret olduğunu kabul ediyor: “Tüm bunlara din değil de ahlak sistemleri veya hayat felsefeleri olarak yaklaşmak mümkündür.”[21] Ama Hitchens, Bir Budist Ateistin İtirafları isimli kitabın yazarı Stephen Batchelor gibi âlimlerin savunduğu seküler Budizm hakkında da bir şeyler öğrenme zahmetine girmiyor.

Dawkins ve Hitchens, bu tür bir şikâyeti muhakkak ki sıklıkla işitmiştir. Tanrı Yanılgısı isimli kitabının karton kapaklı baskısına yazdığı önsözde Dawkins, kendisini şunu söyleyerek savunuyor: “Bugün dünya dinlerine köktenci görüşler hâkimdir, dolayısıyla ben, bu dinleri sorun olarak gördüğüm için haklıyım.” Ama bu sözünü hiçbir şekilde gerekçelendirmiyor. Üstelik Dawkins bu sözleri, ortalık yerde liberal Hristiyanlar, hatta Obama ve Carter gibi liberal evanjelikler varken, Michael Lerner’ın Maneviyatçı İlericiler Ağı dinlerarası bir yapı olarak belirli bir yere sahipken, liberal, hatta radikal Yahudiler herkesin gözü önündeyken söylüyor.

Dawkins ve Hitchens iki önemli hususun üzerinden atlıyor. İlki olarak bu ikili, kendilerini eleştiren isimlerin sadece akademik ve teorik sınırlarından bahsetmediklerini, onlardaki yanlışlara da işaret ettiklerini görmüyor. Bunlar, bilgili veya dikkatli bir eleştirmenin yapmayacağı yanlışlar. İkinci husus daha da önemli: Bu yazarlar, köktenciliğin gerçek kusurlarını düzeltme noktasında dinî düşüncedeki özgürlükçü veya felsefi geleneğin oynayacağı rolü görmezden geliyorlar.

Dawkins ve Hitchens gibi isimler, özelde rasyonalizmin ve bilimin iddialarıyla kendilerini sınırladıkları için Marx’ın çalışmalarından etkilenmiş olan Paolo Freire ve kurtuluş teolojisinin önemini anlamıyorlar. Son elli yıl içerisinde papalığın kaleme aldığı genelgeler bile kapitalizmin yoksullara yönelik zulmünü eleştiriyorlar ve üstelik bu eleştirileri Marksist Hitchens’a kıyasla daha kesintisiz bir biçimde yapmışlar. Oysa Dawkins, bu ve benzeri olgular üzerinden kendi çalışmalarını eleştirenlerin eleştirilerini bile görmezden geliyor.[22]

Benim Hitchens’ta asıl üzerinde durduğum konu, ondaki dağınık, hatta eksik teoloji bilgisi değil. Hitchens, aynı zamanda kendi uzmanlık alanı olan Batı edebiyatı ve felsefesi alanında da sorumsuzca hareket eden bir isim. Hitchens’ın da kullandığı tabirle, ben de kendisine “dört temel itiraz” yöneltiyorum:

1. Hitchens, kendisinde de bir tür metafizik ve büyü üzerine kurulu bir düşünme pratiği olduğu gerçeğini kabul etmiyor.

2. Bu metafizikteki yıkıcılığı kabule yanaşmıyor.

3. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda maneviyatçı ve akıl karşıtı edebiyatın ve felsefenin katkılarını görmezden geliyor.

4. Kendisindeki düşünme pratiğinin de en nihayetinde belirli bir inancın somut ifadesi olduğunu görmüyor.

Söze Hitchens’taki metafizikle başlayalım. Kitabının önemli bir kısmını dinî metafizikteki aptallığı eleştirmeye ayırıyor, bu noktada bilhassa doğanın sıradan işleyişi dışında duran bir varlık olarak Tanrı anlayışını eleştiriyor. Ama öte yandan Hitchens da kendisine ait metafizik iddialarını sıralıyor. Ne var ki bu iddiaları belirli argümanlara dayandırma gereği duymuyor. Dinin karşısına Aydınlanma aklını çıkartıyor.

Peki Hitchens’a göre “akıl” nedir? Mantık kuralları mıdır? Bilimsel yöntem midir? Thomas Paine’in bahsini ettiği sağduyu mudur? Bunların hepsi midir?

Galiba Hitchens, herkesin aklın ne olduğunu zaten bildiğini düşünüyor ve aklın işlevi veya erdemleri konusunda bir açıklama sunma ihtiyacı duymuyor. Esasen bu yaklaşım, karşımızda bir ideolojinin durduğunu gösteriyor. Her ideolojist gibi Hitchens da kendi önermelerini inceleme fikrine ayak diriyor, çünkü incelerse otoritesinin sarsılacağını düşünüyor.

Hemen büyük bir hevesle başka başlığa geçen Hitchens, dinin akla yönelik hakaretleri meselesini ele alıyor, ama nedense aklın ne anlama geldiğini söylemiyor. Buradan anlıyoruz ki akıl, kılına zarar gelmemesi, kötü davranılmaması gereken bir şey. Bu aşamada yazarımız, akla saldırı ile Tanrı’ya saldırı arasındaki farkı siliyor.

Hitchens’ın ikinci metafizik iddiası vicdanla alakalı. O, din olmazsa ahlakın olmayacağını, vicdanın doğuştan olduğunu söyleyen teze karşı çıkıyor ve “insandaki ahlaklılık hâlinin dinden kaynaklanmadığını, bu hâlin dinden önce de varolduğunu” söylüyor.

Hitchens’ın saçmaladığını söylemek gerekiyor. Önce şunu sormak gerekiyor: Vicdan nedir? Ahlaklı şeyler düşündüğümüzde beyin taraması esnasında ekranda görünen ışık mıdır? “Doğuştan” ne demektir? Madem vicdan doğuştan, milattan önce 71’de Roma’dan Kapua’ya uzanan Appian Yolu’nda Krasus altı bin Spartaküsçüyü çarmıha gerdiğinde Romalılar, insanların yan yana dizildiği sahneyi neden bir sanat eseri olarak gördü, neden şehre dönen Krasus’u yüceltti? Romalılar, muzaffer komutanlarının yoluna çiçekler atarken sağduyularına ve düşüncelerine karşı mı geldiler? Bu insanlar kutlamalar sonrası vicdan azabı çekip gece uyuyamadılar mı? Yoksa Krasus, Romalılardaki üstün ırk olduklarına dair düşünceyi teyit mi ediyordu?

Bu bağlamda insanlık tarihinin gördüğü en yıkıcı toplumsal sistem olarak kapitalizmin ve kapitalist militarizmin büyük bir tutkuyla destek görüyor olmasını da mı vicdanî bir yönelim olarak değerlendireceğiz? Bazen bizdeki füzeler ara sıra çocukların üzerine düşüyor diye bu füzelere sahip olduğumuz için üzülecek miyiz? İleri teknoloji ürünü mühimmata sahibiz diye gururlanacak mıyız? “Savaş uçaklarıyla yapılan bu hava gösterisi başka şehirde yapılsın” dediğimizde bunu kaç kişi kabul eder? Bu tür bir laf ettiğinizde Amerika karşıtı diye damgalanırsınız. Genelde kitle, askerî gücü üstünlük göstergesi olarak ele almaya meyillidir.

Nihayetinde Hitchens, vicdan diye bir şeyin olduğuna dair o yüzeysel ifadeye bizzat kendi kitabıyla karşı çıkıyor. Ona göre din, “zehir”den başka bir şey değil. Hatta Hitchens, dinin insanları gaddarlaştırdığını iddia ediyor. Bu tespit, hepsi için geçerli mi peki?

Binlerce yıldır milyonlarca insan, iyi ve kötüye dair doğuştan edindiği anlayışa karşın inançlarını şevkle ve güçlü bir biçimde savundu. Demek ki kâfirleri, zındıkları, özgür düşünenleri öldürme pratiği, Yehova, Allah veya Kilise adına yapılmadığında da iyi bir vicdanın ameli olarak gerçekleşmiyor. Tepelerinde füzeler ve savaş uçakları uçmasaydı muhtemelen bir Taliban üyesi gece mışıl mışıl uyur, ertesi gün karşısına çıkan kişi iPod’dan müzik dinliyor diye onun kulağını kesmezdi.

Bence insanın doğuştan vicdanlı olduğunu söylemekle Tom Waits’in “Yoksulluk Dünyada Akan Bir Nehirdir” isimli şarkısında dediği gibi, “insanlığa dair söylenebilecek tek şey onda iyilikten eser bulunmadığıdır” demek arasında bir fark yok. Her iki iddia da önyargıdan başka bir şey değildir. Bu lafı Hitchens’a etseydik eğer, muhtemelen beyimizin suratı asılır, hemen tartışma pozisyonu alır, Karate Kid’deki “turna” hareketini çekerdi, Tom Waits ise sinsi bir surat ifadesiyle sırıtır, o hafif sarhoş konuşma tarzıyla “evet ya” derdi.

Wallace Stevens, bu tür laflar hakkında şunu söylüyor: “Dünya çirkin bir yerdir, insanlarsa üzgün. Nasıl istersen öyle olsun.” Stevens’a göre bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu din, bilim, akıl veya Hitchens gibi Marksizm maskesi takmış yeni muhafazakârlar değil, şiir tayin etmelidir. En azından Stevens, bu konuda dürüst bir isimdir. En azından o, başkaları gibi, “benim iyi ve güzel anlayışımı beğenin, ona göre hareket edip şiddete ve çıkarlarınıza dayanan kültürünüzü geride bırakırsanız hayırlı olur” demiyor.

Peki Hitchens’ta vicdan nerede? Dinî ve felsefî düşüncelerin tarihini bile bile çarpıtırken neden vicdanlı biriymiş gibi davranmıyor? Amaçlara uygun düşen vicdana sahip olan insanlar içerisinde parmakla gösterilecek örneklerden biri değil miydi kendisi?

Kişisel ahlak kültürel ahlakı yansıtır, kültürel ahlaksa genelde kabilenin çıkarlarına tabidir. Hitchens’ın da bir kabilesi vardır. O, makul, temiz giyinen, güzel konuşan, her zaman haklı olan Oxfordlular kabilesine mensuptur, dolayısıyla Hristiyan köylülerle, kölelerle, cahillerle, Cambridge’te okumayanlarla, öğle vakti güzel yemek yiyemeyenlerle arasındaki farkın bilincindedir ve bu farkın keyfini her daim çıkartır. Hitchens, oligarklar ailesine mensuptur, onların sahip olduğu en önemli imtiyazlardan biri olan, kendi yalanlarını ve kabahatlerini ciddiye almama hakkına sahiptir.

Hitchens’ın gözünde hiçbirimizin kıymeti yoktur. Ona göre “ahlak” doğuştan gelen bir şeydir. Bu, itiraz edilemeyecek bir hakikattir. Çünkü onun bildiği gerçekler kanıta dayanmaktadır, başka insanların bildikleri ise temelsizdir.

İyiliğin ve Kötülüğün Ötesinde kitabında Nietzsche’nin de dediği gibi, “kimse, öfkeli bir adam kadar yalancı olamaz.”

Fransız Devrimi sonrası dönemde edebiyat ve felsefe, Aydınlanma aklının ortaya koyduğu iddialara alabildiğine şüpheli yaklaşıyor. Hepsi de o aklın nasıl işlediğini görüyor. Ne var ki bu edebiyat özel uzmanlık alanı olmasına karşın kitabında Hitchens, ona dair tek bir laf etmiyor. Aslında Gulliver’in Gezileri’ni yazan Jonathan Swift açısından bilimsel aklın, fahişeden başka bir şey olmadığını Hitchens da biliyor. Geçmişte Swift gibi kişiler, o aklı aynı zamanda Kraliyet Cemiyeti’nde temsil edilen bir şey olarak görüyorlar.

Swift gibi, Blake’in paltosundan çıkan tüm İngiliz şiir geleneği de sadece dinî inanca değil, bilimsel akla da itiraz ediyor. Romantikler, Avrupa’nın geleceği için en temel sorunun, yeniden tahayyül edilmesi gereken din değil, aklın doymak bilmez hak talepleri ve istekleri olduğunu söylüyorlar. Hitchens ise edebiyatın aklı ayakta tuttuğunu iddia ediyor, oysa o ayakta tuttuğunu söylediği akıl, Hitchens’ın bilim ve akla olan inancına karşı çıkıyor. O inanç ki onca samimiyetsizliğine ve yaptığı zulümlere rağmen kendisinden her zaman memnun olabiliyor.

Akıl adına işlenen suçlar, inanç adına işlenen suçlardan daha az değil. Hitchens’ın yüce tuttuğu Aydınlanma aklına dönük inanç, ilk karşılıklarını Terör Dönemi’nde buluyor. Ateizme bağlı olan ve aklî melekelere sahip olduğuna inanan Hébertistler, Notre Dame Katedrali’ni ele geçiriyorlar. Orada kurdukları sahnede çekici ve eleştirmenlerince çapkın bulunan Madam Momoro’nun canlandırdığı Akıl Tanrıçası önünde eğiliyorlar, ayinler düzenliyorlar.[23] Kamu Güvenliği Komitesi o akıl dini adına katliamlar yapıyor.

Hitchens’ın herkesin üzerinde tuttuğu George Orwell bile “aklın uykusu” ile birlikte ortalığa çıkan canavarlara değil, aklın mümkün kıldığı verimlilik, rasyonel bütünlük ve toplumsal idare gibi canavarlara karşı çıkma gereği duyuyor.

Kafayı Yahudilere takmış olsa da Nazizm, dinin biçimlendirdiği basit bir kâbus değil, o aslında idari verimlilik anlayışının yol açtığı bir kâbus. Evet, Nazilere Katolik Kilisesi yeterince karşı koymadı, ama Krupp şirketinde veya I. G. Farben isimli kimya şirketinde çalışan bilim insanları, teknisyenler ve iş insanları da Nazilerin yapıp ettikleri karşısında sessiz kaldılar. Üstelik Nazilerin yürüttüğü öjeni çalışmaları, esasen ABD’de yapılan bilimsel araştırmalara dayanıyordu. 1906’da Amerikan Islahçılar Derneği’ni biyolog Charles B. Davenport kurmuştu. Derneğin en fazla üzerinde durduğu tehlike ise “ikinci sınıf kan” idi. Amerikan bilim cemaati, meseleye ancak Hitler’in imha kamplarını gördükten sonra, başka bir açıdan yaklaşma ihtiyacı duydu.[24]

Demek ki aklın uykuda olması kadar onun uyanık olması da canavarların oluşmasına yol açabiliyor. Hitchens, bilimdeki kötü vicdanı kendisine hiç mesele yapmıyor, bilimin silâh üretiminde veya doğanın yok edilmesinde oynadığı rol üzerinde durmuyor. Kaygılı Bilim İnsanları Birliği isimli örgüt, bu konuda heybesinde epey eleştiri biriktirmiş durumda: Örgüt, bilimin bu tür meseleleri kendisine dert edinmemesini eleştiriyor. Sosyal Sorumluluk Yanlısı Doktorlar ekibinden Helen Caldicott, birçok bilim insanının yaptıkları çalışmaların ahlakî yönünü ahlaktan yoksun insanlara, muktedirlere ve zenginlere bıraktıklarını söylüyor.

Muhtemelen bilim insanları ve hümanistler içerisinde en fazla saygı gören insan olan Jacob Bronowski, matematikle ilgili becerilerini 1943 yılında Hamburg’un yangın bombalarıyla daha verimli bir biçimde ateşe verilmesi için kullanmış bir isim.

Tüm bunları bilmek için bilime dair derin bir bilgiye sahip olmanıza gerek yok. Bronowski, bilimin iktidarla ilişkisi konusunda çok şey söylüyor zaten. Bugünlerde pek bilinmeyen, BBC yapımı İnsanın Yükselişi belgeseli için verdiği mülâkatta Bronowski şunları söylüyor:

“Burada Einstein’ın ismini bilerek anıyorum. O, bir bilim insanıydı ve yirminci yüzyılda düşünceye bilim insanları öncülük ediyorlardı. Bu da önemli bir soruna yol açtı. Çünkü bilim, aynı zamanda hükümetle el ele ilerleyen, devletin pekiştirmek istediği gücün kaynağı idi. Bilim geçmişte olduğu gibi bugün de başka bir yöne yönelse inançların, görüşlerin hepsi tuz buz olur. İnançsız kalırız, çünkü bu yüzyılda insanın biricikliğini gören, onun sunduğu armağanlarla ve yaptığı işlerle gururlanan bir yapı olarak bilime dayanmıyorsa ortada inanç diye bir şey de kalmayacaktır. Bilimin işi, dünyayı değil, ahlakî tahayyülü miras almaktır. Çünkü insan yoksa inançlar ve bilim birlikte yok olur.”

İkinci Dünya Savaşı süresince İngiltere devletine bilim konusunda danışmanlık yaparken edindiği deneyim üzerinden Bronowski, korktuğu şeylerin başına geldiğini gördü. İnsanın Yükselişi’nin yayınlanmasından yirmi yıl önce Bronowski’nin dostu, İngiliz romancı ve bilim insanı C. P. Snow, Yeni İnsanlar (1954) isimli romanını kaleme aldı. Bilimi ahlakî açıdan eleştiren Snow, Hiroşima’ya atılan bombadan bir gün sonra romandaki Hankins isimli karaktere şunları söyletiyordu:

“Ümit dolu bu yeni çağın asli fazileti, bugünden sonra bizim başkasıymış gibi davranma ihtiyacımızı ortadan kaldırmış olmasıdır. Yüzlerce yıldır batıda bize büyük bir ciddiyetle, insanlık için fazla yüksek olan ahlakî standartlar belirlediğimizi, büyük bir övgüyle dile getirip durdular. Hepimiz ayaktakımı ve batı medeniyetinin sempatizanları olarak o yüksek standartlara ulaşamasak bile mevcut durumu kanıksadık ve o seviyeye ulaşmak için herkesten fazla çalıştık. Bugün ‘kimse aptal olamaz, dolayısıyla kimse aptal değil’ diyen kişi yalan söylemiyor, çünkü kimse yalan söyleyemez. O sadece komik şarkılar söyleyen bir şarkıcıdır.”[25]

Dawkins ve Hitchens, emprisizmin zaferini büyütmeyi amaçlayan başka popüler kitapların önünü açtı. Burada özel olarak Lawrence M. Krauss’un Hiçlikten Gelen Evren kitabına değinmek gerek. Bu kitapta yazar, kuantum fiziğini “ilahiyatçının elindeki son kozu yemek için” kullanıyor.

Krauss’un 17 Nisan 2012 günü Youtube’da yayınlanan dersini 1.327.200 kişi izlemiş. Derste üç husus öne çıkıyor: 1. Oldukça ilginç bir konu olarak kozmoloji; 2. Mantığın alenen aşağılanması, berbat kelime kullanımı; 3. İnsanı hayrete düşüren kibir. Bilimde her şey gün gibi ortadadır, ama Krauss konusunda ikinci ve üçüncü maddenin açıklığa kavuşturulmaya ihtiyacı var.

Üniversitede bilim insanları arasında epey vakit geçirdim. Bunların büyük kısmı kibirli insanlardı. Öyle ki pozitif bilimlerin dışındaki her bir disiplini aşağılama eğilimdeydi hepsi. Bilhassa bu disiplinlerin gerçeklik iddiaları olmadığını düşünüyor, araştırma fonu taleplerini alaya alıyorlardı.

Krauss ise kibri artık komik bulunabilecek bir düzeye taşıyor. Özellikle din konusunda. 2009’da Dawkins’in daveti üzerine verdiği derste sürekli dindarların ne kadar aptal insanlar olduğunu söylüyor. Dersin başında şu tespiti yapıyor: “Bilim insanları gizeme bayılırlar. Bilmeyi sevmezler. Dinde heyecan yaratan şey, her şeyi biliyor görünüp aslında hiçbir şey bilmemekle ilgilidir.”

Gerçekten de hiçbir şey bilmiyorlar mı? Karanlık maddeden habersizler mi? İnsan, bu noktada Krauss için dinin ne ifade ettiğini anlamak istiyor. Onun aklında muhtemelen sadece muhafazakâr evanjelikler, Papa, doğaüstü güçlere inanan insanlar var. Tıpkı Dawkins ve Hitchens gibi Krauss da son iki yüz yıldır romantik ve varoluşçu din felsefesinin çalışmalarından veya din ve kutsal kitap çalışan âlimlerin eserlerinden hiç bahsetmiyor. Bu insanlar bu çalışmalara bakma gereği duymuyorlar. Kendi önyargılarıyla çelişen her şeye gözlerini kapamayı tercih ediyorlar. Üstelik Hristiyanlığı eleştiren büyük eleştirmen Søren Kierkegaard ile birlikte işler daha da sarpa sarıyor.[26]

Krauss’un mantığı sorunlu. Onun amacı, bir şeyin hiçlikten gelebileceğini, geldiğini izah etmek. Bilim de hayli ilginç bir şey sonuçta. Galaksiler arasında “boş uzamlar” uzanıyor, elinizdeki kitapla sizin aranızda hiçbir şey yok, evrende kuantum parçacıkları arasındaki hiçlik, aslında maddenin dolayısıyla enerjinin büyük kısmını (yüzde yetmişini) ifade ediyor. Meseleyi izah etmese de evrenin üzerinde yerçekimsel bir etkiye sebep oluyor, itme gücü, evrenin genişlemesine ve hızlanmasına yol açıyor. Güneşin ölümünden kabaca 1,995 trilyon yıl sonra gezegenimizden baktığımızda hiçbir galaksi görmeyeceğiz.

Oysa ilahiyatçıların “hiçlik” derken kastettikleri şey bu değil. Diyelim ki Krauss bilim ile ilgili olarak doğru şeyler söylüyor, o vakit şu tür sorular gelmeli akla: “Hiçlik yerine neden kuantum sahaları var?” Veya: “İlk başta neden ‘düzensiz bir pürüzsüzlük’ var?”

Krauss’un bahsini ettiği hiçlik, olmayan bir hiçlik yani. O aslında bir şeylerin arasında uzanan, içi dolu bir uzam. Maddesiz ama bir saha içermiyor değil, dolayısıyla parçacıklar üzerine kuvvet uygulayabilecek bir “uzam içi koşul”u meydana getiriyor.

Astrofizikçi John Wheeler’ın tespitiyle, “O uzamı işgal ediyor. Enerji içeriyor. Onun varlığıyla gerçekte varolan boşluk ortadan kayboluyor.” Eğer ip teorisine inanılıyorsa bu “hiçlik”, kendi üzerine kıvrılmış, bir atomdan trilyonlarca küçük bir şey olarak uzayı doldurmuş beş boyutlu bir şey.

Ben astrofizikçi değilim ama Wheeler’ın dediklerini anlıyorum. Peki ama bu Krauss’un derdi ne?

Stephen Hawking aynı manevraya başvuruyor. Kutsal yaratıcıya dönük ihtiyacı görmezden gelen Hawking, kuantum fiziğini “evren kendiliğinden ortaya çıktı, olası tüm yolları takip ederek harekete geçti”[27] demek için kullanıyor. Bu çok evrenci yaratılış teorisi “evrenimizin (sonsuz sayıdaki olası evrenlerden biri olan evrenimizin) ilk evrendeki ufak homojensizliklerin (kümelerin) tohumlarından neşet ettiğini, 100.000 parça içerisinde bir tek parçanın özkütle varyasyonlarını içerdiğini söylüyor.”[28]

Peki tamam, hiçbir şeyi Tanrı yapmadı, evren o kümelerin içinden çıktı. O hâlde şunu soralım, kuark niye var, o küme niye var?

Krauss kitabında bu tür sorulara dindarların verdiği cevapları kendisine dert ediniyor:

“Bana bu dindar eleştirmenler, ‘bu boş uzamın hiçlik olduğunu söyleyemezsin’ diyorlar. Neymiş efendim, felsefecideki veya ilahiyatçıdaki o idealize edilmiş hiçlik kavramından ayrıştırmak için kuantum boşluğu demeliymişim. İyi öyle olsun. Peki ya hiçliği, uzay-zamanın olmaması olarak tarif etmek istersek? Bu tarif yeterli olur mu?”

Oysa yaratılış teorisini savunan Hristiyanlar, “hiçlik” kelimesini ta Akinolu Thomas’tan beri bu anlamda kullanıyorlar. Onu eleştirenlerse bugün aynı konuda anlaşmazlığa düşüyorlar. Aslında Krauss’un meseleyi anlamak için Akinolu Tomas’a ihtiyacı yok.

İlk Büyük Patlama teorisyeni George Gamow, Evrenin Yaratılışı kitabında şunu söylüyor:

“Bazıları ‘yaratılış’ kelimesini kullanmama itiraz ediyorlar, yazar olarak ben bu terimi bir şeyi hiçlikten üretmek değil, biçimsiz bir şeyi biçime kavuşturmak olarak anlıyorum. Burada kelime, ‘Paris modasının son kreasyonu’ ifadesinde verilen anlamla birlikte kullanılıyor.”[29]

Krauss, meseleyi daha tefekkür etmeden itirazını dillendiriyor. Asıl konu kümeler değil, büyük bir patlama için sonsuz ölçüde yoğun bir noktanın neden varolduğu. “Neden patladı, neden içinden anti-parçacıklarla dengede olan parçacıklar (kuarklar ve leptonlar) açığa çıktı?” sorusu. Bu ilk madde olmasaydı, protonlar ve nötronlar oluşmasaydı, her şeyin ayrı olduğundan bu kadar emin olamaz, her birine ayrı bir isim vermezdik.[30]

Bu, boş bir tartışma aslında. Bilimde her şey gün gibi ortada. Krauss ise bize son yirmi yıldır çıkan popüler bilim kitaplarında bulunan bilgileri özetliyor sadece. Bilimin klasik dönemden (Newton ve Einstein) kuantum aşamasına (Feynman ve Hawking) geçişinin hikâyesini anlatıyor, son on yıldır şüpheyle yaklaşılan, Krauss’un bayraktarlığını yaptığı, kimsenin bilmediği, “evrenin geometrisi” denilen sahayla ilgili keşiflerden bahsediyor.

Hakkını teslim etmek gerek, Krauss bu hikâyeyi gayet iyi anlatıyor, benim gibi meslekî açıdan konuyla alakası olmayan okurlara karmaşık meseleleri izah ediyor. Ama şunu da söylemek lazım. Bu kitabın bir yayıncı ve okur kitlesi bulmasının sebebi bilim değil, siyaset. Hitchens “İşte bu ya! Nihayet dinin mezarına kürekle son toprak atılıyor” yazıyor kitabın önsözünde. Sonsözü yazmaksa Dawkins’e düşüyor elbette. Hep birlikte polemik yürütmek için yaptıkları beşikte Krauss’u sallayıp duruyorlar. Dawkins kitabın “nakavt eden yumruk” olduğunu söylüyor. “Kitabı okudukça ‘hiçlikten başka bir şey niye olsun ki?’ diyen ilahiyatçının elindeki koz alınıyor” diyor.

Krauss gibi bilim insanları ve polemikçiler, bildikleri şeylerin bir sınırı olduğu gerçeğini kabule yanaşmıyorlar. Sanırım bunu kabul etseler, düşmanlarının önünü açacaklarını düşünüyorlar. Bilim ise bazı şeylerin bilinemeyeceğini biliyor. Çünkü o varlığın kökeni gibi ana meselelerde gerekli gözlem ve deney imkânından yoksun olduğunu görüyor. Burada din tüccarlarını bilimin erişemediği yerlere çadır kurmaya (boşlukların tanrısını yaratmaya) çağırıyor değilim. Ben daha çok, bilimin bilmenin değilse bile düşünmenin başka biçimlerine kendisini açmasını gerektirecek meselelerden birine işaret ediyorum. Ama bilim abluka altında olduğu için onun bu konulara kendisini açması pek mümkün değil.

Siyaset olmasaydı bilim, din sahasındaki rakipleriyle girdiği yarıştaki eşitsiz konumu karşısında epey sıkıntıya düşebilirdi. Ama bugün söz konusu yarış, esasen bir tür savaş gibi değil de altıncı sınıfa giden bir çocuğun bir anaokulu bebesini yumrukla yere serdiği kavgaya benziyor.

Peki bilim, gerçekten de bilimi savunanların söylediği gibi büyük bir riskle karşı karşıya mı? Bence değil, çünkü bilimin uygulamalı bilimler ve teknoloji sahasında güçlü savunucuları var. Devletler, şirketler, ordular bilim için devasa bütçeler oluşturuyorlar. 2006 yılında harcanan para 312 milyar dolardı. Sadece Almanya bilime 59 milyar dolar harcadı.

Ama seçim söz konusu olduğunda şirketler ve hükümetler, dindarlarla kol kola giriyorlar. Oligarşinin büyük bir kısmı Çay Partisi’ne oy veriyor, onların adaylarını destekliyor, sonra arkalarını dönüp fizik ve biyoloji sahasında çalışan ve sürekli dine küfreden isimlere milyon dolarlar veriyor.

Örneğin PBS kanalında yayınlanan NOVA isimli bilim programının parasını David Koch ödüyor ama Koch, aynı zamanda iklim değişikliğini inkâr eden, kardeşiyle Çay Partisi üyesi olan, Hristiyan muhafazakâr Wisconsin valisi Scott Walker’a para akıtan bir isim.

Ayrıca bugün temsilciler meclisindeki Cumhuriyetçiler kanadının içinde yer alan demagogların Ulusal Bilim Vakfı’nın veya Ulusal Sanatlar Vakfı’nın kapatılmasına dönük taleplerine ya da Lockheed’deki bebek katili füzelerin yok edilmesine veya Monsanto’daki biyogenetik araştırmalarının iptaline dair tek bir çağrıda bulunduklarına tanık olmuyoruz. Dahası kimse, Pentagon’un ve şirketlerin bilimin gelecekteki başarılarına tabi olduğundan da bahsetmiyor.

Dolayısıyla bilim için her şey yolunda. Toplumsal ilişkilere dikkat kesilmediği sürece sorun yok. Bilim, kendisine para sağlayan şirketler ve kongre üyelerinin aynı zamanda düşmanı olan dinî köktenciliğe ve onun politik faaliyetlerine destek sunmasına ne diyebilir? Atom altı âlemi keşfe çıkacak kadar zeki olan insanların bu gerçeği görmesi zor olmasa gerek.

David Koch’un ismi NOVA’nın üzerine kalın harflerle kazınmış. Bu gerçeği görmemek mümkün mü? Dolayısıyla bilim, köktenciliğe yumruk sallar, ama C. Wright Mills’in kullandığı ifadeyle, “iktidar elitleri”nin yıkımla sonuçlanan tüm çalışmalarına yol verilir.

Richard Dawkins, o kendi kendisini düzelten yüce piyasa tanrısı hakkında neden tek bir kitap yazmıyor? Veya bilimin ve teknoloji sayesinde varolan askeri-endüstriyel komplekse neden tek bir laf etmiyor? Bu tür meselelere dikkat çekmek, bilimin çıkarına değil, ondan mı?[31]

Dogmatikler, Çay Partisi üyeleri ve hiçbir şey bilmeyen siyasetçiler şu zavallı bilime saldırıp duruyorlar. Empirisistlerin, teknisyenlerin, verimlilik uzmanlarının ve “rasyonel tercih” üzerinde duran ekonomistlerin gündelik hayatımıza ait her türden detayı belirli bir sabit noktaya bağladığı koşullarda bu insanlar kendilerini neden haksızlığa uğramış gibi hissediyorlar?

Bugün önlerine kırmızı halılar serilen köktenciler bile ileri teknoloji ürünü otomobillere, televizyonlara, bilgisayarlara, akıllı telefonlara, mikro dalga fırınlara, yani o ateist düşmanlarının hayal edip uygulamaya koyduğu dünyaya sahipler.

Curtis White

[Kaynak: The Science Delusion: Asking the Big Questions in a Culture of Easy Answers, Melville House, Mayıs 2013]

Dipnotlar:
[1] Isaiah Berlin, The Roots of Romanticism, Princeton University Press, 1999, s. 118-119.

[2] Fyodor Dostoevsky, “Notes from Underground”, White Nights and Other Stories içinde, The Macmillan Company, 1923, s. 68.

[3] John Markoff, “Connecting the Neural Dots”, The New York Times, “Science Times”, 26 Şubat 2013.

[4] Richard Dawkins, The God Delusion, Mariner Books, 2008, s. 126.

[5] Burada ince bir elitizm var aslında. Beylerimiz önlerindeki o mükellef sofranın keyfini çıkartıyorlar, çünkü Cambridge Üniversitesi’nin kutsal salonlarında kendilerine tahsis edilmiş odalara sahipler. “Oğlancı” diye alay ettikleri Tennessee’deki kilise mensuplarının payına ucuz domuz eti ve fasulye düşüyor. Genetiğin karmaşık yönleri gibi bu rahiplerin yediği yemeği de idrak etmekten uzaklar.

Ama gene de Sezar’ın hakkı Sezar’a. Jim Holt, Dünya Niye Var: Varoluşçu Bir Dedektif Hikâyesi (2012) isimli kitabında, kendisini Anthony Bourdain zannediyor ve birçok yerde fizik hakkında konuşuyor: “Masama oturdum balık, domuz eti ve pancar sipariş ettim. Cabernet Franc’ın lezzetli şarabını içtim.” Ben artık fiziğin zor bir iş olduğuna, fizikçilerin bu noktada epey bir besine ihtiyaç duyduklarına kaniyim.

[6] Richard Dawkins, a.g.e., s. 99.

[7] Stephen Hawking, Grand Design, Bantam Books, 2012, s. 181.

[8] Aktaran: Dawkins, a.g.e., s. 78-9.

[9] Hegel’in bu sözünü şair dostu Hölderlin aktarıyor. Belki de o lafı ettiği partide Hegel epey bir sarhoştu.

[10] Dawkins hatta dindarlıkla zekâ düzeyi arasında bir ilişki olduğunu gösterdiğini söylediği çalışmalardan bahsediyor: “İnsanın zekâ düzeyi veya eğitim düzeyi arttıkça daha az dindar oluyor veya her türden inanca daha az sahip oluyor.” (s. 129) Hadi diyelim öyle, bilimin de âşık olunacak, sevdalanılacak bir şey olduğu fikrine ne diyeceğiz? Veya kâinatın baş döndürücü ve büyüleyici olduğundan bahsedenlere ne söyleyeceğiz?

[11] Simon Singh, Big Bang, Harper Perennial, 2005, s. 149.

[12] Richard Feynman, Six Easy Pieces, Helix Books, 1994, s. 59-60.

[13] Morse Peckham, Man’s Rage for Chaos, Chilton Books, 1965, s. 310.

[14] Hubble’ın resmi internet sitesine göre “teleskopa ait görüntülerde renk, incelenen gök cisimlerinin özelliklerini öne çıkartmak için kullanılıyor. Siyah-beyaz orijinal görüntüler üzerinden oluşturulan renkli resimler esasen hem sanata hem de bilime ait.”

[15] Stephen Hawking, Grand Design, s. 5.

[16] Alex Rosenberg, The Atheist’s Guide to Reality, Norton, 2011, s. 307.

[17] A.g.e., s. 388.

[18] John Gribbin, Science: A History 1543-2001, Penguin/Allen Lane, 2002, s. 520.

[19] Kısa süre önce aramızdan ayrılmış birine saldırdığım için benim edepsizlik ettiğimi düşünebilirsiniz ama ben, Hitchens’ın yaptığından farklı, ondan daha fazla bir şey yapmıyorum. Jerry Falwell’den bahsederken Hitchens, “bu ölüp gitmiş olan hilebaza acıyacak değilim” diyor. Bense onu şahsen tanımıyorum, oturup bir bardak bira içmiş değiliz, dolayısıyla Hitchens’ın Yunan filozofu Leucippus’tan alıntıladığı şu sözü yinelemekte fayda var: “Onun gerçekte varolup olmamasının bir önemi yok.”

[20] Hugh Urban, “Osho, From Sex Guru to Guru of the Rich: The Spiritual Logic of Late Capitalism”, Forsthoefel and Humes içinde, ed. Gurus in America. SUNY Press, 2005, s. 171.

[21] Christopher Hitchens, God Is Not Great, s. 59.

[22] Dawnkins ve Hitchens (başka bir ifadeyle Ditchkens) ile ilgili en önemli eleştirilerden birini Terry Eagleton yaptı. Akıl, İman ve Devrim isimli kitabında Eagleton, Kızıl İsa’dan bahsediyor: “İsa deli ya da mazoşist olduğu için ölmedi. Onu Roma devleti ve uşakları öldürdü. Çünkü onlar, İsa’nın sevgi, merhamet ve adalet üzerine kurulu mesajından ayrıca yoksullar arasında bulduğu büyük destekten korktular. Zaten epey değişken olan politik durum dâhilinde yaşanabilecek bir kitlesel ayaklanmanın önünü almak için ondan kurtuldular.”

[23] Fransız Devrimi aktarımında Thomas Carlyle Bayan Momoro’yu dişleri kusurlu olsa da en iyi akıl tanrıçalarından biri olarak takdim eder.

[24] Bu hikâye, Edwin Black tarafından Zayıflara Karşı Savaş (2012) isimli kitapta anlatılır.

[25] C. P. Snow, The New Men, Scribners, 1954, s. 185.

[26] İlginç olan şu ki Krauss dersinde bilim aleyhine tek laf etmez. İp teorisyenlerinin de Hristiyanlar gibi dayak yediğini görmektedir. Krauss aslında ip teorisini savunan isimler gibi, onca yaşına rağmen dokuzuncu, değil üçüncü sınıf öğrencisi gibidir.

[27] Stephen Hawking, The Grand Design, s. 136.

[28] A.g.e., s. 156.

[29] Aktaran: Simon Singh, Big Bang: The Origins of the Universe, Harper Perennial, 2005, s. 489.

[30] Bu kozmologlara ait bir görüştür ve “antropik ilke” olarak anılır: Krauss bu görüşü şu şekilde ifade etmektedir: İçinde yaşayabileceğimiz bir evrende olmamız şaşırtıcı bir şey değil.”

[31] 16 Ocak 2013 günü New York Times’da çıkan yazısında Krauss “iyi bilim insanları”nın artık ürettikleri atom bombası gibi şeylerin kullanılmasından sorumlu olmamasından şikâyet ediyor. “O şeyler kullanılmadan önce bize sorulmalı” diyor. Ben, Krauss’u, bir boykot eylemi örgütleyip Savunma Bakanlığı’nın verdiği tüm bağışları reddettiği vakit dinlerim. O güne dek onun ciddiyetini sorgularım.

0 Yorum: