28 Temmuz 2023

,

Solun Sefaleti III

Havarilerini yaratamayan İsa'nın yeri tımarhanedir, tarih değil.
[Cemil Meriç]

Sendika.org’un “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa” dosyasına[1] yeni yazılar ve söyleşiler eklenmeye devam ediyor. En baştan belirtmek gerekirse yapılan söyleşi tekniği kişilerin görüşlerine dayanıyor, fakat ortada sosyalist hareketin özeleştirisi iddiası bulunuyor. Bu durumda söyleşi yapılan kişinin görüşleri esas alınacaksa bu görüşlerin sosyalist hareketin ya da belirli bir sosyalist çevrenin özeleştirisi olduğu iddia edilemez. Kişilerin görüşlerinde bağlı oldukları siyasi çevrenin adının dile getirilmemesi ve bu yapıların/çevrelerin nerede, hangi alanda ve nerede hata yaptığının somut olarak gösterilmemesi de ayrı bir tartışma konusu olarak ele alınabilir. 

Söyleşilerde kişilerin fotoğraflarının kullanılması da özeleştiri sorumluluğunun ilgili çevreden soyutlanmasına ve solun birey/figür popülizmine daralmasını gösteriyor. Bizim yapacağımız eleştiriler yine de kişiye yönelik değil, onun bağlı olduğu siyasi çevrenin görüşlerine yöneliktir, çünkü insan, bir neticedir. İçinde bulunduğu maddi koşulların ve bu koşullar karşısında aldığı tavrın (ideolojinin) neticesidir. Söyleşide dile getirilen görüşler de bu kişileri yetiştiren politik çevrelerin görüşleridir ve ondan bağımsız düşünüldüğünde öznellik tuzağına düşülür.

Cengiz Çiçek ile yapılan söyleşiden sosyalist hareketin özeleştirisini okumak mümkün değildir, çünkü onun bağlı olduğu politik çevrenin/partinin sosyalist olmadığı yine partisi tarafından savunulmaktadır.[2] Bu yüzden hangi çevrenin sosyalist olup olmadığını belirleme gibi bir üsttencilik hatasına düşmüyoruz. İdeolojisini ve politik hattını “radikal demokrasi hareketi” olarak tanımlayıp emek-sermaye çelişkisini tali sayarak kimlikler mücadelesini asli mücadele ekseni kabul eden bir çevreye sosyalist hareketin özeleştirisini yapması için mikrofon uzatmak ise gaflet değil, kimlik siyasetinin sosyalizm olarak sunulmasının perçinlenmeye çalışılmasıdır. Çiçek, sosyalizmde ısrar etmek gerektiğini savunsa da görüşlerinde emek-sermaye çelişkisi, yabancılaşma, halk gerçeğine dair bir tespit bulunmamaktadır. Onun görüşleri demokratik uygarlık-devletli uygarlık çatışması tezinin özetidir.

“Faşizmin kurumsallaşması” karşısında sosyalist hareketin atıl kaldığına yönelik tezini incelemek gerekir. Çiçek’in bağlı olduğu siyasi çevrenin politik hattını KESK içinde hayata geçirmeye çalışan sendikal hareket, Eğitim Sen’in son kongresinde dağıttığı broşürle emek-sermaye çelişkisini yok sayıp işçi sınıfının “tanrısallaştırılmaması” gerektiğini ifade ederek, sivil toplum mücadelesinin ve kimliklerin güçlendirilmesinin sendikal bir hat olarak uygulanması gerektiğini savunmuştur. Böyle bir hattın hayata geçmesi, bir sendikayı emek mücadelesi odağı olmaktan çıkarıp STK’ye dönüştürür. O zaman da ortaya çıkan hareket sendika değildir. Broşürde savunulan görüşler, yerelden verilen somut örnekler dışarıda tutulduğunda, ortaya konan tezler; ideolojik olarak hiçbir özgünlüğe sahip olmayıp radikal demokrasi projesinin savunucuları Laclau ve Mouffe, ekolojik toplum ve yerel yönetimden demokratik merkeziyetçiliğe geçişi savunan Bookchin, evrensel imparatorluk karşısında alternatif evrensel otonomlaşmayı savunan Negri ve Hardt’ın görüşlerine dayanmaktadır. Bu teorisyenlerin ortaya koyduğu mücadelede işçi sınıfı bir kimlik olarak savunulmakta ve diğer kimliklerle ortak bir zeminde eşit bir kimlik olarak kabul edilmektedir. Sınıf evrensel bir olgu iken kimliğin böyle bir temeli bulunmamaktadır -LGBT’yi bunun dışında tutarsak-. Çiçek’in görüşlerinde sınıf mücadelesi değil, toplumculuk öne çıkmaktadır.

Çiçek, kapalı devre ittifaklardan çıkılarak toplumsallaşmak ve ezilenlerle bütünleşmek gerektiğini savunuyor. Gerek KESK gerek Eğitim Sen’in yönetimleri oluşturulurken elindeki aritmetik güce dayanarak hiçbir eşitler arası ilişkiyi esas almadan, 4 üyenin 1 delege seçtiği anti demokratik uygulamayı sürdürmekte ısrar eden, Çiçek gibi ücret artışına yönelik mücadeleyi önemsiz gören -kaldı ki “her sınıf mücadelesi aynı zamanda siyasidir” tespitini Marx ve Engels yapar- sendikal hattın hangi siyasi çizgiye yakın olduğunu sormak gerekir. Gerek sendikalarda gerek genel seçimlerde kapalı devre ittifakı kimlerin kurup yönettiği sorusu da güncelliğini sürdürmektedir. Çiçek’in görüşlerinden hareketle neden sendikaların durumuna değinildiğini açıklamak gerekir.

Sosyalist olduğunu iddia eden -öyleyse!- bir çevrenin sınıf mücadelesini nasıl yürüttüğünü anlamanın bir yolu da sendikalar içindeki pratiklerdir. Çiçek’in aslında özet olarak sunduğu sendikal broşürde de “Faşizmi püskürtme” gibi bir iddia varken son 4 yıllık süreçte broşürün savunucusu sendikal hareketin yönetim ve hareket biçiminin son derece zayıf kaldığı görülebilir.

Çiçek, kimlikler mücadelesinden hareketle ülkedeki egemen sınıfın kimlik kartını “Türk, İslam, hetero, erkek” olarak tarif ediyor. Bunu yapmak, burjuvaziyi ve egemenleri sınıfsal bağından koparmak demektir. Aynı zamanda sınıfı kimlikler üzerinden parçalamaktır, çünkü egemenler kimlikler toplamıysa ezilenler de onlarla mücadele ederken atomize şekilde karşıt kimlikleri savunmalıdır! Böyle bir durumda kimlikler mücadelesinin bütünleşeceği asgari zemin demokrasi mücadelesine döner, fakat demokrasi mücadelesi sınıfsaldır. Oysaki emek mücadelesi, tüm kimlikleri aynı zeminde birleştiren tek ortaklıktır.

Çiçek’in görüşleriyle TİP’li Sera Kadıgil’in görüşleri arasında bir fark yoktur, o da burjuvaziyi ve egemenleri aynı kimlik kartıyla tanımlamaktadır. İki siyasi çevrenin ve daha fazlasının emek ve özgürlük ittifakında birleşerek politik bir güç oluşturduğu hâlde neden başarısız olduğu, neden örnek bir mücadele hattı oluşturamadığı da sorgulamaya açıktır.

Asıl mesele, bu kişilerin ne dediğinden öte, bağlı oldukları siyasi hareketlerin ne yapmaya çalıştığıdır. Amaç, sosyalist hareketi sınıf mücadelesinden soyutlayıp hizaya çekmektir. Eğer egemenlerin kimlik kartından bahsedilecekse ezilenlerin temsilcisinin TÜSİAD’da patronlarla neden halay çektiğinin de yanıtı verilmelidir. Son olarak Gezi’yle ilgili geliştirilen söyleme gelindiğinde neden Gezi’de “halk darbesi yapılmaya çalışılıyor, biz böyle bir şeyin içinde yer almayız” görüşlerinin özeleştirisi verilmiyor sorusunu da bu çevrelere sormak yerindedir. Marx’ı aştığını iddia edenler, sınıfı kimlik olarak görmeye çalışanlar, temel çelişkiyi emek-sermaye çatışmasından çıkaranlar için İkarus’un düşüşünü anımsatmak gerekmektedir. Bu hikâye, eleştirilerimizi ve bu çevrelerin yaşadığı yenilgi sürecini özetler niteliktedir:

“Atinalı mimar ve mucit Daidalus (Daedalus) ve oğlu İkarus, Kral Minos'un emriyle bir kuleye kapatılır. Daidalus ve oğlu İkarus, Theseus'un Labyrinthos'da (labirent) yolunu nasıl bulabileceğini Ariadne'ye anlatarak Minotaurus'un öldürülmesine yardım ettikleri için kral tarafından cezalandırılmak istenmiştir. Daidalus kendisi ve oğlu için bu kulenin penceresinden kaçmaya yarayacak balmumu ve kuleye ziyaretlerine gelen kuşların tüyleriyle bir çift kanat yapar. Babası; İkarus’a uçarken zevkten kaçınması gerektiği ve uçmanın coşkusuyla güneşe yaklaşmamasını, aynı zamanda da denize yakın uçup kanatların nemlenmesini engellemesi gerektiğini söyler. İkarus uçabilme özgürlüğü ile babasını dinlemez ve güneşe fazla yaklaşınca balmumu gibi erir ve Ege Denizi'ne düşerek hayatını kaybeder. Düştüğü söylenen deniz, İkaria Denizi ve oraya yakın olan adanın adı da İkaria Adası olarak kalmıştır.”[3]

Söyleşi kapsamında görüşlerine başvurulan kişilerden bir diğeri de Erçin Fırat’tır.[4] Sosyalistlerin yenilgisinin asıl nedenlerinden birini kendi kavgalarını öremeyip başkalarının kavgalarına figüran olmaya bağlıyor. Burada figüranlıktaki “başkaları” ifadesi netliğe kavuşmuyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde TİP’in ve SOL Parti’nin tutumunu eleştiriyor. İki yıldır bu tartışmanın ittifakı oluşturan çevrelerle yürütüldüğünü dile getiriyor. SOL Parti’yle buna rağmen neden ittifak oluşturdukları ise açıklanmıyor. Fırat’ın bağlı olduğu hareketin bileşeni olan Sosyalist Güç Birliği’nin neden ortak bir mücadele yürütmediğinin, ortak miting düzenlenmediğinin ve sürecin sadece izleyicisi olduğunun hiçbir açıklaması söyleşide geçmiyor.

4 siyasi -esasında 2!- çevrenin sürece neden bu kadar yabancı kalıp dışarıdan izlediğini sorgulamak gerekir. Fırat da diğer söyleşilerdeki isimler gibi yenilginin seçimle sınırlandırılmaması gerektiğini, krizin daha geniş bir çapta olduğunu savunuyor.

Seçimi bu kadar önemsiz görüyorlarsa neden seçime girerler; seçim, mücadelelerinin bir parçasıysa öyleyse neden bu başarısızlığın özeleştirisini vermezler? Fırat’ın önümüzdeki döneme ait hazırlanılması gereken noktaların laiklik mücadelesi ve yerel seçimler olduğunu önermesi sınıf mücadelesinin onlar açısından söylemden ibaret olduğunu göstermesi açısından önemli. Laiklik mücadelesini gerek Sosyalist Güç Birliği’nin gerekse de diğer sosyalist çevrelerin önemli bir kısmının pozitivist temelde ele alarak meselenin sınıfsal boyutundan uzaklaştırmasının halkta ve işçi-emekçi sınıfta kimliksel bir yarılmaya yol açtığını hatırlatmak gerekir. Tarikatlar konusunu sınıf mücadelesi ve sömürü düzeni bağlamında ele alan değerlendirmemiz ayrı bir yazı olarak sunulacaktır.

Erçin Fırat’ın eleştirdiği Kılıçdaroğlu’na destek veren TKP ve SOL Parti ise Sosyalist Güç Birliği’nin diğer bileşenleri. Selahattin Kural ise Kılıçdaroğlu geldiğinde mevcut tablonun değişmeyeceğini ifade ediyor.[5] Öyleyse neden Kılıçdaroğlu’na oy istediniz?

Yenilginin iki taraf arasında gerçekleştiğini söyleyip süreçten sorumluluk çıkarmamak sınıfa ve halka ihanettir. Hem iki sermaye sınıfının temsilcileri arasında seçim yapıldığını savunup hem de bu düzlemde Kılıçdaroğlu adına oy isteme çelişkisinin bir açıklaması, olsa olsa sınıfsal temelden kopuk “nefes alma” talebidir. Gerek Fırat’ın gerek bileşeni oluşturan diğer çevrelerin aday konusundaki çelişik tutumları ittifakın daha en baştan beri temel ilkelerde anlaşamadığını açığa çıkarmaktadır.

Söyleşi kapsamında görüşlerine başvurulan isimlerden biri de TÖP dönem sözcüsü Pelin Kahiloğulları. Onun görüşlerine kısaca yer vererek tartışabiliriz:

“Öncelikle sorduğunuz sorular, önceden sizin belirlediğiniz belli bir ‘doğru’ üzerinden hareketle soruluyor. Seçimler sonucunda yenildiği için ‘solun’ kendisini yenileyecek bir özeleştiri süreci içine girmesi gerektiğini varsayıyorsunuz (…) Seçimlerin kritik bir kavşak, kitlelerin moral-motivasyonunun önemli bir dönemi ve faşizmin hamlelerinin ivmesini belirleyecek önemli bir moment olduğu gerçeğini görmezden geliyorsunuz. Biz size bir soru soralım, o zaman seçimleri ‘gizli’ boykot kararı alan yapılar, boykot kararını bırakalım kitleler içinde örgütlemeyi, söylem gücünü bile inşa edemediler, neden? Acaba bu utangaç kararın toplumda bir karşılığı olmadığını görüyor olmalarından olabilir mi? (…) Solun krizi oldukça derin ve karmaşık bir yapıya sahip, 20. yüzyılın ezber kavramları ve alışkanlıklarıyla ve her fırsatta ‘durmadan kendine vuran’ bir ‘özeleştiri’ saplantısıyla aşılamaz. Bu, basit bir hatalı tutum sorunu değil ki özeleştiriyle aşılsın. Üstelik, aşılması gereken eski dönemin yönelimleri kendi dönemlerinde ‘yanlış’ değildi ki özeleştirisi yapılsın. Sorun, içinde olduğumuz kapitalizmin yaşadığı dönüşüm ve bu dönüşümün günümüzün komünistlerine dayattığı yeni paradigma, yeni kavramlar ve yeni örgütlenme yönelimlerinin keşfedilmesidir.”[6]

Yukarıda yer verilen görüşleri eleştirmeden önemli bir noktaya değinmek gerekiyor. Kahiroğulları, daha en baştan belirli siyasi çevrelere karşı psikolojik çözümleme yapıyor, niyet okumasına girişiyor. Psikolojik çözümleme bireye yapılır, siyasi bir çevre ya da çizgi ise ideolojik eleştiriye tabi tutulur. Seçimlere katılma kararı alma noktasında özeleştiri yapmaları bu çevreleri bağlar, fakat seçimlere girmeyi sosyalistlerin asli bir görevi olarak saymak ideolojik bir dayatmadır. “Gizli(!)” boykot kararı alanları utangaçlıkla suçlamak ise ideolojik manipülasyondur. Bu kararın toplumda bir karşılığı olmadığı gibi öznel idealizme dayalı yaklaşıma sorulması gereken soru ise eğer seçime katılmak gibi “önemli” bir görevi yerine getirdiyseniz, o zaman sizin neden toplumda bir karşılığınız olmadı?

Boykot kararı alanların neden buna yönelik bir çalışmayı hayata geçirip kitleleri harekete geçirmediği elbette tartışılmalıdır, fakat boykot kararını baştan reddetmek, sosyalist harekete üsttenci bir tarzda görev biçmektir.

Kahiroğulları, özeleştiri vermeyi eskimiş bir alışkanlık olarak görüp bunu gereksiz kabul etmektedir. Özeleştiri her dönemde verilebilir. Bu, diyalektiğin bir gereğidir. Olaylar, durumlar ve süreç iç çelişkilerinden hareketle neden-sonuç bağlamında ele alınabilir. Özeleştiriyi saplantılı olarak değerlendirmek ise yine ideolojik değil, psikolojik bir yaklaşımın ürünüdür. Meseleye psikolojinin ilke ve yöntemleriyle yaklaşılacaksa ilgili görüşlerin kendisi de kibir içermektedir. Söyleşinin genelinde seçimlerin yapısal sorunları çözmeyeceğini ifade etmek, tutundukları parlamentarizmin o zaman hangi soruna çözüm bulacağını boşa düşürmektedir.

İçinde bulundukları Emek ve Özgürlük İttifakı’nın radikal demokrasi projesinin anti-Marksist olduğunu ifade etmeden görüş bildirmek, daha en baştan yenilgi yaşanmadığını kabul etmek anlamına gelir. Bu bahsedilen yeni paradigma ve kavramlar ise sivil toplumculuğun ve anti-sınıfsal yönelimin literatüründe mevcuttur. Söyleşinin sonunda o da diğer söyleşilerde görüldüğü gibi mahallelerin durumuna ve tarikat düzenine karşı mücadelenin öneminden bahsediyor. O zaman özeleştiri verilecek bir durum yoksa ve seçim tek başına çare değilse, neden bu alanlar boş bırakılmıştır, neden mahallelerin içinde bulunduğu yozlaşmaya karşı örnek bir mücadele hattı oluşturulamamıştır? Seçimlerinin “hileyle” kazanıldığına yönelik vurgu üzerinden solun gereksiz bir yenilgi psikolojisine teslim olduğuna yönelik eleştiri dile getiriliyorsa, o zaman neden meşru olarak kazandığınız ya da kazanmanıza engel olan durumlara karşı çözüm yolları geliştirmediniz?

Söyleşide dikkat çeken bir nokta da işçi sınıfının yeni üyeleri ve beyaz yakalıların öncülüğünde ortaya çıkan Gezi’nin özgürlük talebinin diğer mücadelelerle birleştirilmesi gerektiğidir.[7] Gezi’yi yekpare biçimde özgürlük talebi olarak ele almak, hatta işçi sınıfının yeni beyaz yakalılarının talebi olarak ele almak toptancı bir yaklaşımdır. Gezi’nin bu talebinin karşılanmaması ya da zafere ulaştırılmaması ise solun artık sivil toplumcu olması gerektiğini savunmaktır.

Özgürlük de demokrasi gibi sınıfsal bir temele sahiptir, mevcut üretim ilişkilerinden bağımsız ele alınamaz. Bu bağlamda, özgürlüğün fiilen inşa edilmesi sivil toplumcu yaşam biçimi düzleminde değil, sınıf mücadelesi düzleminde filizlenir. Tabii meseleye Marksist bakış açısıyla yaklaşıldığında!

Solun işçi sınıfına sunabileceği bir programının olmadığını EHP genel başkanı Hakan Öztürk dile getiriyor.[8] Sola işçi sınıfının ideolojisinden kopmuş olma yönünde eleştiriler getirirken içinde bulundukları emek ve özgürlük ittifakının işçi sınıfı mücadelesini geri plana iten radikal demokrasi hareketinin görüşlerine tek eleştiri getirmiyor. Toptancı bir tarzda solun programının olmadığını, talep değil hedefin savunulmadığını söylemesi, solun tamamının reformist çizgide olduğunu iddia etmektir, fakat bu, gerçeği yansıtan bir eleştiri değildir. Söyleşide en olumlu nokta ise talep değil, hedefin savunulmasının ilkesel olduğunun ortaya konulmasıdır.

Diğer söyleşilerde öne çıkan çarpıklıkları özetlemek gerekirse faşizmin tanımını yapamayan bir sol hareketin mevcut olduğu görülmektedir: istibdat, gittikçe despotikleşme, otoriterleşme vb. Emperyalizme dair, sloganın ötesine geçmeyen görüşler, anti-faşizmi sivil toplumcu tarzda savunan politik hat, tarikat düzeniyle mücadeleyi pozitivist laikçilikle öneren tezler hâkimdir.

Söyleşilerde açık ya da örtük de olsa Kılıçdaroğlu’na verilen desteğin halkta ve sınıfta oluşturduğu erozyonun hesabı ise verilmemektedir. Sürecin özetine bakılacak olursa bu solun zaferiyle sonuçlanan bir seçim sonucunun nasıl bir ülke tablosu ortaya çıkaracağı da daha şimdiden CHP’nin içine düştüğü krizde görülmektedir. Seçimden önce basın özgürlüğünü savunan CHP ve Millet İttifakı dağılmıştır. CHP, kendi kontenjanından meclise 35 sağ vekil kazandırmıştır. Yerelde, belediye seçimlerinde kazandığı başarıyı kendi iç çatışmasıyla hezimete sürüklemiştir. Seçimden önce yıllarca basın özgürlüğünü savunan bu parti, daha şimdiden Halk TV’yi hizipleştirerek ona ambargo uygulamıştır. Onun peşine takılan solun ülke tahayyülü de bundan öte değildir. O da ambargocudur, kültür ve sanatta yetkiyi kendinde görerek en küçük eleştiriye tahammül edememektedir.

Daha 70’lerde ülkede yükselen sınıf mücadelesini baskılamak için ortanın solu olma görevini üstlenen parti, son seçimde bu görevini yerine getirerek, solun ağırlıklı bir bölümünü sömürü düzeni adına yedeklemiştir. Buna rağmen sol, seçime katılmayan siyasi çevreleri halk gerçeğine uzak olmakla suçlamıştır. Seçim öncesi salgın/kapanma döneminden beri yükselen işçi hareketlerini ve toplumsal muhalefeti Kılıçdaroğlu şahsında düzen adına eritme görevini sol üstlenmiştir.

Esasen solun görevi sınıf kinini yatıştırmaktır. Bu gerçek, son seçim süreciyle kanıtlanmıştır. Yapılan söyleşilerin önemli bir bölümünde sorumluluktan kaçış, özeleştiri adına kendi varoluşunu koruma çabası, sınıf uzlaşmacılığına retorik üretme temayülü baskındır. Sosyalist hareket(!) adına yapılacak bir tespit varsa o da reformizmin yenildiği ve bütün tezlerinin çöktüğüdür.

Sonuç: İkarus’un Düşüşü

Sol hareket, ideolojik bunalım içerisindedir. Bu bunalımın asıl nedeni, sınıfsız sömürüsüz düzen kurma idealinden uzaklaşarak burjuva demokrasisinden medet umar hâle gelerek halkı ve sınıfı bu aldatmacaya sürüklemesidir.

Toptan söylememek gerekirse ele aldığımız mevcut sol; anti-emperyalist, anti-faşist ve anti-kapitalist değildir. İdeolojik mücadele zeminini ve hegemonyasına yitirmiştir.

Anti-emperyalist değildir. Odesa’da 52 işçi 1 Mayıs’ta Madımak’ta olduğu gibi katledilirken, neo-Naziler Sovyetler’den kalan sembolleri bir bir yıkarken, Ukrayna faşistleri Donbas’a saldırıp insanları katlederken, onur haftalarında emperyalist odaklar kendi binalarına LGBT bayrağı asıp birilerini fon yağmuruna tutarken ve “babamız Bandera” marşları söylenirken, günlerce paylaştıkları Ukrayna’daki kadın gazeteci, son aşamada Rusya’yı Sovyetler’in torunu olarak görüp onu karalarken, Müslüman olduğu için Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının kanı emperyalistler tarafından dökülürken, emperyalizm petrol ve stratejik mevzi kazanmak için Suriye’yi parçalarken, Afganistan yıllarca emperyalizmin işgalindeyken bu solun sesi çıkmamıştır. Peşine takıldığı kimlikçi postmodern feminist hareket Afganistan’da yönetim değişirken kadınların yaşadığı baskının takipçisi olacağını söyleyip 1 ay sonra unutmayı tercih etmiştir. İran özelinde yükselen hareketleri kimlikçilik temelinde yücelterek beden politikasını bayraklaştırmaya teslim olmuştur.

Geldiğimiz emperyalist aşamada, daha 70’lerin başında tespit edildiği gibi emperyalizmin artık bir iç olgu olduğu gerçeğine sırt çevirmiştir. Yönetiminde yer aldığı sendikaların AB fonları almasını ve bu fonlarla paneller düzenlemesini eleştirememiştir. Emperyalizme karşı hiçbir tutum almayan adaya oy istemekte ve bunu eleştirenleri aforoz etmeye çalışmakta hiçbir beis görmemiştir. Mülteci sorununu emperyalizm bağlamında değerlendirmeyip mültecileri kovma vaadinde bulunan partinin desteklediği aday için oy istemiştir. Sol, artık ne anti-emperyalisttir ne de enternasyonalisttir.

Anti-emperyalist olmayan sol, LGBT bireyler değil LGBT hareketi emperyalizmle kurduğu ilişki üzerinden eleştirildiğinde, ilgili Marksist çevreleri “kaba, geri, ataerkil” olarak niteleyip eleştirmekte, onların ilkel olduklarını söylemektedir. Emperyalizme karşı yurtseverlik savunulduğunda solun tepkisi ilgili çevreleri ulusalcı olarak değerlendirmek yönündedir. Kapitalizmden soyutlanarak yürütülen anti-emperyalist mücadele ulusalcılık iken aynı hatayla sınıfsal gerçeklikten soyutlanarak yürütülen anti-faşist mücadele de sivil toplumcu demokrasiciliktir.

Uyuşturucu sorununun emperyalizmle bağlantılı olduğu gerçeğiyle yüzleşmeyen sol, mahalleleri çetelere ve tarikatlara teslim etmiştir. Bu sorunu tali olarak görüp çözümü kuracağı düzene erteleyen sol, hatta yeri geldiğinde uyuşturucu kullanımını “bireysel özgürlük” olarak görüp savunabilmiştir. Bu bağlamda tarikat sorununu, Sünnilik karşıtlığı üzerinden, pozitivist Batı aklıyla ele alan sol, işçilerin, emekçi sınıfların kimlikler üzerinden bölünmesine katkı sağlamaktadır. Tarikat düzeninin sınıfsal boyutunu görmemek, dinin ideolojik bir aygıta dönüştürülerek sınıf bilinci üzerinde basınç oluşturduğuna yoğunlaşmayıp, halkın inanç alanına saldırmak, solun politik programı durumuna gelmiştir, çünkü bu sol, egemenleri ve burjuvaziyi de kimlik kartı üzerinden tanımlamaktadır. Benzer şekilde solun anti-faşist olmadığını çokça yakındıkları mahallelerin faşist güruha bıraktıklarından okunabilir.

Sol, anti-kapitalist değildir. Derinleşen ekonomik kriz koşullarında yükselen barınma, beslenme ve enerji giderlerine karşı ne sendikaları ne de partileri aracılığıyla mücadele hattı geliştirebilmiştir. İşçi sınıfının gazetesini olduğunu iddia eden yayın bile patronlara ve CEO’lara proje geliştiren danışmanlara köşe yazısı yazma yetkisi vermiştir. Sendika başkanları, işçiyle değil, patronla toplantı yapmayı tercih etmiştir. Onun görevi sınıf uzlaşmacılığıdır. Doğru çizgiyi savunan ideolojisi olmayanın doğru hatta ilerleyen bir mücadelesi de olmaz.

Sonuç olarak, son seçim süreci, sınıfsız sömürüsüz dünyanın kuruluşunun önündeki en büyük engelin reformistler olduğunu açığa çıkarmıştır. Reformizm için dağılma süreci başlamıştır. Halk ve sınıfın yükselttiği sınıf ve hak mücadelesinin reformistler adına tüketildiğini görmüştür. Tekrar girecekleri yerel seçimler de reformistlerin başarısızlığıyla sonuçlanacaktır. Onların seçtiği belediye yönetimleri de geliştirdiği projelerle ve kültür sanat faaliyetleriyle onlar kadar liberaldir.

Tüm sorunlarımızın kaynağı olan ve yaşadığımız yozlaşma yabancılaşma bataklığının nedeni olan sömürü düzeninden çıkışın yolu, diyalektik-tarihsel materyalizmde ve Marksizmin ilkelerinde mevcuttur. Reformistlerin, sivil toplumcuların ve burjuva demokrasisinden medet uman çizgilerin kurtuluş mücadelemize sağlayacağı hiçbir katkı yoktur. Ezilenin öfkesini dindirenler için yenilgi her an kaçınılmazdır. Sınıf mücadelesini yükseltmenin önemli yollarından biri olan ideolojik mücadeleyi hem burjuvaziye ve onun çürümüş ideolojisine hem de küçük burjuva sola karşı kesintisiz yürütmek, sınıfsız sömürüsüz düzen kurma hedefi olanların asli görevidir. Bu mücadele yürütülmezse, doğanın boşluk tanımadığı gerçeğinden hareketle, politik meydan reformistlere kalacaktır.

S. Adalı
27 Temmuz 2023

Solun Sefalet 1
Solun Sefaleti 2

Dipnotlar:
[1] “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa”, 26 Temmuz 2023, Sendika.

[2] “Cengiz Çiçek”, 25 Temmuz 2023, Sendika.

[3] “İkarus”, Wiki.

[4] “Erçin Fırat”, 26 Temmuz 2023, Sendika.

[5] “Selahattin Kural”, 25 Temmuz 2023, Sendika.

[6] “Pelin Kahiloğulları”, 26 Temmuz 2023, Sendika.

[7] A.g.e.

[8] “Hakan Öztürk”, 26 Temmuz 2023, Sendika.

26 Temmuz 2023

,

Bülent Küçüktür Mide Bulandırır

TKP(B) lideri İbrahim Seven, Devyol ile PKK ilişkisine dair aktarımında, Devyolculara dair şunları söylüyor:

“Herifler iki sene tartıştılar ve adam kalmadı. Taner (Akçam) de rahatladı, bunlardan kurtuldu. Mesela neyi tartışıyorlar: ‘Ahu Tuğba Türkiye’de niye tutuluyor?’ O zaman Ahu Tuğba çok tutuluyor. ‘Bu konuyu, sol hareket üzerindeki etkisini sosyolojik ve psikolojik açıdan incelemek gerek’ deniliyor.”[1]

Bekaa’da faşizme karşı direniş cephesini kuran örgütlerden birinin Ahu Tuğba’yı tartıştığı koşullarda PKK, yirmi yıllık stratejisini hazırlıyor. 

Öcalan, seksenler boyunca Maoizmi, daha doğrusu, Devyolcuların Maoizm bilgisini sorguluyor. Çünkü Devyol, “Kürdistan’a Kemalizmle değil, Maoizmle girebiliriz” diyen bir örgüt.[2] Öcalan, belki de alttaki, mazruftaki Kemalizmle dövüşüyor.

İbrahim Seven, devamında, Devyolcuların “Özal ilericidir” fikrini savunduklarını söylüyor. Devyolcu liberal kanat, Milli irade olarak gördükleri Özal’ın devrimci olup olmadığını tartışıyor. Özal’ın “Geleneksel jakoben ve diktatörlük eğilimlerine karşı halkın iradesini temsil ettiğini” düşünüyor. “Zaten seçimle gelmiş, buna saygı göstermek lazım. Sivil toplum vs.” diyor. Bu sözlerin benzerleri, sonrasında Erdoğan için ediliyor. Erdoğan’a edilen bu sözler, Bekaa’daki “Devyolcular”ı bugünde yeniden diriltiyor. Üstelik bu sefer Kürt poşusuyla. HDP, poşulu ÖDP olarak inşa ediliyor.[3]

Bugün Hüseyin Cevahir ile ilgili filme katkı sunan Bülent Küçük, kendisiyle yapılan röportajda, devletle ve emperyalizmle yapılan anlaşma gereği açılmış olan liberalizm alanı adına konuşuyor.[4] 1982’deki Devyolcuların, örgüt içerisindeki liberal kliğin kavramlarıyla, Batı’nın ilerlemesini, geldiği seviyeyi put belleyen fikriyatı ile ünlüyor. Bugün o dili ve fikri, geri kalmış, ergen, cahil devrimcilere öğretmek için uğraşıyor. Yoldaşı Adnan Çelik gibi, soldaki erik tahakkümle mücadele ediyor.

“Kürt solu, özellikle 1990 sonrasında çektiği onca acıya ve yaşadığı onca yenilgiye rağmen, gelecek hakkında konuşmaya kendini muktedir kılabildi” diyen Küçük, “silâhlı mücadeleyle muktedir olabildi” gerçeğinin üzerini örtüyor, o gerçeğe küfrediyor. Çünkü Küçük, “maddiliği sürekli ve inatla kapı dışarı eden”[5] postkolonyal teori türü liberal fikriyat ürünleriyle düşünüyor. Kendisine akademide iş veren güç adına konuşuyor. Efendilerine hizmet ediyor.

* * *

Mülkiye, devleti kuran içteki batı ile düşünürken, onun karşısına alternatif olarak çıkartılan ODTÜ-Boğaziçi hattı, devleti kuran dıştaki batı ile düşünüyor. Bülent Küçük, o akademik mahfilde önüne konulan çanak kadar düşünebiliyor, konuşabiliyor. Devyolculuktaki liberal, liberter, anarşist dünyaya örgütlenmiş, Batı’ya içte iltica etmiş bir “Kürt” olarak düşünüp yazıyor. O Kürt, Kürd’ün kavgasına ihanet edenlere denk düşüyor. Sömürgeci gibi olunca özgürleşeceğini sanıyor.

Küçük gibilerin beslendiği çanak, Türkiye’de sosyalist hareketin tasfiyesini emrediyor. Bülent Küçük, bu emir doğrultusunda, aldığı paranın az çok hakkını vermek adına, o tasfiyeye ortak oluyor. “Beni kullanın” diye yalvarıyor. Bu tasfiye için, emperyalizmi, dış devleti ölçü ve ölçek kabul ediyor. Emperyalizmin akademilerde semirttiği kürsülerin imal ettiği tüm tuşlara basıyor.

Aslında Bülent Küçük, bir Kürt değil, liberal. O, liberal âlemin akademide sosyalizmi ve Marksizmi tasfiye etmek için devreye soktuğu kesişimsellik, feminizm, kuirizm, postkolonyalizm gibi tüm silâhları kuşanarak saldırıyor. Oralara ait kavramları boca edip Cevahir’i boğuyor. Bu düşmanlığı yapmaya müsait olan ortamı ona devlet sağlıyor. Bu operasyonu gene o devlet adına çekiyor. Bülent Küçük, son çözüm masası ile oluşan MİT’ik ortamın bir ürünü. Kendisine ekmek verenlere, diyet ödüyor. Görevini ifa ediyor.

Bu anlamda, onun kişisel zaaflarına vurgu yapan eleştiriler kaleme almanın anlamı yok. Devrimci Hareket, Bülent Küçük’ün “kişileri yapılardan, ideolojik politik duruş bütünlüğünden vb. koparma gayreti” içerisinde olduğunu söylüyor, ama kendisi de Küçük denilen kişiyi “yapılardan, ideolojik politik duruş bütünlüğü”nden kopartıyor.[6] Onun ait olduğu orduyu ve sınıfı görmüyor. Bu düzlemde, Küçük’ün muarrızlarını sıkıştırdığı güreş minderinden konuşmaya dikkat ediyor, bir yerlere hoş görünmeye, yaranmaya çalışıyor. “Kimliği de kapsayan sınıf eksenli bakış”, bu tür bir çabanın ürünü aslında. 

Ayrıca Küçük, kişisel zaafları, eksikleri, cahilliği, had bilmezliği, THKP’li olmaması vs. üzerinden eleştirilemez. Asıl saldırılması gereken husus, tüm bunları birileri adına THKP geleneğine ok misali fırlatıyor olmasıdır. Bu açıdan, M. Ender Öndeş’in yaranmacı ve savunmacı cevabı da yanlış bir zeminde duruyor.[7] Çünkü Küçük, zaten Devrimci Hareket’in ve Öndeş’in bildikleri ve düşündükleriyle ilgilenmiyor. Onun derdi, tasfiyecilik. O, muhtemelen bu tür eleştirileri reklâmın iyisi kötüsü olmaz diye okuyacaktır. 

Bülent Küçük, ancak doksanlarda ve 2000’lerde geliştirilmiş ya da Türkiye’ye gelmiş teorik zırvalarla altmışlara-yetmişlere bakan, bu anakronizmi bilerek namluya süren bir cahil. Daha önce de benzer saldırılar gerçekleştirilmiştir. Bu anlamda Küçük, yıllar önce Kaypakkaya’ya ikide bir “delikanlı” diyerek onu küçümseyen, onu dil bilmediği, bir avuç polemik makalesi yazdığı, öğrenciyken silâha sarıldığı, erken yaşta öldüğü için eleştiren Tarafçı Roni Marguiles’in bıraktığı bayrağı devralıyor.[8] Saldırı devam ediyor. Ona uzlaşmacı, yaranmacı, savunmacı bir dille karşılık verilmemesi gerekiyor.

* * *

Bülent Küçük, 71 devrimcilerini doksanlarda, 2000’lerde geliştirilmiş veya Türkiye’ye getirilmiş akademik zırvalar üzerinden eleştirerek, anakronizmi olgunluk, entelektüellik, gelişkinlik zanneden biri. Onun yürüttüğü tasfiye işleminde istismar ettiği postkolonyalizm denilen teorik birikim, Batı’yı ölçü kabul ediyor, “başvurduğu dar çerçeve, Batı’yı sabitleme çabasının bir ürünü.”[9] Bu nedenle Bülent Küçük gibi embedded akademisyenler, “emperyalizmin dolaylı araçlar üzerinden eski sömürgelerde hâkimiyetini muhafaza ettiği, sömürüyü bu düzlemde sürdürdüğü iddiasında olan yaklaşımı redde tabi tutuyorlar.”[10] Bu tür akademisyenlerin besledikleri duyarcı, kimlikçi ideoloji, “terörizmle mücadelede imparatorluğun kullandığı, işe yarar bir silâh. Ama bu silâhın sosyalizmle mücadelede de kullanıldığını görmek” gerekiyor.[11] Küçük, o nedenle, Cevahir’in Kürt raporunun devamında emperyalizme yapılan vurguyu silme gereği duyuyor. Bunu sınıfsal varlığının doğal bir sonucu olarak yapıyor.

Amerikalı bir Maoist örgütün hazırladığı sözlükçede “kesişimsel” kelimesi “orta sınıf (veya küçük burjuva” ifadesiyle karşılanıyor.[12] Orada, dekolonizasyon kavramını postmodernistlerin Fanon’dan farklı anlamda kullandıkları söyleniyor. 

Derdinin “68 hafızasını dekolonize etmek”[13] olduğunu söyleyen Bülent Küçük, aslında şiddetin erilliğinden bahsediyor ve 68’i silâhtan-şiddetten arındırmak istiyor. Çünkü ona göre şiddet, “entelektüel açıdan hareketi daraltıyor, elit edebi kamusallığı zayıflatıyor.” Küçük, o elit edebi kamusallık adına konuşuyor. Onun devlete bağlı istihbarat kurumlarıyla bağını gizleyebileceğini sanıyor. “Aktivizmin büyüsü”nü ortadan kaldırmak için uğraşıyor. 

Egemenlerin kendisine bahşettiği akademik kimliğini merkeze alan Küçük, herkesi o merkezin etrafında tavaf etmeye çağırıyor. “Avamlaşmayın, benim gibi elit ve olgun olun”[14] diyor. Devlet gibi devrimcilerin “intihara doğru koştuklarını” söylüyor. Devrime ve devrimciliğe küfrediyor. Kendi teslimiyetini yaşamcılıkla, kutsal yaşam putuyla örtbas etmek istiyor. Dolayısıyla, Küçük’ün karşısına “yaşamı biz de seviyoruz”, “biz de entelektüeliz” veya “biz de kimlikleri görüyoruz” diyerek çıkılmasının bir anlamı bulunmuyor. Onun bastığı güreş minderini yakmak gerekiyor.

Küçük gibilerin başvurduğu kesişimsellik, “Diyalektik materyalizmin sol teorinin yürüdüğü yolun dışına atıldığı”[15] koşullarda onun yerine kullanılan bir teori. O, “Batı’da devrimci düşünceyi harekete geçirecek asli felsefi yönelim olarak kabul ediliyor.”[16] Kesişimsellik teorisi, esasen “neoliberalizmle el ele kol kola ilerliyor.” Bu tür teoriler, “emperyalizme yeni bir imaj kazandırıyor, onu yeniden ambalajlıyorlar.”[17] Küçük, NATO-Pentagon-CIA merkezli PR çalışmasının içinden düşünmeye mecbur, bu görülmeli.

* * *

Emperyalizmin kendisine teslim ettiği mühimmatı kullanan Bülent Küçük, en temelde Cephe geleneğine saldırıyor. Efendilerine, onu tasfiye edeceğine dair söz veriyor. O, “böyle bir film çekip kutsallarını yerle bir edeceğim ve onlar bana bir şey yapamayacaklar” rahatlığı ve kibriyle hareket ediyor. Cephe geleneğini, kesişimselciliğin, lubunyacılığın, feminizmin, liberal teorilerin ve emperyalist ideolojinin suyuna yatırıp kimyasal açıdan dönüşüme uğratmak için uğraşıyor. Bu konuda gayet ezberci ve cahil olduğu, düşünme ve muhakeme yetisinin olmadığı görülüyor.

Küçük, görüştüğü kişilerin Cevahir’in kişisel yönlerine temas etmekten çekinmesinde gericilik buluyor. Çünkü “kişisel olan politiktir” düsturuyla hareket ediyor. Oysa bu laf tümüyle yanlış. 

“Kişisel olan politiktir” sözü, “müşterek olandan, aidiyetten tiksinenlerin şiarı.”[18] Aidiyete ve müştereğe düşman olan güçlere hizmet edenlerin lafı bu. Sosyologun temas ettiği kişilerin hâlen daha örgütle, tarihle ve gerçekle ilişkili olmaları, bu adapla hareket etmeleri, önemli. Küçük’ün hak ettiği cevap bu.

Politika, kişilere göre yapılan, kişilerden yola çıkılarak inşa edilecek bir şey değil. Nesnel ve kolektif güçleri temel alması şart. Küçük gibi liberaller, o nesnelliğe ve kolektife düşmanlık edeceğine dair bir yerlere söz vermiş kişiler. Ezilenlerin ve işçi sınıfının nesnel ve kolektif bir güç olma imkânlarını ortadan kaldırmak için uğraşıyorlar.

Cevahir’i kişi olarak ele alıp kavgadan ve tarihten soyutlayan, orada bulduğu anlamı silmeye çalışan Küçük, liberal mızraklarını devrimci geleneğe doğrultuyor. O mızrakların ucuna burjuva hukukunda kutsal ve mutlak görülen bireyin resimlerini asıyor. Sol ise aynı bireye taptığı için, sadece “haksızlık ediyorsun” diye eleştiriyor Küçük’ü.

Cevahir’i cımbızlayan ve laboratuvarında gerekli işlemden geçiren Bülent Küçük, onu “Kürt ve Alevi” olduğu için seçtiğini söylüyor, ama yalan söylüyor. Kürt’ün ve Alevi’nin derdiyle bir alakası bulunmayan bu tür küçük burjuva liberallerin derdi, Kürt ve Alevi’yi liberalizm için bir tür bahane ve zırh olarak kullanmak. Onları Hollanda’nın başına geçeceği söylenen sağ liberalin uşağı kılmak. Buradaki kavgadan kopartmak. Kavgayı diyalektikten ve maddeden arındırıp öldürmek.

Bu tür gerici kimliklerden kurtulmak gibi bir derdi olan liberalin Kürt’ü ve Alevi’yi, onların kolektif tarihsel birikimlerini önemsemesi mümkün değil. Liberal, sınıftan ve politikadan azade kılınmış bireyliği emperyalizmin ordularına ve burjuvazinin pazarına kurban etmek için uğraşıyor. Onun lubunyacılığı ve postkolonyalizmi, yandaki görsel görüldüğü türden, sömürgeci kafasıyla düşünebiliyor, sömürgeciliğin klişelerini güncelliyor. Benli yüzler, fesli başlar, bu sömürgeci fikriyat üzerinden karikatürize ediliyor. Yabani Kürd, tam da bu şekilde evcilleştiriliyor!

Burjuvazinin pazarında ve emperyalizmin ordularında dikkate alınmak için uğraşan Küçük, röportajda ve sosyal medyasında o nedenle “yüzündeki ekşi feminist surat”la boy gösteriyor. O, emperyalizm adına her şeyden ve herkesten rahatsız olduğu konusunda sürekli poz kesmek zorunda. (En son tanık olduğumuz bu türden bir ekşi surat, öğrendiğimiz kadarıyla, Meksika sınırından ABD’ye giriş yapıp, iltica başvurusu sırasına girmiş!)

* * *

Gezi’den beri, önce MLKP’liler, şimdilerde Partizancılar, “geri, kaba, cahil, ilkel, yabanî” Cephelilere vurarak yükselmek, bir yerlere poz kesmek için uğraşıyorlar. Bu, doğru bir yöntem değil. Nereye ve kimlere mesaj verildiği, sorgulanmalı.

TİP denilen imaj çalışması da benzer bir tutum sergiliyor. Parti içinde en genel manada Cephe geleneğinden gelenlerle sorun yaşanıyor. Yerelliklerde bu gelenekten gelip TİP’e katılmış olanlar, bir bir ya da toplu olarak tasfiye ediliyorlar. TİP de Moda partisi olarak modaya uyuyor. Küçük, bu eğilimin sözcülüğünü üstlenip ideolojik silâhlarını imal ediyor.

Akademideki liberal fikriyatı özümseyen, ona teslim olan örgütler, şeytan yaratıp onu taşlıyorlar. Bu ayinin ne tür sonuçlar doğurduklarını görmüyorlar. Mülteci bireyi yüceltip, kolektifi küçümsüyorlar, bireyin hikâyesini kutsallaştırıp nesnel dinamiklere körleşiyorlar, bireyin tercihlerini yüceltip burjuva pazarına, bireyin kudretini mutlaklaştırıp emperyalizmin ordularına methiyeler düzüyorlar.

Bir ESP’li, üç yaşındaki oğluna kız kıyafetleri giydiren, onu telkinle eşcinsel yapan babanın videosuna, “dünyada ne güzel aileler var!” yorumunu düşüyor.  Aynı türden solcular, yedi yaşındaki çocuğuna oruç tutmayı öğreten babaya küfrediyorlar. Bunlar, hep bir yerlere mesaj iletmek için yapılıyor. 

Kendisini “devrimci aile” olarak niteleyen Cephe’ye buradan saldırılıyor. O, hep bir bahane olarak kullanılıyor. O tür videoların ardına bakıp orada emperyalist orduyu ve burjuva pazarını görenlere küfrediliyor. Asıl dert, geri bir pratik ve gerici bir fikir olarak antiemperyalizmin zihinlerden ve dilden silinmesi. 

Cephe gibi örgütlere yönelik sosyal medya linçleriyle sosyalist harekete genel ve kapsamlı bir operasyon çekiliyor. Burada Cephe, bir tür bahane olarak iş görüyor. 

Bülent Küçük’ü bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Küçük, nedense işine geldiği yerde aileden para aldığını söyleyip, onun kutsallığı arkasına sığınıyor, işine geldiği yerde aile gibi kurumlara saldırılar düzenliyor. Onun asıl düşmanının devrimci ve devrimcilik olduğunu görmek gerekiyor.

Bahsi geçen “ilerici sol örgütler”, her fırsatta Cephe’nin “halkın gerici yanları”na örgütlendiğini söylüyorlar. Kendileri, eşcinselliği, halkın elindeki zaten kıt olan eti sütü almayı, aileyi dağıtmayı, tekellerin yaydığı korkuya teslim olmayı, “erkekleri öldürelim”ci fikriyatı, pandemideki kapanmacılığı ve aşıcılığı, bireyci-liberal gevezelikleri, sorumluluk ve aidiyet bilmeyen solculuğu “halkın ilerici yanları” olarak görüyorlar. Bu tartışma, halkın haberi olmadan ilerliyor. Bunlar, sokak aralarında dayak yiyen transla değil, o translığı ideolojiye büründürenlerle, onlara akan fonlarla ilgileniyorlar. Giderek, halkı da gerici bir olgu olarak görüyorlar. O bireycilik, bunu emrediyor. Bülent Küçük, işte bu ortamda Cevahir’e kurşun sıkıyor.

Teslim olmuş, düşman adına konuşan, hareket eden kişiler, yaptıklarını bir biçimde ikrar ve itiraf ediyorlar. Barış Yıldırım, “Mahir’in teorisinin özü suni dengedir. O tuğlayı çekerseniz, tüm bina çöker” diyor.[19] Bu çökertme işlemi için, o çorbayı kendisine içirenler adına, suni denge üzerine doktora tezi hazırlıyor. Yani kutsal bilim sopasıyla Mahir’i dövüyor.

Bülent Küçük de teslim olmuş bir liberal olarak, Mahir geleneğinin bugüne nasıl geldiğiyle ilgileniyor, orayı sorguluyor, “toplulukların/kimliklerin ve cemaat içi dayanışmanın” sürdürülebilirliğine baktığını söylüyor, çünkü derdi, o sürekliliğin temellerini oymak, zeminini ortadan kaldırmak. 

Öncelikle operasyonu Mahir-Hüseyin-Ulaş’taki Hüseyin’i Kürt kancasıyla çekip, onu o kolektif bütünlükten kopartmaya çalışarak başlatıyor. Bunu sokak ortasında fahişe kadını”, aslında kadın ve uyuşturucu ticaretiyle uğraşan kişiyi cezalandıran iradeden intikam almak için yapıyor. 

Bülent Küçük gibi liberaller, esasında “kurtuluşa kadar savaş” iradesiyle dövüşüyorlar. O iradeyi yok etmek için efendilerine söz verdiler. İşlerini yapıyorlar. 1982’de savaşmayan Devyolcuları eleştirerek büyümüş olan örgüte sırtlarını yaslayıp, dövüşmemenin teorisini yapmaya çalışıyorlar.

Eren Balkır
22 Temmuz 2023

Dipnotlar:
[1] İbrahim Seven, “Siyasi Eğitimden Kesitler”, 30 Mart 2012,
Cengizhan.

[2] Devrimci Yol, Sayı 9, 19 Eylül 1977, s. 10.

[3] Eren Balkır, “Nuh’un Gemisi”, 12 Temmuz 2009, İştiraki.  

[4] Duygu Kıt, “Aşkla Sana”, 9 Temmuz 2023, Duvar.

[5] Murali (Ajith), “Kavramlara ve Yöntemlere Dair”, İştiraki.

[6] “THKP-C’den, İdeolojik-Politik Hattından Ayrı Bir Cevahir Yoktur”, 21 Temmuz 2023, Devrimci Hareket.

[7] M. Ender Öndeş, “Şu Kemalizm Meselesi”, 21 Temmuz 2023, Sendika.

[8] Roni Marguiles, “Mahir, Hüseyin, Ulaş”, 10 Temmuz 2009, Sosyalist İşçi.

[9] Ajith, A.g.e.

[10] A.g.e.

[11] Alex Rubinstein, “Kesişimsel Emperyalizm”, 30 Mart 2023, İştiraki.

[12] Kites Mecmuası, “Postmodernist Sözlükçe”, 7 Mart 2021, İştiraki.

[13] Duygu Kıt, a.g.e.

[14] “Küçük’e göre, CHP dâhil, HDP dışındaki tüm sol, “ergen siyaseti” yürütüyor.” [Eren Balkır, “Tartı”, 3 Eylül 2014, İştiraki.]

[15] Samuel Bate-Francis, “Solculuk ve Şizofreni”, 26 Ağustos 2020, İştiraki.

[16] Samuel Bate-Francis, a.g.e.

[17] Alexei Arora, “Amerikalı Zenginler Duyarcılığı Neden Çok Seviyor?”, 27 Haziran 2021, İştiraki.

[18] Eren Balkır, “Kişisel Olan Politiktir”, 7 Ocak 2019, İştiraki.

[19] Özay Göztepe, “Elimiz Mahir’in Kavramlarına Uzanmalı”, 30 Mart 2022, 1+1.

24 Temmuz 2023

,

Saraylara Barış, Kulübelere Savaş


Bir Kılıf Olarak Lenin

1986’da öğrenci dernekleri, Ankara’ya yürüyüş kararı aldılar. Yarın dergisinin öncülük ettiği mücadelede açlık grevi de gündeme geldi. Bu açlık grevi eylemine katılan isimlerden biri de şovmen Kadir Çöpdemir’di.

Çöpdemir, bir söyleşisinde bu açlık grevi eyleminin hayatının dönüm noktası olduğunu söylüyor. O gün açlıkla mücadele ederken, aklına Lenin’in “siyaset uzlaşma sanatıdır” sözü geliyor. Solculuğu bırakmaya, uzlaşmaya, düzene teslim olmaya o an karar veriyor. Yıllarca AKP’cilik yapan uzlaşmacı Çöpdemir, bu teslimiyeti efendilerine hatırlatmak için sürekli yemek muhabbeti yapmak zorunda kalıyor. O “sefa pezevengi” rolünden bir türlü çıkamıyor.

Çöpdemir, son seçim öncesi esen rüzgârla da uzlaştı ve bir anda Pirocu oluverdiğini açıkladı. Tayyip’in siyasete kattığı bir zenginlik de bu tür siyasetle alakası olmayan, Cem Yılmaz, Tarkan, Erol Evgin, Gülşen gibi isimlerin politikleşmesini sağlamaktı.

Ama tabii neyin politikleştiğini sorgulamak gerek. Uzlaşmacı Çöpdemir’in yelkenini neyle şişirmeye karar verdiği üzerinde durulmalı.

Bu tür kişiler, Lenin’le kişi olarak ilişki kuruyorlar. Hikmetli sözlerini, kendi kişisel çıkarları için bir tür kılıf olarak kullanıyorlar. “Siyaset uzlaşma sanatıdır” lafı, kâğıt üstünde çok “havalı” duruyor. Ama lafın ait olduğu bağlam, ilişkili olduğu gerçeklik, sorgulanmıyor. Lenin’den bu tür bir laf dile dolanınca uzlaşmacılık, gerekli kılıfa kavuşuyor. Uzlaşma ve teslimiyet, kendilerine Lenin’e vurarak yol açıyor.

Uzlaşma ve Teslimiyetin Yeni Yolu: Mahir’e Vurmak

Belki de polisin kendisine verdiği çorbayı kaşıklarken Barış Yıldırım da bu tür bir lafı zihninde döndürüp duruyordu. Onu Sovyetler’in çözülüşüne alkış ve tempo tutan, devlet eliyle sahaya sürülen Zülfü Livaneli’yle arkadaşlığa götüren süreç, bu tür laflar cımbızlamaya mecbur. Livaneli, milyonlarca insanı öldürmüş olan sosyalizme karşı olduğunu beyan etmiş biri. Yıldırım da yaşamayı sevdiği için muhtemelen böylesi bir ortak payda üzerinden bir kavşakta buluşup arkadaş olmuşlar.

Çorbadır, faydalıdır, iyi yapılmışsa lezzetlidir, mesele, onun düşmanın elinden içilmiş olmasıdır. Anlaşılan o ki Barış da Çöpdemir gibi bir açlık grevi esnasında uzlaşmayı ve teslimiyeti kılıflandırma çabası içine girmiş ve belirli lafları dua gibi yinelemeye başlamış.

Ağzından dökülen “Siyaset demek, ittifak demek”, bu tür laflardan.[1] Barış röportajında, bu laf öncesinde “devrim, her şeyden önce bir ittifak meselesi” diyor. Anlaşılıyor ki siyaset, devrim ve bilim, Barış Yıldırım gibi küçük burjuvaların kafasındaki bulamaca ait renkler. Her şeyi bu bulamaç üzerinden anlamaya çalıştıkça yanılıyorlar, yanıltıyorlar. Barış gibilerin bizi ikna etmeye çalıştığı siyaset tanımının Marksizm-Leninizmde yeri yok.

Lenin, “Biz, Rusya’da sadece işçi sınıfının büyük bir kısmını kendi safımıza çektiğimiz için değil, ayrıca ordunun yarısı iktidarı aldıktan hemen sonra, köylülerin onda dokuzu takip eden birkaç hafta içerisinde bizim safımıza geçtiği için muzaffer olduk. Zafer bizim oldu, çünkü kendi programımız yerine Sosyalist Devrimcilerin tarım programını benimsedik ve yürürlüğe koyduk. Zaferimiz, Sosyalist Devrimcilerin programını yürürlüğe koymamızın bir sonucuydu. Bu nedenle zafer bu kadar kolay oldu”[2] diyor. Ama Lenin, atı arabanın arkasına çekmiyor. Önce vuruyor, aşırılıklarla dolu, kirli mücadeleye giriyor, ayrıştırıyor, örgütlüyor, güçleniyor, sonra o vuruşun şiddeti ve uygulanan güçle, müttefiklerini tayin ediyor. Küçük burjuva ise kendi hayal âlemini gerçekliğin önüne koyuyor. O, bizi başka şeylere ikna etmek için uğraşıyor. Lenin’in aynı konuşmada bahsini ettiği ilkelerle amaçları birbirine karıştırıyor, ilkelere savaş açıyor.

Piyasaya doktoralı cahil olarak girmenin kendisine yol açacağını gören, bu sebeple “Mahir ve suni denge” üzerine tez hazırlama ihtiyacı hisseden Barış, o çorbanın bedelini devrimci harekete ödetmeye çalışıyor. Oradaki teslimiyeti genele teşmil etmek için uğraşıyor. Bu sebeple, Çayan geleneğine ait kavramların içini boşaltıyor, bunu da öncelikle Mahir’i antikomünist sol bağlamına dâhil ederek yapıyor. “Mahiryen” gibi akademik açıdan afili, ama boş ifadelere başvuran Barış, Mahir’i “üstyapı araştırmalarına yönelmiş 1945 sonrası kuşağa yerleştirdiğini” söylüyor. Üstyapı araştırmalarına yönelimin antikomünist bir içerik barındırdığını biliyor, Mahir’i öncelikle antikomünist sol ile tanımlamak, ardından da onu sudan çıkmış balık kılıp öldürmek için uğraşıyor. Görevini ifa ediyor.

Suni dengeyi “en soyutlanmış haliyle, bir güç karşısında bu güçle çatışmaya girmekten uzak durma” olarak tarif eden Barış, onun “O güçle doğal bir çelişki içinde olup çatışmaya kökü ideolojide olan birtakım sebeplerle girmekten kaçınma”nın teorisi olduğunu iddia ediyor. Burada aslında Barış, kendi teslimiyetini, uzlaşmacılığını ve burjuva siyasetiyle/ideolojisiyle barışmasını teorize etmeye çalışıyor. O teslimiyete ve uzlaşmacılığa bilim katından gerekli ruhsatı almak için uğraşıyor. Bunun için de Mahir’i suni denge teorisine indirgiyor, sonra onun bir teori olmadığını ispatlıyor, ardından da “Mahir, bundan ikinci derece bir alıntıyı almış ve bunun üzerine bütün teorisinin odağına yerleştireceği bir kavram oluşturmuş. Bunu çektiğiniz anda, Mahir’in bütün teorisi çöker” diyor. Zaten Barış’ın derdi de Mahir’i çökertmek! Devletin yapamadığını yapmak. Friksiyonist emelleri doğrultusunda Mahir geleneğini tasfiye etmek. Muhayyel “RAF örgütü” için yol açmak. Sonra internetin açık âleminde RAF kuracağını söyleyip, hiçbir şey yapmadan sıvışmak…

Bu tasfiye işlemi dâhilinde Barış, doğalında, “Cephe” kavramını da askeri anlamından soyutlayıp kitleci reformist bir anlamda yorumluyor. Bu da çökertme operasyonunun parçası. Röportajının kimi yerlerinde “askeri olanın teoriyle ilişkisi olamayacağına” dair imada bulunması da bu operasyonun bir gereği. Zira bu yaklaşımıyla teoriyi silâhsızlandırıyor, silâhı teorisizleştiriyor.

Cephe kavramı, o zihninde dönüp duran ittifakla ilgili cümle üzerinden idrak ediliyor. İttifak, az çok eşit güçler arasında oluyor. Barış, Livaneli gibi isimleri, Alman yeşil devletinin ajanı Böll vakfını vs. eşit güç kabul edip müttefik görüyor. Harikalar diyarında dolaşıyor. Çünkü zincirler ağır geliyor.

Düşmanının elinden çorba içen Barış, sürekli o kaşıkları hatırlamak ve hatırlatmak zorunda. O çorbayı içmenin ekmeğini yediğini, uzlaşma ve teslimiyetin oradan kendilerine yol bulduğunu, kendisinin de o yolda yürüdüğünü çok iyi biliyor.

Kapitalizmin İzi

“Dişlerini sıkarak dinlediği” MFÖ’den beter şarkılar bestelemiş olan Barış, sol influencer olma hedefi doğrultusunda, Özkan Uğur’un ölümü üzerine tvit atma gereği duydu. Her fırsatı kullanan Barış, bir ara Arda Güler’in transferine atfen, “18 yaşında neredeydin?” modası başgösterince, bu modayı da ikbali için kullandı. Hemen 18 yaşındayken örgüt üyesi olarak yediği dayağı anlattı, ardından yazdığı, şiir denemeyecek gevezeliklerin reklâmını yaptı. Çünkü Barış da Zülfü abisi gibi, her şey olmak isterken hiçbir şey olamayanlardandı.

Onun belirli mahfillere, mercilere ve makamlara işmar etmesi, selam durması, saygısını bildirmesi gerekiyordu. Aslında kötü bir çevirmen olarak kendisine ekmek verilmesinin sebebinin örgütüne (hele ki o örgüte!) ihanet etmiş olması olduğunu çok iyi biliyordu. Bu ihaneti parlatmak ve yüksek fiyattan satmak zorundaydı. Heinrich Böll gibi emperyalist kurumların çevirilerinin kendisine neden aktığının gayet bilincindeydi. Çocuk piyesi şarkılarına alkış tutulmasının, Foti gibi isimlerle düet yapmasının, çeşitli dergilere davet edilmesinin sebebi de o ihanetti.

Barış, 18’inde kendisine dayak atıldığını sanıyor. Örgütü zihninden ve tarihten silip atıyor. Aslında bir vakitler “ait” olduğu örgüte saldırıldığını, dayağı o örgütün yediğini bilse, onurlu, namuslu ve şerefli bir devrimci olarak, o dayağı sosyal medyada reklâm etmemesi gerektiğini, onu kendi çıkarı için kullanmanın ayıp olduğunu görürdü. Göremez, çünkü onun biliminde, dolayısıyla, siyasetinde ve sanatında hep “kapitalizmin izi” var. O izle tanımlı. O izle yaşıyor. 

Barış, burjuvaziyle ve devletiyle uzlaştı, şimdi ittifak yolları arıyor, ürettiği saçmalıklar için cepheyi, yani “tüketici kitlesini” genişletmek için uğraşıyor. Bunun için efendilerine Mahir’e vuracağına, kavramlarına el uzatacağına dair sözler veriyor.

Barış, sonra Fransa’daki isyanın popülerliğinden istifade etmek ve küçük burjuva gevezeliğini orada da reklâm etmek ihtiyacı duyuyor. Ama tabii ki “direnişle karşılaşmayan kapitalizm” diyerek eteğine yapıştığı Avrupa devletlerini koruma altına alıyor. Burada, Türkiye’de “faşfaşizm” bulurken, oradakini tabii ki “seyreltik faşizm” olarak niteliyor. Zülfü abisi de “sinsi diyelim şuna” diyor. Abi, kendi sinsiliklerini hatırlıyor.

Ama bu isimler, 2020 ile birlikte pandemi koşullarında o kapitalizmin attığı adımlara, aldığı tedbirlere, kitlelere yönelik uyguladıkları baskılara destek verdikleri gerçeğini gizliyorlar. Oradaki faşizmin yanında olan bu tür solcular, bugün o müdahale ve tedbirlerin emekçi halk kitlelerinde yol açtığı yaralar ve yıkım için timsah gözyaşları döküyorlar. Sonra o yaşları sosyal medyalarında pazarlıyorlar.

“Sağcı, faşist, gerici” olarak kodladıkları kitlelerin o kapitalizme karşı geliştirdikleri direnişle mücadele eden bu solcuların aklına iş işten geçtikten sonra “kapitalizm” geldi. Oysa vaktiyle aşının, tedbirlerin, baskıların, yasakların, kapatmaların, bunların yol açtığı toplumsal-ekonomik sonuçların ardındaki kapitalizme tek laf etmediler, ona açıktan destek sundular. Bilim insanlarının satılmış olabileceğini, sermaye adına konuşuyor olabileceğini hiç akıllarına getirmediler, hemen, sermaye adına, “yaşasın bilim” bayrağını çektiler. Çünkü sarayların barışa, kulübelerin savaşa ihtiyacı vardı. O sarayların bahtına Barış, kulübelerinkine Yıldırım düştü!

Bu küçük burjuvalar, siyasetlerinin, bilimlerinin ve felsefelerinin kapitalizmin izini taşıdığını biliyorlar. O izi muhafaza ediyorlar. İlerlemeyi ve yaşamayı o ize bağlıyorlar. Onların antikapitalistlikleri, burjuvaziye yönelik hasetlikle tanımlı. Onlarda baskın olan duygu ise proletaryaya yönelik nefret. Proleterleşme korkusu her şeye kadir. Sınıf dışı, sömürüden ve zulümden azade bir bilimin varlığına dair inançları, onlardaki uzlaşmacılığın ve teslimiyetin bir ifadesi.

Bu tür kişiler, saraylara barış, kulübelere savaştan başka bir şey öneremezler. Ancak o üretim güçlerine dair içi boş ezberleri ile kulübelerin dönüşüp saraylara sorun çıkartmamasını isteyebilirler. Kapitalizmin izini korumak adına, sürekli üretim güçlerinin gelişimine odaklanırlar. Körleşirler, körleştirirler. 

Bugün kavgamız, küçük burjuvazinin kumdan kalelerini tarumar etmeyi de içermek zorundadır. Saraylara taşınacak savaş, kulübelerin tanışacağı barış, bunu emrediyor. 

Eren Balkır
11 Temmuz 2023

Dipnotlar:
[1] Özay Göztepe, “Elimiz Mahir’in Kavramlarına Uzanmalı”, 30 Mart 2022, 1+1. O el, o kavramları silmek, yok etmek için uzanıyor. O el, tasfiye emrini kimden aldıysa ona hizmet ediyor.

[2] V. I. Lenin, “Speech in Defence of the Tactics of the Communist International”, 1 Temmuz 1921, Collected Works Cilt 32 içinde, Progress Publishers Moskova 1973, s. 474-475.