05 Temmuz 2023

,

Yolu Tüketenler

Tarihte Bugün: Dil, İdeoloji, Mekân

Marx’ın tarihsel materyalizm kuramında en dikkat çeken noktalardan biri, burjuvaziyi feodalitenin sonunu getiren devrimci bir özne olarak kabul etmesidir. Diyalektik yasaların gereği olarak zıtların birliği, aynı zamanda kendi içinde çelişki yaratır. Proletaryayı yaratan burjuvazi, “ağacın kurdu kendi içindedir” misali, kendi sonunu getirecek özneyi de üretir.

Burjuvazinin ürettiği proletarya, onun için her an tehdit barındıran ve bastırılması gereken sınıf olarak tarih sahnesine çıkar. Bastırılma süreci, burjuvazinin baskı araçlarıyla hayat bulsa da zorun rolü, zıtların karşıtlığının yarattığı dinamiğin son perdesinde devreye girer. Son iki yüzyıllık tarihsel dönemin ilk aşamasında proletarya baskı araçlarıyla denetim altına alınmıştır.

Neil Postman’ın işaret ettiği gibi Orwell’ın kaygısı, kitapların yasaklanması/yakılması iken Huxley’nin asıl kaygısı, kitapların değersizleşmesi ve kitap okumanın nitelik kaybına uğramasıdır. Bu eğretilemeden hareketle, burjuvazi-proletarya çatışmasının ilk dönemi kitapların yakılması/yasaklanması gibidir, çünkü bu süreç baskı aygıtlarıyla gerçekleşir. Zor aracının sürdürülemez olması, ideolojik aygıtların devreye konmasıyla burjuvazi için çözüm aracına dönüşmüştür.

On dokuzuncu yüzyılın özeti, zorun rolüyle burjuvazinin ayakta kalmasıyla kapanır. Yirminci yüzyıla gelindiğinde, iki sınıfın egemenlik mücadelesi üst bir aşamaya geçer. Sosyalist rejimlerin ilk deneyimleriyle birlikte İkinci Paylaşım Savaşı yaşanmıştır. Bunun sonucunda burjuvazinin imdadına yetişen ideoloji faşizm olmuştur, fakat yenilgisi kısa süreliğine de olsa kaçınılmaz bir hâl almıştır ve yenilmiştir.

Burjuvazi için asıl tehlike, yenilgiye uğratılır olduğu umudunun proleter ve emekçi sınıflara yerleşmesidir. Soğuk Savaş yıllarında, önce sosyalist rejimlerin dışında kalan ülkelerdeki proleter sınıfların kurtuluş mücadelesinin karşısına konumlanacak bir faşist kitlenin yapay şekilde üretilmesiyle faşizm kendini yeniden var etmesi sürecine girer. Nitekim faşist kitlelerin aldığı yenilginin imdadına 1970 sonrası süreçte darbeler yetişir. Egemenliğini zorla sürdüremeyeceğinin farkında olan burjuvazi, geliştirdiği ideolojik aygıtlarla küçük burjuvazinin yaşam pratiklerine sirayet ederek, siyasi alandan kültürel alana ve yaşam biçimlerine kadar nüfuz etmiştir.

Yirminci yüzyılın ortasından itibaren burjuvazinin felsefi temeli postmodernizm akımı üzerinden şekillenir. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından proleter ve emekçi sınıflarda oluşan umutsuzluk ve yenilgi psikolojisinin hâkim olduğu atmosfer, burjuvazi için egemenliğini tesis edeceği tarihsel aralığın başlangıcına dönüşür.

1- “Tarihin sonu” tezi, ideolojilerin artık sona erdiği illüzyonunun kitlelerin zihnine işlenmeye çalışılmasıyla devreye girer. Maddi koşulların insan bilincini şekillendirdiği gerçeğinin ters yüz edilmesi, insanın maddi koşulları/nesnel gerçekliği çarpık biçimde algılamasıyla gerçekleşir. İdeolojilerin sonunun gelmesinin tek yolu, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya erişilmesiyle mümkündür ki yaşadığımız tarihsel süreçte sömürü düzeninin çarkları hâlen işlemeye devam etmektedir.

2- İllüzyon ortamında postmodernizmin burjuvaziye sağladığı imkânlar sınırsızdır. Toplumsal olan yok edilip güçlendirilmesi gereken özne, bireydir. Bütünlükler parçalanarak tekil olanlara yönelme, kimliklerin önem kazanması, sınıfsal çelişkilerin yerini birey-toplum-medeniyet çatışmasının alması, büyük anlatılar diye iddia edilen ideolojilerin bireyi baskılaması, yaşam biçiminin uğrunda mücadele edilecek en kutsal değer olarak kabul edilmesi, önemli olanın bireyin hazzını yaşaması, kesinliklerin yerine belirsizliğin konulması, bilimin indirgemeci ve baskıcı sayılması, dış gerçekliğin yerine bireyin iç gerçekliğinin çelişkilerin sebebi olarak telkin edilmesi, insanın doğası gereği rekabetçi ve bencil olarak propaganda edilmesi, yaratılmak istenen toplum/insan modelinin hareket noktalarıdır.

3- Yaratılacak insan modelinde sosyalizmin yaratacağı insan modelinin -Yeni İnsan- karşısında konumlanması için şekil verilmesi gereken ideolojinin sol olduğu gerçeğini dikkate alan burjuvazi, yolu düzleştirmek için önce ideolojik mücadeleyi solu dizayn etme üzerinden başlatır. Sol, kitleselleşmemeli aksine bireyselleşmelidir. Bu yüzden Huxley’in duyduğu korku yerindedir, çünkü kavramları yok etmek asıl tehlike değildir, kavramlar, içi boşaltılarak ve özünden soyutlanarak varlığını sürdürmelidir.

Sun Zi’nin Savaş Sanatı adlı eserinin en çarpıcı görüşlerinden biri, düşmanınızı yok etmek yerine ona kaçacağı kadar alan bırakmaktır. Düz bir mantıkla düşünüldüğünde yok etme imkânı varken neden kaçılacak bir alan bırakılmalıdır? Bu savaş taktiği bir eğretilemedir, çünkü bugün için düşünceyi yok etmenin imkânı olmadığından, kaçılacak bir alan bırakılmasının ilk nedeni, kaçılacak alana sıkıştırılan öznenin/düşüncenin kontrol etmek istenmesi ve zayıf bir tehdit olarak yaşamasına “izin” verilmesidir. Bunun yolu da simülatif bir atmosferde kavramların değersizleştirilmesidir, yani yolu yok etmeden yolu tüketmek.

Yanılgılar

1- İlk yanılgı, ideolojilerin son bulduğunun telkin edilmesidir. Sömürü düzeni hüküm sürdükçe ideoloji de var olacaktır. İdeolojilerin/büyük anlatıların devrinin kapandığı propagandası, hâkim ideolojinin kendini gizleme biçimidir. Asıl bilinç bulanıklığı bu telkinle yaratılır.

2- Her düşünceye saygı duyulması “inceliği” ikinci yanılgıdır ve safsatadır. Gerici ve faşist düşüncelere saygı duyulamaz, çünkü her iki düşüncenin de varlık nedeni, insani olanın yok edilmesi hedefi üzerine konumlanır. Doğada kuzunun kurda saygı duyması, onunla aynı çayırda beslenmesi mümkün değildir. Cemal Süreya’nın Kan Var Bütün Kelimelerin Altında şiirinde geçen “Umulmadık bir gün olabilir bugün/ Aslan kardeşçe uzanabilir kayalıklara” dizeleri bu yanılgıyı kanıtlar niteliktedir.

3- Temel çelişkinin birey ve toplum arasında, yani kimlikler düzleminde gerçekleştiği tezi üçüncü yanılgıdır. İki sınıf vardır ve tarihsel ilerleme iki sınıfın mütemadiyen mücadelesi üzerine kuruludur. Kimlikler mücadelesi, burjuvazinin karşısında emekçi sınıfların parçalanmasına ve kendi içinde çatışmasına neden olur ki bunun sonucunda sınıfın bütünlüğü zayıflatılır ve sömürü düzeni güç kazanır. Burjuvazinin kimliklere önem vermesinin asıl nedeni, bütün bir ekmeği lokmalara bölerek hazmetmeyi amaçlamasıdır.

4- Üçüncü yanılgıdan hareketle dördüncü yanılgı ise burjuvazinin eril/erkek olduğu tezine dayanmaktadır. Burjuvazinin cinsiyeti, milliyeti ve dini olmadığı gibi her bir kimlik proleter ve emekçi sınıfın parçalanmasında bir araçtır. Günümüzün sömürü düzeninde sermayeyi elinde tutan bir avuç azınlığın azımsanmayacak bir bölümünün kadın olduğu gerçeği aşikârdır. Bu minvalde hareket edildiğinde patron bir kadınla işçi bir kadının aynı kimlikte buluşup kız kardeşlik bağı kurmasının imkânı yoktur. Hiçbir işçi ve emekçi, patronla böyle bir bağ kuramaz, çünkü aralarında eşitler arası ilişki değil, sömüren-sömürülen ilişkisi vardır.

5- Topluma ve toplumsal olana düşmanlığın ideolojik ilke olması gerektiği diğer bir yanılgıdır. Son yüzyıldır toplumsal olanın parçalanıp ortaya çıkan insan yığınının toplum olarak sunulması bir aldatmacadır. Günümüz toplumları artık özgün değerler üretmekten uzaktır, hatta yüzyıllar boyu kendi ürettiği değerlerden de çok uzaktır, fakat bunun asıl sorumlusu kapitalizmdir. Aynı şekilde, insanın doğası gereği bencil ve rekabetçi olduğu telkini de kapitalizmin yarattığı bir yanılgıdır, çünkü rekabet kapitalizmin kültürünün ürünüdür. İnsanın yeryüzüne ayak bastığı andan itibaren doğada karşılaştığı bütün zorluk ve tehditlerle baş etmesi kollektif bir şekilde hareket etmesiyle gerçekleşmiştir. Kapitalizm için en büyük tehdit işçilerin ve emekçilerin birliğidir. Bu düzlemde yaklaşıldığında, yaşamın anlamını yaratan değerler bireysel değil, aşkın bir öze sahiptir ve insan, başka insanlar aracılığıyla değerler üretir.

6- Geldiğimiz süreç itibariyle tüm yanılgıların en kritik olanı, sol bir parti, çevre ve sendikanın mücadele yürüttüğünü var olma/varoluş üzerinden kanıtlamaya çalışmasıdır. Görüntüsü olup sesi olmayan televizyon neyse telefonunuzu şarja taktığınızda çalışmayan priz de odur.

Yerelde Somut Örnekler

Ülkemizde 1960-80 döneminde yükselen sınıf mücadelesinin yenilgiye uğratılmasının yolu, Soğuk Savaş yıllarının eseri olarak faşist bir yapay kitlenin yaratılmasıyla döşenmiştir. Bu girişimin başarısızlığı karşısında 12 Eylül darbesiyle baskı aygıtı devreye girer. Yerelde darbe döneminin sona ermesiyle Berlin Duvarı’nın yıkılmasının aynı tarihsel döneme denk gelmesi, hem dünya halkları açısından hem de ülkemiz emekçi sınıflarının mücadelesi açısından önemli tarihsel gelişmelere yol açar.

1990 sonrası süreçte sınıf mücadelesinin yerini sivil toplumculuk almıştır. Sınıf çelişkisi temel çelişki olmaktan çıkarılarak kimlikler mücadelesiyle yol tüketilmiştir. Sınıf hareketlerinin yerini emperyalizm tarafından fonlanan STK’lar almıştır. Fon alma çemberine sendikaların girmesiyle sendikal mücadele önemli gün ve haftaların anıldığı ve buna yönelik etkinliklerin düzenlediği dinamiklere dönüşmüştür. Sendika şubeleri, yoga, sirtaki, enstrüman ve dil kurslarının düzenlendiği; beden ve cinsiyet atölyelerinin yapıldığı; kadın ve erkeklerin ayrı atölyelere katıldığı gerici ayrışmanın yaşandığı; kokteyllerle kutlamalar gerçekleştirilen yerlere dönüştürülmüştür. Artık yoldaş yoktur; eril cinsiyet topluluğu ve kız kardeşler birlikteliği vardır. Sendikaların kapatılması yerine sınıf mücadelesinin reddedilip kimlik mücadelesiyle demokratik hat inşa eden özneye dönüştürülmesi Sun Zi’nin işaret ettiği durumla örtüşmektedir.

1990 sonrası süreçte burjuvazinin solu ve sol özneler aracılığıyla emekçi sınıfları uyuşturup kontrol ettiği alanların başında bar ve eğlence mekânları gelmektedir. Kutsal bireyin yaşam biçimi barlarda gelişmektedir. Sol bir çevre olarak Kadıköy’de açacağınız -alkol satışı yapılan- “kültür merkezi”nin burjuvazi için hiçbir sorun oluşturmamasının asıl nedeni de burada aranmalıdır. Mekân, ideolojinin yeniden üretilmesiyle anlam kazanır. Sömürü düzeninde kontrol edilemeyen her mekân bir tehdit içerir. Aynı şekilde, Taksim-Beşiktaş-Kadıköy hattındaki barların işletmeci ve müşteri profili politik açıdan incelendiğinde, bu iddia somut kanıtlarla güçlenmektedir. Bu yüzden bu işletmelerin yaşayacağı herhangi bir yasal zorlukta müşterileriyle bütünleşerek zora “direnmesi” kutsal yaşam biçimine müdahalenin “püskürtülmesi” olarak sol tarafından kitlelere ajite edilmektedir. Kutsal yaşam biçimi, biricik bireyin özgürlüğünün savunulmasında rol alırken asıl kopuş; sınıfsal aidiyetin yaşam alanı olan iş yerlerinden ve mahallelerden uzaklaşmayla gerçekleşir, çünkü her ikisi de toplumsaldır/kollektiftir ve bireyin özgürlüğü için “gerici ve baskıcı bir tehdit” içerir.

Bar; özgürlüğün ve hazzın yaşandığı alana dönüşerek birey olmanın biricik alanıdır. Gerektiğinde dayanışma geceleri ve sendikal etkinlikler burada yapılmalıdır, gecenin ilerleyen saatlerinde sohbetinizin niteliği artarak politik aidiyetinizi yaşatan geçmişin nostaljik anıları anlatılmalıdır! Hem böylece demokrat işletmeciyle de dayanışma gerçekleştirilerek, yaşam alanı egemen sınıflara karşı korunmalıdır. Bara faşist ve gerici bir saldırı gerçekleşirse “aydınlığı savunmak” adına birlik olunmalıdır, çünkü demokrasi mücadelesi bunu gerektirir(!) Oysaki iş yerlerinizin, mahallenizin ve evlerinizin duvarlarına faşist, ırkçı ve gerici yazılamalar yapıldığında sessiz kalınmalıdır, çünkü buralara sahip çıkması gereken özne bütünlüğüne karşı olunan halk olmalıdır! Zaten büyük anlatıların tarihi kapanmıştır, asıl anlatı, makro değil mikrodur, yani toplumsal değil, bireyseldir, fakat sınıf karşıtı büyük anlatı duvarlarda kendini göstermektedir.

Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmanın yolu ekonomik, siyasi ve ideolojik mücadelenin birbirinden ayrıştırılmadan yürütülmesinden geçmektedir. İdeolojik mücadele duvar-bar çelişkisinde yenilgiye uğratılır. Solun ideolojik mücadelesini yürütecek duvar varsa o da sosyal medyada bireysel isyanı ifade eden ağlama duvarıdır. Kutsal ve ilerici birey düşüncesini kendi sosyal medya duvarına yazıladığında mücadele de ilerletilmektedir! Bu yanılgının somut örneği ise sömürü düzenini sürdürecek kitle manipülasyonunun aracı olan ideolojik yazılamaların/sloganların burjuvazinin değil emekçi sınıfların yaşadığı semtlerde üretilmesidir. Bu semtler sol için “varoş”tur ve varoş artık “gerici”dir, ondan uzak durulmalıdır; mahalle ve iş yeri değil, Taksim savunulmalıdır, ama 364 gün çünkü 365. gün 1 Mayıs’tır, o gün geldiğinde Maltepe-Bakırköy hattında demokratik bir turistik seyahate çıkılmalıdır, o da yoksa balkonu olan bir ev bulunmalıdır.

Bu alanlar terk edildikçe taviz tavizi getirir; sokakta abartı egzozuyla ve son ses müziğiyle cirit atan araçlar türer, yabancı/mülteci düşmanlığı yapan linç kültürü türer, toplu taşımada taciz kendini gösterir, birbirine tahammülsüz insan yığını ortaya çıkar, uyuşturucu ve çeteleşme ağı sınıfı baskılayan alt kültür olarak kendini her gün yeniden üretir. Oysaki böyle bir yer, solun yüce değerleri ve kültürüne “layık” değildir; o yüzden mümkünse orta sınıfın yüksek kiralarla ikamet ettiği kıyı semtlere taşınılmalıdır. İşçi sınıfı yoktur, medeniyetin gerisinde kalmış özneler vardır ve onlar doğası gereği farklılığın karşısında olduğundan, onun semtinden imkân dahilinde kaçılmalıdır. Onlarla ortak bir bağ kurulacaksa, “ezilenlerin feryadı” diye pazarlanan arabesk müziğin alkol alınca dinlenmesidir. Artık marş da çok eril ve disiplinerdir çünkü o da toplumsaldır, mitinglerde slov/yavaş aşk şarkıları ya da sömürü düzenine küfreden isyankâr rap müzik kitleye dinletilmelidir. Proleter ve emekçi sınıfla kurulacak ikinci bir bağ da Çukur ve 01 tarzı mahalle çetelerini anlatan dizilerin izlenip bu çürüme kurgusundan mahalle halkının bütünlüğüne dair sol mesajlar çıkarma gafletidir. Bu gaflet, dizide oynatılan demokrat oyuncular aracılığıyla meşruiyet kazanır. Solun bu mahalle özlemi 12 Eylül’den sonra terk ettiği yurda yönelik hasrettir.

Solun artık başka sloganları vardır, bu sloganlar, “İşçilerin/emekçilerin birliği sermayeyi yenecek” değildir, çünkü onun yerine “Libidomun ateşi sermayeyi yakacak” geçirilmiştir. Birlik baskıcıdır, özgürlüğü kısıtlar; libido, emekten kutsal bir noktaya taşınarak yaşam biçiminin hayat bulduğu haz duygusu egemenlere tehdit olarak sunulur. Slogan, bir ideolojinin ana düşüncesi olarak kitleleri birleştiren temel motivasyon ifadesidir ki ideolojinin dil alanına girer; duvara yazıldığında da ideolojiyi yaşatan mekâna dönüşerek onun yeniden üretilmesidir. Bu yönüyle kitlenin ve sınıfın haykırışı olan slogan, artık bedenin ve cinsel kimliğin gevezeliğine dönüşmüştür. Dil de mekân da sınırlı bir alana sıkıştırılır, ideoloji ise postmodern bir savrulmayla demokrat, kutsal ve aykırı olan biricik birey için bir güce dönüştürülür.

Antiemperyalizm gibi mücadele ilkelerinden vazgeçilir, çünkü bunlar, kaçılması gereken “ulusal” değerlerdir. Sol, bir yurda sahip olmaz ve yurtsuzlaşır; olursa onun için büyük bir risktir, zira yurtsuzluk, özgür bireyin politik kendini gerçekleştirme biçimidir. Politik birey olarak ülke siyasetini önceden tahmin edip sonra bu öngörüsündeki başarıyla övünmek, kutsal birey tuzağının aldatmacası olarak başka bir çelişkidir.

Sol için artık afişlerde kitle yoktur, politik bireyin resimleri vardır. Mücadele, kitlelerle değil, popülizmin eseri olan bireyle yürütülür. Sosyal medya aracılığıyla ve yapılan sohbetlerle popülist/medyatik bireyin kahramanlıkları paylaşılır. Politik bireyin kimliksel aidiyetleri ne kadar çoksa mücadelesi de o kadar değerli olur: aykırı yaşam biçimi, cinsel kimlik, kültürel ve mezhepsel aidiyet, memleket bilgisi ve nüfus kaydı, geldiği demokrat aile vs.

Toplumcu sanat çağı sol için sona ermiştir. Onu burjuvazi değil, sol bitirmiştir, çünkü toplumcu sanatı burjuvazi değil, sınıf mücadelesi üretir. Burjuvazinin tek “suçsuz” yönünün bu alanda olması kara mizah tarzı bir çelişkidir. Yol, sanat alanında da tüketilmiştir. Emekçi sınıflar, kapitalist gerçekçiliğin kurgularını sanat diye sohbete konu edip kapitalizmi tartışır hâle getirilmiştir.

Solun dili sınıf mücadelesinin kavramlarından kopmuştur. Emek, sınıf, bilinç, dayanışma, yoldaşlık, yurt, anti-emperyalizm, direniş gibi kavramların yerine kız kardeşlik, yan yanalık, farkındalık, yol arkadaşlığı, birliktelik, renklilik, farklılık, çeşitlilik, ötekilik, kendilik gibi kavramlar yerleştirilerek dil-ideoloji ilişkisi yeni bir forma dönüştürülmüştür. “Kapitalist barbarlık” gibi bir söylem geliştirilmiştir, fakat Romalılar, “barbar” sıfatını kendileri dışında kalan halkları “istilacılık”la tanımlamak için kullanıp kendi işgalciliğini gizlemeye çalışmışlardır. Althusser’in “Felsefe, halkın teori alanındaki sınıf mücadelesini temsil eder”[1] sözü ideolojinin dil alanındaki evrimini özetlemektedir.

Sonuçlar

Dilden ve mekândan sürgün edilip ideolojik mücadele alanının dışına çıkarılan her ekonomik mücadele siyasi hedeften de uzaklaşır. Sürecin asıl sonucu ise yaşanılan yenilgi gerçeğidir ve bu gerçeğin sol eliyle sınıfa ve kitlelere dayatılmasıdır. Tüm bunların nedeni olarak sol; kendi tarihini, değerlerini ve bütünlüğünü yapıbozuma uğratarak, büyük anlatısıyla, diyalektiği ve üst metinleriyle ilişkisini sona erdirmiştir.

İdeolojik Saldırılar Karşısında Uzak Durulması Gereken Cümle: “Bunda ne var ki çok abartıyorsun, her düşünceye saygılı olalım.”

Yeni Başlayanlar İçin:

Diyalektik materyalizmin ilkelerini öğrenmek, toplumsal değerlerin birey için aşkın özellik içeren önemine yoğunlaşmak, sınıflar mücadelesinin tarihini araştırmak, değerler yaratan biyografilere yönelerek yaşanılan her çıkmaz için reçete bulmak, sanat alanında sınıf mücadelesinin üretimlerine yönelmek.

Kitap Önerileriyle Devam Edecek.

S. Adalı
3 Haziran 2023

Dipnot:
[1] Louis Althusser, “Philosophy as a Revolutionary Weapon”, Şubat 1968, MIA.

0 Yorum: