02 Temmuz 2023

,

Nasıl Bir Yaşam İstiyoruz?

I

Yol yoktur, sen yürürsen yol olur.
[Bab’Aziz]

1- “Nasıl bir yaşam istiyoruz?” sorusunun yanıtı, nasıl bir yaşam istemediğimizin mahiyeti açıklanarak da verilebilir, ama bu durumda olumlanan yaşamın ne olduğu yanıtsız kalır. Göstergebilimin işaret ettiği gibi kavramlar, birinci anlamları dışında öznel çağrışımlar içerebilmektedir. Yaşamın tanımını yaparken “anlam” kavramı devreye girmekte, anlamın içeriğinin hangi kavram setinden oluştuğunu ise kişi/lerin zihni belirlemektedir. Yaşamın anlamı emek, mücadele, dayanışma, adalet, eşitlik, kavga, alınteri, sevda paylaşım gibi kelimeleri tanımlayan bir sözlükçe hazırlanarak da açıklanabilir, fakat bu sözcüklerin birbiriyle ne kadar ilişkilendiği gerçeği dikkate alınırsa sözlükçe oluşturmak da o kadar iddialı bir yaklaşım olur. Belki bir kitap ya da kitapçığı hakkeden yazıyı paragraflara ayırarak bütünlük sağlamak da bir tercih olabilirdi, fakat bu bütünlüğü sağlamanın zorluğunu dikkate alıp “bağımsız” numaralarla parçalara ayırmayı tercih ediyoruz.

2- Dile getirdiğimiz sözcüklerin yanında ifade etmediklerimizi de ele alırsak, mesele “değerler”imizin ne olduğu sorusunda düğümlenir. Biz, yaşamın anlamını emek ve mücadele temelli kavramlar üzerinden ele aldık, başka bir yaklaşım ise yaşamın anlamının toplumsallıktan uzak ve bireyi yücelten kavramlardan oluştuğunu savunabilir. Hangi değer ve yönelimlerin yaşamı anlamlı kıldığı ya da kişiyi savurmadığı yaşam tarafından doğrulanır.

3- Değerler başlığı açıldığına göre, ele alacağımız kavramların kitabî mi, sloganik mi, ilkesel olarak yaşamın her anında üretilen bir pratik mi olduğu tartışılabilir. “Emek” kavramını iktisat kitaplarından okuduğumuzda “zaman”, “ücret” ve “yabancılaşma” terimleriyle karşılaşırız. Sloganik olarak incelendiğinde emek ve hak mücadelesinin çığlığı olarak karşımıza çıkar. Değer kümesinde “emek” kavramı ele alındığında yaşamın anlamı devreye girer. Emek, bir değer olarak savunulduğunda yaşama o kadar anlam katar, öyle ki emek, insan ilişkilerinden kendimizi biçimlendirdiğimiz disiplin pratiğine kadar her şeyin temelini oluşturur.

4- Disiplin, günümüzün en “ürkütücü” ve “totaliter” kavramıdır ki insan olarak “mutlu” olmak istiyorsak, kapitalizmin sunduğu özgürlüğün sınırsızlığını tadarak kullanmalıyız, ama bu sınır isyana varmamalıdır! Kapitalizmin sunduğu özgürlüğün onun sınırlarını ihlal edene kadar özgürlük olduğu unutulmamak şartıyla! Mutlu olmanın yolu disiplinden kaçış olmalı ki yaşam, bir programatik ilkesel bütünlüğe göre düzenlenmemelidir, çünkü artık birey “biriciktir”. Kapitalist düzenden insanın kendini koruyarak var etmesi, onurunu ayakta tutabilmesinin en önemli stratejilerinden biri, bireysel yaşamında/yaşamın her alanında kendini disipline etmesidir. Uyku düzeninden hayata bakışına, yaptığı işi ciddiye almasına, kurduğu ilişkilerdeki geliştirdiği sohbetin niteliğine, trafikteki dikkatine, eğlenme biçimine kadar. Tüm bunların toplamı kendine saygıyla bütünleşmektedir.

5- Mutluluk başlığı açılmışken, yazının ele aldığı sorgulamalar değerler potasında eritilmeye başlanabilir. Yaşamın anlamını mücadele etmekte gördüğümüzü en başından belirtiyoruz. Nostaljiyi onaylamamak kaydıyla, “kapitalizm öncesinde çok mutluyduk” ya da “ilkel yaşama dönelim” iddiasından çok uzağız. Tarihsel ilerlemeyi olumladığımız için tarihin akışına yön vermek gibi bir çabanın içindeyiz. Tarih, sürekli bir akış olarak kabul edildiğinden, kümülatif bir yapıya işaret eder ki bugünümüz geçmişin deneyimleriyle ve onlardan alınan dersler neticesinde kendimizi yenilememize bağlıdır. Bu yönüyle geçmişin mücadele deneyimleri ve biyografileri kahraman kültüne kaymadan zenginlik oluşturmaktadır. Bu şekilde kurulan bugün, hedeflenen yarını şekillendirecektir. Ne geçmişin hamaseti ne yarına dair boş umutlar bu noktada bertaraf olacaktır. Ezilenlerin takviminde her günün mücadele ve bedeller tarihiyle biçimlendiği gerçeğine bağlıyız. Yazının geldiği aşama olarak politika yaptığımız ya da ideolojik bir söylemi dillendirdiğimiz iddia edilebilir ki bu iddiaya karşı değiliz. İdeolojinin bugünün toplum yapısı ve insan prototipini nasıl şekillendirdiğine ayrıca değinilecektir.

“Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.”
[Onat Kutlar]

6- “Nasıl bir yaşam istiyoruz?” sorusunun yanıtı da hangi ideolojiye göre yaşamımızı düzenlediğimizde saklıdır. Dünyanın maddi gerçekliğini çarpıtma görevi nedeniyle ideoloji, kapitalizmin eseri olarak tezahür etmektedir. Marksizm, dünyanın çarpık bir bilinçle algılanmasına neden olan ideolojinin karşısına diyalektiği koymaktadır ki anlamlı bir yaşamın yolunun diyalektikle sınanmış değerlerimizden geçtiğini savunuyoruz. Faşizmin yükselişi, en çok da sokaktaki insanı şekillendirmektedir ki “sorumlu yurttaş” modellemesinin etkileri güvensiz, birbirinin sesini ve görüntüsünü kaydeden, bir alışveriş sırasında birbirinin önüne geçmekte beis görmeyen, işi/mesleği gereği kendisine verilen görevi sınırsız yetkiye çevirip tehditler savurarak kendi yasasını üretmeye çalışan, toplu taşımada kabalaşmaktan geri durmayan ve maruz kaldığımız gündeliğin her türlü kabalığını sergileyen linç kültürünün yaşatıcısı insan şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu gerçeklikten bakıldığında, ideolojiden kaçış ya da ideoloji düzleminin dışında konumlanış anlamsızlaşmaktadır. İdeoloji, her an yeniden üretilmektedir. Umberto Eco’nun işaret ettiği gibi yüzyılımız insanının yanılgısı, faşizmin Nazi üniformasıyla geleceğini sanması. Bu yönüyle faşizm, kurumsal bir yapı olarak otoriteler tarafından uygulanan bir sistem değil, sokaktaki insanın gündelik yaşam pratiklerine dağıtılmış bir sistemdir. Artık onun yaşatıcısı/icracısı kurumlardan çıkarılarak toplumsal ilişkilere taşınmıştır. Yükselen ırkçılık, mezhepçilik, cinsiyetçiliğin temeli burada atılmaktadır.

7- Şükrü Erbaş bir şiirinde, “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz/ Biçim veremediğimiz şeylerin/ Biçimini alıyoruz” der. Bugün çoğumuzun yaşadığı durum biçim veremediğimiz şeylerin biçimini almak ya da bu biçimi almamak için direnmekte hayat bulmaktadır. Bu tektipleştirici umutsuzluk üreten sömürü düzenine karşı direnmenin yolu değerlerimize bağlılık, disiplin, diyalektiğin içselleştirilerek yaşamın her alanında uygulanması, mücadeleye ve mücadele tarihini yaratan öznelere bağlılıktan geçmektedir. Toprağın üstü kadar toprağın altındakilere de sorumlu olmayı bilen bir yaşam. Övünülecek bir geçmiş varsa egemenlerin şekillendirdiği tarihte değil, mücadele tarihinde kendi yaşamıyla bayraklaşanların deneyimlerinde ve mirasındadır.

8- Mücadeleden kaçmanın sonucu savrulmak, yozlaşmaya yelken açmak, yaşam içinde bocalamakla sonuçlanmaktadır. Savrulmanın bir biçimi de mücadele tarihinin yarattığı değerlerin ve anıların alkolle zehirlenmesidir. Bu noktada mücadele eden kesimlere, derneklere, sol gazetelerin okurlarına, sol sendikaların üyelerine ve yöneticilerine, parti taraftarlarına bakıp bu iddiamızı çürütebilirsiniz ki tamamen olmasa da önemli ölçüde haklı bir çürütme yoludur bu, çünkü kitabî olandan çok verili gerçeklik daha ikna edicidir. Bugün yaşadığımız bunalımın nedeni, büyük ölçüde mücadele ettiğini iddia edenlerin değerlerden, mücadele tarihinden, diyalektikten, toprağın altındakilerden ve üstündekilerden koparak dejenere olmasıdır. Belki de yaşanılan, tam olarak komünsüz komünarların “komünlü komünarlara” göre daha ilkeli bir yaşam dayatmasıdır. Bu yönüyle ele alındığında, yaşadığımız sürecin en büyük yenilgisi komünsüzlüğün dayatılmasıdır. Umut ilkesini toz pembe rüyalar görmeyip mücadelenin ürünü olarak görüyoruz. Tarihin ve diyalektiğin yasaları gereği umut ilkesi, yaşamın anlamında hayat bulmaktadır. Yaşadığımız süreç komünsüz komünarlığa dönüşse de düzenin kirinden korunmanın onurunu paylaşıyoruz.

“umutsuzluğa düşmedik hiçbir zaman,
yenildiğimiz oldu, ama umutsuzluğa düşmedik;
bir daha ağarmayacakmış gibi çöken karanlık
doldurmadı değil günlerimizi,
bir daha ter dökmeyecekmiş gibi kuruyan alın
döl vermeyecekmiş gibi çekilen kan
korkutmadı değil korkuttu elbet,
teslim olacağımızdan da korktuk, öleceğimizden de...
ama umutsuzluk
-sonu gelmiş de hani dünyanın
hiçbir şey kalmamış gibi tutunacak
boşluğa değer ya insanın elleri-
düşmedik ona, yalnız olmadık yani, çaresiz olmadık.

kavradık nerden geldiğini çünkü umudumuzun,
şafağı savunmak olduğunu kavradık geceye karşı;
ne bizimle başladı, ne kesilip kalacak bizden sonra
kavradık durdurulmaz yapan nedir bu akışı,
ve sıradan bir er olduğumuz halde bu kavgada
boyun eğmiyorsak önünde koskoca bir ordunun
doğruladığı için bizi yaşamın her dakikası”
[Kemal Özer]

9- Yaşadığımız sömürü düzeni, sadece emeğimizin karşılığını alamadığımızla değil, insanlığımızın elimizden alınmasıyla da sonuçlanmaktadır. Geçtiğimiz yıl satılan 61,8 milyon kutu antidepresanın nedeni, kişilerin kendi başarısız yaşam öyküsü olarak tarif edilmektedir ki verilen mesaj gayet açıktır “Mutlu olmayı bilmiyorsunuz!” çünkü mutluluk, “biricik” bireyin yaşam “bilgeliği”nde üretilmektedir! Anksiyeteye teslim edilmiş milyonlarca “hasta” insan… 1951’den beri antidepresanla yönetilen depresif toplumlar. Bugün dünyada depresyon teşhisi konan yüz milyonlarca insan var, toplam nüfusun içinde önemli bir orana tekabül etmektedir.

Mutlu olmayı bilmiyorsanız serotonin seviyeniz düşmüştür, artırmak da kapitalist psikiyatri farmakolojinin elindedir. Sizi mutsuz eden çelişki, arka planda çalışmaya devam etmektedir. Oysaki bir toplumda milyonlarca kutu ilaç sadece bir “rahatsızlık” için satılıyorsa, problemin temelinin neresi olduğu gizlenmektedir. En azından anksiyete ve depresyon için tartışılacak olursa, bireyin toplumsal yaşamla çatışması, değersizliğe sürüklenmesi, anlamdan kopması söz konusudur. Hafif ve orta düzey durumlar için yapılacak psikoterapi desteği yaşamın anlamına kişinin bağlanmasına destek olunması ve değerleri üzerine çalışılmasıdır ki bu da uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu desteği hastanelerde 5-10 dakikaya sığdırılan hekim görüşmeleri çözemediği için antidepresan ve sertralin grubu ilaçlar devreye girmektedir. Bir yakınının kaybını yaşayan insana antidepresanın çözüm olarak sunulması, kapitalizmin acıdan kaçma propagandasının eseridir. Kapitalizm, tüketim yoluyla insanın zorluklar karşısında baş edemeyen, acıdan ve ölümden kaçan insanı yaratmaktadır. Bilakis, insan ölümlü olduğunun bilincinde olan tek varlıktır. Ölüme rağmen yaşamda ayakta kalabilmenin yolu anlamda gizlidir. Anlam ihtiyacına ihtiyacı olan tek varlık da insandır. Kapitalizmin çarklarının işlemesinin en önemli yollarından biri sürekli bir mutluluk arayışının yaşamın anlamına dönüştürülmesidir. Mutsuzsanız çözümü tüketimdedir: Tatile çıkmalısınız, maliyetli sporlara yönelmelisiniz, ekstrem duygular yaşamalısınız, telefonunuzdan sıkıldıysanız, en son model akıllı telefonu satın almalısınız, eve kapanıp dizi platformlarına belirli bir ücret ödeyerek saatlerce dizi izlemelisiniz, tüketimi sürdürmelisiniz! Bütün bunları ödeyecek maddi gücünüz yoksa kredi çekmeli ya da kredi kartıyla borçlanmalısınız ki sisteme karşı yükümlü hâle gelmelisiniz. Bu vb. motivasyon araçları sizi hâlen mutlu edemiyorsa, antidepresan devreye girer ki aslında sorunun kaynağı serotonindir diye sunulur. Diyalektiğin ve değerlerin, yaşamın amacının sistemi ters yüz ettiği nokta da burada gücünü gösterir. Dünya, mistik ve sihirli değildir. İnsan, mutlu olmaya mahkûm bir varlık da değildir. İnsanın binlerce yıldır yeryüzünde tutunma sürecinde antidepresan değil, insan iradesi çözüm olmuştur.

Her dönemin kaygı ve depresyon tipi, mevcut üretim koşullarının ortaya çıkardığı maddi gerçeklik tarafından değişmektedir. Bu gerçek ise her dönemin anksiyete ve depresyon nedeninin farklılaştığını açığa çıkarmaktadır. Günümüzün anksiyetesinin en önemli nedeni, bireyi umutsuzluğa, değersizliğe ve mutsuzluğa sürükleyen sömürü düzenidir. Antidepresanlar, kişinin acıdan kaçışına aracılık ederek zorun karşısındaki direncini zayıflatmaktadır. Kapitalizm öncesi hiçbir dönemde mutluluk hazla eşitlenerek yaşamın biricik amacına dönüşmemiştir. Ezilenlerin tarihinde zor ve baskı karşısında yaşanılan her türlü olumsuz duruma karşı ne antidepresan ne de uyuşturucu ayakta kalmanın aracı olmuştur. Bu bağlamda insanın evrimleşme süreci, self determinasyon ve adaptasyonla ilerlemektedir ki bu süreç, insanın ayakta kalabilmesinin yolunun zorluklarla mücadele etmesi gerekliliği üzerine kuruludur. Riff-Raff filminde geçtiği gibi, “Depresyon burjuvalar içindir. Biz sadece uyanır ve yollara düşeriz.” Yaşanılan değersizlik ve yabancılaşma sürecini aşacak özne ilkeli kitle hareketlerinde mevcuttur. İlkeli kitle hareketlerinin saflarında ve yaşam pratiklerinde uyuşturucu ve antidepresana yer yoktur, çünkü her ikisi de dünyanın çarpık biçimde algılanmasına neden olmaktadır. Nazi subaylarının uzun saat uykusuz kalmak için uyuşturucu kullandığı göz önünde bulundurulursa, mücadeleyi güçlü kılan motivasyonunun insan onurunu savunmak olduğu anlam kazanmaktadır.

Şükrü Erbaş’ın işaret ettiği gibi insanın acısını insan alır. Bu noktada mücadele etmek bir tercih değil, zorunluluğa dönüşmektedir. Problem, toplumsal bir kangrene dönüştüyse çözüm de aynı yerde aranmalıdır. Yalan söyleme yöntemine çevrilen istatistiğe bakılırsa, yaygın anksiyete bozukluğu toplumun en fazla %5’inde görülmektedir; tedirgin olmamıza gerek yok, her şey kontrol altında! Artan suç ve şiddet vakaları, borç bataklığı, işsizlik de tabloda yerini alırsa nasıl bir distopik romanın hayata geçirildiği açıklık kazanmaktadır. Suçu üretenin kapitalist sömürü düzeni olduğu es geçilmektedir. Cesur Yeni Dünya’da döllenme makineleri yoluyla üretilen insanlar, belirli bir süre tok tutulan haplarla yönetilmektedir, bu haplara ulaşamayan en alt sınıf insan grubu isyana yeltenmektedir. Aynı biçimde Mevki Uygarlığı’nda geçen distopik gezegene suçlular hafızaları silinerek gönderilir. Gezegende kast sistemi hâkimdir. Gezegendeki yönetime bağlılık, belirli aralıklarla uyuşturucu kullanımıyla şekillendirilmektedir ki uyuşturucu kullanmayan “yurttaş” olabilme özelliğini kaybederek mahkemeye çıkarılmaktadır. Öyle ya distopyalar, bir totaliter yapının korkunç uygulamalarına dayanmaktadır, her insanın gözetildiği bir toplum modelini betimler. “Her insana bir çip takılıp her anı izlenecek!” şeklindeki komplo teorisiyle bezenmiş distopik romanları okumak gayet keyifli gelse de kapitalist distopyayı her an yaşamaktayız. Aradığımız distopik çip, akıllı telefonlarımızda, sosyal medyamızda, her yanımızı kuşatan kamera sistemlerinde. İnsanın insana fiziksel mesafesinin en aza inip insani mesafesinin arttığı günümüzde var olmanın en “makul” yolu “görünme”dir. Görünmenin bedeli mahremiyetimizi açık hâle getirmeye kendimizin rıza vermesidir.

10- Her şeyimizin açık olması isteniyor. Yüzlerimizin, bilgilerimizin, her anımızın… Kendimizi ifşa eden teknolojiyi gönüllü istiyoruz, kapitalizm için rıza üretmek o kadar da zor olmuyor. Kendimizi göstermezsek mutlu olamayız! “Kim ne kadar mutlu olduğumuzu ne yiyip ne içtiğimizi, konumumuzu bilirse daha iyi hissederiz” sanıyoruz. Yaşamın doğasının mahremiyetlerimizle de anlam kazandığı unutturularak her şeyini açık etmeyenler “marjinalize” edilerek “olağan şüpheli” algısı yaratılmaktadır.

Bir tür etiketlenme devreye girmektedir ki bu görev de yine “makbul yurttaş”a verilmektedir. Aynı şekilde sonuç odaklı olmamız istenir, süreç hiçe sayılır, belirsizliğe tahammül edemememizin gerektiği algısı üretilir. Oysaki belirsizliği her dakika üreten kapitalizmin kendisi yaygın anksiyete bozukluğunun bir numaralı sorumlusudur.

11- İlkçağ filozoflarından ve siyasetnamecilerinden beri “Mutluluk nedir?” sorusunun bir yanıtı da iyi bir yönetimle elde edildiği yönündedir. İyi bir yönetiminin sınıfsız ve sömürüsüz dünya kurma perspektifiyle elde edileceği bugünün acil ihtiyacıdır, fakat seçimden seçime sıkıştırılmış mücadele biçimleri bize sunulan tek çıkar yoldur! Seçim kaybedilirse de verili gerçekliğe rağmen sizin adayınıza, partinize ya da ittifakınıza oy vermeyen kitle suçlanmalıdır ki hesap vermeden kaçmanın en etkili yolu budur. Asıl çelişki, verili gerçekliğe rağmen seçim arası yıllarda mücadeleye çekilmeyen kitlelerin tarikatlara, ırkçı ve faşist politikalara teslim edilmesidir. Her yanda mantar gibi türeyen hurafe düzeni. Her seçim “en önemli” seçimdir, bahar gelecektir, ama bahar gelmez. 3 saatlik yazılı sınavla geleceği belirlenen öğrenci, seçimle geleceği belirlenen toplum modeliyle özdeşleştiğinde sonuç hüsrana dönüşmektedir. Oysaki geleceği kurmak uzun bir mücadeleyle emek vermenin ürünüdür. Çin’de Sarı Nehir’de 12.000 km yürüyen ordunun motivasyonu düşünüldüğünde bu durum daha net anlaşılacaktır. Bu noktada kimin/neyin peşinden ne için gidildiği de anlam kazanacaktır. Yenilgi varsa alternatifi de olmalıdır, ama alternatifi üretmenin yolu bilinmiyorsa problemin temeline inilmelidir.

“Yarısı burdaysa kalbimin
              yarısı Çin'dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
             ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
           Yunanistan'da kurşuna diziliyor.”

[Nâzım Hikmet]

Öyle ki bugün yaşadığımız ortam en çok da mücadele ettiğini iddia eden çevrelerin kendini seçim atmosferine kaptırarak umudunu orada yaşatması sonucu yaşanılan hüsranla aldığı yenilginin yaydığı karamsarlıkla biçimlenmektedir ki yenilgi, düzen tarafından manipüle edilerek yılgınlık, inanç ve değer yitimi hayata geçirilmektedir. Yenilgi yıllarının en iyi okul olduğunu bilmeyenler, her seferinde yenilmeye de mahkûmdurlar. Kendi tarihinden ve öğretilerinden kopanlara belki bir hatırlatmadır.

12- “Toplumu yüceltmek mi gerekir?”, “Mücadele perspektifine sahip olmak toplumu koşulsuz kabul edip kusursuz bir noktaya çekmek midir?” sorularının ortaya çıkması yerindedir. Toplum ne yüceltilmeli ne aşağılanmalıdır. Öncelikle halkın günlük çıkarlara göre hareket eden bir yapıya dönüştürüldüğü gerçeği dikkate alınmalıdır. İkinci olarak da bugün için halkın ürettiği bir değer kalmayıp halk dediğimiz yapının kapitalizmin aşıladığı yaşam biçimine adapte olduğu unutulmamalıdır. Bu noktada mücadele edenlerin ortaya yayılan bu çürümüşlükten öğreneceği değer kalmamıştır. Toplumu dönüştürme iddiasında olmak, solun kendi yarattığı değerlerden, direniş tarihinden ve geleneğinden geçmektedir, ama bugün bunları yaşatanlar yaşamın içinde tek kalma pahasına direten komünsüz komünarlardır. Yaşanılan atmosferin en zor tarafı komünsüzlüğe mahkûm edilmek. Mücadele etmek en başta kendi özümüzü korumamızı sağlar, yaşama anlam katar, sınırlarımızı ve ölçülerimizi netleştirir. Belki istenilen sonuca henüz ulaşılamaz, ama bir yaşam onurluca tamamlanır, ruhsal denge kurulur, benlik inşası gerçekleşir, yaşam büyük bir anlatıya bağlanarak amaç sahibi olunur, çürümenin etki alanının dışına çıkılır. Bu yönüyle mücadele, yenilgi-zafer diyalektiğinin dışına taşınarak yaşamın özünü açığa çıkarır. Mücadelenin sonucunu sadece zafer olarak görenler yenilgiyi yaşadığında da mücadeleden kopmaktadır ki asıl yenilgi burada başlamaktadır. Logoterapinin önemli isimlerinden olan Victor Frankl, uzun yıllar Nazi kamplarında kaldıktan sonra kendi terapi anlayışını anlamlı bir yaşamın değerlere bağlılıktan geçtiği yönünde inşa etmiştir.

13- Nasıl bir yaşam istediğimizi net şekilde açıklamadan önce bu soruyu en başta kendimize yöneltmenin daha doğru olduğunu öneriyoruz. Hangi değerler için yaşıyoruz? Bu değerler için hangi bedelleri ödüyoruz ya da ödemeyi göze alabiliyor muyuz? Bu değerlere rağmen hâlen ruhsal iniş çıkışlar yaşıyorsak, gerçek sorunun kaynağının ne olduğunu bulmak daha yerinde. “Biz zaten bir partide, sendikada, emek mücadelesinde yer alıyoruz!” diye tepki verilen asıl soru devreye girmektedir ki o zaman sol, neden psikolojik bunalımda ve savrulmada? Bu sorulara verilecek yanıtlar yazı serisinin ikincisinde yer alacaktır.

“em ne binketi ne/ yenik değiliz
yenik değiliz
etseler de bizi ekmeğimizden
çocuklarımızın buğday başağı saçlarından
yardan ayırsalar da bizi
yenik değiliz
kanımızda bir pınar gibi kaynayan hayat
yenik değiliz
torbamız tohum dolu
koşar adım gidiyoruz kavgaya”
[Kemal Burkay]

II

“Sana selam olsun zincirin zulmün kâr etmediği
Kırbacın kâr etmediği büyük tahammül”
[Enver Gökçe]

14- “Nasıl bir yaşam istiyoruz?” sorusuna vereceğimiz ilk ve en önemli yanıtın onurlu bir yaşam olduğunu paylaşıyoruz. Yaşamı şekillendiren, insanı ayakta tutan, bir ömrü anlamlı kılan en yüce değerin onur olduğunu biliyoruz. Onuru savunmak, kişinin kendi küçük burjuva dünyasının sınırlarına hapsolması değil, değerler sistemini korumak uğruna mücadele sürecinde verdiği emek ve ödediği bedellerle güçlenmesidir. Mücadele etmek, her insanın yaşamında kırgınlıklar, umutsuzluk, geri çekilmeler, öfkeyi de beraberinde getirebilir. Onuru savunmak, hem kendimiz hem başka insanlar için zorlu bir süreci kapsamaktadır. Anlamın tek insanın yaşamını aşan başka yaşamlarla paylaşılan bir değer olduğu kabulünden hareketle şu söylenebilir: anlam, hayata tutunmanın tek yoludur/gerçeğidir. Bu noktada “Bilincin aydınlığında anlam, iradenin keskinliğinde eylem olmak” ilkesini savunuyoruz. Yaşamın her alanında anlamı hayata geçiren eylemin karşılaşılan zorluklar karşısında “evet-hayır” seçeneği bize sunulmaktadır.

Vereceğimiz yanıt, bizi biz yapan değerler için neleri göze aldığımızla ölçülmektedir. Çelişki, her an her yerde kendini bir şekilde üretiyorsa, ona karşı geliştirilecek direniş de sabit seçenek olarak durmaktadır. Geliştirilecek “hayır” seçeneğinin bedeli, tahammül sınırlarımızı zorlama pahasına da olsa… Verilecek her tavizin daha büyük bir tavizi getireceği yaşamın matematiği içinde sarsılmaz bir denklemdir. Bu bağlamda ele alındığında mücadele satranç gibidir.

“Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.”
[Ahmed Arif]

15- Cesaretin bulaşıcı olduğu gerçeğinden hareketle “yalnız(!)” kalmanın geçici bir durum olduğu, onurlu duruşun uzun vadede etkisini gösterdiği, zincirin halkasının bir yerden kırıldığı tarihin şaşmaz yasası olarak gün gibi ortadadır. Kapitalist antitez, hepimizin kendi hayatlarında mutlu olmamızın yolunun bulunduğu yönündedir. Bu yol, sınırsız zevk, alkol kullanımı, sürekli tatil planları, alkol ve uyuşturucu, mülkiyet arzusu, kâr hırsı, gerektiğinde eşit şartlarda olduğumuz insanları ezme ile tanımlı… Böyle bir yaşam, içsel ve dışsal bir denge asla yaratamaz. Her biri gelip geçici olmakla birlikte her bir deneyim bittiğinde yerine yenisini koymakla hayat bulan, her gün insanı mutluluk yanılsamasının içinde koşuşturan bir yaşam formudur. Hız çağına uygun hareket biçimi olarak beden merkezli deneyimlerdir. Hız durduğunda, benliğiniz kaldırmadığında, en küçük darbeler aldığımızda umulmadık noktalara bizi savurabilecek “pahalı” deneyimler. Acıdan kaçışın hâkim olduğu hazcı (hedonizm) yaşamın propagandası yapılmaktadır, fakat insanı güçlü kılan motivasyon haz değil, acılarından güçlenerek çıkmasıdır. Geçtiğimiz Kovid-19 kapatılma sürecinde deneyimlediğimiz gibi bir avuç sermayedar gibi yalılarda geçirecek hayatlarımızın olmadığı bir kez daha gün yüzüne çıktı. Bize özgürlük ve mutluluk getireceği vaat edilen tüketim deneyimlerinin hiçbiri, yaşamın anlamını uzun vadede sağlayacak bir güce sahip değildir.

16- Sömürü düzeninin çarklarının işleyebilmesinin tek yolu, insanın mevcut potansiyelinin açığa çıkarılmadan kendini gerçekleştirememesinden geçmektedir. Bu şekilde sömürülen insanlar da birbirinden koparılarak genin kötü olduğu, insanın özünde bencil olduğu, her insanın kendi gemisini kurtaran kaptan olması gerektiğine ikna edilebilmesiyle mümkündür. Kötülüğü üreten sistemin kendisidir, hiçbir insan, dünyaya kötü bir karaktere sahip olarak gelmez. Kötülük ve bencillik, çevresel faktörler olarak kabul edilen maddi koşullar tarafından belirlenir. Bu noktada ideoloji bir kez daha devreye girmektedir. Aile ve ilişki mahremiyetinin hiçe sayıldığı sabah programları, pazar ilişkilerinin kişiler arası ilişkilere taşındığı yüzlerce dizi, fedakarlığın insan ilişkilerinden koparılarak yüce bireyin güçlenmesinin söylemini geliştiren ve on binlerce satışa ulaşması için reklâmları yapılan kişisel gelişim kitapları, gerçeği dillendirmemeyi amaç edinen haber bültenleri, “uzman”lığı kendinden menkul kişilerin “aydın” diye sunulduğu tartışma programları, soyağacını travma silsilesi sayan sözde uzmanlar, artan uyuşturucu kullanımı, antidepresan yazmayla görevlendirilmiş psikiyatri, takipçi toplayarak sosyal medyadan zenginleşme çabaları, bireyin biricik olduğunu telkin eden günümüzün egemen psikoloji anlayışı, ideolojilerin bittiği söylemiyle hâkim ideolojinin gizlenmesi, astroloji ve burçlar üzerinden insan tanımanın yaşam bilgeliği olarak sunulması, enerji vereceğine inandırılan taşlar, bahis oyunları, sanat diye kitlelere sunulan pespaye üretimler bencil ve kötü insan yaratma hedefinin araçlarıdır. Bu ve çeşitli ideolojik aygıtlarla yaratılan acımasız dünya sendromu/algısı kendi kabuğunda yaşayarak kişiler arası ilişkilerin sıcaklığından kopan insanı üretir. Dışsal gerçekliğin net şekilde görülmemesi için devreye koyulan ideolojik araçlar algıyı çarpıtarak simülatif bir kuşatılmışlık yaratmaktadır.

“Bir rüzgar, bir fırtına gibi esecek gül
Yıllarca esecek belki
Ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah
Göreceğiz ki
Biz dünyamızı gerçekten görmemişiz daha
Geceyi, gündüzü, yıldızları
Görmemişiz hiç
Tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla.”
[Edip Cansever]

Sizi iyi bir eğitim almaktan, kendi potansiyelinizi gerçekleştirmenizden, aile bağlarınızı güçlendirmekten, iyi bir evde yaşamanızdan, sanatsal etkinliklere ve kurslara katılmaktan, kendi kişisel ihtiyaçlarınızı karşılamaktan, başka insanlarla bir araya gelerek sevgiyi paylaşarak değer üretmekten alıkoyar. 2 yüzyıl önce Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nda işaret ettiği üzere burjuvazi aileye kadar bütün yüce değerlerin sıcaklığını bencilliğin buz gibi sularında boğmuştur.

“Bu dünya ne tek tek yaşamakta,
bu dünya ne rakının, ne şarabın içinde,
bu dünya ne parada, ne pulda,
ne kalleşlikte, ne zulümde.
Bu dünya aşkın içinde, alın terinde.

Çok olun, çocuklar, çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele,
yaşayın dünyayı doya doya,
açın kapıları, camları güneşe,
ne yeise kapılın, ne korkuya,
çok olun, çocuklar, çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele.”
[A. Kadir]

17- Disiplinle, emek vermekle ve bedel ödemekle yoğrularak anlam kazanacak bir yaşam istiyoruz. İnsan iradesinin en zor şartlarda devreye girerek güçlüklerle baş edebileceği ve bu baş etme stratejilerinin mücadele eden insanlarla kollektifleştirileceğini öneriyoruz. Fedakârlığın ve alma-verme dengesinin bedel ödeyen insanlarla geliştirileceği unutulduğunda anlamsız bir koşuşturmaca düzlemine geçilmektedir. Birçok insan, bireysel yaşamında ya da kitle hareketlerinde emek verirken kırılma noktaları yaşamıştır. Geldiği aşamada ya mevcut durumu aşmayı ya da geri çekilmeyi kararlaştırmıştır. Ak buğdayla kara buğdayın ayırt edildiği yer de tam olarak burasıdır. Yaşam, dikensiz gül bahçesi olmadığı gibi yenilgisiz de değildir. Önemli olan, yenilgiden çıkarılan derstir. Geri çekilmenin bahanesi “Bak gördün, senden önce deneyenlerin hepsi aynı süreci yaşadı!” yılgınlığıdır ki çürümenin başlangıç noktasıdır. Yılgınlığa yükseltilecek en güçlü ses, “Geri çekilenler daha yoz bir noktaya savruldu” olmadıkça aynılaşma/tektipleşme kaçınılmazdır.

18- Yalanın ve kötülüğün olmadığı bir yaşam istiyoruz. Onurlu bir yaşam, ancak burada filizlenmektedir. Yalanın toplumsallaşarak kurumsallaştığı günümüzde ilişki biçimleri de bu çarpıklık üzerine kuruludur. Yalanın sömürü düzenini ayakta tutma aracı olarak kurumsallaşması, Hitler’in propaganda bakanlığıyla hayata geçirilmiştir. Cesaretin bulaşıcı olduğu gibi yalan ve kötülük de bulaşıcıdır. Sistem, ideolojik aygıtlarından biri olan medya aracılığıyla zihinlerimizi her dakika işgal ederek yalanın bir iletişim ve ilişki yürütme biçimi olduğuna inandırmaktadır. Geldiğimiz aşamada yalan, kurumsallaşmış bir olgudur. Yalan ve takiye, bir insan yetiştirme formuna dönüştürülerek bütün ilişkiler zehirlenmekte, kitle manipülasyonu hayata geçirilmektedir. Üretilen yalan, ırkçılığın, mezhepçiliğin, cinsiyetçiliğin yayılarak; ötekileştirmenin ve düşmanlaştırma politikasının hayata geçirilip toplumsal bütünlüğün parçalanmasına yol açmaktadır. Bu şekilde gerçeğin yerine geçen yalanın onurlu bir yaşamın ve mücadele edenlerin safından uzaklaştırılması gerekir, çünkü yalan, burjuvazinin kitleleri pasifize ederek sömürüye rıza üretmenin bir yöntemidir.

“İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı,
ses yalan söylüyorsa,
söz yalan söylüyorsa,
ellerinizden başka her şey
                    herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
                                    elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
            bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
            bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”
[Nâzım Hikmet]

19- Yalanla ve kötülükle parçalanmış toplum yapısında eşitliğin gereğine inanıyoruz. Hiçbir insanın yaşam biçiminden, inancından, geldiği kültürden, sınıfsal konumundan dolayı yargılanıp etiketlenmediği bir yaşam.

“Sevmek demek kavga demek bilirim
Türkü türkü, şiir şiir söylerim”

20- Sevdanın olduğu bir yaşama inanıyoruz. Sevdayı burjuvazinin anlattığı ve Netflix’inden zerk ettiği çürümüş bir ahlak yapısını olumlayarak değil, insanı insan yapan bir değer olarak kabul ediyoruz. Burjuvazinin ahlakında sevdanın yaşam alanı bedene indirgenerek yapay bir duygu yaratılır ve o da metaya dönüştürülerek pazarlanır. İlişki, yaşama biçimi özel organizasyonlara ve günlere indirgenerek tüketim yeniden üretilip sosyal medya aracılığıyla en “özel” anlar açık hâle getirilir, çünkü tüketimin reklam personeli olmanız istenir. Her ay üretilen onlarca Netflix dizilerinde ensest, pedofili, uyuşturucu yaşam biçimi olarak sunulması yaratılmak istenen insan ve toplum modelinin özünü açığa çıkarmaktadır. Bu şekilde beynin düşünme sistematiği ve algı biçimi değiştirilmek amaçlanmaktadır. Sürekli aynı propagandaya maruz kalınması duygu, düşünce ve algı biçimlenmesine yol açmaktadır. Yaratılacak tek boyutlu insan, sömürülmeye en müsait insan hâline getirilir. Kültürel emperyalizmin aracı olan 11 büyük medya kuruluşunun temel işlevi düzene uygun insan yetiştirmektir. Bu durumda sorulması gereken sorular devreye girmektedir: Mevcut kapitalist sömürü düzeni bize hangi değeri(!) vermektedir, değer diye sunulan tüketim ve hazcılık, bizim anlamlı ve onurlu bir yaşam sürdürmemizde etkili midir? Soruların yanıtının “evet” olması mümkün değildir, çünkü bu düzende insan artık çıkmazdadır.

“Kömür gözlü kız, kömür gözlü kız
Sen de sevdalara düştün demek
Düştün de daldın yangınlara
Yerin hazır haydi katıl bu halaya
Yerin hazır haydi katıl bu kavgaya”

Sevdanın toplumsal ve bireysel anlamda iyileştirici gücü olduğu gerçeğinden hareketle aşka Adnan Yücel’in penceresinden bakıyoruz. Aşka ideolojik bakıyoruz. Hâkim ideoloji, zevklerden duygulara ve hayatı algılayış biçimine kadar ilişkilerin yaşanma şeklini de belirlemektedir. Duyguların yüceliği ve özel olması maddi koşullar tarafından yoz bir forma büründürülmektedir. Bencilce bir duygunun hapsedici parıltısında değer aramanın nafileliğini yaşam öğretir. Bireysel aşkı Nâzım Hikmet’in “yarin yanağından gayrı/ her yerde her şeyde hep beraber’/ diyebilmek adına” dizelerinden öğreniyoruz. Sevdanın yayılan aşkın gücü buradan geliyor.

“Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
(…)
Aşk demişti yaşamın bütün ustaları
aşk ile sevmek bir güzelliği
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
işte yüzünde badem çiçekleri
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
sen misin seni sevdiğim o kavga,
sen o kavganın güzelliği misin yoksa...
Bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim. ”

[Adnan Yücel]

21- Yürünmedikçe yol olmadığı gerçeği dikkate alınırsa ideal yaşam, onurlu bir yolculuktur. Her insanın, insanlığımızı kurtarma yolunda atacağı bir adım muhakkak vardır. Bu yüzden atılacak adım/lar hem kendimiz hem de geliştireceğimiz ilişkilerin niteliği için gereklidir. Potansiyelimizi açığa çıkarmanın yolu, diğer insanlardan bağımsız şekilde bireysel yaşamımıza yön vermekten geçmemektedir. Tıpkı yetenekli bir müzisyenin kollektiften ayrı düşünce ürettiği müziğin nitelik kaybetmesi gibi. Bu yüzden gelişmenin ve kurtuluşun yolunun bireysellikten geçmediği bir gerçektir.

Kapitalist düzende özgürlük bir yanılsama ve yalnızlıktır. Yürünecek yol ne kadar sarp, engebeli, inişli çıkışlı, duraklı, zorlu olsa da gelecek zafer bu temelde kurulacak birliktelikle mümkündür. Yolu yürümek her zaman durmaktan daha yeğdir. Mantık’ut-Tayr anlatısında kuşlar, Kaf Dağı’nda yaşayan şahlarını görmek için yola çıkar. Kuşların çoğu yolda ya telef olur ya da yolu göze alamayıp geri döner. Mücadelenin yolu da böyledir. Kırgınlıklar, yılgınlıklar, ihanetlerle doludur. Aynı yolu daha kitlesel yürüyenlerin yoldaki çarpık örneklere ve değerleri ekonomik mücadeleden soyutlamaya çalışanlara aldırış etmeden, onlara rağmen. Yoldan dönmektense yola devam etmek anlamdan vazgeçmemekle eştir. Asıl olan, yolun kendisinin doğruluğudur. Doğruyu yaşamak ve anlamın üretimi duran yolu yürümekle mümkündür.

22- Kökü tarihte yaratılmış bir yaşamı olumluyoruz, çünkü tarihten gelip tarihe yürüyoruz. Kahramanlıklarıyla, ödediği bedellerle, mücadelesiyle, sanatıyla, kültürüyle, yaratılan değerlerle tohumlanmış bir tarih. Bu nedenle anısı olan türküleri değer olarak kabul ediyoruz. Kavga ve sevda türküleriyle yazılmış bir tarih. Zengin bir birikime sahibiz. Kendi özümüzün orada temellendiği yaşamsal bir gerçektir. İsyanı Anadolu tarihinden, Bedrettin’den, Dadaloğlu’ndan; sevdayı Karacaoğlan’dan ve halk türkülerinden öğrendik. Kapitalist düzenin sanat üretimi de olamaz ki sanat diye ürettiği hiçbir şarkı, insana mücadele azmi ve değer katmadığı gibi insanları bir araya da getirememektedir. İhtiyacımız olan her şey, mücadelenin yarattığı kesintisiz tarihte ve kültürdedir. Mevcut düzenin bencillik ve uyuşma dışında bize vereceği hiçbir değer yoktur. İnsanca yaşamı bize bizden başka kimse vermeyecektir. Tarihin öznesi olmanın gerekliliği; değerlerimizle yüzleşmek, yeni insanı yaratarak kollektif mücadeleyi geliştirmektir. Bu yüzden yüzlerini bile görmediğimiz insanların yaydığı sıcaklığa güveniyoruz. Yaşamın anlamının çarpıklığa “hayır” demekten geçtiğine olan inançla ve ses çıkarmanın, tepki göstermenin, duruş ve direniş sergilemenin tek geçer yol olduğu iradesiyle.

23- Yazının geldiği aşamada bir kez daha ana düşüncenin toplumsal ve ideolojik olduğu yönünde tepki verilebilir. Bir kez daha yenilemek gerekirse, yaşadığımız sömürü düzeninde bireyin özgünlüğü sistem içerisinde yok edilmiştir. Kendi benliğimizi ve irademizi inşa etmenin yolu, postmodernistlerin iddiasının aksine, büyük anlatımıza bağlanmaktan geçiyor, en başta kendimiz için. Kurtuluş mücadelemizin bireysel olmadığını bilerek birbirimize güvenmek zorunda olduğumuzu, bunun bir tercih değil, zorunluluk olduğunu iddia ediyoruz. Düzen içinde geliştirilen her türlü ilişkinin düzenden bağımsız olmadığı gerçeğini bilmemiz gerekiyor. Düzenin yarattığı iletişim biçiminde kullanılan sözcükler bile kültürümüze, inanç ve değerlerimize yabancılaştırmayı hedeflemektedir. Mücadeleye önce gündelik dil ve söylemlerimizden başlamak ve düzenin yüklediği yoz, çarpık, kirli ilişki ve iletişim biçimlerinden arınmak gerekir. İlişkiler, bir değer sistemi yaratmadığı sürece darbeler almak kaçınılmazdır. Bu yüzden sadece kahraman mitosuna ve popülizme feda edilmeyen bir mücadeleyle anlam kazanan bir yaşam istiyoruz. Aksi, arabesk bir psikoloji üretmeye mahkûmdur. Mücadele içinde onurumuzu koruyan kendi yaşamımızın kahramanı olmak. Her türlü olumsuzluğa ve kötü deneyimlere maruz kalınsa da her yaşam için kurtuluş alternatifi vardır. Onur, doğuştan getirilen bir değer olmadığı gibi yaşarken kazanılmayacak bir değer de değildir ve asla kapitalist yaşam ilişkilerinde hayat bulmaz, çünkü “doğrular da tohumlar gibidir, ancak elverişli topraklarda filizlenebilir”. O toprak da mücadelenin, üretimin ve yaşamın kollektifleşmesiyle yeşerir. Başka türlü bir yaşamı mümkün görmüyoruz.

24- Birbirimize yabancılaşmadığımız, yalan söylemediğimiz, güvene ve insan olmanın sıcaklığına dayalı, sömürülmekten birbirimize düşmanlaşmadığımız, depresyon ve kaygılarla boğuşmadığımız, dostluğu da sevgiyi de arkadaşlığı da yoldaşça bir değerle yaşadığımız, bencilliğin olmadığı, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kendi ellerimizde. Değişimin getireceği sancı, sömürülmenin getirdiği yabancılaşma ve insansızlaşmadan daha üstündür.

“Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir”
[Edip Cansever]

S. Adalı
29 Haziran 2023

0 Yorum: