I
“Yol yoktur, sen yürürsen yol olur.”
[Bab’Aziz]
1- “Nasıl bir yaşam istiyoruz?” sorusunun yanıtı, nasıl bir yaşam istemediğimizin mahiyeti açıklanarak da verilebilir, ama bu durumda olumlanan yaşamın ne olduğu yanıtsız kalır.
Göstergebilimin işaret ettiği gibi kavramlar, birinci anlamları
dışında öznel çağrışımlar içerebilmektedir. Yaşamın tanımını yaparken “anlam” kavramı
devreye girmekte, anlamın içeriğinin hangi kavram setinden oluştuğunu ise
kişi/lerin zihni belirlemektedir. Yaşamın anlamı emek, mücadele, dayanışma,
adalet, eşitlik, kavga, alınteri, sevda paylaşım gibi kelimeleri tanımlayan bir
sözlükçe hazırlanarak da açıklanabilir, fakat bu sözcüklerin birbiriyle ne
kadar ilişkilendiği gerçeği dikkate alınırsa sözlükçe oluşturmak da o kadar
iddialı bir yaklaşım olur. Belki bir kitap ya da kitapçığı hakkeden yazıyı
paragraflara ayırarak bütünlük sağlamak da bir tercih olabilirdi, fakat bu
bütünlüğü sağlamanın zorluğunu dikkate alıp “bağımsız” numaralarla parçalara
ayırmayı tercih ediyoruz.
2-
Dile getirdiğimiz sözcüklerin yanında ifade etmediklerimizi de ele alırsak, mesele
“değerler”imizin ne olduğu sorusunda düğümlenir. Biz, yaşamın anlamını emek ve
mücadele temelli kavramlar üzerinden ele aldık, başka bir yaklaşım ise yaşamın
anlamının toplumsallıktan uzak ve bireyi yücelten kavramlardan oluştuğunu
savunabilir. Hangi değer ve yönelimlerin yaşamı anlamlı kıldığı ya da kişiyi savurmadığı
yaşam tarafından doğrulanır.
3-
Değerler başlığı açıldığına göre, ele alacağımız kavramların kitabî mi,
sloganik mi, ilkesel olarak yaşamın her anında üretilen bir pratik mi olduğu tartışılabilir.
“Emek” kavramını iktisat kitaplarından okuduğumuzda “zaman”, “ücret” ve “yabancılaşma”
terimleriyle karşılaşırız. Sloganik olarak incelendiğinde emek ve hak
mücadelesinin çığlığı olarak karşımıza çıkar. Değer kümesinde “emek” kavramı
ele alındığında yaşamın anlamı devreye girer. Emek, bir değer olarak
savunulduğunda yaşama o kadar anlam katar, öyle ki emek, insan ilişkilerinden
kendimizi biçimlendirdiğimiz disiplin pratiğine kadar her şeyin temelini oluşturur.
4-
Disiplin, günümüzün en “ürkütücü” ve “totaliter” kavramıdır ki insan olarak
“mutlu” olmak istiyorsak, kapitalizmin sunduğu özgürlüğün sınırsızlığını
tadarak kullanmalıyız, ama bu sınır isyana varmamalıdır! Kapitalizmin sunduğu
özgürlüğün onun sınırlarını ihlal edene kadar özgürlük olduğu unutulmamak
şartıyla! Mutlu olmanın yolu disiplinden kaçış olmalı ki yaşam, bir programatik
ilkesel bütünlüğe göre düzenlenmemelidir, çünkü artık birey “biriciktir”.
Kapitalist düzenden insanın kendini koruyarak var etmesi, onurunu ayakta tutabilmesinin
en önemli stratejilerinden biri, bireysel yaşamında/yaşamın her alanında
kendini disipline etmesidir. Uyku düzeninden hayata bakışına, yaptığı işi
ciddiye almasına, kurduğu ilişkilerdeki geliştirdiği sohbetin niteliğine,
trafikteki dikkatine, eğlenme biçimine kadar. Tüm bunların toplamı kendine
saygıyla bütünleşmektedir.
5-
Mutluluk başlığı açılmışken, yazının ele aldığı sorgulamalar değerler potasında
eritilmeye başlanabilir. Yaşamın anlamını mücadele etmekte gördüğümüzü en
başından belirtiyoruz. Nostaljiyi onaylamamak kaydıyla, “kapitalizm öncesinde
çok mutluyduk” ya da “ilkel yaşama dönelim” iddiasından çok uzağız. Tarihsel
ilerlemeyi olumladığımız için tarihin akışına yön vermek gibi bir çabanın
içindeyiz. Tarih, sürekli bir akış olarak kabul edildiğinden, kümülatif bir
yapıya işaret eder ki bugünümüz geçmişin deneyimleriyle ve onlardan alınan
dersler neticesinde kendimizi yenilememize bağlıdır. Bu yönüyle geçmişin
mücadele deneyimleri ve biyografileri kahraman kültüne kaymadan zenginlik oluşturmaktadır.
Bu şekilde kurulan bugün, hedeflenen yarını şekillendirecektir. Ne geçmişin
hamaseti ne yarına dair boş umutlar bu noktada bertaraf olacaktır. Ezilenlerin
takviminde her günün mücadele ve bedeller tarihiyle biçimlendiği gerçeğine
bağlıyız. Yazının geldiği aşama olarak politika yaptığımız ya da ideolojik bir
söylemi dillendirdiğimiz iddia edilebilir ki bu iddiaya karşı değiliz.
İdeolojinin bugünün toplum yapısı ve insan prototipini nasıl şekillendirdiğine
ayrıca değinilecektir.
“Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.”
[Onat Kutlar]
6-
“Nasıl bir yaşam istiyoruz?” sorusunun yanıtı da hangi ideolojiye göre
yaşamımızı düzenlediğimizde saklıdır. Dünyanın maddi gerçekliğini çarpıtma
görevi nedeniyle ideoloji, kapitalizmin eseri olarak tezahür etmektedir.
Marksizm, dünyanın çarpık bir bilinçle algılanmasına neden olan ideolojinin
karşısına diyalektiği koymaktadır ki anlamlı bir yaşamın yolunun diyalektikle
sınanmış değerlerimizden geçtiğini savunuyoruz. Faşizmin yükselişi, en çok da
sokaktaki insanı şekillendirmektedir ki “sorumlu yurttaş” modellemesinin
etkileri güvensiz, birbirinin sesini ve görüntüsünü kaydeden, bir alışveriş
sırasında birbirinin önüne geçmekte beis görmeyen, işi/mesleği gereği kendisine
verilen görevi sınırsız yetkiye çevirip tehditler savurarak kendi yasasını
üretmeye çalışan, toplu taşımada kabalaşmaktan geri durmayan ve maruz
kaldığımız gündeliğin her türlü kabalığını sergileyen linç kültürünün
yaşatıcısı insan şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu gerçeklikten bakıldığında,
ideolojiden kaçış ya da ideoloji düzleminin dışında konumlanış
anlamsızlaşmaktadır. İdeoloji, her an yeniden üretilmektedir. Umberto Eco’nun
işaret ettiği gibi yüzyılımız insanının yanılgısı, faşizmin Nazi üniformasıyla
geleceğini sanması. Bu yönüyle faşizm, kurumsal bir yapı olarak otoriteler
tarafından uygulanan bir sistem değil, sokaktaki insanın gündelik yaşam
pratiklerine dağıtılmış bir sistemdir. Artık onun yaşatıcısı/icracısı
kurumlardan çıkarılarak toplumsal ilişkilere taşınmıştır. Yükselen ırkçılık,
mezhepçilik, cinsiyetçiliğin temeli burada atılmaktadır.
7-
Şükrü Erbaş bir şiirinde, “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz/ Biçim veremediğimiz
şeylerin/ Biçimini alıyoruz” der. Bugün çoğumuzun yaşadığı durum biçim
veremediğimiz şeylerin biçimini almak ya da bu biçimi almamak için direnmekte
hayat bulmaktadır. Bu tektipleştirici umutsuzluk üreten sömürü düzenine karşı
direnmenin yolu değerlerimize bağlılık, disiplin, diyalektiğin içselleştirilerek
yaşamın her alanında uygulanması, mücadeleye ve mücadele tarihini yaratan
öznelere bağlılıktan geçmektedir. Toprağın üstü kadar toprağın altındakilere de
sorumlu olmayı bilen bir yaşam. Övünülecek bir geçmiş varsa egemenlerin
şekillendirdiği tarihte değil, mücadele tarihinde kendi yaşamıyla
bayraklaşanların deneyimlerinde ve mirasındadır.
8-
Mücadeleden kaçmanın sonucu savrulmak, yozlaşmaya yelken açmak, yaşam içinde
bocalamakla sonuçlanmaktadır. Savrulmanın bir biçimi de mücadele tarihinin
yarattığı değerlerin ve anıların alkolle zehirlenmesidir. Bu noktada mücadele
eden kesimlere, derneklere, sol gazetelerin okurlarına, sol sendikaların
üyelerine ve yöneticilerine, parti taraftarlarına bakıp bu iddiamızı
çürütebilirsiniz ki tamamen olmasa da önemli ölçüde haklı bir çürütme yoludur
bu, çünkü kitabî olandan çok verili gerçeklik daha ikna edicidir. Bugün
yaşadığımız bunalımın nedeni, büyük ölçüde mücadele ettiğini iddia edenlerin
değerlerden, mücadele tarihinden, diyalektikten, toprağın altındakilerden ve
üstündekilerden koparak dejenere olmasıdır. Belki de yaşanılan, tam olarak
komünsüz komünarların “komünlü komünarlara” göre daha ilkeli bir yaşam
dayatmasıdır. Bu yönüyle ele alındığında, yaşadığımız sürecin en büyük
yenilgisi komünsüzlüğün dayatılmasıdır. Umut ilkesini toz pembe rüyalar görmeyip
mücadelenin ürünü olarak görüyoruz. Tarihin ve diyalektiğin yasaları gereği
umut ilkesi, yaşamın anlamında hayat bulmaktadır. Yaşadığımız süreç komünsüz
komünarlığa dönüşse de düzenin kirinden korunmanın onurunu paylaşıyoruz.
“umutsuzluğa düşmedik hiçbir zaman,
yenildiğimiz oldu, ama umutsuzluğa düşmedik;
bir daha ağarmayacakmış gibi çöken karanlık
doldurmadı değil günlerimizi,
bir daha ter dökmeyecekmiş gibi kuruyan alın
döl vermeyecekmiş gibi çekilen kan
korkutmadı değil korkuttu elbet,
teslim olacağımızdan da korktuk, öleceğimizden de...
ama umutsuzluk
-sonu gelmiş de hani dünyanın
hiçbir şey kalmamış gibi tutunacak
boşluğa değer ya insanın elleri-
düşmedik ona, yalnız olmadık yani, çaresiz olmadık.
kavradık nerden geldiğini çünkü umudumuzun,
şafağı savunmak olduğunu kavradık geceye karşı;
ne bizimle başladı, ne kesilip kalacak bizden sonra
kavradık durdurulmaz yapan nedir bu akışı,
ve sıradan bir er olduğumuz halde bu kavgada
boyun eğmiyorsak önünde koskoca bir ordunun
doğruladığı için bizi yaşamın her dakikası”
[Kemal Özer]
9-
Yaşadığımız sömürü düzeni, sadece emeğimizin karşılığını alamadığımızla değil,
insanlığımızın elimizden alınmasıyla da sonuçlanmaktadır. Geçtiğimiz yıl
satılan 61,8 milyon kutu antidepresanın nedeni, kişilerin kendi başarısız yaşam
öyküsü olarak tarif edilmektedir ki verilen mesaj gayet açıktır “Mutlu olmayı
bilmiyorsunuz!” çünkü mutluluk, “biricik” bireyin yaşam “bilgeliği”nde
üretilmektedir! Anksiyeteye teslim edilmiş milyonlarca “hasta” insan… 1951’den
beri antidepresanla yönetilen depresif toplumlar. Bugün dünyada depresyon
teşhisi konan yüz milyonlarca insan var, toplam nüfusun içinde önemli bir orana
tekabül etmektedir.
Mutlu
olmayı bilmiyorsanız serotonin seviyeniz düşmüştür, artırmak da kapitalist
psikiyatri farmakolojinin elindedir. Sizi mutsuz eden çelişki, arka planda
çalışmaya devam etmektedir. Oysaki bir toplumda milyonlarca kutu ilaç sadece
bir “rahatsızlık” için satılıyorsa, problemin temelinin neresi olduğu
gizlenmektedir. En azından anksiyete ve depresyon için tartışılacak olursa,
bireyin toplumsal yaşamla çatışması, değersizliğe sürüklenmesi, anlamdan
kopması söz konusudur. Hafif ve orta düzey durumlar için yapılacak psikoterapi
desteği yaşamın anlamına kişinin bağlanmasına destek olunması ve değerleri
üzerine çalışılmasıdır ki bu da uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu desteği
hastanelerde 5-10 dakikaya sığdırılan hekim görüşmeleri çözemediği için
antidepresan ve sertralin grubu ilaçlar devreye girmektedir. Bir yakınının
kaybını yaşayan insana antidepresanın çözüm olarak sunulması, kapitalizmin
acıdan kaçma propagandasının eseridir. Kapitalizm, tüketim yoluyla insanın
zorluklar karşısında baş edemeyen, acıdan ve ölümden kaçan insanı
yaratmaktadır. Bilakis, insan ölümlü olduğunun bilincinde olan tek varlıktır.
Ölüme rağmen yaşamda ayakta kalabilmenin yolu anlamda gizlidir. Anlam
ihtiyacına ihtiyacı olan tek varlık da insandır. Kapitalizmin çarklarının
işlemesinin en önemli yollarından biri sürekli bir mutluluk arayışının yaşamın
anlamına dönüştürülmesidir. Mutsuzsanız çözümü tüketimdedir: Tatile
çıkmalısınız, maliyetli sporlara yönelmelisiniz, ekstrem duygular
yaşamalısınız, telefonunuzdan sıkıldıysanız, en son model akıllı telefonu satın
almalısınız, eve kapanıp dizi platformlarına belirli bir ücret ödeyerek
saatlerce dizi izlemelisiniz, tüketimi sürdürmelisiniz! Bütün bunları ödeyecek
maddi gücünüz yoksa kredi çekmeli ya da kredi kartıyla borçlanmalısınız ki
sisteme karşı yükümlü hâle gelmelisiniz. Bu vb. motivasyon araçları sizi hâlen
mutlu edemiyorsa, antidepresan devreye girer ki aslında sorunun kaynağı serotonindir
diye sunulur. Diyalektiğin ve değerlerin, yaşamın amacının sistemi ters yüz
ettiği nokta da burada gücünü gösterir. Dünya, mistik ve sihirli değildir.
İnsan, mutlu olmaya mahkûm bir varlık da değildir. İnsanın binlerce yıldır
yeryüzünde tutunma sürecinde antidepresan değil, insan iradesi çözüm olmuştur.
Her
dönemin kaygı ve depresyon tipi, mevcut üretim koşullarının ortaya çıkardığı
maddi gerçeklik tarafından değişmektedir. Bu gerçek ise her dönemin anksiyete
ve depresyon nedeninin farklılaştığını açığa çıkarmaktadır. Günümüzün
anksiyetesinin en önemli nedeni, bireyi umutsuzluğa, değersizliğe ve mutsuzluğa
sürükleyen sömürü düzenidir. Antidepresanlar, kişinin acıdan kaçışına aracılık
ederek zorun karşısındaki direncini zayıflatmaktadır. Kapitalizm öncesi hiçbir
dönemde mutluluk hazla eşitlenerek yaşamın biricik amacına dönüşmemiştir.
Ezilenlerin tarihinde zor ve baskı karşısında yaşanılan her türlü olumsuz
duruma karşı ne antidepresan ne de uyuşturucu ayakta kalmanın aracı olmuştur.
Bu bağlamda insanın evrimleşme süreci, self determinasyon ve adaptasyonla
ilerlemektedir ki bu süreç, insanın ayakta kalabilmesinin yolunun zorluklarla
mücadele etmesi gerekliliği üzerine kuruludur. Riff-Raff filminde
geçtiği gibi, “Depresyon burjuvalar içindir. Biz sadece uyanır ve yollara
düşeriz.” Yaşanılan değersizlik ve yabancılaşma sürecini aşacak özne ilkeli
kitle hareketlerinde mevcuttur. İlkeli kitle hareketlerinin saflarında ve yaşam
pratiklerinde uyuşturucu ve antidepresana yer yoktur, çünkü her ikisi de
dünyanın çarpık biçimde algılanmasına neden olmaktadır. Nazi subaylarının uzun
saat uykusuz kalmak için uyuşturucu kullandığı göz önünde bulundurulursa,
mücadeleyi güçlü kılan motivasyonunun insan onurunu savunmak olduğu anlam
kazanmaktadır.
Şükrü
Erbaş’ın işaret ettiği gibi insanın acısını insan alır. Bu noktada mücadele
etmek bir tercih değil, zorunluluğa dönüşmektedir. Problem, toplumsal bir
kangrene dönüştüyse çözüm de aynı yerde aranmalıdır. Yalan söyleme yöntemine
çevrilen istatistiğe bakılırsa, yaygın anksiyete bozukluğu toplumun en fazla
%5’inde görülmektedir; tedirgin olmamıza gerek yok, her şey kontrol altında! Artan
suç ve şiddet vakaları, borç bataklığı, işsizlik de tabloda yerini alırsa nasıl
bir distopik romanın hayata geçirildiği açıklık kazanmaktadır. Suçu üretenin
kapitalist sömürü düzeni olduğu es geçilmektedir. Cesur Yeni Dünya’da
döllenme makineleri yoluyla üretilen insanlar, belirli bir süre tok tutulan
haplarla yönetilmektedir, bu haplara ulaşamayan en alt sınıf insan grubu isyana
yeltenmektedir. Aynı biçimde Mevki Uygarlığı’nda geçen distopik gezegene
suçlular hafızaları silinerek gönderilir. Gezegende kast sistemi hâkimdir.
Gezegendeki yönetime bağlılık, belirli aralıklarla uyuşturucu kullanımıyla
şekillendirilmektedir ki uyuşturucu kullanmayan “yurttaş” olabilme özelliğini
kaybederek mahkemeye çıkarılmaktadır. Öyle ya distopyalar, bir totaliter
yapının korkunç uygulamalarına dayanmaktadır, her insanın gözetildiği bir
toplum modelini betimler. “Her insana bir çip takılıp her anı izlenecek!”
şeklindeki komplo teorisiyle bezenmiş distopik romanları okumak gayet keyifli
gelse de kapitalist distopyayı her an yaşamaktayız. Aradığımız distopik çip,
akıllı telefonlarımızda, sosyal medyamızda, her yanımızı kuşatan kamera
sistemlerinde. İnsanın insana fiziksel mesafesinin en aza inip insani
mesafesinin arttığı günümüzde var olmanın en “makul” yolu “görünme”dir. Görünmenin
bedeli mahremiyetimizi açık hâle getirmeye kendimizin rıza vermesidir.
10-
Her şeyimizin açık olması isteniyor. Yüzlerimizin, bilgilerimizin, her
anımızın… Kendimizi ifşa eden teknolojiyi gönüllü istiyoruz, kapitalizm için
rıza üretmek o kadar da zor olmuyor. Kendimizi göstermezsek mutlu olamayız! “Kim
ne kadar mutlu olduğumuzu ne yiyip ne içtiğimizi, konumumuzu bilirse daha iyi
hissederiz” sanıyoruz. Yaşamın doğasının mahremiyetlerimizle de anlam kazandığı
unutturularak her şeyini açık etmeyenler “marjinalize” edilerek “olağan
şüpheli” algısı yaratılmaktadır.
Bir
tür etiketlenme devreye girmektedir ki bu görev de yine “makbul yurttaş”a
verilmektedir. Aynı şekilde sonuç odaklı olmamız istenir, süreç hiçe sayılır,
belirsizliğe tahammül edemememizin gerektiği algısı üretilir. Oysaki
belirsizliği her dakika üreten kapitalizmin kendisi yaygın anksiyete
bozukluğunun bir numaralı sorumlusudur.
11-
İlkçağ filozoflarından ve siyasetnamecilerinden beri “Mutluluk nedir?”
sorusunun bir yanıtı da iyi bir yönetimle elde edildiği yönündedir. İyi bir
yönetiminin sınıfsız ve sömürüsüz dünya kurma perspektifiyle elde edileceği
bugünün acil ihtiyacıdır, fakat seçimden seçime sıkıştırılmış mücadele
biçimleri bize sunulan tek çıkar yoldur! Seçim kaybedilirse de verili
gerçekliğe rağmen sizin adayınıza, partinize ya da ittifakınıza oy vermeyen
kitle suçlanmalıdır ki hesap vermeden kaçmanın en etkili yolu budur. Asıl
çelişki, verili gerçekliğe rağmen seçim arası yıllarda mücadeleye çekilmeyen
kitlelerin tarikatlara, ırkçı ve faşist politikalara teslim edilmesidir. Her
yanda mantar gibi türeyen hurafe düzeni. Her seçim “en önemli” seçimdir, bahar
gelecektir, ama bahar gelmez. 3 saatlik yazılı sınavla geleceği belirlenen
öğrenci, seçimle geleceği belirlenen toplum modeliyle özdeşleştiğinde sonuç
hüsrana dönüşmektedir. Oysaki geleceği kurmak uzun bir mücadeleyle emek
vermenin ürünüdür. Çin’de Sarı Nehir’de 12.000 km yürüyen ordunun motivasyonu
düşünüldüğünde bu durum daha net anlaşılacaktır. Bu noktada kimin/neyin
peşinden ne için gidildiği de anlam kazanacaktır. Yenilgi varsa alternatifi de
olmalıdır, ama alternatifi üretmenin yolu bilinmiyorsa problemin temeline
inilmelidir.
“Yarısı
burdaysa kalbimin
yarısı Çin'dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan'da kurşuna
diziliyor.”
[Nâzım Hikmet]
Öyle
ki bugün yaşadığımız ortam en çok da mücadele ettiğini iddia eden çevrelerin
kendini seçim atmosferine kaptırarak umudunu orada yaşatması sonucu yaşanılan
hüsranla aldığı yenilginin yaydığı karamsarlıkla biçimlenmektedir ki yenilgi,
düzen tarafından manipüle edilerek yılgınlık, inanç ve değer yitimi hayata
geçirilmektedir. Yenilgi yıllarının en iyi okul olduğunu bilmeyenler, her
seferinde yenilmeye de mahkûmdurlar. Kendi tarihinden ve öğretilerinden
kopanlara belki bir hatırlatmadır.
12-
“Toplumu yüceltmek mi gerekir?”, “Mücadele perspektifine sahip olmak toplumu
koşulsuz kabul edip kusursuz bir noktaya çekmek midir?” sorularının ortaya
çıkması yerindedir. Toplum ne yüceltilmeli ne aşağılanmalıdır. Öncelikle halkın
günlük çıkarlara göre hareket eden bir yapıya dönüştürüldüğü gerçeği dikkate
alınmalıdır. İkinci olarak da bugün için halkın ürettiği bir değer kalmayıp
halk dediğimiz yapının kapitalizmin aşıladığı yaşam biçimine adapte olduğu
unutulmamalıdır. Bu noktada mücadele edenlerin ortaya yayılan bu çürümüşlükten
öğreneceği değer kalmamıştır. Toplumu dönüştürme iddiasında olmak, solun kendi
yarattığı değerlerden, direniş tarihinden ve geleneğinden geçmektedir, ama
bugün bunları yaşatanlar yaşamın içinde tek kalma pahasına direten komünsüz
komünarlardır. Yaşanılan atmosferin en zor tarafı komünsüzlüğe mahkûm edilmek.
Mücadele etmek en başta kendi özümüzü korumamızı sağlar, yaşama anlam katar,
sınırlarımızı ve ölçülerimizi netleştirir. Belki istenilen sonuca henüz
ulaşılamaz, ama bir yaşam onurluca tamamlanır, ruhsal denge kurulur, benlik
inşası gerçekleşir, yaşam büyük bir anlatıya bağlanarak amaç sahibi olunur,
çürümenin etki alanının dışına çıkılır. Bu yönüyle mücadele, yenilgi-zafer
diyalektiğinin dışına taşınarak yaşamın özünü açığa çıkarır. Mücadelenin
sonucunu sadece zafer olarak görenler yenilgiyi yaşadığında da mücadeleden
kopmaktadır ki asıl yenilgi burada başlamaktadır. Logoterapinin önemli
isimlerinden olan Victor Frankl, uzun yıllar Nazi kamplarında kaldıktan sonra
kendi terapi anlayışını anlamlı bir yaşamın değerlere bağlılıktan geçtiği
yönünde inşa etmiştir.
13-
Nasıl bir yaşam istediğimizi net şekilde açıklamadan önce bu soruyu en başta
kendimize yöneltmenin daha doğru olduğunu öneriyoruz. Hangi değerler için
yaşıyoruz? Bu değerler için hangi bedelleri ödüyoruz ya da ödemeyi göze
alabiliyor muyuz? Bu değerlere rağmen hâlen ruhsal iniş çıkışlar yaşıyorsak,
gerçek sorunun kaynağının ne olduğunu bulmak daha yerinde. “Biz zaten bir
partide, sendikada, emek mücadelesinde yer alıyoruz!” diye tepki verilen asıl
soru devreye girmektedir ki o zaman sol, neden psikolojik bunalımda ve
savrulmada? Bu sorulara verilecek yanıtlar yazı serisinin ikincisinde yer
alacaktır.
“em ne binketi ne/ yenik değiliz
yenik değiliz
etseler de bizi ekmeğimizden
çocuklarımızın buğday başağı saçlarından
yardan ayırsalar da bizi
yenik değiliz
kanımızda bir pınar gibi kaynayan hayat
yenik değiliz
torbamız tohum dolu
koşar adım gidiyoruz kavgaya”
[Kemal Burkay]
II
“Sana selam olsun zincirin zulmün kâr etmediği
Kırbacın kâr etmediği büyük tahammül”
[Enver Gökçe]
14-
“Nasıl bir yaşam istiyoruz?” sorusuna vereceğimiz ilk ve en önemli yanıtın
onurlu bir yaşam olduğunu paylaşıyoruz. Yaşamı şekillendiren, insanı ayakta
tutan, bir ömrü anlamlı kılan en yüce değerin onur olduğunu biliyoruz. Onuru
savunmak, kişinin kendi küçük burjuva dünyasının sınırlarına hapsolması değil,
değerler sistemini korumak uğruna mücadele sürecinde verdiği emek ve ödediği
bedellerle güçlenmesidir. Mücadele etmek, her insanın yaşamında kırgınlıklar,
umutsuzluk, geri çekilmeler, öfkeyi de beraberinde getirebilir. Onuru savunmak,
hem kendimiz hem başka insanlar için zorlu bir süreci kapsamaktadır. Anlamın
tek insanın yaşamını aşan başka yaşamlarla paylaşılan bir değer olduğu
kabulünden hareketle şu söylenebilir: anlam, hayata tutunmanın tek yoludur/gerçeğidir.
Bu noktada “Bilincin aydınlığında anlam, iradenin keskinliğinde eylem olmak”
ilkesini savunuyoruz. Yaşamın her alanında anlamı hayata geçiren eylemin
karşılaşılan zorluklar karşısında “evet-hayır” seçeneği bize sunulmaktadır.
Vereceğimiz
yanıt, bizi biz yapan değerler için neleri göze aldığımızla ölçülmektedir.
Çelişki, her an her yerde kendini bir şekilde üretiyorsa, ona karşı
geliştirilecek direniş de sabit seçenek olarak durmaktadır. Geliştirilecek
“hayır” seçeneğinin bedeli, tahammül sınırlarımızı zorlama pahasına da olsa…
Verilecek her tavizin daha büyük bir tavizi getireceği yaşamın matematiği
içinde sarsılmaz bir denklemdir. Bu bağlamda ele alındığında mücadele satranç
gibidir.
“Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.”
[Ahmed Arif]
15-
Cesaretin bulaşıcı olduğu gerçeğinden hareketle “yalnız(!)” kalmanın geçici bir
durum olduğu, onurlu duruşun uzun vadede etkisini gösterdiği, zincirin
halkasının bir yerden kırıldığı tarihin şaşmaz yasası olarak gün gibi
ortadadır. Kapitalist antitez, hepimizin kendi hayatlarında mutlu olmamızın
yolunun bulunduğu yönündedir. Bu yol, sınırsız zevk, alkol kullanımı, sürekli
tatil planları, alkol ve uyuşturucu, mülkiyet arzusu, kâr hırsı, gerektiğinde
eşit şartlarda olduğumuz insanları ezme ile tanımlı… Böyle bir yaşam, içsel ve
dışsal bir denge asla yaratamaz. Her biri gelip geçici olmakla birlikte her bir
deneyim bittiğinde yerine yenisini koymakla hayat bulan, her gün insanı
mutluluk yanılsamasının içinde koşuşturan bir yaşam formudur. Hız çağına uygun
hareket biçimi olarak beden merkezli deneyimlerdir. Hız durduğunda, benliğiniz
kaldırmadığında, en küçük darbeler aldığımızda umulmadık noktalara bizi
savurabilecek “pahalı” deneyimler. Acıdan kaçışın hâkim olduğu hazcı (hedonizm)
yaşamın propagandası yapılmaktadır, fakat insanı güçlü kılan motivasyon haz
değil, acılarından güçlenerek çıkmasıdır. Geçtiğimiz Kovid-19 kapatılma
sürecinde deneyimlediğimiz gibi bir avuç sermayedar gibi yalılarda geçirecek
hayatlarımızın olmadığı bir kez daha gün yüzüne çıktı. Bize özgürlük ve
mutluluk getireceği vaat edilen tüketim deneyimlerinin hiçbiri, yaşamın
anlamını uzun vadede sağlayacak bir güce sahip değildir.
16-
Sömürü düzeninin çarklarının işleyebilmesinin tek yolu, insanın mevcut
potansiyelinin açığa çıkarılmadan kendini gerçekleştirememesinden geçmektedir.
Bu şekilde sömürülen insanlar da birbirinden koparılarak genin kötü olduğu,
insanın özünde bencil olduğu, her insanın kendi gemisini kurtaran kaptan olması
gerektiğine ikna edilebilmesiyle mümkündür. Kötülüğü üreten sistemin kendisidir,
hiçbir insan, dünyaya kötü bir karaktere sahip olarak gelmez. Kötülük ve
bencillik, çevresel faktörler olarak kabul edilen maddi koşullar tarafından
belirlenir. Bu noktada ideoloji bir kez daha devreye girmektedir. Aile ve
ilişki mahremiyetinin hiçe sayıldığı sabah programları, pazar ilişkilerinin
kişiler arası ilişkilere taşındığı yüzlerce dizi, fedakarlığın insan
ilişkilerinden koparılarak yüce bireyin güçlenmesinin söylemini geliştiren ve
on binlerce satışa ulaşması için reklâmları yapılan kişisel gelişim kitapları, gerçeği
dillendirmemeyi amaç edinen haber bültenleri, “uzman”lığı kendinden menkul
kişilerin “aydın” diye sunulduğu tartışma programları, soyağacını travma
silsilesi sayan sözde uzmanlar, artan uyuşturucu kullanımı, antidepresan yazmayla
görevlendirilmiş psikiyatri, takipçi toplayarak sosyal medyadan zenginleşme
çabaları, bireyin biricik olduğunu telkin eden günümüzün egemen psikoloji
anlayışı, ideolojilerin bittiği söylemiyle hâkim ideolojinin gizlenmesi, astroloji
ve burçlar üzerinden insan tanımanın yaşam bilgeliği olarak sunulması, enerji
vereceğine inandırılan taşlar, bahis oyunları, sanat diye kitlelere sunulan
pespaye üretimler bencil ve kötü insan yaratma hedefinin araçlarıdır. Bu ve
çeşitli ideolojik aygıtlarla yaratılan acımasız dünya sendromu/algısı kendi
kabuğunda yaşayarak kişiler arası ilişkilerin sıcaklığından kopan insanı
üretir. Dışsal gerçekliğin net şekilde görülmemesi için devreye koyulan
ideolojik araçlar algıyı çarpıtarak simülatif bir kuşatılmışlık yaratmaktadır.
“Bir rüzgar, bir fırtına gibi esecek gül
Yıllarca esecek belki
Ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah
Göreceğiz ki
Biz dünyamızı gerçekten görmemişiz daha
Geceyi, gündüzü, yıldızları
Görmemişiz hiç
Tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla.”
[Edip Cansever]
Sizi
iyi bir eğitim almaktan, kendi potansiyelinizi gerçekleştirmenizden, aile
bağlarınızı güçlendirmekten, iyi bir evde yaşamanızdan, sanatsal etkinliklere
ve kurslara katılmaktan, kendi kişisel ihtiyaçlarınızı karşılamaktan, başka
insanlarla bir araya gelerek sevgiyi paylaşarak değer üretmekten alıkoyar. 2
yüzyıl önce Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nda işaret
ettiği üzere burjuvazi aileye kadar bütün yüce değerlerin sıcaklığını
bencilliğin buz gibi sularında boğmuştur.
“Bu
dünya ne tek tek yaşamakta,
bu dünya ne rakının, ne şarabın içinde,
bu dünya ne parada, ne pulda,
ne kalleşlikte, ne zulümde.
Bu dünya aşkın içinde, alın terinde.
Çok olun, çocuklar, çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele,
yaşayın dünyayı doya doya,
açın kapıları, camları güneşe,
ne yeise kapılın, ne korkuya,
çok olun, çocuklar, çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele.”
[A. Kadir]
17-
Disiplinle, emek vermekle ve bedel ödemekle yoğrularak anlam kazanacak bir
yaşam istiyoruz. İnsan iradesinin en zor şartlarda devreye girerek güçlüklerle
baş edebileceği ve bu baş etme stratejilerinin mücadele eden insanlarla kollektifleştirileceğini
öneriyoruz. Fedakârlığın ve alma-verme dengesinin bedel ödeyen insanlarla
geliştirileceği unutulduğunda anlamsız bir koşuşturmaca düzlemine
geçilmektedir. Birçok insan, bireysel yaşamında ya da kitle hareketlerinde emek
verirken kırılma noktaları yaşamıştır. Geldiği aşamada ya mevcut durumu aşmayı
ya da geri çekilmeyi kararlaştırmıştır. Ak buğdayla kara buğdayın ayırt
edildiği yer de tam olarak burasıdır. Yaşam, dikensiz gül bahçesi olmadığı gibi
yenilgisiz de değildir. Önemli olan, yenilgiden çıkarılan derstir. Geri çekilmenin
bahanesi “Bak gördün, senden önce deneyenlerin hepsi aynı süreci yaşadı!”
yılgınlığıdır ki çürümenin başlangıç noktasıdır. Yılgınlığa yükseltilecek en
güçlü ses, “Geri çekilenler daha yoz bir noktaya savruldu” olmadıkça
aynılaşma/tektipleşme kaçınılmazdır.
18-
Yalanın ve kötülüğün olmadığı bir yaşam istiyoruz. Onurlu bir yaşam, ancak
burada filizlenmektedir. Yalanın toplumsallaşarak kurumsallaştığı günümüzde ilişki
biçimleri de bu çarpıklık üzerine kuruludur. Yalanın sömürü düzenini ayakta
tutma aracı olarak kurumsallaşması, Hitler’in propaganda bakanlığıyla hayata
geçirilmiştir. Cesaretin bulaşıcı olduğu gibi yalan ve kötülük de bulaşıcıdır. Sistem,
ideolojik aygıtlarından biri olan medya aracılığıyla zihinlerimizi her dakika
işgal ederek yalanın bir iletişim ve ilişki yürütme biçimi olduğuna
inandırmaktadır. Geldiğimiz aşamada yalan, kurumsallaşmış bir olgudur. Yalan ve
takiye, bir insan yetiştirme formuna dönüştürülerek bütün ilişkiler
zehirlenmekte, kitle manipülasyonu hayata geçirilmektedir. Üretilen yalan,
ırkçılığın, mezhepçiliğin, cinsiyetçiliğin yayılarak; ötekileştirmenin ve
düşmanlaştırma politikasının hayata geçirilip toplumsal bütünlüğün
parçalanmasına yol açmaktadır. Bu şekilde gerçeğin yerine geçen yalanın onurlu
bir yaşamın ve mücadele edenlerin safından uzaklaştırılması gerekir, çünkü
yalan, burjuvazinin kitleleri pasifize ederek sömürüye rıza üretmenin bir
yöntemidir.
“İnsanlarım,
ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı,
ses yalan söylüyorsa,
söz yalan söylüyorsa,
ellerinizden başka her şey
herkes yalan
söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası
dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu
zulüm bitmesin diyedir.”
[Nâzım Hikmet]
19-
Yalanla ve kötülükle parçalanmış toplum yapısında eşitliğin gereğine
inanıyoruz. Hiçbir insanın yaşam biçiminden, inancından, geldiği kültürden,
sınıfsal konumundan dolayı yargılanıp etiketlenmediği bir yaşam.
“Sevmek demek kavga demek bilirim
Türkü türkü, şiir şiir söylerim”
20-
Sevdanın olduğu bir yaşama inanıyoruz. Sevdayı burjuvazinin anlattığı ve
Netflix’inden zerk ettiği çürümüş bir ahlak yapısını olumlayarak değil, insanı
insan yapan bir değer olarak kabul ediyoruz. Burjuvazinin ahlakında sevdanın
yaşam alanı bedene indirgenerek yapay bir duygu yaratılır ve o da metaya
dönüştürülerek pazarlanır. İlişki, yaşama biçimi özel organizasyonlara ve
günlere indirgenerek tüketim yeniden üretilip sosyal medya aracılığıyla en “özel”
anlar açık hâle getirilir, çünkü tüketimin reklam personeli olmanız istenir.
Her ay üretilen onlarca Netflix dizilerinde ensest, pedofili, uyuşturucu yaşam
biçimi olarak sunulması yaratılmak istenen insan ve toplum modelinin özünü
açığa çıkarmaktadır. Bu şekilde beynin düşünme sistematiği ve algı biçimi
değiştirilmek amaçlanmaktadır. Sürekli aynı propagandaya maruz kalınması duygu,
düşünce ve algı biçimlenmesine yol açmaktadır. Yaratılacak tek boyutlu insan,
sömürülmeye en müsait insan hâline getirilir. Kültürel emperyalizmin aracı olan
11 büyük medya kuruluşunun temel işlevi düzene uygun insan yetiştirmektir. Bu
durumda sorulması gereken sorular devreye girmektedir: Mevcut kapitalist sömürü
düzeni bize hangi değeri(!) vermektedir, değer diye sunulan tüketim ve hazcılık,
bizim anlamlı ve onurlu bir yaşam sürdürmemizde etkili midir? Soruların
yanıtının “evet” olması mümkün değildir, çünkü bu düzende insan artık
çıkmazdadır.
“Kömür gözlü kız, kömür gözlü kız
Sen de sevdalara düştün demek
Düştün de daldın yangınlara
Yerin hazır haydi katıl bu halaya
Yerin hazır haydi katıl bu kavgaya”
Sevdanın
toplumsal ve bireysel anlamda iyileştirici gücü olduğu gerçeğinden hareketle
aşka Adnan Yücel’in penceresinden bakıyoruz. Aşka ideolojik bakıyoruz. Hâkim
ideoloji, zevklerden duygulara ve hayatı algılayış biçimine kadar ilişkilerin
yaşanma şeklini de belirlemektedir. Duyguların yüceliği ve özel olması maddi
koşullar tarafından yoz bir forma büründürülmektedir. Bencilce bir duygunun
hapsedici parıltısında değer aramanın nafileliğini yaşam öğretir. Bireysel aşkı
Nâzım Hikmet’in “yarin yanağından gayrı/ her yerde her şeyde hep beraber’/
diyebilmek adına” dizelerinden öğreniyoruz. Sevdanın yayılan aşkın gücü buradan
geliyor.
“Aşksız
ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
(…)
Aşk demişti yaşamın bütün ustaları
aşk ile sevmek bir güzelliği
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
işte yüzünde badem çiçekleri
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
sen misin seni sevdiğim o kavga,
sen o kavganın güzelliği misin yoksa...
Bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim. ”
[Adnan Yücel]
21-
Yürünmedikçe yol olmadığı gerçeği dikkate alınırsa ideal yaşam, onurlu bir
yolculuktur. Her insanın, insanlığımızı kurtarma yolunda atacağı bir adım
muhakkak vardır. Bu yüzden atılacak adım/lar hem kendimiz hem de
geliştireceğimiz ilişkilerin niteliği için gereklidir. Potansiyelimizi açığa
çıkarmanın yolu, diğer insanlardan bağımsız şekilde bireysel yaşamımıza yön
vermekten geçmemektedir. Tıpkı yetenekli bir müzisyenin kollektiften ayrı
düşünce ürettiği müziğin nitelik kaybetmesi gibi. Bu yüzden gelişmenin ve
kurtuluşun yolunun bireysellikten geçmediği bir gerçektir.
Kapitalist
düzende özgürlük bir yanılsama ve yalnızlıktır. Yürünecek yol ne kadar sarp,
engebeli, inişli çıkışlı, duraklı, zorlu olsa da gelecek zafer bu temelde
kurulacak birliktelikle mümkündür. Yolu yürümek her zaman durmaktan daha
yeğdir. Mantık’ut-Tayr anlatısında kuşlar, Kaf Dağı’nda yaşayan şahlarını
görmek için yola çıkar. Kuşların çoğu yolda ya telef olur ya da yolu göze
alamayıp geri döner. Mücadelenin yolu da böyledir. Kırgınlıklar, yılgınlıklar,
ihanetlerle doludur. Aynı yolu daha kitlesel yürüyenlerin yoldaki çarpık
örneklere ve değerleri ekonomik mücadeleden soyutlamaya çalışanlara aldırış
etmeden, onlara rağmen. Yoldan dönmektense yola devam etmek anlamdan
vazgeçmemekle eştir. Asıl olan, yolun kendisinin doğruluğudur. Doğruyu yaşamak
ve anlamın üretimi duran yolu yürümekle mümkündür.
22-
Kökü tarihte yaratılmış bir yaşamı olumluyoruz, çünkü tarihten gelip tarihe
yürüyoruz. Kahramanlıklarıyla, ödediği bedellerle, mücadelesiyle, sanatıyla,
kültürüyle, yaratılan değerlerle tohumlanmış bir tarih. Bu nedenle anısı olan
türküleri değer olarak kabul ediyoruz. Kavga ve sevda türküleriyle yazılmış bir
tarih. Zengin bir birikime sahibiz. Kendi özümüzün orada temellendiği yaşamsal
bir gerçektir. İsyanı Anadolu tarihinden, Bedrettin’den, Dadaloğlu’ndan; sevdayı
Karacaoğlan’dan ve halk türkülerinden öğrendik. Kapitalist düzenin sanat
üretimi de olamaz ki sanat diye ürettiği hiçbir şarkı, insana mücadele azmi ve
değer katmadığı gibi insanları bir araya da getirememektedir. İhtiyacımız olan
her şey, mücadelenin yarattığı kesintisiz tarihte ve kültürdedir. Mevcut
düzenin bencillik ve uyuşma dışında bize vereceği hiçbir değer yoktur. İnsanca
yaşamı bize bizden başka kimse vermeyecektir. Tarihin öznesi olmanın gerekliliği;
değerlerimizle yüzleşmek, yeni insanı yaratarak kollektif mücadeleyi
geliştirmektir. Bu yüzden yüzlerini bile görmediğimiz insanların yaydığı
sıcaklığa güveniyoruz. Yaşamın anlamının çarpıklığa “hayır” demekten geçtiğine
olan inançla ve ses çıkarmanın, tepki göstermenin, duruş ve direniş sergilemenin
tek geçer yol olduğu iradesiyle.
23-
Yazının geldiği aşamada bir kez daha ana düşüncenin toplumsal ve ideolojik
olduğu yönünde tepki verilebilir. Bir kez daha yenilemek gerekirse, yaşadığımız
sömürü düzeninde bireyin özgünlüğü sistem içerisinde yok edilmiştir. Kendi
benliğimizi ve irademizi inşa etmenin yolu, postmodernistlerin iddiasının
aksine, büyük anlatımıza bağlanmaktan geçiyor, en başta kendimiz için. Kurtuluş
mücadelemizin bireysel olmadığını bilerek birbirimize güvenmek zorunda
olduğumuzu, bunun bir tercih değil, zorunluluk olduğunu iddia ediyoruz. Düzen
içinde geliştirilen her türlü ilişkinin düzenden bağımsız olmadığı gerçeğini
bilmemiz gerekiyor. Düzenin yarattığı iletişim biçiminde kullanılan sözcükler
bile kültürümüze, inanç ve değerlerimize yabancılaştırmayı hedeflemektedir. Mücadeleye
önce gündelik dil ve söylemlerimizden başlamak ve düzenin yüklediği yoz,
çarpık, kirli ilişki ve iletişim biçimlerinden arınmak gerekir. İlişkiler, bir
değer sistemi yaratmadığı sürece darbeler almak kaçınılmazdır. Bu yüzden sadece
kahraman mitosuna ve popülizme feda edilmeyen bir mücadeleyle anlam kazanan bir
yaşam istiyoruz. Aksi, arabesk bir psikoloji üretmeye mahkûmdur. Mücadele
içinde onurumuzu koruyan kendi yaşamımızın kahramanı olmak. Her türlü olumsuzluğa
ve kötü deneyimlere maruz kalınsa da her yaşam için kurtuluş alternatifi
vardır. Onur, doğuştan getirilen bir değer olmadığı gibi yaşarken
kazanılmayacak bir değer de değildir ve asla kapitalist yaşam ilişkilerinde
hayat bulmaz, çünkü “doğrular da tohumlar gibidir, ancak elverişli topraklarda
filizlenebilir”. O toprak da mücadelenin, üretimin ve yaşamın
kollektifleşmesiyle yeşerir. Başka türlü bir yaşamı mümkün görmüyoruz.
24-
Birbirimize yabancılaşmadığımız, yalan söylemediğimiz, güvene ve insan olmanın
sıcaklığına dayalı, sömürülmekten birbirimize düşmanlaşmadığımız, depresyon ve
kaygılarla boğuşmadığımız, dostluğu da sevgiyi de arkadaşlığı da yoldaşça bir
değerle yaşadığımız, bencilliğin olmadığı, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kendi
ellerimizde. Değişimin getireceği sancı, sömürülmenin getirdiği yabancılaşma ve
insansızlaşmadan daha üstündür.
“Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir”
[Edip Cansever]
S. Adalı
29 Haziran 2023
0 Yorum:
Yorum Gönder