28 Temmuz 2023

,

Solun Sefaleti III

Havarilerini yaratamayan İsa'nın yeri tımarhanedir, tarih değil.
[Cemil Meriç]

Sendika.org’un “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa” dosyasına[1] yeni yazılar ve söyleşiler eklenmeye devam ediyor. En baştan belirtmek gerekirse yapılan söyleşi tekniği kişilerin görüşlerine dayanıyor, fakat ortada sosyalist hareketin özeleştirisi iddiası bulunuyor. Bu durumda söyleşi yapılan kişinin görüşleri esas alınacaksa bu görüşlerin sosyalist hareketin ya da belirli bir sosyalist çevrenin özeleştirisi olduğu iddia edilemez. Kişilerin görüşlerinde bağlı oldukları siyasi çevrenin adının dile getirilmemesi ve bu yapıların/çevrelerin nerede, hangi alanda ve nerede hata yaptığının somut olarak gösterilmemesi de ayrı bir tartışma konusu olarak ele alınabilir. 

Söyleşilerde kişilerin fotoğraflarının kullanılması da özeleştiri sorumluluğunun ilgili çevreden soyutlanmasına ve solun birey/figür popülizmine daralmasını gösteriyor. Bizim yapacağımız eleştiriler yine de kişiye yönelik değil, onun bağlı olduğu siyasi çevrenin görüşlerine yöneliktir, çünkü insan, bir neticedir. İçinde bulunduğu maddi koşulların ve bu koşullar karşısında aldığı tavrın (ideolojinin) neticesidir. Söyleşide dile getirilen görüşler de bu kişileri yetiştiren politik çevrelerin görüşleridir ve ondan bağımsız düşünüldüğünde öznellik tuzağına düşülür.

Cengiz Çiçek ile yapılan söyleşiden sosyalist hareketin özeleştirisini okumak mümkün değildir, çünkü onun bağlı olduğu politik çevrenin/partinin sosyalist olmadığı yine partisi tarafından savunulmaktadır.[2] Bu yüzden hangi çevrenin sosyalist olup olmadığını belirleme gibi bir üsttencilik hatasına düşmüyoruz. İdeolojisini ve politik hattını “radikal demokrasi hareketi” olarak tanımlayıp emek-sermaye çelişkisini tali sayarak kimlikler mücadelesini asli mücadele ekseni kabul eden bir çevreye sosyalist hareketin özeleştirisini yapması için mikrofon uzatmak ise gaflet değil, kimlik siyasetinin sosyalizm olarak sunulmasının perçinlenmeye çalışılmasıdır. Çiçek, sosyalizmde ısrar etmek gerektiğini savunsa da görüşlerinde emek-sermaye çelişkisi, yabancılaşma, halk gerçeğine dair bir tespit bulunmamaktadır. Onun görüşleri demokratik uygarlık-devletli uygarlık çatışması tezinin özetidir.

“Faşizmin kurumsallaşması” karşısında sosyalist hareketin atıl kaldığına yönelik tezini incelemek gerekir. Çiçek’in bağlı olduğu siyasi çevrenin politik hattını KESK içinde hayata geçirmeye çalışan sendikal hareket, Eğitim Sen’in son kongresinde dağıttığı broşürle emek-sermaye çelişkisini yok sayıp işçi sınıfının “tanrısallaştırılmaması” gerektiğini ifade ederek, sivil toplum mücadelesinin ve kimliklerin güçlendirilmesinin sendikal bir hat olarak uygulanması gerektiğini savunmuştur. Böyle bir hattın hayata geçmesi, bir sendikayı emek mücadelesi odağı olmaktan çıkarıp STK’ye dönüştürür. O zaman da ortaya çıkan hareket sendika değildir. Broşürde savunulan görüşler, yerelden verilen somut örnekler dışarıda tutulduğunda, ortaya konan tezler; ideolojik olarak hiçbir özgünlüğe sahip olmayıp radikal demokrasi projesinin savunucuları Laclau ve Mouffe, ekolojik toplum ve yerel yönetimden demokratik merkeziyetçiliğe geçişi savunan Bookchin, evrensel imparatorluk karşısında alternatif evrensel otonomlaşmayı savunan Negri ve Hardt’ın görüşlerine dayanmaktadır. Bu teorisyenlerin ortaya koyduğu mücadelede işçi sınıfı bir kimlik olarak savunulmakta ve diğer kimliklerle ortak bir zeminde eşit bir kimlik olarak kabul edilmektedir. Sınıf evrensel bir olgu iken kimliğin böyle bir temeli bulunmamaktadır -LGBT’yi bunun dışında tutarsak-. Çiçek’in görüşlerinde sınıf mücadelesi değil, toplumculuk öne çıkmaktadır.

Çiçek, kapalı devre ittifaklardan çıkılarak toplumsallaşmak ve ezilenlerle bütünleşmek gerektiğini savunuyor. Gerek KESK gerek Eğitim Sen’in yönetimleri oluşturulurken elindeki aritmetik güce dayanarak hiçbir eşitler arası ilişkiyi esas almadan, 4 üyenin 1 delege seçtiği anti demokratik uygulamayı sürdürmekte ısrar eden, Çiçek gibi ücret artışına yönelik mücadeleyi önemsiz gören -kaldı ki “her sınıf mücadelesi aynı zamanda siyasidir” tespitini Marx ve Engels yapar- sendikal hattın hangi siyasi çizgiye yakın olduğunu sormak gerekir. Gerek sendikalarda gerek genel seçimlerde kapalı devre ittifakı kimlerin kurup yönettiği sorusu da güncelliğini sürdürmektedir. Çiçek’in görüşlerinden hareketle neden sendikaların durumuna değinildiğini açıklamak gerekir.

Sosyalist olduğunu iddia eden -öyleyse!- bir çevrenin sınıf mücadelesini nasıl yürüttüğünü anlamanın bir yolu da sendikalar içindeki pratiklerdir. Çiçek’in aslında özet olarak sunduğu sendikal broşürde de “Faşizmi püskürtme” gibi bir iddia varken son 4 yıllık süreçte broşürün savunucusu sendikal hareketin yönetim ve hareket biçiminin son derece zayıf kaldığı görülebilir.

Çiçek, kimlikler mücadelesinden hareketle ülkedeki egemen sınıfın kimlik kartını “Türk, İslam, hetero, erkek” olarak tarif ediyor. Bunu yapmak, burjuvaziyi ve egemenleri sınıfsal bağından koparmak demektir. Aynı zamanda sınıfı kimlikler üzerinden parçalamaktır, çünkü egemenler kimlikler toplamıysa ezilenler de onlarla mücadele ederken atomize şekilde karşıt kimlikleri savunmalıdır! Böyle bir durumda kimlikler mücadelesinin bütünleşeceği asgari zemin demokrasi mücadelesine döner, fakat demokrasi mücadelesi sınıfsaldır. Oysaki emek mücadelesi, tüm kimlikleri aynı zeminde birleştiren tek ortaklıktır.

Çiçek’in görüşleriyle TİP’li Sera Kadıgil’in görüşleri arasında bir fark yoktur, o da burjuvaziyi ve egemenleri aynı kimlik kartıyla tanımlamaktadır. İki siyasi çevrenin ve daha fazlasının emek ve özgürlük ittifakında birleşerek politik bir güç oluşturduğu hâlde neden başarısız olduğu, neden örnek bir mücadele hattı oluşturamadığı da sorgulamaya açıktır.

Asıl mesele, bu kişilerin ne dediğinden öte, bağlı oldukları siyasi hareketlerin ne yapmaya çalıştığıdır. Amaç, sosyalist hareketi sınıf mücadelesinden soyutlayıp hizaya çekmektir. Eğer egemenlerin kimlik kartından bahsedilecekse ezilenlerin temsilcisinin TÜSİAD’da patronlarla neden halay çektiğinin de yanıtı verilmelidir. Son olarak Gezi’yle ilgili geliştirilen söyleme gelindiğinde neden Gezi’de “halk darbesi yapılmaya çalışılıyor, biz böyle bir şeyin içinde yer almayız” görüşlerinin özeleştirisi verilmiyor sorusunu da bu çevrelere sormak yerindedir. Marx’ı aştığını iddia edenler, sınıfı kimlik olarak görmeye çalışanlar, temel çelişkiyi emek-sermaye çatışmasından çıkaranlar için İkarus’un düşüşünü anımsatmak gerekmektedir. Bu hikâye, eleştirilerimizi ve bu çevrelerin yaşadığı yenilgi sürecini özetler niteliktedir:

“Atinalı mimar ve mucit Daidalus (Daedalus) ve oğlu İkarus, Kral Minos'un emriyle bir kuleye kapatılır. Daidalus ve oğlu İkarus, Theseus'un Labyrinthos'da (labirent) yolunu nasıl bulabileceğini Ariadne'ye anlatarak Minotaurus'un öldürülmesine yardım ettikleri için kral tarafından cezalandırılmak istenmiştir. Daidalus kendisi ve oğlu için bu kulenin penceresinden kaçmaya yarayacak balmumu ve kuleye ziyaretlerine gelen kuşların tüyleriyle bir çift kanat yapar. Babası; İkarus’a uçarken zevkten kaçınması gerektiği ve uçmanın coşkusuyla güneşe yaklaşmamasını, aynı zamanda da denize yakın uçup kanatların nemlenmesini engellemesi gerektiğini söyler. İkarus uçabilme özgürlüğü ile babasını dinlemez ve güneşe fazla yaklaşınca balmumu gibi erir ve Ege Denizi'ne düşerek hayatını kaybeder. Düştüğü söylenen deniz, İkaria Denizi ve oraya yakın olan adanın adı da İkaria Adası olarak kalmıştır.”[3]

Söyleşi kapsamında görüşlerine başvurulan kişilerden bir diğeri de Erçin Fırat’tır.[4] Sosyalistlerin yenilgisinin asıl nedenlerinden birini kendi kavgalarını öremeyip başkalarının kavgalarına figüran olmaya bağlıyor. Burada figüranlıktaki “başkaları” ifadesi netliğe kavuşmuyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde TİP’in ve SOL Parti’nin tutumunu eleştiriyor. İki yıldır bu tartışmanın ittifakı oluşturan çevrelerle yürütüldüğünü dile getiriyor. SOL Parti’yle buna rağmen neden ittifak oluşturdukları ise açıklanmıyor. Fırat’ın bağlı olduğu hareketin bileşeni olan Sosyalist Güç Birliği’nin neden ortak bir mücadele yürütmediğinin, ortak miting düzenlenmediğinin ve sürecin sadece izleyicisi olduğunun hiçbir açıklaması söyleşide geçmiyor.

4 siyasi -esasında 2!- çevrenin sürece neden bu kadar yabancı kalıp dışarıdan izlediğini sorgulamak gerekir. Fırat da diğer söyleşilerdeki isimler gibi yenilginin seçimle sınırlandırılmaması gerektiğini, krizin daha geniş bir çapta olduğunu savunuyor.

Seçimi bu kadar önemsiz görüyorlarsa neden seçime girerler; seçim, mücadelelerinin bir parçasıysa öyleyse neden bu başarısızlığın özeleştirisini vermezler? Fırat’ın önümüzdeki döneme ait hazırlanılması gereken noktaların laiklik mücadelesi ve yerel seçimler olduğunu önermesi sınıf mücadelesinin onlar açısından söylemden ibaret olduğunu göstermesi açısından önemli. Laiklik mücadelesini gerek Sosyalist Güç Birliği’nin gerekse de diğer sosyalist çevrelerin önemli bir kısmının pozitivist temelde ele alarak meselenin sınıfsal boyutundan uzaklaştırmasının halkta ve işçi-emekçi sınıfta kimliksel bir yarılmaya yol açtığını hatırlatmak gerekir. Tarikatlar konusunu sınıf mücadelesi ve sömürü düzeni bağlamında ele alan değerlendirmemiz ayrı bir yazı olarak sunulacaktır.

Erçin Fırat’ın eleştirdiği Kılıçdaroğlu’na destek veren TKP ve SOL Parti ise Sosyalist Güç Birliği’nin diğer bileşenleri. Selahattin Kural ise Kılıçdaroğlu geldiğinde mevcut tablonun değişmeyeceğini ifade ediyor.[5] Öyleyse neden Kılıçdaroğlu’na oy istediniz?

Yenilginin iki taraf arasında gerçekleştiğini söyleyip süreçten sorumluluk çıkarmamak sınıfa ve halka ihanettir. Hem iki sermaye sınıfının temsilcileri arasında seçim yapıldığını savunup hem de bu düzlemde Kılıçdaroğlu adına oy isteme çelişkisinin bir açıklaması, olsa olsa sınıfsal temelden kopuk “nefes alma” talebidir. Gerek Fırat’ın gerek bileşeni oluşturan diğer çevrelerin aday konusundaki çelişik tutumları ittifakın daha en baştan beri temel ilkelerde anlaşamadığını açığa çıkarmaktadır.

Söyleşi kapsamında görüşlerine başvurulan isimlerden biri de TÖP dönem sözcüsü Pelin Kahiloğulları. Onun görüşlerine kısaca yer vererek tartışabiliriz:

“Öncelikle sorduğunuz sorular, önceden sizin belirlediğiniz belli bir ‘doğru’ üzerinden hareketle soruluyor. Seçimler sonucunda yenildiği için ‘solun’ kendisini yenileyecek bir özeleştiri süreci içine girmesi gerektiğini varsayıyorsunuz (…) Seçimlerin kritik bir kavşak, kitlelerin moral-motivasyonunun önemli bir dönemi ve faşizmin hamlelerinin ivmesini belirleyecek önemli bir moment olduğu gerçeğini görmezden geliyorsunuz. Biz size bir soru soralım, o zaman seçimleri ‘gizli’ boykot kararı alan yapılar, boykot kararını bırakalım kitleler içinde örgütlemeyi, söylem gücünü bile inşa edemediler, neden? Acaba bu utangaç kararın toplumda bir karşılığı olmadığını görüyor olmalarından olabilir mi? (…) Solun krizi oldukça derin ve karmaşık bir yapıya sahip, 20. yüzyılın ezber kavramları ve alışkanlıklarıyla ve her fırsatta ‘durmadan kendine vuran’ bir ‘özeleştiri’ saplantısıyla aşılamaz. Bu, basit bir hatalı tutum sorunu değil ki özeleştiriyle aşılsın. Üstelik, aşılması gereken eski dönemin yönelimleri kendi dönemlerinde ‘yanlış’ değildi ki özeleştirisi yapılsın. Sorun, içinde olduğumuz kapitalizmin yaşadığı dönüşüm ve bu dönüşümün günümüzün komünistlerine dayattığı yeni paradigma, yeni kavramlar ve yeni örgütlenme yönelimlerinin keşfedilmesidir.”[6]

Yukarıda yer verilen görüşleri eleştirmeden önemli bir noktaya değinmek gerekiyor. Kahiroğulları, daha en baştan belirli siyasi çevrelere karşı psikolojik çözümleme yapıyor, niyet okumasına girişiyor. Psikolojik çözümleme bireye yapılır, siyasi bir çevre ya da çizgi ise ideolojik eleştiriye tabi tutulur. Seçimlere katılma kararı alma noktasında özeleştiri yapmaları bu çevreleri bağlar, fakat seçimlere girmeyi sosyalistlerin asli bir görevi olarak saymak ideolojik bir dayatmadır. “Gizli(!)” boykot kararı alanları utangaçlıkla suçlamak ise ideolojik manipülasyondur. Bu kararın toplumda bir karşılığı olmadığı gibi öznel idealizme dayalı yaklaşıma sorulması gereken soru ise eğer seçime katılmak gibi “önemli” bir görevi yerine getirdiyseniz, o zaman sizin neden toplumda bir karşılığınız olmadı?

Boykot kararı alanların neden buna yönelik bir çalışmayı hayata geçirip kitleleri harekete geçirmediği elbette tartışılmalıdır, fakat boykot kararını baştan reddetmek, sosyalist harekete üsttenci bir tarzda görev biçmektir.

Kahiroğulları, özeleştiri vermeyi eskimiş bir alışkanlık olarak görüp bunu gereksiz kabul etmektedir. Özeleştiri her dönemde verilebilir. Bu, diyalektiğin bir gereğidir. Olaylar, durumlar ve süreç iç çelişkilerinden hareketle neden-sonuç bağlamında ele alınabilir. Özeleştiriyi saplantılı olarak değerlendirmek ise yine ideolojik değil, psikolojik bir yaklaşımın ürünüdür. Meseleye psikolojinin ilke ve yöntemleriyle yaklaşılacaksa ilgili görüşlerin kendisi de kibir içermektedir. Söyleşinin genelinde seçimlerin yapısal sorunları çözmeyeceğini ifade etmek, tutundukları parlamentarizmin o zaman hangi soruna çözüm bulacağını boşa düşürmektedir.

İçinde bulundukları Emek ve Özgürlük İttifakı’nın radikal demokrasi projesinin anti-Marksist olduğunu ifade etmeden görüş bildirmek, daha en baştan yenilgi yaşanmadığını kabul etmek anlamına gelir. Bu bahsedilen yeni paradigma ve kavramlar ise sivil toplumculuğun ve anti-sınıfsal yönelimin literatüründe mevcuttur. Söyleşinin sonunda o da diğer söyleşilerde görüldüğü gibi mahallelerin durumuna ve tarikat düzenine karşı mücadelenin öneminden bahsediyor. O zaman özeleştiri verilecek bir durum yoksa ve seçim tek başına çare değilse, neden bu alanlar boş bırakılmıştır, neden mahallelerin içinde bulunduğu yozlaşmaya karşı örnek bir mücadele hattı oluşturulamamıştır? Seçimlerinin “hileyle” kazanıldığına yönelik vurgu üzerinden solun gereksiz bir yenilgi psikolojisine teslim olduğuna yönelik eleştiri dile getiriliyorsa, o zaman neden meşru olarak kazandığınız ya da kazanmanıza engel olan durumlara karşı çözüm yolları geliştirmediniz?

Söyleşide dikkat çeken bir nokta da işçi sınıfının yeni üyeleri ve beyaz yakalıların öncülüğünde ortaya çıkan Gezi’nin özgürlük talebinin diğer mücadelelerle birleştirilmesi gerektiğidir.[7] Gezi’yi yekpare biçimde özgürlük talebi olarak ele almak, hatta işçi sınıfının yeni beyaz yakalılarının talebi olarak ele almak toptancı bir yaklaşımdır. Gezi’nin bu talebinin karşılanmaması ya da zafere ulaştırılmaması ise solun artık sivil toplumcu olması gerektiğini savunmaktır.

Özgürlük de demokrasi gibi sınıfsal bir temele sahiptir, mevcut üretim ilişkilerinden bağımsız ele alınamaz. Bu bağlamda, özgürlüğün fiilen inşa edilmesi sivil toplumcu yaşam biçimi düzleminde değil, sınıf mücadelesi düzleminde filizlenir. Tabii meseleye Marksist bakış açısıyla yaklaşıldığında!

Solun işçi sınıfına sunabileceği bir programının olmadığını EHP genel başkanı Hakan Öztürk dile getiriyor.[8] Sola işçi sınıfının ideolojisinden kopmuş olma yönünde eleştiriler getirirken içinde bulundukları emek ve özgürlük ittifakının işçi sınıfı mücadelesini geri plana iten radikal demokrasi hareketinin görüşlerine tek eleştiri getirmiyor. Toptancı bir tarzda solun programının olmadığını, talep değil hedefin savunulmadığını söylemesi, solun tamamının reformist çizgide olduğunu iddia etmektir, fakat bu, gerçeği yansıtan bir eleştiri değildir. Söyleşide en olumlu nokta ise talep değil, hedefin savunulmasının ilkesel olduğunun ortaya konulmasıdır.

Diğer söyleşilerde öne çıkan çarpıklıkları özetlemek gerekirse faşizmin tanımını yapamayan bir sol hareketin mevcut olduğu görülmektedir: istibdat, gittikçe despotikleşme, otoriterleşme vb. Emperyalizme dair, sloganın ötesine geçmeyen görüşler, anti-faşizmi sivil toplumcu tarzda savunan politik hat, tarikat düzeniyle mücadeleyi pozitivist laikçilikle öneren tezler hâkimdir.

Söyleşilerde açık ya da örtük de olsa Kılıçdaroğlu’na verilen desteğin halkta ve sınıfta oluşturduğu erozyonun hesabı ise verilmemektedir. Sürecin özetine bakılacak olursa bu solun zaferiyle sonuçlanan bir seçim sonucunun nasıl bir ülke tablosu ortaya çıkaracağı da daha şimdiden CHP’nin içine düştüğü krizde görülmektedir. Seçimden önce basın özgürlüğünü savunan CHP ve Millet İttifakı dağılmıştır. CHP, kendi kontenjanından meclise 35 sağ vekil kazandırmıştır. Yerelde, belediye seçimlerinde kazandığı başarıyı kendi iç çatışmasıyla hezimete sürüklemiştir. Seçimden önce yıllarca basın özgürlüğünü savunan bu parti, daha şimdiden Halk TV’yi hizipleştirerek ona ambargo uygulamıştır. Onun peşine takılan solun ülke tahayyülü de bundan öte değildir. O da ambargocudur, kültür ve sanatta yetkiyi kendinde görerek en küçük eleştiriye tahammül edememektedir.

Daha 70’lerde ülkede yükselen sınıf mücadelesini baskılamak için ortanın solu olma görevini üstlenen parti, son seçimde bu görevini yerine getirerek, solun ağırlıklı bir bölümünü sömürü düzeni adına yedeklemiştir. Buna rağmen sol, seçime katılmayan siyasi çevreleri halk gerçeğine uzak olmakla suçlamıştır. Seçim öncesi salgın/kapanma döneminden beri yükselen işçi hareketlerini ve toplumsal muhalefeti Kılıçdaroğlu şahsında düzen adına eritme görevini sol üstlenmiştir.

Esasen solun görevi sınıf kinini yatıştırmaktır. Bu gerçek, son seçim süreciyle kanıtlanmıştır. Yapılan söyleşilerin önemli bir bölümünde sorumluluktan kaçış, özeleştiri adına kendi varoluşunu koruma çabası, sınıf uzlaşmacılığına retorik üretme temayülü baskındır. Sosyalist hareket(!) adına yapılacak bir tespit varsa o da reformizmin yenildiği ve bütün tezlerinin çöktüğüdür.

Sonuç: İkarus’un Düşüşü

Sol hareket, ideolojik bunalım içerisindedir. Bu bunalımın asıl nedeni, sınıfsız sömürüsüz düzen kurma idealinden uzaklaşarak burjuva demokrasisinden medet umar hâle gelerek halkı ve sınıfı bu aldatmacaya sürüklemesidir.

Toptan söylememek gerekirse ele aldığımız mevcut sol; anti-emperyalist, anti-faşist ve anti-kapitalist değildir. İdeolojik mücadele zeminini ve hegemonyasına yitirmiştir.

Anti-emperyalist değildir. Odesa’da 52 işçi 1 Mayıs’ta Madımak’ta olduğu gibi katledilirken, neo-Naziler Sovyetler’den kalan sembolleri bir bir yıkarken, Ukrayna faşistleri Donbas’a saldırıp insanları katlederken, onur haftalarında emperyalist odaklar kendi binalarına LGBT bayrağı asıp birilerini fon yağmuruna tutarken ve “babamız Bandera” marşları söylenirken, günlerce paylaştıkları Ukrayna’daki kadın gazeteci, son aşamada Rusya’yı Sovyetler’in torunu olarak görüp onu karalarken, Müslüman olduğu için Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının kanı emperyalistler tarafından dökülürken, emperyalizm petrol ve stratejik mevzi kazanmak için Suriye’yi parçalarken, Afganistan yıllarca emperyalizmin işgalindeyken bu solun sesi çıkmamıştır. Peşine takıldığı kimlikçi postmodern feminist hareket Afganistan’da yönetim değişirken kadınların yaşadığı baskının takipçisi olacağını söyleyip 1 ay sonra unutmayı tercih etmiştir. İran özelinde yükselen hareketleri kimlikçilik temelinde yücelterek beden politikasını bayraklaştırmaya teslim olmuştur.

Geldiğimiz emperyalist aşamada, daha 70’lerin başında tespit edildiği gibi emperyalizmin artık bir iç olgu olduğu gerçeğine sırt çevirmiştir. Yönetiminde yer aldığı sendikaların AB fonları almasını ve bu fonlarla paneller düzenlemesini eleştirememiştir. Emperyalizme karşı hiçbir tutum almayan adaya oy istemekte ve bunu eleştirenleri aforoz etmeye çalışmakta hiçbir beis görmemiştir. Mülteci sorununu emperyalizm bağlamında değerlendirmeyip mültecileri kovma vaadinde bulunan partinin desteklediği aday için oy istemiştir. Sol, artık ne anti-emperyalisttir ne de enternasyonalisttir.

Anti-emperyalist olmayan sol, LGBT bireyler değil LGBT hareketi emperyalizmle kurduğu ilişki üzerinden eleştirildiğinde, ilgili Marksist çevreleri “kaba, geri, ataerkil” olarak niteleyip eleştirmekte, onların ilkel olduklarını söylemektedir. Emperyalizme karşı yurtseverlik savunulduğunda solun tepkisi ilgili çevreleri ulusalcı olarak değerlendirmek yönündedir. Kapitalizmden soyutlanarak yürütülen anti-emperyalist mücadele ulusalcılık iken aynı hatayla sınıfsal gerçeklikten soyutlanarak yürütülen anti-faşist mücadele de sivil toplumcu demokrasiciliktir.

Uyuşturucu sorununun emperyalizmle bağlantılı olduğu gerçeğiyle yüzleşmeyen sol, mahalleleri çetelere ve tarikatlara teslim etmiştir. Bu sorunu tali olarak görüp çözümü kuracağı düzene erteleyen sol, hatta yeri geldiğinde uyuşturucu kullanımını “bireysel özgürlük” olarak görüp savunabilmiştir. Bu bağlamda tarikat sorununu, Sünnilik karşıtlığı üzerinden, pozitivist Batı aklıyla ele alan sol, işçilerin, emekçi sınıfların kimlikler üzerinden bölünmesine katkı sağlamaktadır. Tarikat düzeninin sınıfsal boyutunu görmemek, dinin ideolojik bir aygıta dönüştürülerek sınıf bilinci üzerinde basınç oluşturduğuna yoğunlaşmayıp, halkın inanç alanına saldırmak, solun politik programı durumuna gelmiştir, çünkü bu sol, egemenleri ve burjuvaziyi de kimlik kartı üzerinden tanımlamaktadır. Benzer şekilde solun anti-faşist olmadığını çokça yakındıkları mahallelerin faşist güruha bıraktıklarından okunabilir.

Sol, anti-kapitalist değildir. Derinleşen ekonomik kriz koşullarında yükselen barınma, beslenme ve enerji giderlerine karşı ne sendikaları ne de partileri aracılığıyla mücadele hattı geliştirebilmiştir. İşçi sınıfının gazetesini olduğunu iddia eden yayın bile patronlara ve CEO’lara proje geliştiren danışmanlara köşe yazısı yazma yetkisi vermiştir. Sendika başkanları, işçiyle değil, patronla toplantı yapmayı tercih etmiştir. Onun görevi sınıf uzlaşmacılığıdır. Doğru çizgiyi savunan ideolojisi olmayanın doğru hatta ilerleyen bir mücadelesi de olmaz.

Sonuç olarak, son seçim süreci, sınıfsız sömürüsüz dünyanın kuruluşunun önündeki en büyük engelin reformistler olduğunu açığa çıkarmıştır. Reformizm için dağılma süreci başlamıştır. Halk ve sınıfın yükselttiği sınıf ve hak mücadelesinin reformistler adına tüketildiğini görmüştür. Tekrar girecekleri yerel seçimler de reformistlerin başarısızlığıyla sonuçlanacaktır. Onların seçtiği belediye yönetimleri de geliştirdiği projelerle ve kültür sanat faaliyetleriyle onlar kadar liberaldir.

Tüm sorunlarımızın kaynağı olan ve yaşadığımız yozlaşma yabancılaşma bataklığının nedeni olan sömürü düzeninden çıkışın yolu, diyalektik-tarihsel materyalizmde ve Marksizmin ilkelerinde mevcuttur. Reformistlerin, sivil toplumcuların ve burjuva demokrasisinden medet uman çizgilerin kurtuluş mücadelemize sağlayacağı hiçbir katkı yoktur. Ezilenin öfkesini dindirenler için yenilgi her an kaçınılmazdır. Sınıf mücadelesini yükseltmenin önemli yollarından biri olan ideolojik mücadeleyi hem burjuvaziye ve onun çürümüş ideolojisine hem de küçük burjuva sola karşı kesintisiz yürütmek, sınıfsız sömürüsüz düzen kurma hedefi olanların asli görevidir. Bu mücadele yürütülmezse, doğanın boşluk tanımadığı gerçeğinden hareketle, politik meydan reformistlere kalacaktır.

S. Adalı
27 Temmuz 2023

Solun Sefalet 1
Solun Sefaleti 2

Dipnotlar:
[1] “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa”, 26 Temmuz 2023, Sendika.

[2] “Cengiz Çiçek”, 25 Temmuz 2023, Sendika.

[3] “İkarus”, Wiki.

[4] “Erçin Fırat”, 26 Temmuz 2023, Sendika.

[5] “Selahattin Kural”, 25 Temmuz 2023, Sendika.

[6] “Pelin Kahiloğulları”, 26 Temmuz 2023, Sendika.

[7] A.g.e.

[8] “Hakan Öztürk”, 26 Temmuz 2023, Sendika.

0 Yorum: