Pages

23 Temmuz 2023

Solun Sefaleti II


Geçtiğimiz günlerde Sendika.org’da “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa” başlıklı bir dosya yayınlandı.[1] Dosya, yeni eklenen yazılarla güncelliğini korumaktadır. Yazıların oluşturulma biçimi genel olarak söyleşiye dayanıyor. Sosyalist hareket olarak kabul edilen farklı politik çevrelerin önemli sayılan isimlerinin görüşleri paylaşılıyor, fakat sosyalist hareket olarak seçim boykotunda bulunan çevreler devre dışı bırakılıyor. Böylece sosyalist olmanın yenilgisi ve zaferi sandığa indirgeniyor. 14-28 Mayıs seçimlerinin sol açısından kaybedilmesinin hesabı görülüyor. Söyleşilerin ortak noktalarına değinmek, solun içine düştüğü ideolojik krizin netleşmesini sağlayabilir.

İlk olarak solun özeleştiri diye değindiği noktalar, sanki seçimler öncesinde hiç dile getirilmemiş gibi söyleniyor: halktan ve sınıftan kopukluk, kimlikçilik, sosyal medya popülizmi, birlik kuramamak, mahallelerden uzaklaşmak, sınıfın tarikat ve dinsel yapılar aracılığıyla baskılanması… Bu söyleşilerde neyin geçmediği de bu çevrelerin nelerle yüzleşmek istemediğini gösteriyor. Emperyalizm ve anti-emperyalizm, yozlaşma, uyuşturucu bataklığı ve çeteleşme, yükselen mülteci karşıtlığı, anti-depresan kullanımındaki artış, barınma ve açlık krizi, solun emperyalizm fonlarına karşı duruş(suzluğ)u, yükselen işçi-emekçi mücadele dalgası.

Seçim, solun içinde yer aldığı ittifak ya da aday tarafından kazanılsaydı -niyet okuma hatasına düşmeden- büyük bir ihtimal, ne böyle bir dosya hazırlanırdı ne de özeleştiri gündeme gelirdi, çünkü sol açısından “başarı” sağlanmış olurdu. Bunun en belirgin nedeni ise solun uzun bir zamandır kendini burjuva demokrasisinden medet umar hâle getirmesi ve yükselen işçi-emekçi hareketlerinin motivasyonunu sandığa kanalize etmesidir. Sol, verdiği destekle seçimi kazansaydı, mültecileri hemen gönderecek olan siyasi lideri de kabinesine alacaktı.

Söyleşilerde dikkat çeken noktalardan biri de işçi ve emekçilerin yaşadığı mahallelerin faşist ve gerici zihniyeti temsil eden çevrelere terk edilmesidir. Bu noktada her siyasi çevre “sözcüsünün” bu soruna değinmesi dikkat çekicidir.

Bu kadar farklı çevre neden mahalle çalışması yürütmemiştir? Sınıfsal gerçeği ve tarihi bu kadar net olan mahallelerin duvarlarında faşist yazılamalar artarken, neden hiçbir siyasi çevre bu konuda ses yükseltmemiştir? Solun terk ettiği mahallenin duvarlarına önce bu yazılamalar işlenip ardından çeteleşme ve uyuşturucu boy göstererek adli vaka boyutundaki suç artışı yaşanmakta ve bütünlüğü bozulan mahalle son aşamada rantsal dönüşüme tabi kılınmaktadır. Son aşamada mahallede görünen sol çevreler göstermelik basın açıklamaları ve Ankara havası denecek tarzda müziklerin çaldığı düğün orkestrasıyla mahalle halkının motivasyonunu kırmaktadır, fakat bu pespayeliğin adı “moral etkinliği ve halkla bütünleşme” olmaktadır.

Bu bağlamda, söyleşilerde geçen “hayatın her alanında” işçi sınıfının mücadelesini ve ezilen kesimlerin sınıf temelli mücadelesini yükseltmek gibi ifadeler retorik bir aldatmaca olarak kalmaktadır ve soyuttur. Son beş yılda mahallelerin duvarları bu şekilde sağ yazılamalarla doluyorsa sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma hedefi bir yana seçim bile kazanılamaz, çünkü halkın bilinci sağ hegemonyaya teslim edilmiştir.

İlk söyleşide Orhan Kara’nın faşizmin ne olduğunu netleştirememesi bile yaşanan ideolojik bunalımın en somut göstergelerindendir. Solun faşizm tarifi konusundaki tutarsızlığın teorik bir nedeni de Dimitrov’un yaptığı tanımda geçen “en” şeklindeki derecelendirme ifadesidir. Bu yüzden sol, liberal tezlerle, “korku imparatorluğu, despotikleşme, totaliterleşme ve otoriterleşme eğilimi, baskının gitgide artacağı, faşizmin kurumsallaşmasını tamamlayacağı” gibi sınırları belli olmayan süreçleri kapsayan ifadeleri kullanıyor:

“Tüm bunlardan yola çıkarak, önümüzdeki süreçte rejimin daha da despotik bir karaktere bürüneceğini söylemek mümkün. Bu, bir yandan her türlü muhalif sesin ‘güvenlikçi-istihbaratçı akıl’ aracılığıyla hızlıca ve güçlü bir şekilde bastırılması anlamına gelirken, bir yandan da rejimin doğası gereği dinselleşmenin hızlanması anlamına gelecek.”[2]

Bu yaklaşımı dile getiren Fatih Yaşlı’nın bir başka önerisi de solun popüler olması yönünde:

“Bunun dışında sosyalist sol, kendisini popüler kılacak, kavramlarını, jargonunu, hedeflerini, programını halka anlatacak yeni iletişim araçları bulmak zorunda.”[3]

Solun sosyal medya aracılığıyla kendini sıkıştırdığı propaganda alanı, bu yanılsamanın sonucu. Popüler kılmanın en önemli aktörü, son seçimde aldığı 900 küsur bin oyla TİP oldu. TİP; “kitle bağlarını kurmanın” yolunu partiye üye olmak için QR kodların yer aldığı duvar ilanlarıyla, kürsü konuşmalarının sosyal medya aracılığıyla yayılmasıyla, sürekli kimlikçi politikaların söylemi olan “erkek, yaşlı, beyaz, zenginlerin kulübü” gibi sıfatlarla burjuvaziyi tanımlayıp kameraya oynayan ve işçi kadınla patron kadını “kız kardeş” kabul eden feminist vekiliyle sağladı. 1 milyona yakın oy alan sosyalist bir partinin alanda hiçbir karşılığının olmaması, kitleleri harekete geçirerek mücadele potansiyelinin bulunmaması solun tartışma konusu değil, çünkü solun asıl hedefi, TİP kadar popüler olmak ve nicel bir kitleye sahip olmak.

Solun içine düştüğü popülerleşme rüyasının bir göstergesi de partilerin internet sitelerine koyduğu çevrim içi “üyelik” ve “gönüllülük” formları. Bu popülerleşme dalgasının vurduğu bir kesim de parti başkanlarının boy boy resimleriyle halkı “devrimci” olmaya çağıran çevrelerdir. Yani sınıf yok, birey var.

Söyleşilerde solun sınıf ve halk gerçeğinden koparak, kimlikçi politikalara kendini esir ettiğini ve özeleştirinin buradan verilmesini ısrarla vurgulayan isim, Musa Piroğlu.[4]

1990 sonrası süreçte anti-Marksist tezlerin Marksist hareket içerisine sol politika adına sızmasından itibaren, sınıf bir kimlik olarak kabul edilmeye başlandı ve diğer kimlikler gibi herhangi bir özne durumuna düşürüldü. Temel çelişki uygarlık krizine indirgenerek, emek-sermaye çelişkisi geri plana itildi. Bookchin, Negri ve Hardt, Laclaue ve Moffe, bu isimler yanında, bireyci anarşistlerin görüşleriyle hayat bulan sivil toplumculuk, radikal demokrasi projesi, ekolojik toplum mücadelesi yeni sol hareketlerin temel dayanak noktasını oluşturarak kimlikler mücadelesinin bayrağı sol tarafından yükseltilmeye çalışıldı. Bugün emek-sermaye çelişkisini önemsiz sayarak onun yerine devletli uygarlık-demokratik uygarlık mücadelesini temel çelişkisini ikame eden manifestoyu sendika kongrelerinde dağıtan ve oluşturduğu yeni yönetimin çalışma programını bu kimlikçi manifestoya göre yöneterek sınıf gerçeğinin dışına çıkan, nicel yönden hâkim sendikal anlayışın hangi siyasi çevrenin görüşlerine yakın olduğunu sormak yerinde olacaktır.

Piroğlu’nun işaret ettiği ideolojik çarpıklığı temel politika biçimi olarak savunan siyasi çevrenin neresi olduğu ve bu çevrenin solu hizaya getirme biçimi olarak bu sivil toplumcu/radikal demokrasi projesini savunduğu yazıda belirsiz bırakılmaktadır. Aynı siyasi çevreyle seçim ittifakı kurup parlamentoya girdikten sonra işçi sınıfı mücadelesinin seçim sürecinde dışsallaştırıldığına dikkat çeken İskender Bayhan’ın yaklaşımı da söyleşiyi okuyan insanlarda “Acaba başka bir ülkede mi yaşıyoruz?” sorusunu ortaya çıkarmaktadır.[5]

İşçi sınıfının mücadelesini sadece insan hakları ve ekonomizm olarak kabul eden siyasi çevre aracılığıyla hem sendikalarda hem de genel seçimlerde ittifak kurarak bunun doğru yol olduğunu halka ve sınıfa gösteren anlayışların bu eleştirileri gerçek hayatta hiçbir karşılığa sahip değildir.

Emperyalizm çağında anti-emperyalizmi gereksiz bir ayrıntı olarak gören TİP’in de emek ve özgürlük ittifakı bileşenlerinin de 30 Mart tarihindeki Finlandiya’nın askeri pakta katılması yönündeki oylamaya katılmamaları, seçim sürecine nasıl hazırlandıklarını ve teorilerini nereden aldıklarını gösterir. Aynı dönem mecliste vekil bulundurmayan çevrelere yakın gazetelerde sol kabul edilen çevrelerin vekillerinin oylamaya katılıp “hayır” oyu vermediğinden dolayı “oybirliği”yle kabul edildiği gerçeği dile getirilmemiştir. Kendisini işçi sınıfının gazetesi olarak gören yayının köşe yazılarında Ukrayna lideri “tarihe geçecek kahraman” olarak ilan edilmiştir:

“Sebebi ne olursa olsun, büyük acı içinde ülkesini savunmaya çalışan Ukrayna halkı, siyasetin üst kademesindeki yöneticiler için örnek oluşturabilecek tarihsel öğreti oluşturmaktadır. Rus tanklarının ve askerlerinin ülkesini işgali karşısında Ukrayna halkının tek vücut olarak cephede âdeta insan zinciri oluşturması, göz yaşartıcı kader beraberliği timsalidir. İşgalin sonucu ne olursa olsun, Ukrayna halkının ülkeyi savunma birlikteliği, bizzat başkanın da, onlarca göstermelik koruma halkasının arkasına sığınmadan, halklar arasında ayırım yapmadan tüm halkına inanarak halkıyla birlikte savunmanın ön safında yer alması, tarih kitaplarına halkı ile bütünleşmiş komutan olarak geçecektir.”[6]

Söyleşilerde dikkat çeken noktalardan biri de seçimlerin adil ve eşit şartlarda yürümediğidir. Bu söylemi her seçim sonrasında duymak mümkündür. Her seçim, ülke tarihinin “en önemli” seçimidir, kesinlikle sandığa gidilmelidir! Ortaya halkın umudunu kıran bir sonuç çıktığında solun hep aynı söyleme, “Eşit şartlarda seçim yürütülmedi, halktan çok koptuk, birlik olamadık, önümüzdeki süreç ağır/zor geçeceği için bizi yeni görevler bekliyor, halkla ve sınıfla bütünleşmeliyiz, yenilgiden dersler çıkarmalıyız…” gibi retorikten başka bir şey olmayan, ezber cümlelere başvurmaktadır.

Son seçime girme sürecinde halkın karşılaştığı sorunlar, barınma, beslenme ve enerji faturaları krizidir, fakat bu sorunlara dair ne sol çevrelerin ne de seçim ittifaklarının herhangi bir çalışması olmuştur. Hatta sendikalar bile seçim sürecine kapılarak, bütün sorunların çözüleceği tarih olarak 29 Mayıs sabahını beklemiştir.

Salgınla başlayan son 3 yıllık süreçte işçi grevleri ve direnişleri dalgası yükselerek yayılmıştır, fakat tüm bu dinamizm, sol tarafından işçi-emekçi bütünleşmesinin sağlanması yerine, sandığa kanalize edilmiştir. Bu, en “işçici” olduğunu iddia eden sol çevrelerin işçi niceliğinden anladığı, sendikalarda ve mecliste koltuk sahibi olmak için yürütülen pazarlıktır, ittifak kurarken masaya daha güçlü oturma stratejisidir. İşsizleşme, yoksullaşma, barınma krizleri, doğanın ranta devredilmesi, depremler, yangınlar ve ekonomik krize rağmen yenilgi tartışması yapılıp, “Önümüzdeki süreçte bizi yeni görevler bekliyor, yenilgiden ders çıkaralım” diyen çevrelerin bu tutumu, sadece söylem ve kara mizahtır.

Bu solun 1 Mayıs alanı bile yoktur! Asıl alan, onlar için “fetişizmdir”! Onun için artık sınıf yoktur. 90’lı yıllardan itibaren “Ülkemizde başta […] sorunu olmak üzere” kalıp ifadesindeki boşluk, sürekli kitlesi fazla olan bir kimlikle doldurulur.

Cümlede doldurulması gereken boşluk, bugün için LGBT’dir. Söyleşilerin bir kısmında LGBT ilk sırada, sendikalar dördüncü sırada yer alıyor. Solun LGBT’sinin kitlesel ya da sembolik destek verdiği herhangi bir sınıf mücadelesi eylemi yoktur. Bu somut gerçek bile solun LGBT’yi sınıf temelinde birleştireceği söyleminin başarısız olduğunu gösterir. O sol ki bu söylem uğruna -aslında LGBT’yi sömürmek uğruna- oraklı çekiçli bayrağına gökkuşağı eklemiştir.

Sonuç: Reformizmde Sağlam Çark Olmaz

Sendika.org’un söyleşi yaptığı çevrelerin/isimlerin görüşlerinde halkla ve sınıfla alay etme söz konusudur. Her seçim öncesi umut dalgası yükseltilir, halka seçim sonucu bekletilir; seçim kaybedilir, sonra sol, yenilgi tartışması yaparak politik folklorünü icra eder. Sol, son seçim sürecine kaybettiği mahallelerle, bugün yalandan şikâyet ettiği kimlik siyasetiyle ve emperyalizm çağında anti-emperyalist olamamasıyla, yani neticede ortaya koyduğu tüm ilkesizliğiyle girmiştir.

Kendi evinin duvarına nakşedilen faşist yazıyı silmek için 29 Mayıs sabahını beklemiştir -sileceği de meçhuldür. Marx’ı aştığını iddia edenlerle seçim ittifakı kuranlar ve bu ittifakın dışında kalanlar birleştiğinde yüzde 7 oy alamıyorsa, bunun nedeni ideolojik hegemonyanın kaybedilmiş olmasıdır. Bu sola yapılacak bir eleştiri varsa, o da şudur: bu sol, halkta ve sınıfta antidepresan olarak iş görmektedir. Burjuvazi, o yüzden onlara destek vermektedir. Onun asıl görevi, sınıf kinini törpüleyerek sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kurulmasını geciktirmektir.

S. Adalı
22 Temmuz 2023

Dipnotlar:
[1] Dosya, “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa”, 22 Temmuz 2023, Sendika.

[2] “Fatih Yaşlı Söyleşisi”, 21 Temmuz 2023, Sendika.

[3] A.g.e.

[4] “Musa Piroğlu Söyleşisi”, 19 Temmuz 2023, Sendika.

[5] “İskender Bayhan Söyleşisi”, 20 Temmuz 2023, Sendika.

[6] İzzettin Önder, “Ülke Güvenliği Halkın Birliğine ve Bilincine Dayanır”, 4 Mart 2022, Evrensel.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder