Bir
Kılıf Olarak Lenin
1986’da
öğrenci dernekleri, Ankara’ya yürüyüş kararı aldılar. Yarın dergisinin öncülük ettiği mücadelede açlık grevi de gündeme geldi. Bu açlık grevi
eylemine katılan isimlerden biri de şovmen Kadir Çöpdemir’di.
Çöpdemir, bir
söyleşisinde bu açlık grevi eyleminin hayatının dönüm noktası olduğunu
söylüyor. O gün açlıkla mücadele ederken, aklına Lenin’in “siyaset uzlaşma
sanatıdır” sözü geliyor. Solculuğu bırakmaya, uzlaşmaya, düzene teslim olmaya o
an karar veriyor. Yıllarca AKP’cilik yapan uzlaşmacı Çöpdemir, bu teslimiyeti
efendilerine hatırlatmak için sürekli yemek muhabbeti yapmak zorunda kalıyor. O “sefa pezevengi” rolünden bir türlü çıkamıyor.
Çöpdemir,
son seçim öncesi esen rüzgârla da uzlaştı ve bir anda Pirocu oluverdiğini açıkladı. Tayyip’in siyasete kattığı bir zenginlik de bu tür
siyasetle alakası olmayan, Cem Yılmaz, Tarkan, Erol Evgin, Gülşen gibi isimlerin
politikleşmesini sağlamaktı.
Ama
tabii neyin politikleştiğini sorgulamak gerek. Uzlaşmacı Çöpdemir’in yelkenini
neyle şişirmeye karar verdiği üzerinde durulmalı.
Bu
tür kişiler, Lenin’le kişi olarak ilişki kuruyorlar. Hikmetli sözlerini, kendi
kişisel çıkarları için bir tür kılıf olarak kullanıyorlar. “Siyaset uzlaşma
sanatıdır” lafı, kâğıt üstünde çok “havalı” duruyor. Ama lafın ait olduğu
bağlam, ilişkili olduğu gerçeklik, sorgulanmıyor. Lenin’den bu tür bir laf dile dolanınca uzlaşmacılık, gerekli kılıfa kavuşuyor. Uzlaşma ve teslimiyet,
kendilerine Lenin’e vurarak yol açıyor.
Uzlaşma
ve Teslimiyetin Yeni Yolu: Mahir’e Vurmak
Belki
de polisin kendisine verdiği çorbayı kaşıklarken Barış Yıldırım da bu tür bir
lafı zihninde döndürüp duruyordu. Onu Sovyetler’in çözülüşüne alkış ve tempo
tutan, devlet eliyle sahaya sürülen Zülfü Livaneli’yle arkadaşlığa götüren
süreç, bu tür laflar cımbızlamaya mecbur. Livaneli, milyonlarca insanı öldürmüş olan sosyalizme karşı olduğunu beyan etmiş biri. Yıldırım da yaşamayı sevdiği için muhtemelen böylesi bir ortak payda üzerinden bir kavşakta buluşup arkadaş olmuşlar.
Çorbadır,
faydalıdır, iyi yapılmışsa lezzetlidir, mesele, onun düşmanın elinden içilmiş
olmasıdır. Anlaşılan o ki Barış da Çöpdemir gibi bir açlık grevi esnasında
uzlaşmayı ve teslimiyeti kılıflandırma çabası içine girmiş ve belirli lafları
dua gibi yinelemeye başlamış.
Ağzından dökülen “Siyaset
demek, ittifak demek”, bu tür laflardan.[1] Barış röportajında, bu laf öncesinde
“devrim, her şeyden önce bir ittifak meselesi” diyor. Anlaşılıyor ki siyaset,
devrim ve bilim, Barış Yıldırım gibi küçük burjuvaların kafasındaki bulamaca
ait renkler. Her şeyi bu bulamaç üzerinden anlamaya çalıştıkça yanılıyorlar,
yanıltıyorlar. Barış gibilerin bizi ikna etmeye çalıştığı siyaset tanımının Marksizm-Leninizmde yeri
yok.
Lenin,
“Biz, Rusya’da sadece işçi sınıfının büyük bir kısmını kendi safımıza çektiğimiz
için değil, ayrıca ordunun yarısı iktidarı aldıktan hemen sonra, köylülerin
onda dokuzu takip eden birkaç hafta içerisinde bizim safımıza geçtiği için
muzaffer olduk. Zafer bizim oldu, çünkü kendi programımız yerine Sosyalist
Devrimcilerin tarım programını benimsedik ve yürürlüğe koyduk. Zaferimiz,
Sosyalist Devrimcilerin programını yürürlüğe koymamızın bir sonucuydu. Bu
nedenle zafer bu kadar kolay oldu”[2] diyor. Ama Lenin, atı arabanın arkasına çekmiyor.
Önce vuruyor, aşırılıklarla dolu, kirli mücadeleye giriyor, ayrıştırıyor, örgütlüyor, güçleniyor, sonra o vuruşun şiddeti ve
uygulanan güçle, müttefiklerini tayin ediyor. Küçük burjuva ise kendi hayal
âlemini gerçekliğin önüne koyuyor. O, bizi başka şeylere ikna etmek için
uğraşıyor. Lenin’in aynı konuşmada bahsini ettiği ilkelerle amaçları birbirine
karıştırıyor, ilkelere savaş açıyor.
Piyasaya
doktoralı cahil olarak girmenin kendisine yol açacağını gören, bu sebeple “Mahir
ve suni denge” üzerine tez hazırlama ihtiyacı hisseden Barış, o çorbanın
bedelini devrimci harekete ödetmeye çalışıyor. Oradaki teslimiyeti genele
teşmil etmek için uğraşıyor. Bu sebeple, Çayan geleneğine ait kavramların içini boşaltıyor,
bunu da öncelikle Mahir’i antikomünist sol bağlamına dâhil ederek yapıyor.
“Mahiryen” gibi akademik açıdan afili, ama boş ifadelere başvuran Barış, Mahir’i “üstyapı
araştırmalarına yönelmiş 1945 sonrası kuşağa yerleştirdiğini” söylüyor. Üstyapı
araştırmalarına yönelimin antikomünist bir içerik barındırdığını biliyor,
Mahir’i öncelikle antikomünist sol ile tanımlamak, ardından da onu sudan çıkmış
balık kılıp öldürmek için uğraşıyor. Görevini ifa ediyor.
Suni
dengeyi “en soyutlanmış haliyle, bir güç karşısında bu güçle çatışmaya
girmekten uzak durma” olarak tarif eden Barış, onun “O güçle doğal bir çelişki
içinde olup çatışmaya kökü ideolojide olan birtakım sebeplerle girmekten
kaçınma”nın teorisi olduğunu iddia ediyor. Burada aslında Barış, kendi teslimiyetini,
uzlaşmacılığını ve burjuva siyasetiyle/ideolojisiyle barışmasını teorize etmeye
çalışıyor. O teslimiyete ve uzlaşmacılığa bilim katından gerekli ruhsatı almak için uğraşıyor. Bunun için de Mahir’i suni denge teorisine indirgiyor, sonra onun
bir teori olmadığını ispatlıyor, ardından da “Mahir, bundan ikinci derece bir
alıntıyı almış ve bunun üzerine bütün teorisinin odağına yerleştireceği bir
kavram oluşturmuş. Bunu çektiğiniz anda, Mahir’in bütün teorisi çöker” diyor.
Zaten Barış’ın derdi de Mahir’i çökertmek! Devletin yapamadığını yapmak.
Friksiyonist emelleri doğrultusunda Mahir geleneğini tasfiye etmek. Muhayyel “RAF
örgütü” için yol açmak. Sonra internetin açık âleminde RAF kuracağını söyleyip, hiçbir şey yapmadan sıvışmak…
Bu
tasfiye işlemi dâhilinde Barış, doğalında, “Cephe” kavramını da askeri
anlamından soyutlayıp kitleci reformist bir anlamda yorumluyor. Bu da çökertme
operasyonunun parçası. Röportajının kimi yerlerinde “askeri olanın teoriyle
ilişkisi olamayacağına” dair imada bulunması da bu operasyonun bir gereği. Zira
bu yaklaşımıyla teoriyi silâhsızlandırıyor, silâhı teorisizleştiriyor.
Cephe kavramı, o zihninde dönüp duran ittifakla ilgili cümle üzerinden idrak ediliyor. İttifak, az çok eşit güçler arasında oluyor. Barış, Livaneli gibi isimleri, Alman yeşil devletinin ajanı Böll vakfını vs. eşit güç kabul edip müttefik görüyor. Harikalar diyarında dolaşıyor. Çünkü zincirler ağır geliyor.
Düşmanının
elinden çorba içen Barış, sürekli o kaşıkları hatırlamak ve hatırlatmak zorunda.
O çorbayı içmenin ekmeğini yediğini, uzlaşma ve teslimiyetin oradan kendilerine
yol bulduğunu, kendisinin de o yolda yürüdüğünü çok iyi biliyor.
Kapitalizmin
İzi
“Dişlerini
sıkarak dinlediği” MFÖ’den beter şarkılar bestelemiş olan Barış, sol
influencer olma hedefi doğrultusunda, Özkan Uğur’un ölümü üzerine tvit atma gereği
duydu. Her fırsatı kullanan Barış, bir ara Arda Güler’in transferine atfen, “18
yaşında neredeydin?” modası başgösterince, bu modayı da ikbali için kullandı.
Hemen 18 yaşındayken örgüt üyesi olarak yediği dayağı anlattı, ardından
yazdığı, şiir denemeyecek gevezeliklerin reklâmını yaptı. Çünkü Barış da Zülfü
abisi gibi, her şey olmak isterken hiçbir şey olamayanlardandı.
Onun
belirli mahfillere, mercilere ve makamlara işmar etmesi, selam durması,
saygısını bildirmesi gerekiyordu. Aslında kötü bir çevirmen olarak kendisine
ekmek verilmesinin sebebinin örgütüne (hele ki o örgüte!) ihanet etmiş olması
olduğunu çok iyi biliyordu. Bu ihaneti parlatmak ve yüksek fiyattan satmak zorundaydı. Heinrich Böll gibi emperyalist kurumların çevirilerinin
kendisine neden aktığının gayet bilincindeydi. Çocuk piyesi şarkılarına alkış
tutulmasının, Foti gibi isimlerle düet yapmasının, çeşitli dergilere davet
edilmesinin sebebi de o ihanetti.
Barış, 18’inde kendisine dayak atıldığını sanıyor. Örgütü zihninden ve tarihten silip atıyor. Aslında bir vakitler “ait” olduğu örgüte saldırıldığını, dayağı o örgütün yediğini bilse, onurlu, namuslu ve şerefli bir devrimci olarak, o dayağı sosyal medyada reklâm etmemesi gerektiğini, onu kendi çıkarı için kullanmanın ayıp olduğunu görürdü. Göremez, çünkü onun biliminde, dolayısıyla, siyasetinde ve sanatında hep “kapitalizmin izi” var. O izle tanımlı. O izle yaşıyor.
Barış, burjuvaziyle ve devletiyle
uzlaştı, şimdi ittifak yolları arıyor, ürettiği saçmalıklar için cepheyi, yani “tüketici kitlesini” genişletmek için uğraşıyor. Bunun için efendilerine Mahir’e
vuracağına, kavramlarına el uzatacağına dair sözler veriyor.
Barış, sonra Fransa’daki isyanın popülerliğinden istifade etmek ve küçük burjuva gevezeliğini orada da reklâm etmek ihtiyacı duyuyor. Ama tabii ki “direnişle karşılaşmayan kapitalizm” diyerek eteğine yapıştığı Avrupa devletlerini koruma altına alıyor. Burada, Türkiye’de “faşfaşizm” bulurken, oradakini tabii ki “seyreltik faşizm” olarak niteliyor. Zülfü abisi de “sinsi diyelim şuna” diyor. Abi, kendi sinsiliklerini hatırlıyor.
Ama bu isimler, 2020 ile birlikte pandemi koşullarında o kapitalizmin attığı
adımlara, aldığı tedbirlere, kitlelere yönelik uyguladıkları baskılara destek
verdikleri gerçeğini gizliyorlar. Oradaki faşizmin yanında olan bu tür
solcular, bugün o müdahale ve tedbirlerin emekçi halk kitlelerinde yol açtığı
yaralar ve yıkım için timsah gözyaşları döküyorlar. Sonra o yaşları sosyal medyalarında
pazarlıyorlar.
“Sağcı,
faşist, gerici” olarak kodladıkları kitlelerin o kapitalizme karşı
geliştirdikleri direnişle mücadele eden bu solcuların aklına iş işten geçtikten
sonra “kapitalizm” geldi. Oysa vaktiyle aşının, tedbirlerin, baskıların, yasakların,
kapatmaların, bunların yol açtığı toplumsal-ekonomik sonuçların ardındaki
kapitalizme tek laf etmediler, ona açıktan destek sundular. Bilim insanlarının
satılmış olabileceğini, sermaye adına konuşuyor olabileceğini hiç akıllarına
getirmediler, hemen, sermaye adına, “yaşasın bilim” bayrağını çektiler. Çünkü
sarayların barışa, kulübelerin savaşa ihtiyacı vardı. O sarayların bahtına Barış,
kulübelerinkine Yıldırım düştü!
Bu
küçük burjuvalar, siyasetlerinin, bilimlerinin ve felsefelerinin kapitalizmin
izini taşıdığını biliyorlar. O izi muhafaza ediyorlar. İlerlemeyi ve yaşamayı o ize bağlıyorlar. Onların antikapitalistlikleri, burjuvaziye yönelik
hasetlikle tanımlı. Onlarda baskın olan duygu ise proletaryaya yönelik
nefret. Proleterleşme korkusu her şeye kadir. Sınıf dışı, sömürüden ve zulümden azade bir bilimin varlığına dair
inançları, onlardaki uzlaşmacılığın ve teslimiyetin bir ifadesi.
Bu tür kişiler, saraylara barış, kulübelere savaştan başka bir şey öneremezler. Ancak o üretim güçlerine dair içi boş ezberleri ile kulübelerin dönüşüp saraylara sorun çıkartmamasını isteyebilirler. Kapitalizmin izini korumak adına, sürekli üretim güçlerinin gelişimine odaklanırlar. Körleşirler, körleştirirler.
Bugün kavgamız, küçük burjuvazinin kumdan kalelerini tarumar etmeyi de içermek
zorundadır. Saraylara taşınacak savaş, kulübelerin tanışacağı barış, bunu emrediyor.
Eren Balkır
11 Temmuz 2023
Dipnotlar:
[1] Özay Göztepe, “Elimiz Mahir’in Kavramlarına Uzanmalı”, 30 Mart 2022, 1+1. O el, o kavramları silmek, yok etmek için uzanıyor. O el, tasfiye emrini kimden aldıysa ona hizmet ediyor.
[2]
V. I. Lenin, “Speech in Defence of the Tactics of the Communist International”,
1 Temmuz 1921, Collected Works Cilt 32 içinde, Progress Publishers
Moskova 1973, s. 474-475.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder