24 Temmuz 2023

,

Saraylara Barış, Kulübelere Savaş


Bir Kılıf Olarak Lenin

1986’da öğrenci dernekleri, Ankara’ya yürüyüş kararı aldılar. Yarın dergisinin öncülük ettiği mücadelede açlık grevi de gündeme geldi. Bu açlık grevi eylemine katılan isimlerden biri de şovmen Kadir Çöpdemir’di.

Çöpdemir, bir söyleşisinde bu açlık grevi eyleminin hayatının dönüm noktası olduğunu söylüyor. O gün açlıkla mücadele ederken, aklına Lenin’in “siyaset uzlaşma sanatıdır” sözü geliyor. Solculuğu bırakmaya, uzlaşmaya, düzene teslim olmaya o an karar veriyor. Yıllarca AKP’cilik yapan uzlaşmacı Çöpdemir, bu teslimiyeti efendilerine hatırlatmak için sürekli yemek muhabbeti yapmak zorunda kalıyor. O “sefa pezevengi” rolünden bir türlü çıkamıyor.

Çöpdemir, son seçim öncesi esen rüzgârla da uzlaştı ve bir anda Pirocu oluverdiğini açıkladı. Tayyip’in siyasete kattığı bir zenginlik de bu tür siyasetle alakası olmayan, Cem Yılmaz, Tarkan, Erol Evgin, Gülşen gibi isimlerin politikleşmesini sağlamaktı.

Ama tabii neyin politikleştiğini sorgulamak gerek. Uzlaşmacı Çöpdemir’in yelkenini neyle şişirmeye karar verdiği üzerinde durulmalı.

Bu tür kişiler, Lenin’le kişi olarak ilişki kuruyorlar. Hikmetli sözlerini, kendi kişisel çıkarları için bir tür kılıf olarak kullanıyorlar. “Siyaset uzlaşma sanatıdır” lafı, kâğıt üstünde çok “havalı” duruyor. Ama lafın ait olduğu bağlam, ilişkili olduğu gerçeklik, sorgulanmıyor. Lenin’den bu tür bir laf dile dolanınca uzlaşmacılık, gerekli kılıfa kavuşuyor. Uzlaşma ve teslimiyet, kendilerine Lenin’e vurarak yol açıyor.

Uzlaşma ve Teslimiyetin Yeni Yolu: Mahir’e Vurmak

Belki de polisin kendisine verdiği çorbayı kaşıklarken Barış Yıldırım da bu tür bir lafı zihninde döndürüp duruyordu. Onu Sovyetler’in çözülüşüne alkış ve tempo tutan, devlet eliyle sahaya sürülen Zülfü Livaneli’yle arkadaşlığa götüren süreç, bu tür laflar cımbızlamaya mecbur. Livaneli, milyonlarca insanı öldürmüş olan sosyalizme karşı olduğunu beyan etmiş biri. Yıldırım da yaşamayı sevdiği için muhtemelen böylesi bir ortak payda üzerinden bir kavşakta buluşup arkadaş olmuşlar.

Çorbadır, faydalıdır, iyi yapılmışsa lezzetlidir, mesele, onun düşmanın elinden içilmiş olmasıdır. Anlaşılan o ki Barış da Çöpdemir gibi bir açlık grevi esnasında uzlaşmayı ve teslimiyeti kılıflandırma çabası içine girmiş ve belirli lafları dua gibi yinelemeye başlamış.

Ağzından dökülen “Siyaset demek, ittifak demek”, bu tür laflardan.[1] Barış röportajında, bu laf öncesinde “devrim, her şeyden önce bir ittifak meselesi” diyor. Anlaşılıyor ki siyaset, devrim ve bilim, Barış Yıldırım gibi küçük burjuvaların kafasındaki bulamaca ait renkler. Her şeyi bu bulamaç üzerinden anlamaya çalıştıkça yanılıyorlar, yanıltıyorlar. Barış gibilerin bizi ikna etmeye çalıştığı siyaset tanımının Marksizm-Leninizmde yeri yok.

Lenin, “Biz, Rusya’da sadece işçi sınıfının büyük bir kısmını kendi safımıza çektiğimiz için değil, ayrıca ordunun yarısı iktidarı aldıktan hemen sonra, köylülerin onda dokuzu takip eden birkaç hafta içerisinde bizim safımıza geçtiği için muzaffer olduk. Zafer bizim oldu, çünkü kendi programımız yerine Sosyalist Devrimcilerin tarım programını benimsedik ve yürürlüğe koyduk. Zaferimiz, Sosyalist Devrimcilerin programını yürürlüğe koymamızın bir sonucuydu. Bu nedenle zafer bu kadar kolay oldu”[2] diyor. Ama Lenin, atı arabanın arkasına çekmiyor. Önce vuruyor, aşırılıklarla dolu, kirli mücadeleye giriyor, ayrıştırıyor, örgütlüyor, güçleniyor, sonra o vuruşun şiddeti ve uygulanan güçle, müttefiklerini tayin ediyor. Küçük burjuva ise kendi hayal âlemini gerçekliğin önüne koyuyor. O, bizi başka şeylere ikna etmek için uğraşıyor. Lenin’in aynı konuşmada bahsini ettiği ilkelerle amaçları birbirine karıştırıyor, ilkelere savaş açıyor.

Piyasaya doktoralı cahil olarak girmenin kendisine yol açacağını gören, bu sebeple “Mahir ve suni denge” üzerine tez hazırlama ihtiyacı hisseden Barış, o çorbanın bedelini devrimci harekete ödetmeye çalışıyor. Oradaki teslimiyeti genele teşmil etmek için uğraşıyor. Bu sebeple, Çayan geleneğine ait kavramların içini boşaltıyor, bunu da öncelikle Mahir’i antikomünist sol bağlamına dâhil ederek yapıyor. “Mahiryen” gibi akademik açıdan afili, ama boş ifadelere başvuran Barış, Mahir’i “üstyapı araştırmalarına yönelmiş 1945 sonrası kuşağa yerleştirdiğini” söylüyor. Üstyapı araştırmalarına yönelimin antikomünist bir içerik barındırdığını biliyor, Mahir’i öncelikle antikomünist sol ile tanımlamak, ardından da onu sudan çıkmış balık kılıp öldürmek için uğraşıyor. Görevini ifa ediyor.

Suni dengeyi “en soyutlanmış haliyle, bir güç karşısında bu güçle çatışmaya girmekten uzak durma” olarak tarif eden Barış, onun “O güçle doğal bir çelişki içinde olup çatışmaya kökü ideolojide olan birtakım sebeplerle girmekten kaçınma”nın teorisi olduğunu iddia ediyor. Burada aslında Barış, kendi teslimiyetini, uzlaşmacılığını ve burjuva siyasetiyle/ideolojisiyle barışmasını teorize etmeye çalışıyor. O teslimiyete ve uzlaşmacılığa bilim katından gerekli ruhsatı almak için uğraşıyor. Bunun için de Mahir’i suni denge teorisine indirgiyor, sonra onun bir teori olmadığını ispatlıyor, ardından da “Mahir, bundan ikinci derece bir alıntıyı almış ve bunun üzerine bütün teorisinin odağına yerleştireceği bir kavram oluşturmuş. Bunu çektiğiniz anda, Mahir’in bütün teorisi çöker” diyor. Zaten Barış’ın derdi de Mahir’i çökertmek! Devletin yapamadığını yapmak. Friksiyonist emelleri doğrultusunda Mahir geleneğini tasfiye etmek. Muhayyel “RAF örgütü” için yol açmak. Sonra internetin açık âleminde RAF kuracağını söyleyip, hiçbir şey yapmadan sıvışmak…

Bu tasfiye işlemi dâhilinde Barış, doğalında, “Cephe” kavramını da askeri anlamından soyutlayıp kitleci reformist bir anlamda yorumluyor. Bu da çökertme operasyonunun parçası. Röportajının kimi yerlerinde “askeri olanın teoriyle ilişkisi olamayacağına” dair imada bulunması da bu operasyonun bir gereği. Zira bu yaklaşımıyla teoriyi silâhsızlandırıyor, silâhı teorisizleştiriyor.

Cephe kavramı, o zihninde dönüp duran ittifakla ilgili cümle üzerinden idrak ediliyor. İttifak, az çok eşit güçler arasında oluyor. Barış, Livaneli gibi isimleri, Alman yeşil devletinin ajanı Böll vakfını vs. eşit güç kabul edip müttefik görüyor. Harikalar diyarında dolaşıyor. Çünkü zincirler ağır geliyor.

Düşmanının elinden çorba içen Barış, sürekli o kaşıkları hatırlamak ve hatırlatmak zorunda. O çorbayı içmenin ekmeğini yediğini, uzlaşma ve teslimiyetin oradan kendilerine yol bulduğunu, kendisinin de o yolda yürüdüğünü çok iyi biliyor.

Kapitalizmin İzi

“Dişlerini sıkarak dinlediği” MFÖ’den beter şarkılar bestelemiş olan Barış, sol influencer olma hedefi doğrultusunda, Özkan Uğur’un ölümü üzerine tvit atma gereği duydu. Her fırsatı kullanan Barış, bir ara Arda Güler’in transferine atfen, “18 yaşında neredeydin?” modası başgösterince, bu modayı da ikbali için kullandı. Hemen 18 yaşındayken örgüt üyesi olarak yediği dayağı anlattı, ardından yazdığı, şiir denemeyecek gevezeliklerin reklâmını yaptı. Çünkü Barış da Zülfü abisi gibi, her şey olmak isterken hiçbir şey olamayanlardandı.

Onun belirli mahfillere, mercilere ve makamlara işmar etmesi, selam durması, saygısını bildirmesi gerekiyordu. Aslında kötü bir çevirmen olarak kendisine ekmek verilmesinin sebebinin örgütüne (hele ki o örgüte!) ihanet etmiş olması olduğunu çok iyi biliyordu. Bu ihaneti parlatmak ve yüksek fiyattan satmak zorundaydı. Heinrich Böll gibi emperyalist kurumların çevirilerinin kendisine neden aktığının gayet bilincindeydi. Çocuk piyesi şarkılarına alkış tutulmasının, Foti gibi isimlerle düet yapmasının, çeşitli dergilere davet edilmesinin sebebi de o ihanetti.

Barış, 18’inde kendisine dayak atıldığını sanıyor. Örgütü zihninden ve tarihten silip atıyor. Aslında bir vakitler “ait” olduğu örgüte saldırıldığını, dayağı o örgütün yediğini bilse, onurlu, namuslu ve şerefli bir devrimci olarak, o dayağı sosyal medyada reklâm etmemesi gerektiğini, onu kendi çıkarı için kullanmanın ayıp olduğunu görürdü. Göremez, çünkü onun biliminde, dolayısıyla, siyasetinde ve sanatında hep “kapitalizmin izi” var. O izle tanımlı. O izle yaşıyor. 

Barış, burjuvaziyle ve devletiyle uzlaştı, şimdi ittifak yolları arıyor, ürettiği saçmalıklar için cepheyi, yani “tüketici kitlesini” genişletmek için uğraşıyor. Bunun için efendilerine Mahir’e vuracağına, kavramlarına el uzatacağına dair sözler veriyor.

Barış, sonra Fransa’daki isyanın popülerliğinden istifade etmek ve küçük burjuva gevezeliğini orada da reklâm etmek ihtiyacı duyuyor. Ama tabii ki “direnişle karşılaşmayan kapitalizm” diyerek eteğine yapıştığı Avrupa devletlerini koruma altına alıyor. Burada, Türkiye’de “faşfaşizm” bulurken, oradakini tabii ki “seyreltik faşizm” olarak niteliyor. Zülfü abisi de “sinsi diyelim şuna” diyor. Abi, kendi sinsiliklerini hatırlıyor.

Ama bu isimler, 2020 ile birlikte pandemi koşullarında o kapitalizmin attığı adımlara, aldığı tedbirlere, kitlelere yönelik uyguladıkları baskılara destek verdikleri gerçeğini gizliyorlar. Oradaki faşizmin yanında olan bu tür solcular, bugün o müdahale ve tedbirlerin emekçi halk kitlelerinde yol açtığı yaralar ve yıkım için timsah gözyaşları döküyorlar. Sonra o yaşları sosyal medyalarında pazarlıyorlar.

“Sağcı, faşist, gerici” olarak kodladıkları kitlelerin o kapitalizme karşı geliştirdikleri direnişle mücadele eden bu solcuların aklına iş işten geçtikten sonra “kapitalizm” geldi. Oysa vaktiyle aşının, tedbirlerin, baskıların, yasakların, kapatmaların, bunların yol açtığı toplumsal-ekonomik sonuçların ardındaki kapitalizme tek laf etmediler, ona açıktan destek sundular. Bilim insanlarının satılmış olabileceğini, sermaye adına konuşuyor olabileceğini hiç akıllarına getirmediler, hemen, sermaye adına, “yaşasın bilim” bayrağını çektiler. Çünkü sarayların barışa, kulübelerin savaşa ihtiyacı vardı. O sarayların bahtına Barış, kulübelerinkine Yıldırım düştü!

Bu küçük burjuvalar, siyasetlerinin, bilimlerinin ve felsefelerinin kapitalizmin izini taşıdığını biliyorlar. O izi muhafaza ediyorlar. İlerlemeyi ve yaşamayı o ize bağlıyorlar. Onların antikapitalistlikleri, burjuvaziye yönelik hasetlikle tanımlı. Onlarda baskın olan duygu ise proletaryaya yönelik nefret. Proleterleşme korkusu her şeye kadir. Sınıf dışı, sömürüden ve zulümden azade bir bilimin varlığına dair inançları, onlardaki uzlaşmacılığın ve teslimiyetin bir ifadesi.

Bu tür kişiler, saraylara barış, kulübelere savaştan başka bir şey öneremezler. Ancak o üretim güçlerine dair içi boş ezberleri ile kulübelerin dönüşüp saraylara sorun çıkartmamasını isteyebilirler. Kapitalizmin izini korumak adına, sürekli üretim güçlerinin gelişimine odaklanırlar. Körleşirler, körleştirirler. 

Bugün kavgamız, küçük burjuvazinin kumdan kalelerini tarumar etmeyi de içermek zorundadır. Saraylara taşınacak savaş, kulübelerin tanışacağı barış, bunu emrediyor. 

Eren Balkır
11 Temmuz 2023

Dipnotlar:
[1] Özay Göztepe, “Elimiz Mahir’in Kavramlarına Uzanmalı”, 30 Mart 2022, 1+1. O el, o kavramları silmek, yok etmek için uzanıyor. O el, tasfiye emrini kimden aldıysa ona hizmet ediyor.

[2] V. I. Lenin, “Speech in Defence of the Tactics of the Communist International”, 1 Temmuz 1921, Collected Works Cilt 32 içinde, Progress Publishers Moskova 1973, s. 474-475.

0 Yorum: