29 Mayıs 2013

,

Gufra

Direniyorsan, kavga ediyorsan, Kur’an konuşur, Peygamber yürür içinde, damarlarında. Diz çökenler direnenlere “şeytan” der, tekfir eder, varsın etsin. 

Küfür, “gizlemek, sırlamak” demek, bize esrar, sırlar değil, bir kâse bade, yani şarap değil, abdest alacağımız, bir gufra kan lâzım! 

Gufra: Arapça bir avuçta biriktirilecek su miktarı. Gufran için şart olan bu…

Sonra hatırla, perdeleri yırtıp Kâbe’ye uzanan sokağa dökülen mustazafları. Kâbe kapısında kim neyi koruyordu, sen bugün neyi koruyorsun? Sana neyin bekçiliğini yaptırıyorlar, bir bak. 

Aklın, vicdanın neye mümin, neye teslim. Kıyasla, koruduklarını müşriklerin Peygamber’den koruduklarıyla. Korudukların, bugün Mekke’de bir gökdelenin müştemilatı. Korurken korktuğunu, korktukça koruduklarını senden çalanlara kul olduğunu anla.

Derler ki, “antikapitalistlik İslam’da zaten var, ne gerek bu sıfata”. Hayır, zaten yok. Hiç olmadı. Hindistan’da, Mısır’da, Türkiye’de, orada burada İngilizlerin yazdırdığı bir İslam, bir Kur’an nasıl içerebilir kapitalizm düşmanlığını. Hiçbir ideoloji, “zaten” antikapitalist değil. Antiemperyalist değil. Savaş alanına adım atarsa ancak… O adımda kudret Allah’ındır. Kavga, Allah’ı yoldaş kılmakla anlamlıdır. Eğer Kur’an, eğer Allah, eğer Peygamber’se korunmak istenen, sömürü ve zulme karşı çıkmakla mümkün korumak. Onların varlığı bu kavgada tanımlı. Gerisi, dünya malına boğulmuş üç beş hocanın anlattığı masal.

Fethullah, TV kanalında, zenginliğin erdemlerinden, güzelliklerinden bahsediyor. “Anarşikliğe, başıbozukluğa düşmeyin” diye emir veriyor. Onun bu emri Peygamber’in karşısına çıkanların bir talimatı. O Allah’a değil, devletin eline teslim ettiği “İslam” isimli puta iman ediyor. Emperyalistlerin teknesinde karılmış çamurdan bir put bu. Kanma.

Roboski’den Reyhanlı’ya bir zulümdür yaşanan. Bu zulme sessiz kalmak, aklı, vicdanı Allah’tan kaçırıp putların gölgesine saklamak. Günün yaver gitmesi, üç kuruş kazanman, yarını kurtardığını sanman, hep imansızlıktan; doğanın talihini, hayırlı güçlerini safında zannetmekten. “Muktedire tek laf etmeyeceğim” akdini satarak geçinme şerefsizliği sana artık yeter. Dili kekeç, derisi kara, ruhu yaralı bir Afrikalının günde beş kez yankılanan sesinden de mi utanmıyorsun?

Artık yeter Osmanlı güzellemeleri. Ecdadını kılıçtan geçirmiş sultanlara methiyeler düzmek, artık yeter. Yaşamak için padişah kılıçlarına, altın sikkelere sığınan bir din, olmaz olsun. Çorbamız kaynasın diye inandığımız yalanları ayetlerle örten bir din hakikatin çığlığı değildir. Olsa olsa harem duvarlarına yazılan dedikodu, savaş haritalarına düşülen bir im, tac baştan ayrılmasın diye sarılan bir yular. Seyyid Kutub’un sözüne şerhle, “Osmanlı, İslam’a karşı Batı’nın koruması”. Bakma Avrupa içlerindeki camilere, tekkelere. Bizans’ın dirilişi, Vatikan mollalarının intikamı…

Çorbamıza doğradığımız ekmekte hayvan gibi bir kamyon kasasına yüklenmiş, kazada “telef” olmuş Kürd işçilerin, o kadınların kanı var. Hangi sure örter bu hakikati.

Yanına kırdığımız soğanda zulüm ordularının kırdığı kolun acısı var. Hangi secde unutturur parçalanan yanımızı.

İçtiğimiz suda dozer izleri, AVM’ye sokulmayan işçinin teri. Hangi oruç hatırlatır bize onu.

Oruç, secde, sure bekçiliği, muhafızlığı, bunların arkasındaki hakikat hilafına gerçekleşiyor. Sanıyoruz ki müstekbir, alkolsüz bir gençliği İslam için istiyor. Salih amel üzre hareket ediyor ve bizim iyiliğimizi düşünüyor. Oysa o, hepimizi, tepeden, tek bir beden olarak görüyor, tekbir getiriyor ve o bedeni kapitalistlere, emperyalistlere nasıl uşak edeceğinin hesabını yapıyor. Güce ve şatafata kanan gözlerde iman dolu kalp susuyor. O tekbire aldanıyor ve bir olmak şöyle dursun, paramparça olan bedenleri, aileleri, değerleri, imanı suskunlukla seyrediyor. Selânikli bir paşanın kurduğu bedene ruh üflemek İslamî zannediliyor. Birlenen bedende ilk Ergenekon darbesinde sinen paşaların korkaklığı, Amerikan-İsrail uşaklarının kaypak ruhu var artık. Bu beden ruhlanırken ruhumuz yok edilecek, ruh bedenlenirken bedenimiz satılığa çıkartılacak; AKP bu.

Demek ki ruhun bu bedene, bedenin bu ruha aç. Bu kadar “büyük birlik” nidaları, bu kadar tekbir, daha fazla lime lime olalım diye. İstiklal’de üç kişi görüp saldıran, onları dağıtan kuduz köpekler gibi iktidar. Toplum neye lâyıksa öyle yönetiliyor.

Ülkenin adı da değişti dolayısıyla: Türkiye Büyükşehir Belediyesi, sermayenin yolunu temizliyor. Okçular Tekkesi’ni İstanbul’un fethi yıldönümünde açıyor, ama aslında dert okçuluk değil, okun meydanını, Okmeydanı’nı ranta açmak. Emlâk spekülasyonları ile iktisadî canlılık görüntüsü verilmeye çalışılıyor. İçki yasağı ile avamın sokak arası muhabbetleri ana alkol ve fuhuş yatağına bağlanıyor. Uluslararası tekellere yuva olsun diye kuşların yuvaları yıkılıyor, ağaçlar kesiliyor. Onca İslam, onca Osmanlı edebiyatı göz boyaması, illüzyon.

Allah’tan yana saf tuttuğu için çorbasının kaynadığını zannedenler, tüm bu olan biteni sadece seyrediyorlar. Ne emeğine, ne ekmeğine, ne namusuna sahip çıkabiliyorlar. Ankara’daki namus bekçiliği, bu ülkede neden zinanın meşru ve yasal olduğunu sorgulamıyor meselâ. Faizin, ribanın hayatı yönetmesine tek kelime etmiyor. Necip Fazıl’a atıfla diyorlar ki, “gerçek özgürlük hakka teslimiyettir.” Burada hak sözcüğünün Hakk ile zerre rabıtası yok. Teslim olduklarını, kul ettiklerini söyledikleri “hak”, örtülü ödenekten, dağıtılan cülus bahşişinden kendisine düşen hak. Hâk-i pây-i hümayuna yüz sürmek. Hakk’ı unutup yağma ve sömürüdeki paya kul olmak. Bunlara düşen zillet bu…

Evet, sömürücülerin, zalimlerin çıkarlarını kendi çıkarınla birleyen, sana sözümüz. Önden gidip ganimet avına çıkacaksın, uçkurun çözülecek, dünyanın kahrını çektiğin günleri gene dünyaya ödeteceksin. Fırsat bu fırsat, efendilerin “git” dediği yere gidip, dünyalığını biriktireceksin. Dünyanın Allah’ı yok mu, o kuşların, ağaçların, bombaladığın insanların, şehrin kıyısına ittiğin fukaranın intikamını sen ne zannediyorsun?

Okçular Tekkesi’nde eğitimde nişan için bir taş kullanılırmış. Bugün şehirde o nedenle “Nişantaşı” diye bir semt var. Beyoğlu’nu yağmaya gelen efendilerinden biri, bir inşaat şirketi sahibi, “emlâk değeri bakımından Beyoğlu Nişantaşı’nı geçti” diyor. Sen de zannediyorsun ki ecdadının unutulmuş bir sporu diriliyor. Güçlenen, inşaat rantiyesinin kasaları. Ecdadını tüm bu yağmaya kenar süsü kılmak, haysiyetine dokunmuyor olabilir mi?

Okçular Tekkesi’ni II. Beyazid kurmuş. Fuzuli kaleme aldığı “Beng-ü Bade” isimli mesnevisinde Beyazid ile Şah İsmail’i kıyaslamış. Bengi, yani esrarı bade, yani şarapla savaştırmış. Kazanan, Şah İsmail’in temsili olan bade olmuş. Oysa kazanan beng. Beng sofraları. Kendini bengi zanneden zengin işretleri. Bize ise ne beng, ne bade, abdest için bir avuç kan lâzım. Bu sömürü, bu zulmün anladığı başka bir dil yok!

Sen, ABD ve İsrail’in dostluğunu, müttefikliğini imanın şartı kılabilirsin. Bil ki, orada Allah yok. İktidarın nimetleri aldatmasın seni, mühürlemesin yüreğini, gözlerini. Var zannettiğin, üç beş put. İlk kılıç darbesinde devrilecek şekilsiz, ruhsuz kâfir icadları. Bugünün yarını da var ve yarın senin bugününe karşı anbean kılıcını bilemekte. Duy çeliğin soğuğunu. Dinle Habeşli Bilâl’in çığlığını. Bugünün Bedir Savaşı’nda safını belli et. Ne zafer sarhoşluğu ile tepeyi boşaltan okçu ol ne de Süfyan’ın altın ve ipek yüklü kervanına takılsın gözün. Diz çökersen, ABD’nin, İsrail’in tanrısını Allah bilirsin, ayağa kalkar, küffar ordusuna karşı çıkarsan Allah’ı bulursun; dilinde Kur’an çağlar, damarında Muhammed yürür. Ol cihadı unutma, unutma ki Allah da seni unutmasın.

Eren Balkır
29 Mayıs 2013

27 Mayıs 2013

,

Loca


Özel davetiyeli konferans, Ankara’da bir otel salonunda gerçekleştirildi. Kürd’ün mücadelesi silâhsızlaşınca, geri kalan varlık, liberalizmin öncülüğüne kul edildi. Mason localarının özel insanları, özel davetiyeleriyle, “halkın dertlerini ve öfkesini nasıl etkisizleştiririz?”i tartıştılar.

Düşmanın toplu, kütlesel, genel ve yaygın saldırısı karşısında birileri, benlikleri ve öznellikleri ile var olabilecekleri kişisel kovuklar oluşturabileceklerini zannettiler. Düşmana birey noktasından karşı konulmasını önerenler, düşmana teslim olduklarını verili olarak kabul etmişlerdi aslında.

“Kurtuluş yok tek başına, kurtuluş hep birlikte” sloganı da bu bireyciliğin ve liberalizmin yansıması. Zira slogan, çağırdıkları ile var. Bu söz, yoldan geçenleri önce bireylere bölüyor ve sonra o bireylere sesleniyor. Böldüğü ve seslendiği bireyi, kurtuluşun kendisinden geçtiğine ikna etmeye çalışıyor. İkna gayreti, ister istemez, sözün ve eylemin yoğunluğunu düşürüyor. Tersten, sözün ve eylemin yoğunluğu düştüğü için ikna etmeye ve bireye bakılıyor. Temelde sol, zaten ezilen, halk ve işçi olmak istemeyenleri örgütlemenin adı oluyor.

Kürd’ün birey derekesine indirilmesi de buradan anlaşılmalı. Toplu, kütlesel, genel ve yaygın saldırıda bireyin esamisi okunmuyor. Bireyin ismini öne çıkartmak, altını çizmek ise sola düşüyor. Bu, temel, aslî direnç ve direniş biçimi olarak yüceltiliyor. Oysa farkında değil kimse ama öne çıkartılan, altı çizilen de düşmanın birey tasarımı. Bu klasik fil avcılarının kullandığı yöntem: birileri tuzağa düşmüş fili bir güzel dövüyor, sonra başka renkte kıyafetler içindeki ekip gelip, filleri o tuzaktan kurtarıyor ve besliyor.

Kurtulduklarını ve artık iyi beslendiklerini zannedenler, kimlere hizmet ettiklerini asla görmüyorlar. Yani kimse, bir otobüste yanına biri gelir diye oturma şekline dahi dikkat etmiyor. Sinemada birileri rahatsız olur mu diye düşünmüyor. Kendi bireysel projelerini herkese dayatıyor. Bu bireyci varoluşun "özgürlük" gibi büyülü, tılsımlı bir adı da var üstelik. Faşizm vurdukça, en liberal yerlerimiz kabarıyor. Onun ahlâkını ve hukukunu bireyin ahlâkı ve hukuku ile yenebileceğimizi zannediyoruz. Kürd olmaktan sıkılmış, “tüm çelişkilerin kaynağı benim, ben olmasam bu dertler de olmaz” deyip Kürdlüğünü intihara sürükleyen yeni liberal bireyler kaplıyor ortalığı. “Bu zamana kadar bize yüz çevirdiniz, şimdi siz görürsünüz” diyen bir kin bileyleniyor sosyalistlere karşı Kürd çevrelerinde. Aynı rezil kin, sosyalist çevrelerde hep vardı, daha da keskinleşecek gibi görünüyor bundan sonra. Belki de sosyalistlerin meseleleri için kılını kıpırdatmayacak bir Kürd siyaseti örgütleniyordur, kimbilir.

Bu keşmekeş içinde örgütler, bireysel acıma duygularına hitap ediyorlar. Bireyin önemsenip önemsenmemesi üzerine kuruyorlar teorilerini, ideolojilerini, politikalarını. Toplumdan en fazla söz eden, aslında bireyin altını çiziyor. Sınıf, mazlumlar vs. “toplum” sözcüğü kadar ikna edici gelmiyor artık. Bireyle muhatap olmak, kendi bireyliğimizin muhatap alınmasını amaçlıyor. O bireyliğin de kolektif devrimci mücadelenin konusu olduğu günleri nihayet geride bıraktık, şükür! Yani Kürd, çektiği Bahoz filminde özeleştiri mekanizmasını tiye alıyor mesela. Bireyin ezilmesi düzeyine indirgeniyor tüm sömürü ve zulüm.

Kürd kadar kadın da işçi de birey derekesinde ele alınıyor. Bireyi imleyen birer metafordan öte bir anlamları yok bunların. O nedenle özel davetiyeli localara doluşmayı maharet sayıyoruz. Bu localarda adam yerine konulmak, iş zannediliyor. Biri bildiride “inanç” kelimesine, diğeri “halk önderi” kelimesine hapsolmayı, o kelimeyle vücut bulmayı yeterli sayıyor. Bireylerarası muhataplık düzeyinde kelimeler, altın değerinde oluyorlar.

Her para, altın karşılığında değer kazanıyor. Para gibi olmak isteyen bireylerin altın rezervi, kelimelerden oluşuyor. Düşmanın kelimeleri… Kelime olup cümle içinde kullanıldığında, uyduruk bir anayasa metninde geçtiğinde, her şey hallolmuş oluyor. Tüm bunlar, yenilmişliğimizin birer sonucu aslında. O kelimeler, neden yenildiğimize ve nasıl kazanacağımıza dair sözden ve eylemden kaçırılıyor artık.

Düşmanı belli açıdan geri adım attırmaya çalışmak mümkün. Bu ise devrimci mücadelenin kolektifleşmesi, kütleselleşmesi ve kökleşmesi bağlamında anlamlı. Kendi öznelliğimizin altını çizmek için değil. Bu öznelliğin altını çizmek, bireyin birer metaforu olarak Kürdlüğün, İslamlığın, solculuğun, liberalliğin ya da Alevîliğin korunması için yapılmış bir hamle. Bunların tek tek, kendi bütünlükleri içinde korunması noktasında herkes zorunlu olarak liberal oluyor. Liberalizm, bunlar arasındaki etkileşim kanallarını tıkıyor. Mısır’ın ve İsrail’in Gazze tünellerini kesmesi misali… Bu koruyucu politika, belirli bir muhafazakârlığın tecessümü oluyor aslında. Bunlar, bu ülkenin değerlerini, varlık nedenlerini, payandalarını, çıkarlarını korumayı iş edinenleri daha iyi anlıyor. Yani “düşmanla mücadele etme ki ona benzemeyesin” diyenler, daha fazla düşmana benziyorlar. Bu sözü sarf edenler, düşmana değmeyecek, özel yasalar, özel mekânlar ve özel bir hayat tasavvuru satmayı seviyorlar. “Özerklik” diye diye en fazla bireye sesleniyorlar. Sömürünün ve zulmün kalelerini yıkıp geçecek o halkın coşkun akan selinden korktukları için bu tür tasfiyeci adımlara meylediyorlar. Korktukları ve milleti korkuttukları o düşman konuşuyor onların dilinde.

Kürd silâhı bırakınca, ortalığı böylesi bir liberalizm sarıyor. Zaten liberal olanlarla liberal olmayı tek kurtuluş görenler, otel köşelerinde kulis yapma imkânına kavuşuyorlar. AKP’nin liberal dayanağı, Kürd siyaseti üzerinden apartılmaya çalışılıyor. Bu dayanağın sınıfsal olandan azade, bireysel tercihlerden ari bir yanı yok. Yani liberaller, kurt misali, puslu havayı seviyorlar ve sınıfsal varoluşları gereği, nereye gideceklerini içgüdüsel olarak iyi biliyorlar. Nereye gidiyorlarsa, oraya saldırmak gerekiyor.

Kulisin başında, Apo’ya da özel selâmı iletilen ve yıllardır liberalizmin şampiyonluğunu yapmış olan bir “Yahudi” duruyor. Gelen geçenden davetiye topluyor. Locaya giriş izni, ondan alınıyor yani. O lütfediyor bu âleme giriş iznimizi. Para onda çünkü. Kürd’e, Rum’a ve Ermeni’ye karşı bir iradeyle bu ülkeyi kendi çıkarları uyarınca kuran “Yahudi” ile yoldaşlaşmak kalıyor. Onun ağzından dökülecek bir kelime olabilmek için verilmiş oluyor onca şehid. O "Yahudi"nin gerçek Musevi ile ilişkisi bulunmuyor ayrıca.

Bu tip localarda olup biten, düşman nezdinde değersiz oysa. Altın rezervi, yani kelimelerin tüm bağlamı onun kudretinde. Bu kudrete karşı liberalizm, “ona karşı mücadele etmeyin, yoksa ona benzersiniz” diye korku salıyor. Bu sözün düşmanın sözü olduğu açık değil mi? Mücadeleyi öldürmeyi kim ister başka? Kim eylemci, devrimci, militan kelimelerini tarihin çöplüğüne atıp bireyselliği işaretleyen “aktivist” olmayı tercih edebilir? Aktivist, bireysel tercihe, vicdanî bir yönelime, aklî bir meraka denk düşüyorken, diğerleri tarihin tüm kirini yüklenmeyi göze almayı, yoldaşlaşmayı, başkalarına göre kendini yıkıp kurmayı anlatıyor. Kürd’ün silâhı düştü diye tüm silâhlarımız elimizden alınmak isteniyor, farkında olmadığımız bu.

Farkında olmadığımız, eylemci, devrimci ve militan olarak düşmana göre ve ona karşı mücadele etmenin bile elimizden çalındığı. Aktivist kılınarak, taçlandırılarak bize en fazla uzlaşma öneriliyor. Her şeyde uzlaşma, önerdikleri bu. Zamanında Norveçli “bilim insanları”nın insan beyninde komünistliğe neden olan bir yer bulmaları gibi, bunlar da bizi karşıt kılan, mücadeleye sevk eden yerleri temizlemeye kararlı. Birinin söz konusu locada çıkıp cinsel, “interracial” fantezilerini konuşturmasının nedeni de burada: “Güney Afrika ziyaretimde gördüm ki hâlâ orada siyah ten beyaz tene değmiyor.” Kendi teni, kendi hazzı için aktivist olduğu açık değil mi bu zatın?

Gencay Gürsoy ise “Hükümet, dağdan ovaya inilip siyaset yapılmasını önermişti. Fakat mitingler, eylemler, hatta basın açıklamaları bile çok abartılarak polis şiddetiyle önlenmeye çalışıldı. Bu, gelecekte güçlük yaşayacağımıza dair işarettir” diyor. Loca faaliyetinin çıkışsız ve anlamsız olduğu bu ifadelerde de karşılığını buluyor. Demek ki loca faaliyeti, düşmana göre ve ona karşı değil, sol siyaset içine dönük bir hamle olarak gerçekleşiyor. Hâlâ CHP’den medet ya da minnet umulması da bunun göstergesi.

Onca edebiyattan sonra siyasete atılan Sırrı Süreyya’nın Apo ile ilişkisi de bu bireylik düzeyinde gerçekleşiyor. İlişki, ikbal ilişkisine dönüştüğünden, o, mevcut bireysel muhabbetin sınırlarını aşamıyor. Ona altı boş bir “Apoculuk” kalıyor bu locada. Locanın sonuçlarını “Apo’ya iletelim” önerisi, onun hanesine yazılıyor. Apo, Sırrı’ya “sen Türk ve Sünnisin, oraya baksana” diyor, o ise Ankara’nın özel mekânlarından hiç çıkamadığı için bu talimatı da anlamıyor. HDP başkanlığına indirgenmiş bir ikbal, ona yeterliymiş gibi görünüyor.

Che’nin Jose Marti’den miras sözüne atfen: “yüzünü bile görmediğin insanlar için ölebilen” Kürd’ün karşısında, bugün “başkasının yüzüne bile bakamayanlar” duruyor. Yüz, yüzümüz, öfke ve dert haritası… Bu haritayı yırtıp atanların yüzsüzlüğü siyaset, siyaseti yüzsüzlük zannetmeleri kaçınılmaz görünüyor. “Kapansın el kapıları, yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim” sözünün özel değil, genel bir çığlık olması gerekiyor. Özel davetiyeli mason localarının söz konusu daveti anlaması mümkün değil.

Eren Balkır
27 Mayıs 2013

19 Mayıs 2013

,

Albert Camus ve Liberal Açmaz

Albert Camus, muhtemelen yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından birisidir. Camus’nün o kısa hayatı, tüm yönleriyle tarihe kaydedilmiş durumdadır. Farklı isimlerle yaptığı sohbetler, bugün üniversitelerin edebiyat sınıflarının ana besin kaynağıdır. Onun romanları ve makaleleri, hayatın basit anlamda bir hiç olduğu bir dünyada yaşamakla ilgili temel sorular sorarlar. Tıpkı kendisiyle sık sık kıyaslanıp karşı karşıya getirilen Jean Paul Sartre gibi o da kolay cevaplar peşinde koşmayan her insanın bam teline anlamsız vuruşlar gerçekleştiren bir dünyada bir anlam arayıp durmuştur. Bu iki insan, kendi anlamımızı temin etmenin yegâne yolunun gene kendimize bağlı olduğu sonucuna ulaşmıştır.

Öte yandan Camus’nün Fransız sömürgecilerin alt edilmesine muhtaç olan bir anlam yaratma yönünde Cezayirlilerin taşıdığı arzuyu anlama konusunda neden güçlük çektiği, hep merak edilen bir husustur. Camus’nün insan özgürlüğü ile ilgili anlayışı, belki de insanlığın sömürgecilik koşullarında özgürlüğe dönük inkârı tanıma konusunda eksik kaldığı en önemli nitelik gibidir. Bu sığ görüş, Camus’yü arzulanan sonuç dışında, Rube Goldberg’in keşiflerini hatırlatacak biçimde, mevcut durumları meşrulaştırmaya götürür. Başka bir deyişle Camus, Goldberg’in keşiflerine ait nihai bulgulara dokunmaksızın, bir dizi sıçrama ve dönüşlerle yüklü bir izahat getirmekle yetinir.

Dolayısıyla, Camus’nün son dönem İngilizcede yayımlanan Cezayir Kronikleri isimli eserinden benim bulmayı umduğum şey, tam da böylesi izahattı. Okumadan önce kitabın geçmişte görülmeyen, Camus’nün konuyla ilgili konumuna dair belirli bir açıklık getireceği yönünde bir beklenti içindeydim. Ancak ne yazık ki bu noktada hayal kırıklığına uğradığımı belirtmem gerek. Camus, Fransa’nın Cezayir işgaline yönelik kendi konumunu (daha doğru bir ifadeyle, konum eksikliğini) daha da ileri götürüyor. Oysa bu konum, söz konusu çalışmada, önceki izahatlarına kıyasla, daha beceriksiz bir biçimde ifade edilmiştir.

Bu kitap, Camus’nün Fransız gazeteleri için yazdığı makale ve denemeleri içeriyor. Ayrıca çalışmada sömürgeleştirilmiş Cezayir halkının durumu üzerine kapsamlı raporlara yer veriliyor. Bu yazılar, Cezayirlilerin içinde bulundukları berbat durumu tarif ediyorlar, ancak mevcut durumun ana nedenlerini kesinlikle açıklamıyorlar. Sömürgecilerin inkârına ve suiistimaline dair örnekler aktardıktan sonra Camus, gene de söz konusu yanlışların sebeplerine işaret etmeyi beceremiyor. Dolayısıyla, onun bu örneklerin sömürgeciliğin hatalarından ziyade, aslında tam da sömürgeciliğin nasıl işlediğini gösteren unsurlar olduğunu anlamaması, gerçekten tuhaf bir durum. Sömürgeleştirilmiş insanı ve sömürgeciyi birlikte etkileyen dinamikte temel kimi psikolojik payandalar mevcut.

Sömürgeciliği ve emperyalizmi incelerken, tarihin bugün kadar önemli olduğunu kabul etmeyen liberal açmazı izah ettiğimizde görülecektir ki Camus, yazılarında ifade edildiği biçimiyle, Cezayir kurtuluş mücadelesi yıllarında Fransa ve Cezayir’in neden çatıştıklarını asla anlamıyor. Camus’nün kendisini yerleştirdiği tarihsel boşlukta o, Fransız sömürgeciliğinin ve zulmünün değişmez bir gerçeklik olarak kabul etme noktasına ulaşıyor. Dahası Camus, Fransız sömürgecilerin belirlediği şartlara uymadıkça, Cezayirlilerin geleceklerine ilişkin tek laf edemeyeceklerine ilişkin fikre pek itiraz etmiyor görünüyor.

Her zaman olduğu gibi Camus’nün yazıları parıltılı ifadelerle yüklü. Bu görece kısa makaleleri okumak, onun duygu yaratma ve argümanını ikna edici kılma becerisini ispatlar nitelikte. Camus, kendi döneminde pek fark edilmeyen ve Cezayir’deki Fransız sömürgeciliği ile ilgili olan bu yazılarda bir biçimde sömürgeciliğin sonunu da tarihe kaydediyor. Camus’nün yerleşimci sömürgeciliği sıklıkla tarif eden canilik ve hırsızlığı kabul etmeyen ya da edemeyenlerin düşüncesinin öldüğüne ilişkin bizzat kendisinin tuttuğu kişisel yas, şiddetsiz ve trajedisiz bir biçimde sona ermiş gibi görünüyor.

Modern tarihte Cezayir’de yaşananlara paralel bolca örnek bulmak mümkün. Böylesi bir örnek, günümüzde pekâlâ Filistin’de bulunabilir. Filistinliler, kendi ülkelerinde sömürgeleştirilmişlerdir ve kendi vatanlarını özgürleştirme mücadeleleri, mücadelelerin bastırılmasına dönük gayretlerde olduğu gibi, hep şiddet temelli olmuştur. Washington ve Tel Aviv’de meseleye dönük sunulan çözümler, zamanında Paris’te Cezayir meselesine yönelik sunulan çözümlere benziyor. Filistinlilerin kendi mücadelelerinin niteliğini belirleme hakkına sahip olduğuna ilişkin görüş, bugünlerde emperyalist ülkelerin başkentlerinde hâlâ pek popüler bir görüş değil. Zamanında Cezayirlilerin de (ve Vietnamlılar ya da kendi kurtuluşları için mücadele için diğer halkların da) kendi mücadelelerinin niteliğini belirleme hakkına sahip olmadığı söylenmişti.

Ron Jacobs
17 Mayıs 2013
Kaynak

16 Mayıs 2013

,

Netame


Karşı-devrimin nefesi her devrimin ensesindedir. Bugün Müslüman Arap coğrafyasının kıyamı bu nefesi solumaktadır. Karşı-devrim, Körfez sermayesi ile Batı emperyalizminin ittifakı üzerinden örgütlü bir ilerleyiş içindedir. Suriye’deki iç savaş, bu ilerleyişle tanımlıdır.

Soğuk Savaş süresince biriken kirin pasın temizlenmesinden başka bir şeyi ifade etmeyen söz konusu süreç, bölgenin devrimci imkânlarını açığa çıkarttığı gibi, onların başını kesecek kılıçları da keskinleştirmektedir. Önce Baas sonra Humeynici hattı kesmek için örgütlenmiş Sünni dinamikler, bugün bu kılıçları tutmaktadır. Kılıcın diğer tarafı da keskindir.

Dolayısıyla, Sünni-Şii ayrışmasında taraf olmak yerine kılıcın iki tarafının kestiği yerlere odaklanmak gerekir. Söz konusu ayrışma, sınıfsal-politik ve devrimci-politik bir hatla dikine kesilmelidir. Bu noktada küçük burjuva “sınıf” ve “devrim” kurgularından uzak durulmalı, bunların cazibesine teslim olunmamalı, sınıfsal ve devrimci olan noktalar eylemli olarak işaretlenmelidir.

Sol, kendisini bir düşmana göre kurarken, daha fazla mikro alana ve olana odaklanmakta, dolayısıyla, ya bireyin başka bir tezahürü olan sınıfa ya da devlete bakmaktadır. Bireyler arası meseleler edebî bir pratik olarak sınıflar arası ve devletler arası ilişkilere yansıtılmaktadır. Sol, sınıf, millet ve din üzerinden politize olan kitlelerin dağıldığı mecra olduğundan, ya birey noktasında sınıfı ve devleti ele almakta ya da bireyi iri bir cüsseye sahip sınıf ve devletten kaçırmaktadır.

Genel, bölgesel analizlerin “komplo” teorisi bağlamında ele alınıp çöpe atılması bu sebepledir. Bireye seslenilmekte, ona “sadece kendine iman et” denilmektedir. İman güvenmektir, dolayısıyla, ister istemez bu çağrı, bireyi burjuva siyasetine ve ideolojisine kul etmektedir. İmanı yok etmek, özneleri kendiliğinden mevcut iktidar ilişkilerine kul edecektir.

Reyhanlı’daki patlamaların elbette ki bölgesel güç ilişkileri ve dengeleri ile bir rabıtası mevcuttur. Bireye bu ilişkilerden ve dengelerden uzak durmayı telkin etmek, bireyi ve onun üzerine kurulu siyaseti bir süreliğine rahatlatabilir ama mevcut bir olaya karşı kitlesel bir tepkinin örgütlenmesini sekteye uğratır.

Politika, kitlelerle yapılır. Oysa sol, sanki salt bireyi politize etmeye kilitlenmiş görünmekte, dolayısıyla, birey dışı her şeyi hakikat dışı, sahte olarak kodlamaktadır. Tek hakikat bireydir ona göre. Her seferinde birey, daha masum, akmaz kokmaz bir yere saklanmaktadır.

Akademi ile istihbarat örgütleri arasındaki açı artık çok dardır. Reyhanlı tipi gelişmelerde akademi ya da istihbarat örgütleri merkezli analizler ve politik yaklaşımlar iç içe geçmektedir. Bölgeyle akademik düzeyde ilgilenenler, istihbarat ajanlarının yanı başındadırlar. Dolayısıyla, bu iki alanın söylediklerine göre harekete geçmek mümkün değildir. Bu iki alanı dağıtacak belirli bir aklî pratiğe ihtiyaç vardır.

Kimi kesimlerde İran ve Suriye devleti Türk devletinin mecazî ikamesi, eğretilemesi gibidir. Bu iki devlete dönük sahiplenme, bölgesel bir politika bağlamında değil, tam da mevcut Türk devletini muhafaza ve müdafaa etmek amacıyla gerçekleşmektedir.

Suriye’deki iç savaş, Esad’ın kontrolü altında ve onun lehine bir seyir içinde ilerlemektedir. Bölgedeki İslamî örgütlerin devrim ve iktidar gibi bir perspektifi yoktur, sadece yolu temizlemek için devrededirler. Tam da bu nedenle devrim ve iktidar dışıdırlar. Seyir içinde devrim ve iktidara meyyal çıkışlar törpülenecektir. Söz konusu hareketliliğin Antakya gibi bir üsse yansıması kaçınılmazdır. Sınırın iptal olduğu gerçeklikte, şehirde seksen öncesi bir süre hâkim olan örgütün şefi öte tarafta kalmış, patlamaların birincil azmettiricisi ve günah keçisi ilân edilmiştir. Yaklaşık bir yıldır AKP basını tarafından hedef gösterilen Mihraç Ural, yaptığı açıklamada dinî kalkışmaya karşı millî-etnik değerleri muhafaza ettiğini söylemektedir. Ancak öte yandan, AKP akıncısı olarak bölgeye dönük ajan faaliyeti içinde olan Hakan Albayrak da yaşanan patlamalar sonrası Mihraç Ural’dakine benzer bir insansevicilik üzerinden, gariban mültecilerin katledildiğini iddia etmektedir. Aynı kanaldan, DSİP’liler ise mültecileri korumak üzerinden, insancıl ve dayanışmacı bir tavır geliştirmektedirler. Mülteciler bu olayda AKP kalkanıdır artık. Kalkana saldırana değil, onu kalkan yapana kızmak gerekir.

Bu gerçeklikte, sosyalist hareket açısından eksik olan, Müslüman ve Arap yoldaşlar bulacağı bir bölgesel enternasyonal çıkıştır. Salt AKP husumeti ve iç siyaset malzemesi kılmak üzerinden ilişkilenilen Ortadoğu, kimseye bir şey öğretmemektedir. Deniz’lerin parkasındaki kan kurumuş, parka mezatta ucuza satılmıştır.

Bölgesel enternasyonal vurgusu, sömürüye ve zulme karşı olan politik öznelerin bölgesel kolektivizasyonunu ifade eder. Bu ortamda politik özne, en fazla saf teorik planda, kendisinin olmadığı ve hiç olmayacağı bir gerçekliği gene saf manada mülk edinmek için uğraşmaktadır. Ortadoğu uzmanlarına değil, Ahmet Kaya’nın şarkısına atıfla, “acemi işçiler”e ihtiyaç vardır. “Onurlu bir kavganın neferi” olmak, bu noktada emperyalizmi sınıfsız, kapitalizmi devletsiz görenlere karşı olmayı gerektirir. Kendi meselesinin ustası veya uzmanı olanlar, kendi öznelliği de dâhil, her eylemliliği temizleyip hareketsiz olanı görmeye çalışmaktadırlar. Politik teori, öznenin eylemliliği kadardır. Devrim, tam da eksik olduğu bilinciyle eyleme geçene muhtaçtır.

Dolayısıyla, kimseye akıl vermeye kalkışmaksızın, Reyhanlı bahsinde, AKP’ye ve batıya bağlı güç odaklarının dağıtılması yönünde halk kışkırtılmalı, bölgedeki Sünni Araplar örgütlenmeli, onlara kendilerinin iradesine tabi olmayan düşman, tüm netliği ile gösterilmelidir. Reyhanlı-Roboski hattında insansevicilik kuyusuna düşülmemeli, her iki olayın ortaklığı vurgulanmalı, halkların hilafına çizilen sınırların zalimlerin/sömürenlerin ortak hattı olduğu gösterilmeli, Suriye’nin mazlum halkına omuz verilmelidir.

Alevîlik bahsinde ise, genel Alevî nüfus Kemalist, batıcı, laik prangalarından memnundur, dolayısıyla, Antakya’daki bir katliam, geçmişteki Dersim katliamı gibi milliyet merkezli bir ayrışmaya tabi tutulacaktır. Milliyet merkezli yaklaşım, AKP’nin “büyük Türkiye” masalına yönelik herhangi bir sahici itiraz gerçekleştiremez. Yani Türk olmaya inandırılmış ve buna ikna edilmiş Alevîlerin Arap ve Kürd’e çekilen kılıca tepki vermeleri beklenmemelidir.

Bugün solun eylemselliği belirli bir taktik-strateji düzlemi değil, basit bir acındırma pratiği üzerine kuruludur. “Polisten dayak yiyelim, bize acısınlar” derken, işaret ettiği kesimleri gören ve orayı kesen bir eylem hattına yönelinmemektedir. Yani sol, orada burada üstü başı kan içindeki yoldaşlarını göstererek politika yaptığını zannetmemelidir. Salt acıma üzerinden oluşmuş bir politizasyonun kalibresi her zaman düşüktür.

Sol, özne olmakla özel olmayı artık iyice birbirine karıştırmıştır. Özel olmak, tüketici kültürünün halesine kapılmaktır. Sol, kabul edilme derdiyle hareket ettiğinden, verili olarak kendisini kabul edecek olanın gücünü ve hukukunu önsel olarak onaylamaktadır. Dolayısıyla, kabul ettireceği varlığına ait tüm çapaklarından, sivri yönlerinden ve arızalarından kurtulması gerekmektedir. Örneğin artık Çingene sözcüğü dilden silinmekte, Romanlar saygı görmekte ama olumlu ya da olumsuz anlamda Çingenelik yeryüzünden temizlenmektedir. Aynı durum, Ermeniler için de söz konusudur. Özelleşmenin özneleşmenin yerini almasıyla tüm politik ya da politikleşme ihtimali olan konular, bağlamdan ve her türlü karşılıklı ilişkiden kopartılmaktadır. Örneğin artık sınıfın başka sınıfsal katmanları örgütlemesi mümkün değildir. Sol, bu noktada ruh âleminden kıyafete kadar özel olanın vitrini hâline gelmekte, sürekli saygı talep etmekte, doğrudan mevcut hukuka bağlanmaktadır. Böylesi bir zeminde egemenlere karşı saygısızlık yapmak bile mümkün olmayacaktır.

Ortalık, spesifik bir konunun özel uzmanları ile dolup taşmaktadır. Spesifik konu, kendisini özel hisseden tüketim bireyinin aynasıdır. Reyhanlı gibi olaylar da bu özel oluşları ile değerlendirilip gerekli saygıyı bir süre gördükten sonra rafa kaldırılacaktır. Onun bağlamı ve ilişki ağı kesilip atılacaktır. Her şey, bireylerin özel öznelikleri içindir. Bu kadar özel oluş takıntısından üretim, inşa ya da kurma pratiği çıkmaz.

Sol açısından bu özel oluş merakı üzerinden, millet ve sınıf ayağında tüm politik faaliyet sokaktan çekilmiş, halktan kopartılmış durumdadır. Sınıfı görmeyen bir millet ve din, milleti görmeyen bir sınıf ve din, dini görmeyen bir sınıf ve millet egemenlerin oyuncağıdır artık, zira buradaki öznelik, egemenlerin tasavvurları üzerinden inşa edilmektedir. Sol, tuzu kuru orta sınıf kentli nüfusa kendisini kapatmıştır ve bu kapatılmayı bizzat kendisi istemiştir. Devrim, fazla despotik olduğu için istenilen bir şey değildir aslında. Millî ve dinî olanı görmeyen devrimcilik ise kendine kapalı bir teorik lafazanlık üretmektedir.

Orta sınıf kentli nüfusun dinî ve millî olanın politikleşmesini görmesi mümkün değildir. Sol en fazla, sınıfı ve milleti görmeyen, saf, havada asılı bir din’ciliğe karşı çıkabilmektedir. Karşı çıktığı, kendi sol’culuğu da olmalıdır.

Bugün Reyhanlı özelinde bir “İslamcılık” eleştirisi geliştirmek hatalıdır. AKP İslamcı değil, neoliberalizmin uşağı olan bir partidir. Bu uşaklık, Müslüman kesimde itiraza mahal veriyorsa, politik olarak oraya odaklanmak şarttır. Esad düşmanlığı ve yandaşlığının göremeyeceği, işte bu politik odaklardır.

Suriye meselesi, netameli bir hâl almıştır. Kıyam çürümüş, kokusu sınır dışına taşmıştır. Artık baskın olan, devrim hattının silinmesidir. Kimi İslamcılardaki Kemalizm eleştirisi, esasında onun dönemsel olarak arızî bir nitelik arz eden ve özellikle Sovyetler’in varlığına bağlı olarak şekillenen sol fazlalıklarına yöneliktir. Yani bu Müslümanlar, Kemalizmle değil, sol-sosyalist olanla dövüşmektedirler. Geri kalanla alıp veremedikleri bir şeyleri yoktur. Benzer bir eğilim, Baas ve Humeyni bahsinde de geçerlidir. Bu açıdan mesele, Baas ya da Humeyni’yi değil, bunların bir ara kesiştikleri devrim hattını savunmak ve ilerletmektir.

Mazlum-Der’in Reyhanlı ile ilgili raporu, diğer kimi raporlarında olduğu gibi, vicdanî açıdan AKP’nin tozunu almayı amaçlamaktadır. Metinde, bölgede birilerinin başkalarını ötekileştirip etiketlemesi eleştirilmekte ama Suriyelilere saldıranlar da bizzat bu metnin yazarlarınca “faşist” olarak damgalanmaktadır.

Esasen rapor, AKP lehine olacak şekilde, medya sansürü ile yumuşatılmaya çalışılan mevcut gerilimi örtmek derdiyle kaleme alınmıştır. Metinde kayıplarla ilgili resmî rakamlara yaslanılması bunun bir göstergesidir. Temelde dernek üyeleri, Suriyelilerin durumlarını gözlemek için bölgeye gitmiş gibidirler. Katliamda ölenler ve yakınlarıyla ilgili tek bir cümleye yer verilmemektedir.

Raporda devletin eksikliğinden dem vurulması manidardır. “AKP’nin açıp gösterdikleri yerine kapattıklarına bakmak gerek” tespiti üzerinden düşündüğümüzde, rapor bir biçimiyle katliamı gerçekleştirenlerin pratiğine bilerek ya da bilmeyerek bağlanmaktadır. Zira geçmişte de bizdekinin özel durumunu dışarıda tutarsak, tüm insan hakları derneklerinin akademiyle ve istihbarat örgütleriyle içli dışlı olduğu bilinen bir gerçektir. AKP, muhtemelen Suriyeli mültecileri Suriye’ye dönük müdahale için bir kılıf olarak kullanacaktır. Zaten bu kamplar mevcut üslerin kamuflajından ibarettir.

Türkiye’nin geçmişte şerh düştüğü, imza atmadığı bir anlaşma gereğince Suriye’deki mültecilerin uluslararası planda mülteci niteliği bile bulunmamaktadır. Ekonomik basıncı yanında, bu kamplar salt askerî değil, ideolojik ve propagandatif nitelikleriyle devlet tarafından kullanılacak gibi görünmektedir. Reyhanlı bu kampların bahane edilmesi için gerçekleştirilmiş gibidir. Mazlum-Der raporundaki tespitle, devletin polis, hastane gibi noktalardan elini çekmesi, bu nedenle hayra alamet değildir. Raporun bizatihi kendisi ile örneklendiği biçimiyle, kamplar uluslararası planda bir malzeme ve bahane olarak ideolojik planda yeniden örgütlenecektir.

Eren Balkır
15 Mayıs 2013

10 Mayıs 2013

,

Teorik Tahkimat

Liberal ve/veya muhafazakâr hâkimiyet altındaki düşman sahasına girmek için sağlam kılıçlara ihtiyaç vardır. Teorik mücadele alanında düşman sahasına girmek, yani liberallere ve/veya muhafazakârlara laf anlatmaya çalışmak, sonuçta eldeki bulguru küflendirebilmektedir. Kılıç ise ancak geçmişte dövülen çelikle güçlüdür.

Seksenlerde ve doksanlarda ortaya konulan ve düşman sahasına girme yönündeki tüm faaliyetler, düşman sahasında esir olmayla ya da o sahaya uyum sağlamayla sonuçlanmıştır. Söz konusu pratiklerin somut kazanımları olmamıştır. 

Bu dönemde laf anlatılan, lafın benzetildiği “yeni sol” ve “yeni sağ”ın ortak ana rahminin Soğuk Savaş olduğu görülememiştir. Neticede Soğuk Savaş’ın tüm kültürel, ideolojik ve teorik havası, sosyalist hareketin içine sızmıştır.

Düşman sahasına girildiği vakit ilk esneyen kılıçlar, ardından belkemikleri olmuştur. Zaman içinde burnundan kıl aldırmayanlar, en pespaye teorilerin acenteliğini üstlenir hâle gelmişlerdir.

İlgili dönemde batının tüm pisliği, ülkedeki esaslı iki dinamik olan TKP ve Dev-Yol kanalıyla ülkeye akmıştır. Bu iki dinamiğin dışındakilerse en fazla onlar gibi olamamışlığın çırpınışı içindedirler ve tüm pratikleri onlar gibi olmak üzerinedir. Kimse, bu teorik hâkimiyet meselesinden vazgeçmemiş, bu iki politik çizginin teorik, ideolojik, politik rüzgârına saçlarını kaptırmıştır.

* * *

Sol, esasında tam da bu kadar az olmak istediği için azdır. Eldeki malzemenin piyasa değeri açısından alıcısının seçkin ve kıymetli olmasını isteyen, gene odur. Sonuçta tahkimat, bu seçkinliğe ve kıymete göre yapılmıştır. Yani her örgüt, esas olarak teorisini ulaşmak istediği kadro tipolojisine göre eğip bükmüştür. Tersten, ideal kadro için teori, iyice rafine edilmiştir.

Marksizm açısındansa; mesele, onu devrimlerin istibdadından ve tasallutundan kurtarmaya kilitlenmiştir. Marksizmi ya da sosyalizmi kurtardığını söyleyenler, düşman sahasına girdiklerini iddia edenlerdir. Oradan edindikleriyle verili Marksizme ve sosyalizme bir biçimde savaş açmışlardır.

Batıdaki gibi özgün bir anarşizmin bu topraklarda kökleşmemesinin nedeni de buradadır. Liberalizmden alınan silâhlar, Marksizme ve sosyalizme anarşizm adı altında çevrilmişlerdir. Engels’in yıllar öncesinden yaptığı, “döne dolaşa anarşizmle hesaplaşmak gerekir” uyarısının anlamı buradadır.

Belirli bir yerden bakıldığında, geçmiş devrimlerin istibdadından ve tasallutundan kurtulma istemi, muradı, kadrolara ve kitlelere geleceğin devrimi için gerekliymiş gibi aksettirilmiştir. Oysa tam tersi geçerlidir: geçmiş devrimlerin “kul”u ve “emir eri” olmaksızın geleceğin devrimine uzanmak mümkün değildir. Tarihteki tüm devrimlerin devrim olmak üzerinden ortak bir “kader”i paylaştığı açıktır. İfrat veya tefritle bu kaderden kaçmak, anarşizmin teorik ve pratik âlemine sığınmakla sonuçlanmaktadır. Anarşizm, hep, devrimlerin zafere yürüyen değil, yenilgiye düşen tarafında var olur.

* * *

Devrimlerin tarihten silinmesi talebi, ister istemez kadroları yan, tali yollara sevk etmiştir. Sonuçta belirli devrimlerin gölgesinde yürüyen akademik tartışmaların meselenin özünü ve aslını teşkil ettiği söylenmeye başlanmıştır. Dolayısıyla, kurtuluşumuz Mao değil, Althusser okumaktan geçecektir.

Aslında Althusser, FKP içerisinde Çin Devrimi’nin, özelde Kültür Devrimi’nin yarattığı dalgayı dindirme operasyonunun adıdır. Benzer bir tespit, Lukacs ve Gramsci için de yapılabilir. Bu iki isimde ise Komintern, başat role sahiptir.

Bugün de kadroların Marx-Engels’ten başlayıp devrimler tarihi içinde pişen kadrolar ve dinamikler yerine, bu tip isimleri okuması ve allame-i cihan kesilmesi, teslimiyet bayrağını çektiğimizin bir göstergesidir. Devrimlerle salt başarıcı bir yerden ilişki kuran, ilk kazada hemen daha güvenli düşünsel kovuklar arayan öznelerin devrimden kaçtıkları açıktır.

Zira sağlam kılıç ve belkemiği olmaksızın hareket etmek mümkün değildir. Tabii ki düşman arazisine girmek zorunludur, neticede bu, savaşın, mücadelenin emridir, ama bu işlem, sırf devrimin sorumluluklarından kaçmak ve düşmana sığınmak için gerçekleştirilemez.

* * *

Bugün sol bir özne, devrimlerin kadrolarını ve dinamiklerini okumak yerine, onlar üzerine, bir tez ve makale konusu olarak, akademik çalışmalar ifa etmiş isimleri okuyorsa, nasıl bir kadro ve nasıl bir dinamik öngördüğünü de dolayısıyla itiraf etmektedir. Bu kadro ve dinamik tasavvurunun kılıç tutacak ne eli ne niyeti vardır. Söz konusu tasavvur, akademi içi kadrolaşmaya ve oranın dinamiklerine teslim olmaya kilitlidir.

Düşman sahasına girme konusunda, buna karşı konulan direnci pazarlayanlar da çıkacaktır. Yani saf Marksizmi ya da sosyalizmi kendi özel kasasında tuttuğunu söyleyenler, elini sıcak sudan soğuk suya sokmak istemeyenleri doğalında örgütleyecektir.

* * *

Müslüman âleme girmek, elbette Müslümanlaşmayla sonuçlanacaktır, zira örgütleyen örgütlenecektir. Burada müdahale ve mücadele, kendi “İslam”ını koşulluyorsa, düşman sahasına girmenin bir anlamı olacaktır. İslam ve sosyalizm, iki kopuk elektrik teli gibi birbirine değdiğinde, Mao’nun tabiriyle, kurumuş bu bozkır alev alacaktır, bu kesindir. Ama bunun için tellere gelecek elektriği kendi mülküne alanlardan ve ona mani olanlardan kurtulmak zorunludur. İslam ve sosyalizm, devrim tarihinin parçası olmakla, söz konusu akımın gerçekleşeceği düzlemde, yan yanadır. Mesele, yalıtkanlardan kurtulmaktır.

Bugün yakınlaşma imkânı AKP iktidarı ile mümkün olmuştur. Aslında ana yalıtkan, bu gerçekliktir. Yüzeydeki yakınlaşma, dipteki uzaklaşmayı gizler. Benzer bir tespiti HDK dâhilinde yakınlaşan örgütler için de yapmak mümkündür. Bu örgütler, daha da uzaklaştıklarını gizlemek için HDK bünyesindedirler ve HDK, aslında salt bunun için vardır.

İslam ile sol arasındaki yakınlaşma da esasta her iki tarafın liberalleri ve muhafazakârları arasında gerçekleşmektedir. Devrimin hattı henüz oluşmamıştır. Çünkü yakınlaştıran, yakınlaştıracak olan, sadece devrimdir.

Dolayısıyla, bugün Müslüman âlemdeki çalkantıda AKP ajanları mevcuttur ve bu kişiler/çevreler, liberal bir yerden “iktidar” eleştirisi yapmaktadırlar. Lenin sevilsin ya da sevilmesin, onun devrimin kadrosu olarak söylediği şu söz, hakikati tüm yakıcılığı ile taşımaktadır: “Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur.”

Yani iktidar kaçkını veya “iktidar bizi yozlaştırır” terennümlerinin örtük veya açıktan AKP ağzından çıktığını bilmek gerekir. Kapitalizmi iktidarı almadan “çatırdatmak” veya onu iktidardan kaçtığımız ölçüsünde silikleştirdiğimizi zannetmek, büyük bir yanılgıdır. Tersten, kapitalizmin istediği, tam da budur.

Latin Avrupa’nın Soğuk Savaş teorisyenlerinin ABD’nin dibindeki Latin Amerikalılara öğütlediği tezlerin Ortadoğu’da cari olduğunu düşünmek, ciddi bir sapmadır. Tamam, Soğuk Savaş’ta yenildik, ama o kadar da değil!

* * *

Esasında İslam da bu Soğuk Savaş ideolojisine, “Kur’an Müslümanlığı”nı “sapıklık” olarak gören Fethullah Gülen’e, yani bir Soğuk Savaş erine yenilmiştir. “O kadar da değil!” ise Müslümanların o erin tabi olduğu askerî hiyerarşiye karşı devrimci bir hiyerarşi kurması zorunludur.

Bu anlamda, devrime ve devrimin kurduğu hiyerarşilere, disipline küfretmeyi iş zannedenlerin yalanlarından uzak durmak gerekir. Sürekli, açıktan ve örtük olarak, “biz, öyle hiyerarşi kurmayacağız, biz, öyle devrim yapmayacağız” diyerek birilerine hoş görünmek, esasında “devrim yapmayacağım, bu Soğuk Savaş ordularına karşı ses çıkarmayacağım” demektir.

Müslüman komünist bir isim olan Hintli Hasret Muhani, “Sovyet” sözcüğünün eşitlik anlamındaki “seviye” sözcüğünden türediğini bile söylemektedir. Tüm bu pratiğe karşın gizli ya da açık AKP’lilerin iktidar oldukları için Müslüman âlemden zuhur edecek her türden iktidar alternatifini biraz sol, biraz anarşizm biraz da liberalizm isimli dalgakıranlarla kesmek niyetinde olduğu görülmemektedir. Sonuçta laf, kendine uygun insanı çağırmaktadır. Yani devrimler tarihinden uzak ya da kopuk her laf, uzak ya da kopuk kadrolarla ve dinamiklerle buluşabilir.

Bu açıdan, mantık ilminde sıkça dile getirilen, mugalâtalara ya da mantıksal safsatalara başvurmadan, devrimler tarihinin verili toplumsal-politik pratiğimizle herdem okunması zorunludur.

* * *

Peygamber’e bağlanmak, ama bu bağlanmayı O’nu liberalizmin, bir tür sosyalizmin ya da anarşizmin peygamberi kılarak gerçekleştirmek, O’nu devrimler tarihinden ve dolayısıyla toplumsal-politik olandan kesip ayıracaktır. Yani devrimlerin kadrolarının ve dinamiklerinin birlikte, tarihsel-toplumsal bağlamı içinde, süreklilik-kopuş üzerinden anlaşılması gerekir.

Ekim Devrimi’ni tarihe gömmek için Lenin’ci olmak yeterlidir. Aynı şekilde İsevî gibi Muhammedî olmak, ama onu tarihsel devrimcilikten tecrit etmek, İslam denilen devrimi silecektir. İslam, karşı-devrimcilik ya da devrim kaçkınlığı ile değil, tam da devrimle nefes alır, can bulur. Meseleyi şahsîleştirdiğimizde, devrimi belirli bir şahsa kapattığımızda, teorik, ideolojik ve politik mücadelede sürekli şahsî olan aranıp bulunacak, birlikte iş yapacak kimse aranmayacak, birileri varsa bile, ortak bir iş belirlenemeyecektir.

* * *

Tahkimatın yan ve tali yollara değil, devrim yoluna, devrimlerin kadrolarıyla ve dinamikleriyle maddîleşen yola yapılması şarttır. Devrimci varsa devrim de vardır. Devrim yoksa devrimci de yoktur.

Akademi, devrim yoluna ve devrime tabi kılınmışsa önemlidir. Böyle değilse, Marx’tan beri bildiğimiz üzere, akademi, yani işi gücü teori üretmek olan mekân, devrim bir daha olmasın diye sürekli yıkılıp kurulur.

Bu anlamda Guattari ve Deleuze gibi isimler, 68 kalkışması ile tanımlıdırlar. Burada dert, “bir daha böyle bir kalkışma olmasın”dır. Aynı bireysel ve psikolojik kodlar üzerinden dönemin devrimci öznelerine yöneltilen okuma da, örneğin RAF’ı rafa kaldırmak içindir, RAF olmak için değil. Zira bu okumalar, birey bütünlüğünün su sızdırmazlığına dairdir. Döne dolaşa mesele, düşman sahasında karşılaşılan liberalden ya da muhafazakârdan işitilen, “insan önce kendinde devrim yapmalı” cümlesine kilitlenir. Eksik olunduğu önbilinciyle başka kadrolar ve dinamikler aramak yerine, her birey, su sızdıran yerlerini özellikle kendi akademik disiplininden edindiği çimentoyu kendi hayat pratiğinin çamuruyla karıştırıp ürettiği harçla sıvamakla yetinir. Sol, o kadar yaralıdır ki her köşe başında bu pratik sürekli yinelenmektedir.

Teorik tahkimat, Marksistler açısından devrimsiz, havada asılı, steril bir Marx-Engels’e, hatta Engels de kirli bulunup Marx’a, Lenin şahsında devrim öncesi veya sonrası gene devrimsiz, havada asılı ve steril bir Lenin’e yapılmaktadır.

Benzer bir maraz İslamcılar açısından da mevcuttur, onların da Kur’an’a veya Peygamber’e kapattıkları bir kurgudan söz edilebilir. Fethullah Gülen, iktidar üzerinden formatlanan Hadis ideolojisinin Kur’an’a üstün olduğunu söylerken, mücadele etmeyi değil, mücadeleyi öldürmeyi öngörmektedir. Aynı niyet, Marksizmi ve sosyalizmi saf tutmaya çalışanlarda da vardır. Marazlardan kurtulma pratiği, maraz çıkartamaz, teorisini saf tutansa kimseyle saf tutamaz.

Eren Balkır
10 Mayıs 2013

05 Mayıs 2013

, ,

1 Mayıs, Taksim, Tarih ve Mekân

5 Mayıs itibarıyla Ankaragücü 2. Lig’e düştü. Onurlu bir mücadelenin genç savaşçıları, hilenin, ayak oyunlarının, rantın, şikenin ve kayırmacılığın kol gezdiği futbol kuyusunun dibine gönderildiler.

Ankaragücü, bizzat işçilerin kurduğu bir futbol takımı. Belediyelerin, şirketlerin takımı olamadığı için düştü. AKP’nin ipine tutunmadığı için ipi çekildi. Başındaki “MKE” ise sadece MKE işçilerini simgelediği, takım onlara ait olduğu için orada. Bu ülkede 1 Mayıs’ları ilk kez kutlayan işçilerin toprak sahalarda inşa ettikleri bir mevzi o. Önce bürokrasinin, sonra sermayenin kuklası olmanın cezasını çekiyor şimdilerde. İşçilerin takımı, emekçi yoksul taraftarın ve gecekonduların omuzlarında hâlâ taşınmaya devam ediyor.

Yirmilerde bu devletin başları, takımın da parçası olan bir işçiyi işten çıkarttıklarında, komünistlerin de müdahalesiyle, kapsamlı bir grev örgütleniyor. Ankaragücü kitlesinin güç verdiği bu grev, Cebeci’de yürüyüş kolu olup 1 Mayıs kutluyor. İmalat-ı Harbiye işçileri, komünistlerin eksik ve cılız varlığına ses veriyorlar o günlerde.

Ey işçi…
Bugün hür yaşamak hakkı seninken
Patronlar o hakkı senin almışlar elinden.

Burjuvazi ve devlet, AKP şahsında bu tarihi silmeye ahdetmiş. “Ak” sözcüğü, egemenler için yolu temizlemekten gayrı bir anlama sahip değil. Ankaragücü’nün Melih Gökçek operasyonuna kurban edilmesi bu yüzden. Futbol âlemi, bir işçi takımına asla tahammül edemiyor, şirketleri seviyor. Bugün solcular, Ankaragücü’nün işçi takımı olduğunu unutmuş olabilirler, ama sermaye asla unutmuyor. İşten atılan işçi için Ankara’yı sallayan o fabrika işçilerini, işçilerle beraber yemek yiyen futbolcuları hafızasından hiç çıkartmıyor.

Sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin
Kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin?

1977 1 Mayıs’ının da kaderi bu. Taksim Meydanı, Futbol Federasyonu başkanı Demirören’in İstiklâl’deki AVM’sine uygun bir içeriğe ve biçime kavuşmak zorunda. Topuklu ayakkabılar ve para çantalarına yakışan bir mekânın örgütlenmesi zorunlu. Uluslararası sermaye kuruluşlarına takdim edilecek bir vitrin olarak Taksim’e artık “çer çöp”ün girmemesi gerek. Nasırlı eller, yırtık pabuçlar, öfkeli yüzler istenmiyor bu mekânda. O yüzleri artık sol da görmek istemiyor. O da istek ve emir üzerine başka yerlere, başka semtlere göç ediyor. Taksim’in anlamını ve değerini en önce o unutuyor.

Ankara’da Çankaya Belediyesi başkanının karısı, geçmişte “ben Konur’da, Karanfilde ve Yüksel’de rahatça yürüyemiyorum” demesi üzerine zabıtanın oradaki işportacılara saldırmasında da aynı nefret ve tiksinti gizli. Bu işportacıların eylemini örgütleyen sol ise yazdığı bildiride, “sokakları asıl kirleten mendilci çocuklar, tinerciler” diye hedef gösteriyor. Böyle bir solun bugün Taksim’de ve civarında kopan fırtınayı anlaması ve buna uygun adım atması zor.

Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd;
Lâkin seni fakr etmede günden güne berbâd.

Ali Ağaoğlu, bir ölüm orucu şehidinin de olduğu mezarlığı, rant sevdasına, dümdüz etmiş. Buna ses çıkarmayan bir “devrimcilik” çağındayız artık. Plazalar, lüks gettolar, yaşam alanları Taksim’i gasp etmeye kararlı. Çukur bahane, asıl dert, solun ve işçi sınıfının tarihini silmek, mekânını düzlemek. Zamanımızı liberaller, mekânımızı muhafazakârlar çalıyorlar. O yüzden muktedir oluyorlar. Faşizm, Taksim’e uzanan liberal yolu temizliyor. İşi bu.

Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.

Esaret bağının kopartılmasına dair her emarede, her işarette devlet, sermaye adına tepki geliştiriyor. “Ben, örneğin 15-16 Haziran’dan beri aynı devletim” diyor ve gene köprüleri kesiyor. Ama devrimci güçler, her seferinde daha fazla dağınık olduğunu beyan etmekle yetiniyorlar. Devlet, güçlü ve diri olduğunu ortaya koyuyor, devrimcilerse kendi ideolojik esaret bağlarına takılıp düşüyorlar. Ama direnenler hâlâ var ve hâlâ zulme eğilmeyen boyunlara kızıl fularlar sarılıyor.

Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.

Evlâdımız Dilan… Devlet ve burjuvazi uşaklığı ile İslam olmayı karıştıran bir yazar, zalimle, sömürenle imzaladığı akit gereği, onu bizden almak istiyor. Dilan, aylardır direnen tekstil işçilerinin kızı. Emeğimizi çaldıkları yetmiyormuş gibi, kızımızı da çalmaya cüret ediyorlar. “Diri diri toprağa gömülen o kız çocuklarının günahı neydi?” diye soran Kur’an’ı yırtıp atanlar, bugün müstekbirler adına diri diri gaza boğuyorlar onları, kafalarını parçalıyorlar. Gayrinizamî, kendi burjuva hukuklarının dahi dışında kuralların işlediği bir günde, emekçinin direnme ve savaşmaya dair devrimci hukukunu işletmesine mani oluyorlar. Kendi mezarlarını kazıyorlar.

Ey işçi…
Mayıs birde bu birleşme gününde
Bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde…

Böylesine direşken evlâtlarımız, kardeşlerimiz varken örgütler, hâlâ birer flama olarak gezinmeyi tek çare sayıyorlar. Tek bayrakla tek bir hedefle düşmana yüklenmenin önündeki mani, örgüt zihinlerindeki şüpheler. Gaz bombalarının sisini iradeyle dağıtmak kolay, ama bu şüphe bulutunu dağıtmak hâlâ çok zor. “Taksim fetişi” diyenin ağzına terlikle vurulmalı.

Baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz;
Yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz.

Gelecek sene 1 Mayıs’ta o koca dünya hareketsiz kılınmalı demek ki. Bir ya da birkaç gün öncesinden grevler örgütlenmeli. En geniş kitlesel katılımla bizden gasp edilen geri alınmalı. Tarih silinirse mekân düzlenir, mekân düzlenirse zamanın çarkları asla bizim lehimize dönmez. Dönmeyecek.

Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin
Ta’zim ile, hürmetle sana başlar eğilsin.

Patronun kadir bilmesi mümkün değil. Hele ki sinmiş bir işçiye hürmetle yaklaşması imkânsız. Solun başının eğilmesi şart ama. O, sınıfın örgütlülüğüne biat etmeyi bilmeli. Bir işçi eyleminde işçiler saldırı anında kenetlenirlerken, küçük burjuva, çil yavrusu gibi dağılıveriyor. Bu direşkenlikte pişmek, o yoldaşlıkta yanmak zaruri.

Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi.
Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi.

“İktidara karşı mücadele hafızanın nisyana, unutmaya karşı mücadelesidir” diyor Milan Kundera. Vaktiyle kendisi, unutturanların safında yer almışsa da, laf yerinde. Sahibi hain diye söz değerinden bir şey yitirmiyor. Sınıfa 15-16 Haziran ya da Taksim 1977 unutturulmak zorunda. 1977, bizim için hem yenilgi hem de büyük bir zafer. Taksim’de ısrar etmenin, bu yenilgi edebiyatını sürdürmek veya söz konusu zaferi putlaştırmak, oraya kazık çakmak, nostaljiye gömülmek gibi tehlikeli bir yanı var. Bu momentte ise, Taksim bayrağını yükseltmek, sömürü ve zulme karşı mücadelenin hafızadaki yerini belirginleştirmek gibi bir öneme sahip.

Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay
Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say…

İnternet kesilip Twitter ya da Facebook’suz kalınca, ancak o vakit, öfkelenecek olanların bu hafızayla bir işi yok. Geçmişe ait unsurlar, onlar için vitrin süsünden ibaret. Şan ve şeref sayılacak bir pratiğin dışında emeğin gücünü görecek ve örgütleyecek irade, siliniyor. Bugünün çaresizliğinde tüketim ideolojisinin kuklaları olmaya terk ediliyoruz. Taksim, su gibi, mücadelenin kanını taksim ediyorken, bugün kanalizasyona, rögara akıtılıyor kanımız. Üzerimize kanalizasyon suyu sıkılıyor. Düzenin bekçileri, kendilerini boğacak lağımı bize karşı silâha çeviriyor. Bizse hâlâ Marx’ın tabiriyle, “öküz derimiz”in derdindeyiz. Onu yırtmadan bir olamayacak, bir olarak ilerleyemeyeceğiz.

Birgün bırakınca işi halk şaşkına döndü.
Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü.

İktidar, her zamanki gibi yalan söylüyor. Yalana örgütlendiği için ağzından çıkan söz, mecburen hakikate savaş açıyor. Müslümanlık ve besmele bile ağızda tüm hakikatini yitiriyor. Sakıza dönüşüyor. Millet oyalanıyor böylelikle, yalandan bir kitle inşa ediliyor. Yalanın mumu “inşaat çukuru” değil, ideolojik gerekçelerle Taksim’i yasak ettiğini söylediğinde sönüveriyor. O velvele, dindirilmeyi bekliyor.

Sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
Sen olmasan etmezdi teali medeniyet.

Bunların medeniyeti tek dişli. Afakı sarmış çelik zırhlı duvarsa delik deşik. Proleter bir iradeye bakar yıkılması. Tek mesele, bayrak ve flama için daha az, aklımızı, yüreğimizi ve bileğimizi güçlendirmek için daha fazla emek harcamak. Artık örgütlerin bekasından daha fazla önem arz eden bir mesele var karşımızda. Bir iki sendika ağasına ya da reformiste ipotek ettirilecek bir dert değil bu. Silinen bizim tarihimiz, kesilen bizim nefesimiz. Her eylemde bize acımalarını istediklerimizin hissiyatı iktidara tabi.

Boynundan esaret bağını parçala, kes, at!
Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat.

[Yaşar Nezihe -Mayıs 1923]

Neticede Vali’den aferin alan partinin şefi, Kadıköy’deki konuşmasında doğru söylüyor: “İşçi sınıfının biraz aklı olsa…” diyor şef. Evet, işçi sınıfının aklı, yüreği ve bileği komünist partidir ve böyle bir parti maalesef yok. Boynumuzdaki esaret bağlarını koparmadan da olmayacak. Taksim ve Ankaragücü gibi o da tarihle birlikte silinip gidecek. Herkes boyunduruk altında yaşamakta eşit, o boyunduruğu hissetmemekle özgür olduğunu zannetmeyi sürdürecek.

Erhan Baltacı
5 Mayıs 2013