30 Temmuz 2018

,

Anarşizm ve Sosyalizm

Tezler:

1.

Otuz beş-kırk yıllık süreç dâhilinde (Bakunin ve 1866 sonrası Enternasyonal), varolduğu dönem boyunca (uzun yılları kapsayan, Stirner’i de içine alan dönemde) anarşizm, sömürü karşıtı yavan bir yığın genel laftan gayrı bir şey üretmemiştir.

Bunlar, zaten iki bin yılı aşkın bir zamandır dile getirilen laflardır. Temelde bu laflar;

(a) sömürünün sebeplerine dair anlayış,

(b) toplumun gelişimine dair, sosyalizme öncülük edecek anlayış,

(c) sosyalizmin kuvveden fiile geçmesi için gerekli yaratıcı güç olarak sınıf mücadelesine dair anlayıştan mahrumdur.

2.

Sömürünün sebeplerine dair anlayış, emtia ekonomisinin temeli olarak özel mülkiyet ve üretim araçlarında toplumsal mülkiyet gibi konularda anarşizmin herhangi bir fikri ve sözü yoktur.

Tersten anarşizm, burjuva bireyciliğidir. Bireycilikse tüm anarşist dünya görüşünün temelini teşkil eder.

{Küçük mülkiyetin ve toprağa dayalı küçük üretim temelli ekonomiye dönük savunu. Bu noktada anarşistler, azınlığın çoğunluğa tabi olması gerektiğini fikrini asla kabullenmezler.

Otoritenin birleştirici ve örgütleyici gücünün inkârı.}

3.

Anarşizm, toplumun kapitalizmden sosyalizme doğru gelişimini, büyük ölçekli üretimin kapitalizmden sosyalizme geçişte oynadığı rolü anlamaz.

(Anarşizm, ümitsizliğin ürünüdür. Huzursuz aydının veya aylakların psikolojisidir. Proleterin psikolojisi değildir.)

4.

Anarşizm, proletaryanın yürüteceği sınıf mücadelesini anlayamaz.

Tuhaf biçimde, burjuva toplumunda politikayı redde tabi tutar.

İşçilerin örgütlenmesinin ve eğitiminin oynayacağı rolü anlayamaz.

Sadece kendi çıkarına olan, birbirleriyle bağlantısız araçları deva olarak takdim eder.

5.

Latin Avrupa ülkelerinde bir vakitler baskın olan anarşizm, son dönemde Avrupa tarihine ne tür bir katkı sunmuştur?

– Doktrin, devrimci öğreti veya teori açısından hiçbir şey sunmamıştır.

– İşçi sınıfı hareketini parçalamıştır.

– Devrimci hareket dâhilinde ortaya koyduğu deneyler, tümüyle fiyaskoyla sonuçlanmıştır (Proudhon’culuk, 1871; Bakunincilik, 1873).

– Politikanın reddi kılıfı altında işçi sınıfını burjuva siyasetine tabi kılmıştır.

V. I. Lenin
1901
Kaynak

28 Temmuz 2018

,

Komünistler ve Karl Heinzen


Birinci Makale[1]

[Deutsche Brüsseler Zeitung, 79. sayı, 3 Ekim 1847]

 

Deutsche Brüsseler Zeitung'un 26 Eylül tarihli nüshası, Heinzen tarafından yazılmış bir makaleyi içeriyor.[2] Makalede Heinzen, kendisini editörlerin ehemmiyetsiz suçlamalarına karşı savunma bahanesiyle, komünistlere karşı uzun bir polemiğe girişiyor.

Editörler, her iki tarafa da polemikten vazgeçilmesini tavsiye ediyorlar. Bu durumda yapmaları gereken tek şey, Heinzen’in makalesindeki komünistlere ilk kendisinin saldırdığı suçlamasına karşı, kendini gerçekten savunduğu bölümü yeniden yayınlamak. “Heinzen’in emri altında herhangi bir gazete bulunmuyor” olabilir, ancak bu, gazetenin editörlerinin de bizzat aptalca buldukları saldırıların yayınlanması için gazeteyi onun emrine verme gerekçesi olamaz.

Belirtmek gerek ki, komünistlere bu makalenin yayınlanmasından âlâ bir hizmet olmazdı. Heinzen’in bu makalede komünistlere yönelttiğinden daha aptalca ve dar kafalı eleştiriler başka hiçbir kesime yöneltilmemiştir. Makale, komünistlerin haklılığının bugüne kadarki en göz kamaştırıcı doğrulanmasını teşkil ediyor ve eğer komünistler Heinzen’e zaten saldırmamış olsalardı dahi onların bunu bir an evvel yapmaya mecbur kalacaklarını kanıtlıyor.

En başta Bay Heinzen, kendisini bütün komünist olmayan Alman radikallerinin temsilcisi olarak sunuyor; niyeti, komünistlerle, bir parti diğeriyle tartışır gibi, tartışmak. Büyük bir güvence vererek ilân ettiğine göre, o kendisinde “komünistlerden ne beklenmesi, ne talep edilmesi gerektiği, gerçek bir komünistin görevinin ne olduğu" sorularını sormaya hakkını buluyor. Komünistlerle arasındaki farkları her bakımdan “Alman cumhuriyetçileri ve demokratları”nın komünistlerle aralarındaki farklarla özdeş görüyor ve bu cumhuriyetçilerden “biz” diye sözediyor.

Şu hâlde Bay Heinzen kimdir ve neyi temsil etmektedir?

Bay Heinzen, eski bir liberal, 1844'de hâlâ meşru yoldan ilerlemeye ve sefil Alman anayasasına dönük hevesleri olan düşük rütbeli bir memur ve bir cumhuriyetin -elbette çok uzak bir gelecekte- istenir ve mümkün bir şey olduğunu en fazla gizli bir sohbette itiraf etmiş olabilecek biri idi. Ne var ki Bay Heinzen, Prusya'da yasal direnişin imkânı konusunda yanılıyordu. Bürokrasiye dair yazdığı kötü kitap[3] (Jacob Venedey bile yıllar önce Prusya'yla ilgili çok daha iyi bir kitap yazmıştı[4]) onu ülkeden kaçmaya zorladı. Şimdiyse hakikat kafasına dank etti. Yasal yollardan direnmenin imkânsızlığını ortaya koydu, bir devrimci hâline geldi ve doğal olarak da demokrat oldu. İsviçre'de kendisine vakıf olduğu felsefe kırıntısını belleten savant sérient (alaycı bir ifadeyle: önemli bilim adamı –çn.) Rüge'yle tanıştı (bu felsefe, Foyerbahçı bir ateizm ve hümanizm, Hegel’den birkaç anıştırma ve Stirner’den retorik ifadelerin kafa karışıklığı mahsulü bir karışımından ibaretti). Bu şekilde teçhizatlanmış olan Bay Heinzen, “artık oldum” dedi ve sağa doğru Rüge’ye ve sola doğru Freiligrath’a yaslanarak, devrimci propagandasına resmen girişti.

Biz, kesinlikle Bay Heinzen’in liberalizmden kana susamış radikalizme dönüşünü eleştiri konusu ediyor değiliz. Ancak bu dönüşü yalnızca şahsî koşulların bir sonucu olarak gerçekleştirdiğini savlıyoruz. Bay Heinzen, yasal direnişi savunduğu müddet içinde bir devrimin gerekliliğini kabul etmiş olan herkese saldırıyordu. Yasal direniş, ne zamanki onun için imkânsız hâle geldi, sürekli olarak yüksek düzeyde yasal direniş sergilemekte olan Alman burjuvazisi için bu türden bir direnişin hâlihazırda pekâlâ mümkün oluşunu hesaba katmadan, yasal direnişin mutlak surette imkân dışı olduğunu ilân ediverdi. Acil bir devrimin gerekli olduğunu söylediğinde, zaten artık kendisi için geri dönüş yolu kesilmiş bulunuyordu. Almanya’daki koşulları etüt etmek, bu koşulları enine boyuna değerlendirmek ve bu analizden ne tür bir ilerlemenin, ne tür bir gelişmenin, hangi adımların mümkün ve gerekli olduğunu çıkarsamak yerine, Almanya’daki her bir sınıfın birbirlerine ve hükümete göre haiz olduğu çetrefil durumun berrak bir resmini edinmeye çalışmak ve bunlardan yola çıkarak nasıl bir siyaset yürütülmesi gerektiğini belirlemek, en yalın ifadeyle, kendi varlığını Almanya'nın gelişimine raptetmek yerine Bay Heinzen, Almanya’nın gelişiminin kendisine tabi olmasını, pek laubali bir üslupla, talep ediyordu.

Bay Heinzen, felsefe ilerici olduğu müddetçe, onun şiddetli bir karşıtı idi. Ne zaman ki felsefe reaksiyonerleşti, ne zaman ki kararsızların, iradesizlerin, ipi başkalarının elinde olan yazarların sığınağı hâline geldi, o zaman Bay Heinzen felsefe alanına girmeye karar verdi. Daha da kötüsü, kadere bakın ki Bay Rüge, hayatı boyunca sadece bir mürtet olarak yaşamış olan Bay Rüge, Bay Heinzen’de yegâne müridini buldu. Bay Heinzen, böylece Her Rüge'nin dilsel yapısına şu cihanda hiç değilse bir kişinin vakıf olabildiği avuntusunu ona (Bay Rüge’ye) temin etmeye memur oldu.

Şu hâlde Bay Heinzen hangi amaca hizmet etmektedir? Komünistlerden alınma birkaç önlemle beraber, Amerikan ve 1793 geleneklerinin bir karışımını içerecek ve ziyadesiyle siyah, kırmızı ve altın rengi[5] görünecek bir Alman cumhuriyetinin kurulması amacına. Sanayisinin ataletinin bir sonucu olarak Almanya, Avrupa’da öyle acınası bir konumdadır ki ne inisiyatifi ele alabilir, ne büyük bir devrimin beşiği olabilir, ne de Fransa ve İngiltere olmadan kendi namına bir cumhuriyet kurabilir. Medeni ülkelerdeki gelişmelerden bağımsız olarak ilân edilecek olan bir Alman cumhuriyeti, kendi başına gerçekleştirilecek ve Bay Heinzen’in durumunda olduğu gibi, Almanya’daki sınıfların gerçek gelişim düzeylerini tamamen hesap dışı tutacak bir Alman devrimi, bu türden herhangi bir cumhuriyet ya da devrim, siyah, kırmızı ve altın renklerinde hayal görmekten başka bir şey ifade etmez. Bu şanlı Alman cumhuriyetini daha da şanlı kılmak için Bay Heinzen, onu Rüge soslu Foyerbahçı bir hümanizmle süslüyor ve onun ha bugün ha yarın kurulacak olan “insanlık” krallığı olduğunu ilân ediyor. Bir de Almanlardan bu karman çorman hayalle bir yere varmaları mı bekleniyor?

Fakat bu büyük “ajitatör”, propagandasını nasıl yürütüyor? Ona göre, bütün sıkıntıların ve yoksullukların müsebbibi hükümdarlardı. Bu sav sadece gülünç değil, aynı zamanda fazlasıyla da zararlıdır. Bay Heinzen, kıt akıllı ve iktidarsız kukla Alman prenslerine onlara bu akıl almaz, olağanüstü ve şeytansı kadiri mutlaklığı izafe etmekle yaptığından âlâ dalkavukluk edemezdi. Eğer Bay Heinzen, prenslerin bu kadar çok kötülük yapabileceğini iddia ediyorsa, dolayısıyla birçok iyi iş de yapabilme kudreti bahşediyor demektir onlara. Bunun götüreceği sonuç, bir devrimin gerekliliği değil, erdemli bir hükümdara, iyisinden bir İmparator Joseph’e duyulan dindar bir arzudur. Her durumda halk, kendisini ezenin kim olduğunu çok daha iyi biliyor. Bay Heinzen, serfin feodal efendisine ya da işçinin patronuna duyduğu nefreti hiçbir zaman prenslere yöneltmeyecek. Ancak elbette Bay Heinzen, halkın iki sınıfça, toprak sahipleri ve kapitalistler tarafından sömürülmesinin sorumluluğunu onlara değil de prenslere yüklerken, toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin hizmetinde çalışıyor; toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin uyguladığı sömürü, en nihayetinde elbette 19. yüzyıl Almanya’sındaki tüm sefaletin nedenidir.

Bay Heinzen, bir ayaklanma talep ediyor ve bunun hemen gerçekleşmesini istiyor. Bu uğurda bastırdığı el ilânları[6] ve bunları Almanya’da dağıttırmaya dönük girişimleri var. Biz de böyle anlamsız bir propagandayla saldırıya geçmenin Alman demokrasisinin çıkarları bakımından tahripkâr olup olmadığını soruyoruz şu hâlde. Bu hamlelerin ne kadar faydasız olduğunun tecrübeyle sabit olup olmadığını sorguluyoruz. Çok daha büyük ölçekte kargaşanın hâkim olduğu bir zamanda, otuzlarda, Almanya’da bu türden yüzbinlerce el ilânı, kitapçık vs. dağıtılmadı mı? Bunlardan biri bile herhangi bir başarı elde edebildi mi? Aklı başında herhangi bir kimse, bu gibi politik vaazlara, öğütlere kulak verir mi? Bay Heinzen’in bu el ilânlarında vaaz ya da öğüt vermek dışında yaptığı bir şey var mı? Bu şekilde ne sezgi ne idrak olmadan, bilgisizce ve koşulların değerlendirilmesinden yoksun olarak devrim borusu çalmak, saçmalık değil mi?

Bir parti yayınının görevi nedir? Evvela tartışmak, açıklamak, yorumlamak, partinin taleplerini savunmak, karşıt partinin iddialarını reddetmek ve çürütmek. Demokratik Alman basınının görevi nedir? Genel olarak soyluluğu temsil eden mevcut hükümetin değersizliği, dümeni burjuvaziye veren anayasal sistemin yetersizliği, halkın -politik iktidara sahip olmadığı müddetçe- kendi başının çaresine bakmasının imkânsızlığı üzerinden, demokrasinin gerekliliğini göstermektir. Görevi, proleterlerin, küçük köylülüğün ve şehir küçük burjuvazisinin -bu sayılanlar Almanya'da “halk”ı teşkil eder- üzerindeki -bürokrasi, soyluluk ve burjuvazi tarafından uygulanan- baskıyı sergilemektir. Görevi sadece politik değil, toplumsal baskının da nasıl doğduğunu ve hangi araçlarla yok edilebileceğini, iktidarın proleterler, küçük köylülük ve şehir küçük burjuvazisi tarafından alınmasının bu araçların uygulanmasının ilk şartı olduğunu ortaya koymaktır. Dahası, demokrasinin hızlı bir biçimde gerçekleştirilmesinin ne oranda beklenebileceğini, partinin hangi kaynaklara kumanda edebileceğini ve tek başına hareket edemeyecek kadar güçsüz olduğu durumda, hangi partilerle ittifak edebileceğini incelemektir. Soralım; Bay Heinzen, bu sayılanlardan tekini yaptı mı? Hayır. O kendini pek zora sokmadı. Halka, başka bir deyişle proleterlere, küçük köylülüğe ve şehir küçük burjuvazisine, hiçbir açıklamada bulunmadı. Sınıfların ve partilerin konumlarını hiçbir biçimde incelemedi. Yaptığı, anca tek bir ezginin muhtelif varyasyonlarını diline dolamak oldu: “Dövüşün! Dövüşün! Dövüşün!”

Peki Bay Heinzen bu devrimci vaazları kime veriyor? En başta küçük köylülere, günümüzün devrimci inisiyatifi ele geçirmeye en uzak sınıfına. 600 yıl boyunca bütün ileri hareketler münhasıran şehirlerden çıkmışlardır, öyle ki kırsaldaki bağımsız demokratik hareketler (Wat Tyler, Jack Cade, Jacquerie Ayaklanması, Köylüler Savaşı[7]) birincisi, her zaman reaksiyoner mahiyette oldular ve ikincisi, her zaman ezildiler. Şehirlerin sanayi proletaryası tüm çağdaş demokrasinin öncüsü oldu; şehir küçük burjuvazisi ve ondan bir kat fazla olmak üzere, köylüler, tamamen onun (proletaryanın) inisiyatifine tabi oldular. 1789 Fransız Devrimi ve İngiltere, Fransa ve Amerika'nın doğu eyaletlerinin yakın tarihi bunu kanıtlar. Ya Bay Heinzen buna rağmen köylülerin şimdi, 19. yüzyılda, dövüşeceklerini mi umuyor?

Ancak Bay Heinzen, toplumsal reformlar vaat etmekten de geri durmuyor. Elbette halkın onun çağrılarına olan kayıtsızlığı tedricen onu böyle davranmaya zorladı. Peki, bunlar ne türden reformlar? Bizzat komünistlerin özel mülkiyetin kaldırılmasına hazırlık mahiyetinde önerdiği türden. Bay Heinzen’in dikkate şayan yegâne fikri komünistlerden alınma, şiddetle saldırdığı komünistlerden, elbette onun elinde deli saçmasına ve ham hayale dönmüş hâlde. Rekabeti ve sermayenin özel ellerde birikmesini sınırlamak için önlemler, miras kanununun ilgası ya da sınırlanması, emeğin devlet eliyle örgütlenmesi vs. Bütün bu önlemler, devrimci önlemler olarak yalnızca mümkün değil, aynı zamanda gerekli de. Mümkünler, zira ayaklanmış tüm bir ihtilalci proletarya onların arkasında duruyor ve devamlılıklarını silâhlarının zoruyla sağlıyor. İktisatçılarca iddia edilen onca zorluğa ve dezavantaja rağmen mümkünler, zira bizzat bu zorluklar ve dezavantajlar, proletaryayı elde ettiği şeyi tekrar yitirmemek için özel mülkiyet ortadan kaldırılana kadar sürekli ilerlemeye mecbur bırakacaktır. Başka bir anlamda değil ama, özel mülkiyetin lağvına giden yolda muvakkat geçiş aşamaları olarak, hazırlık adımları olarak mümkünler.

Ne var ki Bay Heinzen, bütün bu önlemlerin kalıcı, son önlemler olmasını, hiçbir şeye hazırlık amacı taşımasınlar, nihai olsunlar istiyor. Onun için bu önlemler araç değil, amaç. Devrimci bir durum için değil, barışçıl bir burjuva durum için tasarlanmışlar. Ancak bu, onları hem imkânsız hem de reaksiyoner kılıyor. Burjuvazinin iktisatçıları, bu önlemleri serbest rekabetle kıyaslayıp reaksiyoner bulurlarken, Bay Heinzen’e nispetle oldukça haklılar. Serbest rekabet, özel mülkiyet rejiminin nihai, en yüksek ve en gelişmiş biçimde somutlanışıdır. Bu nedenle özel mülkiyetin temellerinden işe koyulan ve serbest rekabete karşı çıkan tüm önlemler reaksiyonerdirler ve mülkiyetin gelişim seyrindeki daha ilkel aşamaları yeniden canlandırmaya eğilimlidirler. Bu yüzden yine rekabet tarafından nihayetinde yenilgiye uğratılmak ve mevcut durumun restorasyonu ile sonuçlanmak durumundadırlar. Burjuvazinin yükselttiği ve yukarıda zikredilen toplumsal reformlar, sırf halkın güvenliğine dönük geçici devrimci önlemler sayıldığında bütün güçlerini yitiriveren bu itirazlar, Bay Heinzen’in köylü sosyalisti siyah, kırmızı ve altın rengi cumhuriyeti bakımından yıkıcıdırlar.

Bay Heinzen, elbette mülkiyet ilişkilerinin, miras kanununun vs. istendiğinde değiştirilebileceğini ve budanabileceğini tasavvur ediyor. Bay Heinzen -bu yüzyılın en cahil adamlarından biri olarak- elbette herhangi bir çağdaki mülkiyet ilişkilerinin o çağın üretim ve mübadele biçimlerinin zaruri sonucu olduğunu bilmeyebilir. Bay Heinzen, büyük ölçekli toprak sahipliğinin bütün bir zirai yapı değiştirilmeden küçük ölçekli hâle getirilemeyeceğini ve aksi takdirde büyük ölçekli toprak sahipliğinin hızla tekrar ortaya çıkacağını bilmeyebilir. Bay Heinzen, bugünün büyük ölçekli sanayisi, sermayenin yoğunlaşması ve proletaryanın ortaya çıkışı arasındaki yakın ilişkiden bihaber olabilir. Bay Heinzen, Almanya gibi sanayi bakımından bağımlı ve uşak konumunda olan bir ülkenin kendi bünyesindeki mülkiyet ilişkilerini serbest rekabetin ve burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmedikçe kendi hesabına dönüştürmeye yeltenemeyeceğini bilmeyebilir.

Kısacası bu önlemler, ancak komünistlerin elinde bir anlam ifade ederler, zira bunlar, keyfî önlemler olarak ele alınmazlar, zorunlu olarak ve kendiliklerinden sanayinin, tarımın, ticaretin ve ulaşımın gelişiminden, bunlara bağlı olan burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin gelişiminden neşet ettikleri kabul edilir. Yine bu önlemler nihai olarak ortaya konmazlar, ancak geçicidirler, halkın güvenliği, selameti için uygulanırlar ve kaynaklarını sınıflar arasındaki geçici mücadele döneminde bulurlar.

Bay Heinzen’in elindeyse hiçbir zaman hiçbir şey ifade etmezler, çünkü keyfî bir biçim alırlar, dünyayı yoluna koymak için düşünülmüş aptalca burjuva görüleri olarak kalırlar. Çünkü bu önlemlerle tarihsel gelişim arasındaki rabıtadan bahis yoktur. Çünkü Bay Heinzen, önerilerinin gerçekten uygulanabilir olup olmadıklarıyla zerrece ilgili değildir. Çünkü sanayiye dair gereklilikler formüle etmek onun hedefi değildir, onunki bu gereklilikleri fermanlarla tersyüz etmektir.

Komünistlerin taleplerini alıp onları tanınmayacak hâle getirerek birer hayale dönüştüren, komünistleri “hayal peşinde koşmak”la, “ayaklarını gerçeğin (!) zeminine basmamak”la ve “eğitimsiz kişilerin aklını karıştırmak”la suçlayan o aynı Bay Heinzen’den sözediyoruz.

Burada Bay Heinzen’i bir ajitatör olarak ele alıyoruz ve hiç çekinmeden belirtiyoruz ki o, Alman radikallerine zarar ve itibar kaybından başka hiçbir şey getirmiyor. Bir parti yazarının yüzyılımızın en cahil adamlarından biri olan Bay Heinzen’inkilerden çok daha farklı özelliklere sahip olması gerekir. Bay Heinzen, dünyanın en iyi niyetlere sahip insanı olabilir, inançları noktasında Avrupa’daki en kararlı adam olabilir. Biz, hakikatte onun onurlu, cesur ve dirençli bir kişi olduğunu da biliyoruz. Ama bütün bunlar onu bir parti yazarı yapmıyor. Bunun için inanç, iyi niyet ve gür bir sesten fazlasına ihtiyaç var. Bunun için gereken, biraz daha akıl, bir parça daha açıklık, daha iyi bir üslup ve Bay Heinzen’in şu anda sahip olduğundan ve uzun tecrübelerden anlaşıldığı kadarıyla edinmeye kadir olduğundan daha fazla bilgi.

Bay Heinzen’in hicreti, hâl böyleyken, onu bir parti yazarı hâline gelme gerekliliği ile yüz yüze getirdi. Radikaller arasında kendi partisini oluşturmaya mecbur oldu. Böylece başarısız girişimleri neticesinde gerekliliklerini karşılayamayarak kendini gülünçleştirdiği bir duruma düştü; üstesinden gelmesi mümkün olmayan bir duruma. Eğer kendilerinin temsilcisi rolünü ona verselerdi, Alman radikalleri de aynı oranda gülünç duruma düşmüş olacaklardı.

Ne var ki Bay Heinzen, Alman radikallerini temsil etmiyor. Onların Jacoby ve başkaları gibi oldukça farklı temsilcileri var. Bay Heinzen, hiç kimseyi temsil etmiyor ve kimse tarafından temsilci olarak tanınmıyor, belki ona ajitasyon gayesi için para yollayan birkaç Alman burjuvası dışında. Yanlış! Almanya’da onu temsilcisi kabul eden, onu delicesine seven, onun için tezahürat ederken pavyonlardaki içki masalarının gürültüsünü bile bastıran (aynen Bay Heinzen’in deyişiyle, komünistlerin çıkardıkları gürültüyle “bütün bir yazınsal muhalefeti bastırdıkları” gibi) bir sınıf var. Bu sınıf, kalabalık, kültürlü, soylu fikirlere sahip ve nüfuzlu commis-voyageurs (şehir şehir gezen pazarlamacılar anlamında gezici satış temsilcisi –çn.) sınıfı.

Bu Bay Heinzen, komünistlerin onu radikal burjuvazinin temsilcisi olarak tanıyıp ondaki bu kapasiteyle bir de onunla tartışmalarını talep ediyor, öyle mi?

Şimdilik komünistlerin Bay Heinzen’e karşı yürüttükleri polemiğin haklılığını gösteren nedenler bunlar. Bir sonraki sayıda Bay Heinzen’in gazetenin 77. sayısında komünistlere yönelttiği eleştirileri ele alacağız.

Eğer Bay Heinzen’in bir parti yazarı olarak bütünüyle ehliyetsiz olduğuna tamamen ikna olmamış olsaydık, ona Marx'ın Felsefenin Sefaleti isimli çalışmasını iyice incelemesini salık verirdik. Ama şu durumda onun bize Fröbel’in Neue Politik’iğini[8] okumamız yönünde verdiği tavsiyeye cevap olarak, sadece ona sessiz kalmasını ve “kavga başlayana” kadar beklemesini öneriyoruz. Biz, Bay Heinzen’in kötü bir parti yazarı olduğu kadar iyi bir tabur komutanı olacağına kaniyiz.

Bay Heinzen, kendisine yönelmiş anonim saldırılar hakkında şikâyetçi olamasın diye bu makalenin altına imzamızı atıyoruz.

Friedrich Engels
3 Ekim 1847
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Engels tarafından Karl Heinzen’e karşı yazılmış iki makale, bu küçük burjuva demokratın komünistlere ve bir toplumsal eğilim olarak komünizme yönelik karalayıcı saldırılarını hedef alıyordu. Deutsche Brüsseler Zeitung’un 26 Eylül 1847 tarihli 77. Sayısının Polemik adlı köşesinde Heinzen’in komünistleri Almanya’daki devrimci hareketi bölmenin yollarını aramakla suçlayan ifadeleri yer alıyordu. Heinzen, Deutsche Brüsseler Zeitung’un 12 Eylül 1847 tarihli 73. sayısındaki editör notunu bahane etmişti. Bu notta editörler, bir Alman gazetesinin Deutsche Brüsseler Zeitung’un 49. sayısında (20 Haziran 1847) yayınlanmış olan “Der deutsche Hunger und die deutschen Fürsten” isimli makalenin komünist karakterde olduğu yollu iddiasını reddederken, makalenin yazarının Heinzen olduğunun altını çiziyorlar ve Heinzen’in “bilindiği üzere […] defaaten komünizme saldırmış” olduğunu hatırlatıyorlardı. Heinzen’in bu nota verdiği cevabı yayınlayan Adalbert Bornstedt, gazetenin baş editörü, cevabın içerdiği imalı ifadeleri iade edeceği yerde, yurtdışındaki her türden Alman devrimcisini sükûnete davet ediyordu. O editörlerin tamamı adına şunları yazmıştı: "Her iki tarafa da başka bir yerde bu polemik tekrar zuhur ederse bundan uzak durmalarını tavsiye etmeyi görevimiz biliyoruz.”

Engels’in 30 Eylül 1847 tarihinde Marx’a yazdığı mektupta görüldüğü gibi, birinci cevabî makale Deutsche Brüsseler Zeitung’a 27 Eylül’de gönderilmişti. Ancak Bornstedt, Marx ve Engels’le gazeteye günlük katkı sunmaları konusunda anlaşmış olduğu hâlde, bir sonraki sayıda (78. sayı) Engels’in makalesini yer yokluğu gerekçesiyle yayınlamamıştı. 79. sayının (3 Ekim 1847) Polemik köşesinde yayınlamaya mecbur kaldığında ise her iki tarafa yönelik karşılıklı suçlamaları bırakmaları çağrısını tekrarlayan bir not iliştirmişti.

[2] Gazetenin Polemik adlı köşesinde editörlerin “Bay Heinzen ve Komünistler” başlıklı notu eşliğinde yayınlandı.

[3] K. Heinzen, Die Preussische Bureaukratie. -Ed.

[4] J. Venedey, Preussen und Preussenthum. -Ed.

[5] Heinzen, Almanya'nın geleceğini, İsviçre Konfederasyonu’na benzer biçimde, özerk bölgelerin bir federasyonu olarak düşünüyordu. Sembolü siyah, kırmızı ve altın rengi bayrak olan “Alman birliği” sloganına birçok küçük burjuva tarafından verilmiş olan anlam bu idi. Marx ve Engels, sloganın bu türden bir yorumunu Orta Çağ’ın yalıtılmışlığı ve siyasî birlikten yoksunluğundan arta kalanlara karşı verilen mücadele ile tutarlı bulmuyorlardı. Buna karşı ortaya koydukları talep, tek, merkezî demokratik bir Almanya cumhuriyetiydi.

[6] K. Heinzen, “Teutsche Revolution Gesammelte Flugschriften”. -Ed.

[7] Engels, Orta Çağdaki bazı büyük köylü isyanlarını sıralıyor: İngiltere'deki Wat Tyler (1381) ve Jack Cade (1450) isyanları, 1358'de Fransa'da gerçekleşen köylü ayaklanması (Jacquerie) ve Almanya'daki köylü savaşı (1524-25). Daha sonraki yıllarda feodalizme karşı köylü mücadelesini etüt etmesi ve 1848-49 devriminde köylülüğün devrimci eylemlerinin deneyiminden yararlanması neticesinde Engels, köylü hareketlerinin karakterine dair hükümlerini değiştirdi. Almanya'da Köylü Savaşı’nda (1850) ve diğer çalışmalarında köylü ayaklanmalarının devrimci kurtuluşçu karakterlerini ve feodalizmin köklerini sarsmaktaki rollerini gösterdi.

[8] J. Frobel, “System der socialen Politik”, zweite Auflage der Neuen Politik, Th. I-II (Neue Politik başlıklı ilk baskı “Junius” mahlasıyla çıkmıştı). -Ed.

21 Temmuz 2018

,

Fransa’da İslamofobinin Kökleri


Cannes’da ve yaklaşık otuz kentte uygulamaya sokulan “burkini yasağı”[1] Fransız mahkemelerince iptal edildi. Yasak, ülkedeki Müslümanların maruz kaldıkları en son ve en saçma İslamofobik saldırı idi.

Fransız devleti, Müslümanları onlarca yıldır dışlayıp sömürüyor. Bu saldırılar, çeşitli düzeylerde sürüyor, ama geçen yıl Ocak ve Kasım aylarında, Paris’te, 2016’da Nice ve Rouen’de cihadî unsurların yaptıkları eylemler, saldırıların zirveye ulaşmasına neden oldu.

Söz konusu dönemin başlamasından beri 3.500 baskın düzenlendi, bunların sadece altısı soruşturmalarla sonuçlandı. Aralık ayında devlet yetkilileri, aleyhte herhangi bir delil olmadan, sadece “önleyici” bir müdahale olarak, Müslümanları hedef aldıklarını kabul ettiler.[2]

Çocuklar, anne-babalarının ellerinin ağır silâhla donatılmış polislerce kelepçelenmesine veya yataklarından sürüklenerek götürülmelerine tanık oldular. Geçen yıl düzenlenen Bataclan Saldırısı’ndan sonra yürürlüğe giren olağanüstü hâlin ilk üç ayında 274 kişi ev hapsine mahkûm edildi, bunların büyük çoğunluğu Müslüman. Irka dayalı fişleme faaliyetleri iyice zıvanadan çıkmış durumda.

Bu süreçte polis camileri bastı. Camideki dindar kitle aşağılanıp küçük düşürüldü. Bu baskınlarda polis köpekleri kullanıldı. Yirmi civarında cami kapatıldı, ileride daha fazlası kapatılacak.

Müslümanlarla bağlantılı politik örgütler kapatılmakla tehdit edildiler; Filistin yanlısı olanlar da dâhil, gösteriler yasaklandı[3]; aynı süreçte BDS hareketi yasadışı ilân edildi.[4]

İltica başvurusunda bulunmuş olan Müslümanlar, daha berbat koşullarla yüzleşiyorlar. Hükümet, Calais ve başka yerlerdeki mülteci kamplarını yıkarken, İslam karşıtı cümlelerle kimi sözlü saldırılar gerçekleştiriyor.

Bunlar olurken, Fransa, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile imzaladığı mülteci anlaşmasına dair övgü dolu sözler sarfetti. Anlaşma sonucu Yunan adalarına teknelerle gelen Suriyeli mülteciler Türkiye’ye gönderildiler.

Bu politikaların uygulandığı dönemde Fransız siyasetçiler, Müslüman ülkelerdeki askerî faaliyetlerle devlet destekli olarak uzun süredir teşvik edilen İslamofobi’nin aşırıcılığı beslediği gerçeğine gözlerini kapadılar. Politik sınıflar, insanları IŞİD gibi örgütlere katılmaya iten yabancılaşmanın, uyguladıkları ekonomik ve toplumsal politikalarla beslendiğini görmezden geldiler.

Bu tedbirlere bir yandan da Fransız kültürü ve siyasetinin tüm alanlarında yürürlüğe sokulan, yoğun biçimde yürütülen İslamofobik propaganda eşlik ediyor. Abdellali Hajjat ve Mervan Muhammed’e[5] göre, “son yıllarda ‘Müslüman Sorunu’nun inşası, politik yelpaze boyunca Fransız, hatta Avrupalı elitlerin birleşmesi için ana vektörlerden birini teşkil ediyor.”

Yazarların ifadesiyle İslamofobi “Fransız sağının örgütsel ve ideolojik geleceğinin şekilleneceği zemin” hâline geliyor.

Oysa Fransa’daki Müslüman nüfusun haklarını savunma meselesi gündeme geldiğinde Sol, tüm o radikal olanları da dâhil, eyleme geçme konusunda nedense imtina ediyor. Dinî özgürlükleri savunma konusunda gösterdiği isteksizlik, Sol’un Müslüman mültecilerle dayanışma kurma imkânını da ortadan kaldırıyor.

Sonuçta İslamofobi, Avrupalı radikallere göre, en acil politik projelerden birinin orta yerinde etlenip butlanıyor.

Bir Şiddet Tarihi

Bugün Fransa’da beş milyon civarında Müslüman yaşıyor. Bu, kabaca nüfusun yüzde 7,5’ni teşkil ediyor ki bu, Avrupa’daki tüm ülkeler içerisinde en yüksek oran. Bunların sadece üçte biri dinini pratikte yaşadığını söylüyor, bu oranın son yirmi-otuz yıl içinde arttığını görmek gerekiyor.

Tarihsel planda Müslümanlar, Fransa’ya bu ülkenin Kuzey Afrika’yı sömürgeleştirmesinden sonra geldiler. Bugün Fransız devleti ile Fransa’daki genelde alt sınıf olarak tarif edilen Müslüman nüfus arasındaki ilişki, imparatorluk tarihinin ve ekonomik sömürünün mirası tarafından koşullanmış durumda.

Eskiden diğer sömürgelerden farklı olarak Cezayir, Fransa’nın bir parçası kabul ediliyordu, yani Cezayirli Müslümanlar Fransa’da serbestçe yaşayabiliyorlardı. Ama buna karşın orada da sistematik bir zulme maruz kalıyorlardı.

Fransa’daki politik yapıya damgasını vuran asli unsur, tebaa olarak görülen Müslüman halkla yaşanan karşıtlıktır. Beşinci Cumhuriyet’i kuran mevcut anayasa, Müslümanların sömürgeciliğe karşı direnişinin kışkırttığı devlet krizini çözüme kavuşturmak için tasarlanmıştı.

1958’de General De Gaulle anayasal reform talep etti. Bu talebi ise, Cezayir bağımsızlık savaşının yol açtığı ayaklanmaların zayıflattığı cumhurbaşkanlığına ait otoriteyi pekiştirmek için dillendirmişti.

Cezayir bağımsızlık hareketi boyunca Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)[6] militanları Fransa’ya önemli zararlar vermişlerdi. 1958’de Marsilya yakınlarında bu militanlar, bir yakıt deposunu havaya uçurmuşlardı. Depodaki yangın günlerce söndürülememişti.

Buna cevap olarak Fransız devleti baskıcı taktiklerini yoğunlaştırdı. 1961’de, Cezayir’in bağımsızlığını elde etmesinden bir yıl önce, sokağa çıkma yasağıyla ilgili protestoların ardından, Paris polisi yüzden fazla Cezayir’i katletti.[7]

Bu yoğunluktaki bir çatışmanın kolayca unutulması pek mümkün değil. Bağımsızlık sonrası Fransa’daki Cezayirliler, Fransız uyruğunda kalmayı reddettiler ve Fransız vatandaşı olmanın kendilerine zulmeden bir ulusu tanımak anlamına geleceğine söylediler.

Bugün bile Sağ’da sömürgeciliğe dönük destek varlığını hâlâ koruyor. Güneydoğu Fransa’da günümüzde birçok kara ayaklı [pieds-noirs], eski Fransız sömürgeci ve Fransızlara bağlı sömürge güçlerinin eski askerleri yaşıyor.

Bu bölgenin ırkçılıkla ilişkili suçların yaşandığı bir yer ve aşırı sağın kalelerinden biri olması hiç de şaşırtıcı değil. Ülke genelinde yapılan çalışmaların da gösterdiği üzere[8], 2015’teki bölgesel seçimlerde polisin ve silâhlı kuvvetlerin yarısından fazlası, yıldızı giderek parlayan aşırı sağcı parti Ulusal Cephe’ye (FN) oy verdi.[9]

Radikal İslam

Fransa’daki Müslümanların politik tarihi, onların ekonomik konumu ve işçi hareketiyle ilişkisine dair bir değerlendirmede bulunmadan, sömürgecilik sonrası dönemin genel bağlamı dışarıda tutularak kavranamaz.

1904 yılında Fransız endüstrisinde ve madencilik sektöründe çalışan Müslüman sayısı yaklaşık beş bindi. Bugün hâkim olan iklimin aksine, Fransız hükümeti ve işverenler, kilise ve devleti ayıran kanunun yeni çıkmasına karşın, yirminci yüzyılın ilk yirmi-otuz yıllık kesiti dâhilinde dinî gelenekleri çoğunlukla teşvik etmişti.

Müesses nizam, dini Kuzey Afrikalı göçmen işçiler arasında sendikaların nüfuz elde etme ihtimaline karşı faydalı bir denge unsuru olarak görüyordu.

O dönemde şirketler çalışanlarına mescitler yaptılar, oysa bugün özel sektör, ev dışındaki her alanda İslam’a ait tezahürlerin kökünü kazımak için devletle işbirliği yapıyor.

Gecekondularda yaşan Müslüman işgücünün Fransız başkentinde namaz kılmasına göstermelik bir jest olarak izin verilmiş, bu kesimin yaşam standartları ancak militan mücadele sayesinde geliştirilebilmişti.

Otuzlarda birçok Müslüman Halk Cephesi hükümetini destekledi. Bugünse Müslümanlar (sosyal yardımlar, gelirin yeniden dağıtımı, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi) birçok toplumsal meselede hâlâ ilerici görüşlere sahiptirler ve genelde ortanın soluna oy vermektedirler.

1982’de İslam, Fransız siyaset hayatında, otomobil endüstrisinde çok sayıda işçinin işten çıkartılması sonucu yaşanan grevler dâhilinde ön plana çıktı. Az çok sendikaların desteği ile Aulnay ve Poissy’deki Citroën ve Talbot fabrikaları işgal edildiğinde göçmen işçiler, sektör genelinde büyük bir çatışma süreci içerisine girdiler.

Fabrika sahipleri, göçmen işçilerin sendikalarca yönlendirildiğine inanıyor, polisin müdahale edip işçileri fabrikalardan çıkartması için baskı uyguluyordu.

Bu olay üzerine sınıf temelli tanımlayıcı sözcükler yerine, nüfusun belirli bir kesimi için kullanılan bir etiket olarak “Müslüman” sözcüğü”, genel söyleme ilk kez damgasını vurdu. Bu etiketin kimi zaman Fransa’ya neoliberal politik fikirlerin gelişiyle eşzamanlı olarak ortaya çıktığı düşünülüyor.

Genel kanaate göre, Fransa’daki göçmen karşıtı duygular, ülkede ırkçı fikirlerin yayılması ile alakalı. Bu yaklaşım, seksenlerden beri Ulusal Cephe’nin elde ettiği seçim başarılarını da söz konusu duygulara bağlıyor. Oysa Hajjat ve Muhammed’e göre, bu anlatı olan biteni yanlış kavrıyor.

Yazarların ifadesiyle, İslamofobik politik dürtüleri alevlendiren, bağımsız seyreden kimi toplumsal eğilimler değil, devletin ta kendisidir. Bu noktada Hajjat ve Muhammed, Fransız hükümetinin Cezayir’in bağımsızlığı sonrasında yaşanan göçle ilgili olarak girdiği yönelimin üzerinde duruyor.

1966’da Nüfus ve Göç Müdürlüğü isminde yeni bir kurum oluşturuluyor. Bu kurum üzerinden Cezayirlilerin ülkeye göçlerinin sınırlanmasına ve bürokratik düzlemde göçmenlerin takibine yönelik politikalar uygulamaya sokuluyor.

1974’te cumhurbaşkanı seçilen Valéry Giscard d’Estaing döneminde Avrupa dışından yaşanan göç üç yıl askıya alınıyor. 1978-1980 arası dönemde, işsizliğin arttığı koşullarda Giscard, yüz binlerce Cezayirliyi ve Fransız yurttaşı olan çocuklarını ülkelerine zorla göndermek için kanun çıkartmaya çalışıyor. Parlamento, bu tasarının kanunlaşmasını engelliyor.

Hajjat ve Muhammed’in kanaatine göre, “hükümetin göçle ilgili husumeti, 1973’teki petrol krizine gösterdiği tepkiyle alakalı değildir. Bu husumet, her şeyden önce, göçün kontrol altına alınması gereken bir sorun olduğuna ikna edilen idarecilerin sergiledikleri inisiyatifin bir sonucu. […] Askıya alınan göç süreci, esasta işsizlik veya ekonomik durum değil, üçüncü dünya ülkelerindeki demografik dengesizlikler (o dönemde Fransız toplumunun ‘anarşik göç süreci’nin tehdidi altında olduğu iddia edilmektedir) ve çok sayıda yabancı işçinin yeni bir 68 Mayıs’ını destekleme riski üzerinden meşrulaştırılır.”

Yazarların ulaştığı sonuca göre, Fransa’da İslamofobi’deki yükseliş, Fransız halkı içinde yerleşik, organik bir ırkçılıktan kaynaklanmamıştır. Esasında o, elitlerin işçi sınıfı direnişini yönetme ihtiyaçlarından doğmuştur.

İslamofobi’nin Hukukî Kökleri

Müslümanlara yönelik baskılar, ideolojik düzlemde üç anahtar kelimeyle bağlantılı olarak gerçekleşmektedir: sekülarizm, (laïcité), cumhuriyetçilik ve feminizm.

1905’te o ünlü, devletle kiliseyi ayıran kanun dâhilinde sistemleştirilen politik sekülarizm[10] Fransa’daki hayat dâhilinde, 1789 sonrasında Katolikliğin gerici iktidarına karşı verilen mücadeleye kadar uzanan derin köklere sahiptir. İlk başta Katolik rahiplere yönelik husumete atıfta bulunan din adamları karşıtlığı, bugün hâlâ Fransız kültüründe varlığını korumaktadır ve bu karşıtlık Müslüman aleyhtarı sözler edilmesinde önemli bir gerekçe olarak iş görmektedir.

Charlie Hebdo[11], her zaman yaptığı gibi, gene Müslümanları hedef alan ırkçı karikatürleri yayınlayınca, yapılan bu iş, Fransa’ya has sekülarizm ve din adamları düşmanlığının bir dışavurumu olarak izah edilmiş ve göklere çıkartılmıştır. İslam’ı alaya alma hakkı, fiilen cumhuriyete ait bir sembol hâline getirilmiştir.

Sekülarizm, doğrudan cumhuriyetçilik içinden neşet etmiştir. Cumhuriyetçilik ise eşitlik ve özgürlük talep eden 1789 devriminin bir ideolojisidir. Diğer burjuva demokrasilerinden farklı olarak Fransız cumhuriyetçiliği, güçlü merkezî devletle ilişkilendirilmekte ve ilk devrimcilerin ideallerine bağlanmaktadır. Oysa İslam, politik bir mesele olarak o devrimcilerin gündemine pek gelmemektedir.

Mevcut Fransız anayasasının da ifade ettiği üzere, “Fransa, bölünmesi mümkün olmayan, seküler, demokratik ve toplumsal bir cumhuriyettir. Bu cumhuriyet, köken, ırk veya din ayrımı gözetmeksizin, tüm yurttaşların hukuk önünde eşit olmasını güvence altına alır. Tüm inançlara saygı gösterir.”

Bugün Fransız siyasetçiler, cumhuriyetçilikten, bireysel farklılıklar karşısında devletin tarafsız olduğunu iddia etmek ve cumhuriyetin kurucu ideallerinin evrensel olduğunu göstermek için bahsederler. Bu tarafsızlık, onlara göre, tüm yurttaşların eşit muamele görmesini sağlamaktadır.

Oysa pratikte, cumhuriyetçilikten dem vurulması, eşitsizliklerin gizlenip derinleştirilmesi suretiyle, toplum içindeki itirazın ortadan kaldırılması amacını güder. Cumhuriyetçilik, üyelerine uygulamak istedikleri politikalar konusunda ısmarlama kılıflar sunmak suretiyle, Fransız yönetici sınıfının hâkimiyetini rasyonalize eder.

Bugün Fransa başbakanı olan Manuel Valls[12], geçmişte bu türden bir ideolojik manipülasyonun üstatlarından biridir.[13] 2013’te içişleri bakanlığı yapan Valls, “cumhuriyetçiliği” Roma kamplarının yıkılıp binlerce insanın dışarı atılması için bir gerekçe olarak diline dolamıştır. Kasım saldırılarına yönelik olarak şahin bir siyasetçi olarak gösterdiği tepki de “cumhuriyetçi” ifadelerle meşrulaştırılmıştır.

Hukuk Karşısında Eşitsizlik

Sekülerizmin ve cumhuriyetçiliğin somutta ne anlama geldiği, doğalında yurttaşların dinî inançlarına tabidir. Geçmişte sekülerizm, rahiplerin seçim yoluyla meclise girmelerine ve meclis oturumlarına dinî kıyafetleriyle katılmalarına imkân sağlamıştır. Esasında 1905 tarihli kanun yürürlüğe girdiğinde meclis, rahiplerin dinî kıyafetlerini kamuda giymelerini yasaklayan kanun değişikliğini reddetmiştir.

Gelgelelim son yirmi-otuz yıllık dönemde sekülerizm, baskıcı bir içerikle yeniden yorumlanmıştır. Artık sekülerizm, devletin yurttaşları dışarıda kültürel veya dinî mensubiyeti ifade eden işaretlerden arındırmasını ifade etmektedir. Sonuçta Müslümanlar kamusal alanda görünür olmak istiyorlarsa, kimliklerinin merkezî unsurundan feragat etmek zorundadırlar.

“Okulların seküler niteliği” ile ilgili olarak 2004’te çıkan kanun, İslam’ın dışlanması sürecinin en ünlü örneklerinden biridir. Kanun, öğrencilerin “dikkat çeken” dinî işaretler takmasını yasaklasa da bu kanun, hiçbir vakit eşit bir biçimde tatbik edilmemiştir.

Esasında 1994’te söz konusu kanunun ilk versiyonu önerildiğinde başbakan Edouard Balladur, Fransa’daki Yahudi cemaatini temsil eden kuruma bu tedbirin sinagog takkesi (kippa) takan Yahudi öğrencileri hedeflemeyeceği güvencesi vermiştir.

Okullarda başörtüsü takan genç Müslüman kadınlar, bu dönemde en yoğun baskıyı görmüşlerdir. Cezayir’de Fransızların örgütledikleri, Müslüman kadınların kamusal alanda açılmalarını öngören politikayı doğrudan yankılayan bu kanun üzerinden, 2014 yılında başörtüsü taktığı için okullardan 130 kız öğrencinin atıldığına şahit olunmuştur. Hatta bu dönemde uzun etekler bile dinî sembol olarak yorumlanmış[14], bu tür etek giyen kız öğrenciler okullardan atılmıştır.

Kanundaki ikiyüzlülük ve Müslümanlara uygulanan baskı noktasında bir enstrüman olarak sahip olduğu konum gün gibi ortadadır: 1905’te hâlen Almanya’nın parçası olan Alsace ve Moselle’in doğu bölgelerinde kilise ve devletin ayrılması politikası hiçbir şekilde yürürlüğe sokulmamıştır.

Orada hahamlar, rahipler ve papazlar devletten maaş almakta, ama Müslüman bir öğrenci başına taktığı şey yüzünden devlet okulundan uzaklaştırılabilmektedir.

Hükümet, sadece Alsace-Moselle’i istisnai kabul etmekle kalmamakta, ayrıca bu yaklaşımına methiyeler düzmektedir. Valls’ın birçok kez dile getirdiği biçimiyle, “cumhuriyetin cumhurbaşkanı, başbakanı ve hükümet, Alsace-Moselle’deki mevcut düzenlemelerin özgüllüğüne halel getirmeyecektir.”

Devletin bir biçimde tasdiklediği, sekülerizmin yok sayılması politikası, çoğunlukla daha da ilginç sonuçlar üretmektedir. 2013’te Marsilya’nın Ulusal Cephe’den seçilen belediye başkanı, belediye binasına İsa’nın doğumunu simgeleyen bir tablo astı ve hiç ceza almadı. Galiba kilise ile devletin ayrılmasını öngören kanun, sadece Müslüman kadınlar için çıkmıştı.

1905’te çıkan ilk kanunun amacı, Katolikliğin devlet üzerindeki nüfuzunu kırmaktı. Okullarda doğrudan uygulanmasının sebebi ise öğretmenlerin devletin ajanları olarak dinî kimliklerini açıktan gözler önüne sermelerine mani olmaktı. Okul öğrencilerinin devleti nasıl teşkil edebildikleri ve başörtüsü takarak sekülerizmi nasıl tehdit ettikleri hâlâ izah edilmesi gereken bir konu.

Bu öğrencilerin devleti tehdit ettiğine dair algı, esasen çok yeni: 1989’da kız öğrencilerin başörtüsü takmasını yasaklamaya dönük bir girişim mahkemelerin itirazına maruz kaldı. 2004 tarihli kanunla yapılan değişiklik ise genelde ABD’deki 11 Eylül saldırılarına ve süregiden “teröre karşı savaş” siyasetine doğrudan bir cevap olduğu üzerinden izah ediliyor.

Birçok eleştirmenin de ifade ettiği üzere, 2004 tarihli kanun, paradoksal biçimde kamuoyunun belirli üyelerini, genç Müslüman kızları kamusal eğitimden dışlamaktadır. Sonrasında bu yasak, devletin eğitim aygıtını bir baskı aracı olarak kullanmasını olağanlaştırmıştır.

Örneğin hükümet, Charlie Hebdo saldırıları sonrası okul öğretmenlerine İslam’a destek çıkıldığını gösteren işaretler takan öğrencileri rapor etmeleri talimatı vermiş[15], söz konusu talimat, başörtüsü kanununun kapsamını daha da genişletmiştir.

Eğer ulusal eğitimin [Éducation Nationale] amacı, tüm gençlere eşit muamele göstermekse, kanun herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Aksine kanun, okul sisteminin gerçek amacının öğrencileri belirli kalıplara sokarak, onları Fransız toplumuna ve kültürüne uyumlu hâle getirmek olduğunu ortaya koymaktadır.

Başka bir ifadeyle, devlet görevlileri cumhuriyetçiliği tüm Fransız yurttaşlarına herkesin içine tıkıştırılacağı, yekpare bir kalıp olarak dayatmışlardır. Bu hamlenin amacı, ister istemez çeşitlilik arz eden toplumun geri kalan kısmına müesses nizamın ideolojik gücünü kabul ettirmektir.

O noktada okul, Müslüman kadınların devlet eliyle kontrolü için önemli bir araç hâline gelmiştir. Oysa böylelikle Fransa’daki kamusal eğitimin genel manada otoriter ve merkezîleştirici niteliği ile uzun süredir bağlantılı sembolik baskı süreci varlığını sürdürme imkânı bulmuştur.

Fransız okulları veya üniversitelerinde okumuş herkes, bu kurumların öğrencilerin katı normlara göre “formatlanması” noktasında kullanıldığı gerçeğine bizatihi şahittir. Bu sayede söz konusu kurumlar, cumhuriyetin ideolojisine ait ana payandaya omuz vermektedir: yani Joan Wallach Scott’ın[16] ifadesiyle, eşitlik aynı olmakla ilgilidir.

Öğrencileri bireysel potansiyellerini kamu yararı adına açığa çıkartma konusunda teşvik etmek yerine, Fransız eğitim sistemi, o öğrencileri kabul edilebilir birer yurttaş olarak biçimlendirmeye çalışır, oysa bu süreç, öğrencileri kendilerini besleyen, doğalarına özgü toplumsal ve zihinsel kapasitelerine yabancılaştırmaktadır.

Bu ideolojinin küstah özgüveni, 1989’da eğitim bakanına yazılan açık mektupta da karşımıza çıkar. Mektubu kaleme alan feminist aydın Elizabeth Badinter, başörtüsü takan kız öğrencilerin okullardan uzaklaştırılmasını talep etmektedir:

“Sayın bakan, siz kişilerin okulda başörtüsü taktıkları için uzaklaştırılmasının kabul edilmez olduğunu söylüyorsunuz. Bu merhametli yaklaşımınızın bizi etkilediğini söylemem gerek, ama biz de size cevap olarak diyoruz ki bu tür yasaklamalar kabul edilir türden yasaklamalardır. Eğer okuldan uzaklaştırma işlemi okul kurallarına uyan bir öğrenciye tatbik edilmişse, işte bu, ayrımcı bir girişimdir. Kuralları ihlal eden bir öğrenciyi etkiliyorsa bu, disiplinle ilgili bir niteliğe sahiptir. Disiplin ve ayrımcılık ile ilgili hâlihazırda yaşanan kafa karışıklığı disiplinin altını oymaktadır. Eğer disiplin artık tatbik edilemiyorsa, o vakit disiplin kurallarının öğretilmesi nasıl mümkün olacaktır? Eğer kanun, sadece o disipline uymak isteyenlere tatbik edilirse, bir öğretmen mesleğini nasıl tatbik edebilecektir?”

Badinter’e ve açık mektubuna imza verenlere göre, devletin otoriteryanizmi ve kontrolü, kamu eğitiminin misyonunun önemli bir bileşeni ve parçasıdır ya da taassubun faal bir kılıfından ibarettir: Bu Ocak ayında aynı Badinter, insanların İslamofobik olarak etiketlenmekten korkmamaları gerektiğini söylemiştir.

Sol İslamofobi

Bu süreçte daha az haberdar olunan bir husus da İşçi Mücadelesi (LO) ve Devrimci Komünist Birlik (LCR) gibi, ülkenin ana devrimci örgütlerinin önde gelen isimlerinin iki başörtülü gencin eğitim gördükleri okullarından atılmasına neden olan 2004 tarihli kanunu koşullayan olaylar dizisinde önemli bir rol oynadığı gerçeğidir.

Bu tip olaylar, Fransa’da IŞİD öncesinde İslam’la kurulan ilişkideki politik momenti tarif etme noktasında, çığ gibi çoğalmıştır.

Sorgulanan Alma ve Lila Lévy isimli gençler[17], sıkça dillendirilen, günümüz Fransa’sında Müslümanların entegrasyonu denilen, ağza sakız edilmiş mesele için hiç de iyi birer örnek değildir.

Bu gençler, Müslüman bir ailede büyümemişler: anneleri geçmişte Müslüman iken Katolik olmuş bir öğretmen, babaları ise bir Yahudi solcu avukattır.

Ne anneleri ne de babaları dini pratikte yaşayan isimler. Kızların başörtüsü takma kararı, tümüyle şahsî. Bu öğrencilerin tercihleriyle ilgili ülke genelinde açığa çıkan tartışma hâlen farklı biçimlerde sürüyor.

Baba Laurent Lévy[18], İslamofobi olgusuna vurgu yapıp özelde okulda başörtüsü sorununa işaret edince, Sol içinde politik bir ayrışma yaşandı. Paris’in dış mahallelerinden Aubervilliers’in komünist belediye başkanı öğrencilerin okuldan atılmalarını savundu.

Esasında Müslümanlara has kıyafetlerin yasadışı ilân edilmesi talebi, komünist mahfillerde bir tür gelenek hâlini almış durumda: 2010 tarihli kanunla nikab yasaklanınca, bu yasak komünist milletvekili André Gerin tarafından desteklendi. Gerin, bu süreçte sağcı milletvekilleriyle birlikte çalışmakta bir beis görmedi.

Tartışma hâlen sürüyor: son Nice saldırısı ardından sağcı birçok isim, ülkede kamusal alanda başörtüsünün yasaklanması, başörtüsü yasağının kapsamının üniversiteleri de içerecek biçimde genişletilmesi talebinde bulundu. Doğal olarak bu yasaklama talepleri, son dönemde Fransız sahillerinde burkininin yasadışı ilân edilmesinde somut bir karşılık buldu.

Başörtüsü karşıtı girişimlerin öncülüğünü solcu örgütlerin kimi önde gelen üyeleri yaptı. Ama bu üyelerin tüm yoldaşları ilgili girişimleri oybirliği ile desteklemediler. Mesele üzerinden solcu gruplar ve sivil toplumdaki kimi ırkçılık karşıtı örgütler bölündüler.

Mart 2010’da bu gerilim, Devrimci Komünist Birlik’in halefi Yeni Antikapitalist Parti’nin bölgesel seçimlerde başörtüsü takan İlham Mussaid’i aday göstermesiyle iyice yoğunlaştı.

Muhtemelen Mussaid’in adaylığı meselesinin çözüme kavuşturulmamış olması, Yeni Antikapitalist Parti’nin zayıflamasındaki önemli, hatta en önemli faktördü.

Partinin önde gelen isimlerinden Denis Godard[19], başörtüsü karşıtı kampın dogmatizmini eleştirip partisinin kolektif enerjisinin başörtüsü karşıtı harekete yönelik pratik ve politik müdahalede bulunmaktan çok, genel programatik tartışmalara ve propaganda faaliyetlerine yoğunlaştırması gerektiğini söyledi.

Devrimci bir partide başörtüsü takan bir kadının yetkilerini elinden alan aktivistler, Marksist gelenekte tüm çıplaklığı ile ortaya konmuş bir politikayı görmezden geliyorlar. Bir örnek vermek gerekirse, Rosa Luxemburg, burjuvaziye özgü din adamları karşıtlığına itiraz edilmesi, o anlayışın desteklenmemesi gerektiğini söylüyor:[20]

“Sosyalistler, cumhuriyet karşıtı ve gerici bir güç olan kiliseyle mücadele etmelidirler, orta sınıfın din adamları karşıtlığını kabul etmemeli, bu anlayıştan kurtulmalıdırlar. Son on yıldır rahiplere karşı verilen kesintisiz gerilla savaşı, Fransa’daki orta sınıf cumhuriyetçiler için sürdürülmektedir, bu savaş, sınıf mücadelesinin zayıflaması ve işçi sınıfının toplumsal sorunlara yönelik dikkatinin başka yönlere çekilmesi noktasında devreye sokulan en iyi yollardan biridir.”

Hâkim siyasî geleneklere bağlı siyasetçiler, Luxemburg’u devrimcilere kıyasla daha kapsamlı ve daha derinlikli incelemişlerdir. Birçok noktada hükümetin İslam’a odaklanan siyaseti, bütünüyle hâkim siyasî gündeme hizmet etmiş, kamuoyunun dikkatini neoliberal reformlardan ve diğer hassas konulardan başka yönlere çekmiştir.

Örneğin 2003’te başörtüsü meselesi gündeme geldiğinde Jean-Pierre Raffarin hükümeti, emeklilik kanunlarında tartışmalara sebep olan reformlara imza atmıştır.

Nuit Debout’nun Kaçırdığı Fırsat

Eğer devrimci sol, kendisini İslamofobi ile kurduğu o rezil ilişki konusunda temize çıkartmış olsaydı, her şey muhtemelen daha iyi olacaktı. Cumhurbaşkanı adayı olan, herkesin tanıdığı solcu isim Jean-Luc Mélenchon’un adaylık sürecinde cumhuriyetçi ve milliyetçi bir konum alması, bunun pek mümkün olmadığının delili.

2011’de Jean-Luc Mélenchon daha da ileri giderek, sokaklarda namaz kılınmasının yasaklanması talebinde bulundu. Bu nedenle cumhurbaşkanı adayı, Müslüman karşıtı saldırılara karşı her türden gerçek muhalefetin yürütülebilmesi için gerekli politik itibardan da mahrum kalmış oldu.

Sosyalist Parti’de ise Müslüman karşıtı politikaların olağanlaştırılması, partinin uzun süredir yaşadığı ideolojik çürümenin tezahürlerinden sadece biri. Sosyalistlerin ideolojik olarak kontrol ettikleri resmî ırkçılık karşıtı hareket görünürde Müslümanlara zerre destek sunmuyor.

Liberal aydınlar da devletin ülke içerisinde ve dışında İslam’a karşı uyguladığı düşmanlığın körüklenmesinde önemli bir rol oynadılar. Kasım 2015 saldırısının ardından çok sayıda akademisyen ve yazar devletin çizgisine geldiler[21] ve hükümete askerî karşı saldırı ilânı için gerekli ideolojik bahaneleri temin ettiler.

2003’te liberal feminist sol çevre içindeki ırkçılık karşısında yaşanan hayal kırıklığı, sonrasında parti hâline gelen, Cumhuriyetin Yerlileri (PIR) isimli yeni bir grubun, hareketin ortaya çıkmasına neden oldu. Parti, Fransa’da ve uluslararası planda “beyaz üstünlüğünü temellendiren yayılmacı, sömürgeci ve Siyonist hâkimiyetin tüm biçimlerine karşı mücadele edeceğini” duyurdu. Ana hedefini ise şu şekilde tarif etti:

“[Hedefimiz] göçmenlerce ve çocukları eliyle sürdürülen tüm direniş uzamlarının yakınlaştırılması, işçi havzalarında yaşayan insanları ve köken olarak sömürgelerden ve bu tür topraklardan gelen halkları tek bir ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı dinamik içerisinde bir araya getirmektir. Amacımız ise Fransız toplumunun gelişimine ve kamu politikasına nüfuz edebilme becerisini haiz, özerk, yerli bir politik güç inşa etmektir.”

Cumhuriyetin Yerlileri partisinin kurucu ilkelerinden biri de mevcut soldan özerkleşmektir. Partinin diğer sol politik aktörlere etki etmede yaşadığı güçlük, bu yıl içinde ortaya çıkan Nuit Debout [Gece Ayakta] hareketi esnasında tüm çıplaklığı ile açığa çıktı.[22]

Nuit Debout hareketi dâhilinde Paris’te ve ülke genelinde geceleri bir araya gelen meclisler, herkese açık tartışmalarda binlerce insanı topladılar. Bu tartışmaların merkezî konusu, insanların politikaya yabancılaşması ve şirketlerin demokrasiyi kontrol etmesine son verme isteği idi. Kısa ama dinamik bir sürece tanıklık edilmesine karşın hareket, Sosyalist Parti hükümeti ve Fransa’daki hâkim siyasetin geri kalan kısmına karşı belirli bir muhalefetin oluşmasında önemli bir rol oynadı.”

Ama gene de Nuit Debout hareketi göçmenlere seslenmeyi başaramadı. Cumhuriyetin Yerlileri partisinin kitle tabanı olarak belirlediği göçmenler, ülkede oluşan politik ayrımları daha da belirginleştirdiler. Partinin yorumuna göre:

Nuit Debout, ‘havzaların’, ‘varoşların’ ve ‘ırkları yüzünden ayrımcılığa maruz kalan insanların’ harekete katılmasını istedi. Varoşlara yürüyüşler örgütlemeye çalıştı, böylelikle işçilerin, ezilenlerin ve madunların birliğinin gerçekleşeceğine inanıldı. Bizse şunu söyledik: bu alanlar arasındaki yakınlaşma belirli kararlara bağlı değildir; o, mücadelelerimize katıldığınızda zaten gerçekleşecektir.”

Fransız solunun bu mücadelelere iştirak edememesi, bilhassa bu bağlam dâhilinde ciddi bir mesele, zira Nuit Debout, Fransız Müslüman kadınları da hedef alan, yeni bir baskıcı iş kanununa gösterilen tepki dâhilinde can bulmuştu. İş Kanunu Madde 1321-2-1, özel sektörün kadın işçilerin kendi işyerlerinde başörtüsü takmasını yasaklamak gibi ayrımcı kimi uygulamalara başvurmasına imkân veriyordu.

Kanunun meclisten geçtiği günden beri İslamofobik baskı politikası daha da yoğunlaştı: Temmuz’da Cannes belediye başkanı kentteki sahillerde burkini giyilmesini yasakladı. Bu karar, otuz başka bölgede, bilhassa güneydeki sahillerde tatbik edildi. Yasağın 26 Ağustos’ta Danıştay eliyle kaldırılmasından önce, başbakan bu girişimi açıktan savundu. Bir dizi devrimci aktivistle birlikte Sol Cephe’nin bileşeni olan Ensemble [Dayanışmacı ve Çevreci Sol Alternatif Hareketi][23] ve Yeni Antikapitalist Parti yasağı hemen kınadı.

Fransız elitlerin saldırıların kapsamını nereye kadar genişletecekleri cevaplanması güç bir soru. Bugün birçok ismin de dillendirdiği biçimiyle, Sol’un mevcut güçlükle yüzleşebilmesi için Müslümanlara uygulanan zulüm meselesine dair üzerine onca leke düşmüş o sicilini acilen temizlemesi gerekiyor.

Nick Riemer
29 Ağustos 2016
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Sheena McKenzie, “French mayors maintain burkini bans despite court ruling”, CNN.

[2] “Avec l'état d'urgence, les perquisitions en Eure-et-Loir se font «dans une optique préventive»”, lechorepublicain.fr.

[3] Grey Anderson, “The French Emergency”, jacobinmag.

[4] Karina Piser, “France’s Problem with BDS”, america.aljazeera.com.

[5] Abdellali Hajjat, Marwan Mohammed, Islamophobie. Comment les élites françaises fabriquent le "problème musulman", Paris, La Découverte, coll. «Cahiers libres», 2013.

[6] Ian Birchall, “Mitterand’s War”, jacobinmag.

[7] Kim Willsher, “France remembers Algerian massacre 50 years on”, theguardian.

[8] “Plus de 50% des policiers et militaires ont voté FN en 2015”, liberation.fr.

[9] Hugh McDonnell, “How the National Front Changed France”, jacobinmag.

[10] Ian Birchall, “The Wrong Kind of Secularism”, jacobinmag. Türkçesi: "Yanlış Sekülerlik", İştiraki.

[11] Richard Seymour, “On Charlie Hebdo”, jacobinmag. Türkçesi: “Charlie Hebdo", İştiraki.

[12] Cynthia Kroet, “Manuel Valls: Burkini ‘not compatible’ with French values”, politico.eu.

[13] Vincent Geisser, “Les cinq laïcités de Manuel Valls ou comment transformer un concept juridique en ressource de pouvoir personnel?”, contre-attaques.org.

[14] Magalie Ghu, “La jupe d’une collégienne jugée ostentatoire: ce que dit la loi sur les signes religieux”, lavoixdunord.fr.

[15] Mark Brown, “Socialism, Satire and Charlie Hebdo”, International Socialism, isj.org.uk.

[16] Joan Wallach Scott, Politics of the Veil, Princeton.

[17] Hugh Schofield, “Jewish dad backs headscarf daughters”, BBC News.

[18] Laurent Lévy, “«La gauche», les Noirs et les Arabes”, Le Monde Diplomatique.

[19] Denis Godard, “S’il ne s’agissait pas de la religion?”, quefaire.lautre.net.

[20] Rosa Luxemburg, “An anti-clerical policy of Socialism”, marxists.org. Türkçesi: İştirakî.

[21] Nick, Riemer, “France And Its War On Terror And Intellectuals”, newmatilda.com.

[22] Nick Riemer, “Nuit Debout”, arena.org.au.

[23] Ensemble, “Communiqué de Ensemble! Retrait des arrêtés interdisant les burkinis!”, ensemble-fdg.org.

18 Temmuz 2018

,

Ankebut

“Mursi Defol!” [Kahire]


Eskiden sol mahfillerde, bilim-kurgu filmlerine dair eleştirilerde, yüzlerce yıl sonra başka bir gezegende kurulan kolonide bile sınıf ilişkilerinin gösterilmesinde kapitalizm savunusuna yer verildiği söylenir, “eğer başka bir gezegene gidilmişse, bu dünyada komünizm kurulmuş olması gerekir” denilirdi. Bu tespit ışığında dolaylı olarak sınıfsızlığın sınırsızlıkla ilişkili olduğu üzerinde durulurdu. Sınırsızlığın tabiatıyla sınıfsızlığı şart koştuğu iddia edilirdi. Bu, teoriyi ve pratiği ele geçiren bir tespitti.

Bugünse Sovyetler’in çözülüşü karşısında el çırpanlar, Seattle ve sonrası gelişen halk hareketlerinin söz konusu çözülüş sayesinde gerçekleştiğini iddia ediyorlar. Yani kimilerinin muhayyilesinde sınırsızlık, hâlâ sınıfsızlığın mecazı, dolayımı. Zira Sovyetler, esasen sınırlı olduğu, dolayısıyla sınıflı olması gerektiği üzerinden eleştiriliyordu. Buradan da yıkılmasında sınıfsızlığa dair bir imkân görüldü. Bu sınıfsızlık, sınıfın sınırlayıcılığı ile alakalı idi. Kendisinin sınırötesine ait imkânlarla yaşadığını görenler, sınırlara düşman oldular, düşmanlığı öğrettiler. Batı, sınıfı Sovyetler’i kendisinden geri olduğu için eleştiriyordu. Sonunda teori ve pratik bu gerilikten kurtulmuş, sınırötesine ve oradaki imkânlara eş bir düzleme gelmişti.

Bugünse Mısır’daki Müslüman Kardeşler türü örgütsel yapılar da fazla sınırsız olmaklığı üzerinden eleştiriliyorlar. ABD denilen küresel sınırsızlık ile İsrail denilen yerel sınırsızlık, her türden sınırsızlık ihtimaline ölçü getiriyor. Batı, bu sefer de İslam’daki vurguya karşı kılıcını bileyliyor. Sınırötesine taşınıldığında, karşısında sınırlayıcı bir güç olarak İslam’ı buluyor. Bu sefer geri olan o ve onun kısmen hüküm sürdüğü tüm coğrafya.

Bizde Kemalizm, “yurtta sulh cihanda sulh” sözünün “kaynaşmış, sınıfsız kitle” temrini ile pekiştirilmesini ifade ediyor. Sınırlı yapısı post-İslamî yapıların sınırsızlığı ile perçinleniyor. O yapılar, şimdi Kemalizm ile sınırlanıyorlar. Batı kaynaklı Kemalizm eleştirileri, yüzeysel; kendi kurduğu öze, içeriğe zerre dokunmuyor. Onu başka bir kabukla sarıp sarmalıyor. Kitlelerin sınırsızlık-sınıfsızlık yalanı ile kuşatılması onda vücut buluyor.

Andolsun biz, aklını kullanacak bir kavm için o memleketten ibret alınacak apaçık bir delil bıraktık.” [Ankebut:35]

Ol delillerden biri, Türk için Kürd; Kürd için Türk olabilir mi? Bugün Kürd, Türk’ün engin denizlere açılması önündeki temel engel olarak gösteriliyor. Malın-mülkün bir mecazı olarak “Türk”, rekabetin imgesi olarak “Kürd”ü buluyor karşısında. Müşterek dava, yerin bir karış altında duruyor. “Kürd”ü kuranlar, bu sefer ona ruh üflemek istiyorlar. Kavganın harrında pişmiş, tavında dövülmüş bir irade teslim alınmak isteniyor. Ona da sınırsızlık-sınırsızlık yalanı öğretiliyor.

Kur’an, sınıfa ve sınıra dair. Sınıfsızlık imgesi olarak bir Kur’an okuması yapmakla; sınırsızlık imgesi olarak bir başka Kur’an okuması yapmak mümkün. Sınır sınıfsal; sınıf sınırlandırıcı. Kur’an’da sınır ve sınıf ötesi, Allah. Müslüman, O’nun adına, sınırlara ve sınıflara saldıran irade. Pers-Bizans arası coğrafyada kendi kulelerini dikenlere saldırmak, Pers ve Bizans saraylarına da yönelmeyi emrediyor.

Bu açıdan, ABD ve İsrail’in sınırsızlığına öykünmek, sınıfsallığı köreltmek, geri plana itmek zorunda. Ezen-ezilen, işçi-burjuva kavgasına dair her türden ayrımın üzerini örten bir İslamîlik, onların sınırsızlığına raptiyelenmeye mecbur. Sınırsız-sınıfsız bir İslam, sınırları aşmıyor, sınıfları kaldırmıyorsa, bugün efendilerin hizmetine girmek durumunda. Sınıfsızlık yalanı ABD’den; sınırsızlık yalanı İsrail’den. Zülfikar, bu iki yalanı yekten parçalamak için var.

Devlet, “sınıfsız, kaynaşmış kitle” oluşturmaktır. Bu sınıfsızlık kurgusu, sınıfî ideolojileri düşman görmeye, kitleleri bireylere bölüp o bireyleri ideolojisiz kılmaya mahkûmdur. Kur’an’daki temel vurgu, verili durumda muktedirlerle tanımlı hayatiyetin Allah’ın sınırlandırıcılığına teslim olduğuna dönüktür. O muktedirlerle ölümsüz olacaklarını zannedenlere hitap eden, ölüm ve ölümün eşitleyiciliğidir. Ölmek, yok olmak istemeyen, devletin varlığına biat etmek zorundadır. Küfrün galebe çaldığı yer burasıdır.

Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” [Ankebut:57]

Ve Allah, fukara kullarının Kendisi üzerinden bu türden sınırsızlığa ve sınıfsızlığa duçar olmasına izin vermez. Hatırlatılan, ahirettir. Bugünden sonrasıdır. Güç ve iktidar yapılarının geçiciliğidir. İktidar, gücünü sınırsızlığını sınıfsallığından; sınıfsallığını sınırlılığından alır. Burjuva devlet, kendisine günbegün bir halk kurar, o halkın bekasını kendi bekasına bağlar. Sınıfsızlığını muhafaza etmek için halkı adaletsiz; sınırsızlığını idame etmek için onu hürriyetsiz kılmak, tutmak zorundadır. Ama tanrı olayım diye yola çıkan her küçük burjuvanın serencamı, nihayetinde başkalarının kulu olmaktır. Bu açıdan huzur değil, kurtuluş İslam’dadır.

Oysa Kur’an, ailedeki itaatin kaynağı ana-babadan başlayarak küfre zorlayan ne varsa karşıya atmayı emreder. Devlet, kendisini aileyi parçalayıp kendisinde bütünleyerek idame ettirir. Cümlemizi yetim-öksüz kılmak, en azından sürekli böylesi bir tehdit altında tutmaya mecburdur. Artık dönülecek tek yer orasıdır, odur. Ailenin parçalandığı, tekrar bütünlendiği yer orasıdır. Cümlemizin küfürde ortaklaştırılması ol sebeptendir.

Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şâyet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.” [Ankebut:8]

Bugün çeşitli vakıfların devletleşmesine, devletin sokak aralarına sızmasına tanık olunmaktadır. Mevcut müesses nizama aykırı hareket eden dinamikler, hizaya çekilmektedir. Allah için hareket ettiğini, cihada dâhil olduğunu söyleyenlerin furkanı silinmiş, devletle Allah arasındaki ayrım kalkmıştır. Kendileri olmasa Allah’ın ve İslam’ın yok olacağını kendilerine ve başkalarına inandırmış olanlar, devletin ideolojik ajanları olarak sahaya sürülmüşlerdir. Cümlemizin tek ailesi olarak devlet, firavunî ameliyle her türden ilişkiye nüfuz etmektedir. Eskiden “Hz. Muhammed Türk” diyerek Müslümanlığı bile Türkleşerek ve devletleşerek mümkün bir eyleyişe indirgeyen, yeri geldiğinde “bu milleti Arapların masallarından kurtaracağım” diyen devlet, bugün herkesin tek tek sahibidir. Çabamız, emeğimiz, gayretimiz, sevdamız, kavgamız sadece ona dairdir. Devlet, bu hâle muhtaçtır. Yaşaması için bizim ruhumuzu günbegün emmesi, burjuvazinin çarklarına kanımızı-terimizi akıtması gerekir. Bu zulme, bu küfre bir Furkan şarttır.

Her kim cihad ederse, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir.” [Ankebut:6]

Orta sınıflar nezdinde sınıfsallık meselesi, yönetsel ilişkilere, hiyerarşiye tercüme edilir. Bu kesimden mücadeleye duhul edenler, yükselmek isteyenlerdir. İlgili kesim, ilk fırsatta, yükselme önündeki engeller kalktığı noktada, sınırsızlığın akışına, rüzgârına saçlarını kaptıracaktır. Burada kural, “ne yârdan ne serden geçmek”tir. Devlet, bu katmanda kök alır. Kadrolarını buradan devşirir. Münafık, güvenliği için iki yuva açan “tarla faresi” gibidir. Allah için sıkıntı çekmesi gerektiğinde diğer yuvaya sığınır. Devlet, münafıkların daimi yurdudur. İslam’ı huzura, psikiyatri ilâçlarına indirgeyenler, bu münafıkların hizmetkârlarıdır. Ali Şeriati’nin vurgusuyla, Müslüman rahatsız etmek için vardır, yoksa yoktur.

Allah, elbette kendisine iman edenleri de bilir ve elbette münafıkları da bilir.” [Ankebut:11]

Artık “ne yârdan ne serden” sözü, “ne yârdan ne kârdan”a dönüşmüştür. Bu çift dilli, çift dinli, çift cinsiyetli hâl, had bilmezlikle, karşısındakinin, dışındakinin imkânlarını da talep etmeyi beraberinde getirir. Bu açıdan devlet de bu yol üzredir. O da Allah olmak ister. Kadın erkeğin; erkek kadının yaşadığı hazzı talep eder. Kendisi başkasıdır, başkası yayılma, sömürgecilik imkânıdır. Başkasının bedenine yayılmak mülkün, başkasının ruhuna, hazzına nüfuz etmek paranın iradesidir. Salih amelse o mülke ve paraya kul olmamaktır.

(Lût) ‘Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et’ dedi.” [Ankebut:30]

Mekke’de zuhur eden İslamî hareketin “Muhammed” ismi ile anılmaması mühimdir. O, binlerce yıllık peygamberlik hareketinin parçası, ona içsel bir devrimdir. Kur’an’a yansıyan, bu yöndeki ikazlar ve tembihlerdir. Mesele, kendimizdeki fiilî eksikliği O’nda tamama erdirip kibirlenme imkânı bulmak değil, O’ndaki kavgayı cisimleştirmektir. Hz. Muhammed (sav) bizdeki yükselme, yayılma, nüfuz etme arzusunun, tekebbürün mecazı ya da dolayımı olamaz. Kur’an’da belirli bir sınıfsallığa ve sınırlılığa yönelik itirazın örgütlendiği koşullarda, o sınıfsallığı ast-üst ilişkisi üzerinden okuyanlar bir bir ikaz edilirler. Rızkı fazla verilmiş olanların üstünlüğü tanınmaz. Onu biriktirmeyenlere özel bir ehemmiyet gösterilir. Sapla saman ayrılır. Sınıfsallık ilişkisi tarumar edilirken, Allah yolunda olanların üstünlüğü açık biçimde tanınır. Ama bu üstünlüğün Allah şahsında istismar edilmesine, başkalarına üstünlük taslanmasına izin verilmez.

Allah kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” [Ankebut:62]

Devlet, yoksul kitlelerin sınırsızlaşma iradesini sömürür; sınıfsızlaşma kavgasını ezer. Bu açıdan dert, yoksulun başını okşayıp, o yoksulluğun ne kadar doğal, doğal olması hasebiyle ne kadar yüce olduğunu öğütlemek değildir. Devlet, dinî hareketleri insanlarda doğal olarak miras kalan “yüce bir millet” kurgusu ile dağıtmak ister. Buna yoksulluğun doğal bir kader olduğunu, güzelliklerinin, derinliğinin tecrübe edilmesini telkin ederek karşı konulamaz. Bu tip bir yaklaşım devletle ortaklaşacak, onu Hakikat’e şirk koşacaktır.

Gemiye bindikleri zaman dini Allah’a has kılarak O’na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkardığı zaman ise bir de bakarsın ki Allah’a ortak koşarlar.” [Ankebut:65]

Bu ikazı eski Mısır cumhurbaşkanı unutmuş gibidir. Darbenin gerçekleştiği günün öncesinde yaptığı son konuşmada “Tahrir, açların devrimi değildi. O, hürriyet ve adalet çağrısıydı.” demiştir. Devlet katında, yoksul düşkün görünür. Gözdeki çapak gibi ele alınır. Bu alçak dünyada yükselen, dünya nimetlerini her an yüceltmeye mecburdur. Açları görmeyen, yoksula yoldaş olmayan bir hürriyet-adalet kavgası, efendilerin dişlerinin arasını karıştırdıkları kürdandır. Mazluma kör bakan her irade, efendilerin sınırötesi faaliyetlerine koşturulan bir emir eri; onların sınıfsızlık yalanını idame eden bir bekçi olmaya mecburdur.

Mursi, iktidardan düşmeden önce efendilere işve yapmaktadır. “Açları ben kontrol ederim, sizin için onlara hürriyet-adalet zokasını ben yuttururum” demektedir. İş işten geçmiştir, tüm çırpınışlar nafiledir. Devlet, fasılaya bir son vermiş, çeri çöpü başkasına temizlettikten sonra özüne dönmüştür. Hürriyet ve adalet, artık sadece Mursi’nin partisinin tabelasında kalmıştır. Koca Tahrir’den ancak kendi çıkarına olanı duyabilmiş olan Mursi’de mesele, onun karaya çıkınca Allah’a devleti ortak koşmuş olmasıdır. Nihayetinde onca fayda ve nankörlük ardından neyin ne olduğunu “bilmiştir.” [Ankebut:66]

Kitlelerin çığlığında ancak ve sadece kendi ismini duyanların, duymak isteyenlerin burada alacağı çokça ders vardır. Kendi varlığını ve benliğini kitlelerin kavgasında sigaya ve sorguya çekmeyen, bu tür musibetlere mecburdur. Devlet, o varlığı ve benliği sınırsızlığın ve sınıfsızlığın cazibesi-iğvası ile kandırır, başköşeye oturtur, ağzına yağlı parmaklarıyla bal çalar, sırtını sıvazlar. Sonra da sınırlı-sınıflı gerçeğin orta yerine fırlatıp atar. Bu tuzağa karşı imanla ve akılla karşı koymak gerekmektedir. İman ve akıl yoksa direniş de yoktur.

Neoliberal dönüşüm için biçilmiş kaftan olduğunu her gün dua gibi tekrarlayıp duranların görmedikleri tuzak budur. Esasen tuzağa düşecek olan Müslüman iradedir ve bu, asla umurlarında değildir. Eskiden İslam’la ilişkileri ne ise bugün devletle de ilişkileri o düzeydedir. Küçük burjuvazinin ihanetine karşı emekçi-yoksul Müslüman’ın iradesi, bu tuzaklara düşmeyecek ferasete sahiptir.

Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” [Ankebut:69]

Mursi’nin yanılsaması, ABD rüzgârı ile bindiği geminin Nuh’un gemisi olduğuna inanması, milleti buna inandırmasıdır. Kayalıklara çarptığında ise geride eskinin masalları kalmıştır. Partisine adını veren hürriyet sınırsızlıkla; adalet sınıfsızlıkla alakalıdır. Gerçek düşmanla çokboyutlu mücadele içerisine girmeden, kolay yoldan iktidar imkânlarından istifade edeceğini düşünmüş, düşmanın sınıfına ve sınırına teslim olmuştur. Kolay yol, efendilerin yoludur.

Kahire’de mezarevlerde çile çeken yüz binleri görmeyen bir hürriyet kavgasının; ordunun tahkim ettiği sınıfsallığı karşıya almayan bir adalet mücadelesinin akıbeti budur. İhvan’ın dayanışma örgütü olarak varlığı, Nasır ile birlikte tarihe havale edilmiştir. Nasır İhvan’da, İhvan Nasır’da çözülmüştür. Körfez ile rabıtalı fıkıh, neoliberalizmin ve siyonizmin yoluna taş döşemiştir. Bölgeye dair model ülke olma hayalleri, Tahrir’de açların öfkesini görmediği için, daha doğarken, ölmüştür.

Mesele, düşmanın kurduğu gerçeklikle dövüşmekte, o dövüşe kendimizi dâhil etmekte, gerçeği kendimizden kurmamakta, her adımızı ünleyene koşmamaktadır. “Hürriyet” dediklerinde kendi öznelliğimizden, nefsimizden dünyaya baktığımızda, “işte beni sınırsız kılacak irade!” diye o yöne koşmamak gerekir. “Adalet” dediklerinde, gene aynı yerden bakıp, “beni boğan küçük sınıfsallıktan kurtaracaklar” diye seğirtmemek lazımdır.

Önce kendimizi nerede, kimle kurduk, ona bakalım. Finans spekülatörleri, bankerler rahat trafik istiyor diye ormanları talan edip köprüler, boğazlar inşa edilmemeli. Bir an olsun o zenginlerle aynı düzleme gelince, hayallerimizin gerçekleştiğini düşünmemeli. Aradaki sınıfsal farka, sınıra, furkana sıkı sıkı sarılmalı.

Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşımazlar (yiyecek biriktirmezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” [Ankebut:60]

Allah’a güvenmeli. “Onun yeryüzü geniştir.” [Ankebut: 56] O arz, sınıfsız-sınırsız kavgayla değil, sınırsızlığın-sınıfsızlığın kavgasıyla parça parça sökülüp alınacak, bu bilinmeli. İlki yanılsama, vesvese, vehim; ikincisi hakikattir. “Komünizm ütopya, başkanlık gerçek” denileceğine, neyin başı, kimin başkanı, bu sorulmalı. Nihayetinde O’ndan başka dost tutanların, kendisi için, kendine özel bir ev kuranların vay hâline!

Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!” [Ankebut:41]

Eren Balkır
17 Temmuz 2018