29 Ekim 2016

,

Cumhur


Hikmet Kıvılcımlı’nın “Cumhuriyetin varolma sebebi, saltanatın, yani doğu gericiliğinin ve emperyalizmin yani batı gericiliğinin yok edilmesi idi” tespiti, tümüyle bir vehimden ibarettir ve yanlıştır. Bu yanlış, duruma dair bir politik manevranın tezahürüdür.

Esasen doğu gericiliği “devlet”te; batı gericiliği “sivil toplum”da mündemiçtir ve sürmektedir. Devleti karşıya, sivil toplumu yanına alan her girişim, liberalleşmek zorundadır. Tersten, devleti yanına, sivil toplumu karşıya atan her adım, muhafazakâr sağ bir yönelimdir. Devlet ve sivil toplum ayrımı, iktidarın beslendiği önemli bir kaynaktır.

* * *

İsrail devleti, kendisine dair bir Yahudi kurgusu inşa ederek yürümeye mecburdur. Bu Yahudi inşa edildikten sonra devlet, o Yahudi’nin varolma sebebi olarak kendisini meşrulaştıracaktır. Yahudi, ancak İsrail devleti varsa vardır.

Dolayısıyla, “Cumhuriyet meşrudur nokta” diyen birisi, esas olarak burjuva hukukunun sınırları dâhilinde düşünüp hareket ettiğini söylemiş olmaktadır. Zira “meşru” “şeriata”, yani “hukuka uygun” demektir. Buradaki uygunluk, burjuvaların emri gereğidir. Bu lafı edenler, varlığını efendilere armağan etmiş demektir.

Toplumu kuran emperyalizm; devleti kuran “doğu gericiliği” ise eğer, bunların ikisine de ihtiyaç duyan mülkiyet-rekabet ilişkilerini karşıya atmak gerekir. Devletin “bensiz bir hiçsiniz” dediği kesimleri, günbegün inşa etmesi icap eder. Tıpkı Siyonizm gibi, devletin bu topraklardaki ideolojisi, bellidir.

Gene tıpkı Siyonizmin Yahudilikle alakası olmadığı gibi, Türklüğün Türk’le ve İslamîliğin de İslam’la bir alakası yoktur. Saltanat ve emperyalizm iç içe bu unsurları yoğurmakta, belirli kesimleri Türk ve Müslüman düşmanı olarak yetiştirip sahaya sürmektedir. Dost da düşman da aynı odağın mahsulüdür.

Bu mânâda ülkede Kürd’ün eleştirisi ile yetinmek mümkün değildir. Sırf başarıya ve güce aldanmak gerekmiyorsa, Müslüman’ın da eleştirisi güncellenmek zorundadır. Müslüman’ın itirazı, önceden sonraya, diyalektik maddî gerçeklik içerisinden idrak edilmelidir.

* * *

Fransa parlamentosunda bizdeki gibi ülke dışında yaşayan vatandaşlara tahsis edilmiş belirli bir milletvekili kontenjanı vardır. Bu kontenjan için oy kullanacaklar, Latin Avrupa ülkelerinde ikamet ediyor olmalıdır. Fransa’daki seçim hukukuna göre Türkiye, bu Latin Avrupa kategorisine girmektedir. Bizim solumuzun siyasete ve siyasette Fransız olmasının sebebini biraz burada aramak gerekir.

Devletin gerici, ortaçağ karanlığından çıkmış, yobaz bir çete eliyle yönetildiğine ikna olmak kolaydır. Zor olan, o çetenin geçmiş çetelerle ilişkisini açığa çıkarmak, devletin inşa edemediği Türk ve Müslüman içerisinden bir direnç hattı bulmak, yoksa kurmaktır. Artık herkes kolayı seçmiş, devletin reorganizasyonu dâhilinde kendisine biçilen role uygun kıvama gelmiştir. Baskının, zorun edebiyatı, bir futbol maçından bile mağduriyet üretecek düzeye kadar gerilemiştir. Zira baskı ve zor kimsenin umurunda değildir. Varlık onların varlığına armağandır.

* * *

“Bir Yahudi devleti olarak varolma hakkı”nı ülke içerisine ve dışına dayatan İsrail ile Türkiye arasındaki mesafe çok dardır. Kendisini Ortadoğu’nun tek modern, ilerici, özgürlükçü diyarı olarak pazarlayan İsrail’in gücünün yetmediği yerde Türkiye devreye girmektedir. Çölün ortasındaki bu vahada ilerici olmak, apolitizmdir. Yaşanan onca savaşa, dökülen onca kana ve gözyaşına sessiz kalınmasının sebebi bu apolitizmdir.

Mesele, sömürüye ve zulme karşı mücadelede yoldaşlar bulabilmek, yoksa inşa edebilmektir. Bu inşa, batıdan alınmış modeller, ilkeler, benzerlikler veya paralellikler üzerinden gerçekleşmeyecektir. Bu türden arayışlar, her daim siyaset dışıdır. Sürekli kılınmak istendiğinde, “doğunun” ya da “batının gericiliği”ne eklemlenilecektir.

Solun bir kesimi, cumhuriyetin inşa ettiği “halk”tan memnundur, bir kesimi de kurduğu devlete hasetle yaklaşmakta, pay istemektedir. Rum, Ermeni ile ilgili edebiyat, biraz da onlardaki zenginliğin, mal-servet birikiminin Batı ile ilişkide daha hayırlı olacağının düşünülmesi ile alakalıdır. Yoksa kimsenin onlardaki mazlumiyetle bir ilişkisi yoktur. Kürd’e verilen kerhen destek de sivil toplumcu, liberal bir mızırdanmadan ibarettir.

* * *

Son günlerin Cumhuriyet övgüsü, onca iddiasına karşın, halka kördür. Devletin inşa ettiği, kurduğu “halk” mitosu önünde secde edilmektedir. O “halk”ın gerçek halkla, Türk’le ve Müslüman’la alakası bulunmamaktadır. “Halk” dedikleri, birkaç makam, birkaç mevki, birkaç da emeklilik ikramiyesidir. Oradan mazlumların kolektif geleceğine dair bir şey çıkmaz.

Yüksek siyasetin serin koridorlarında dolaşmayı sevenler, ya halktan tiksiniyordur ya korkuyordur ya da ondan kaçıyordur. Halkın kavgasına sırtını dönenler, kavgayı halklaştıramazlar. Cumhuriyet övgüsü, halka dair değildir. Bitmiş tamamlanmış, zaten yaşanmış bir hikâyenin efsaneleştirilmesidir. O hikâyede her şey, bir avuç azınlığın iktidarına göre kaleme alınmıştır. Övme ve yüceltme, aşağının aşağılanması gereğidir.

Eren Balkır
29 Ekim 2016

,

Cumhuriyet Ödevi


Cumhuriyeti bizim sınıftan daha iyi bilen yoktur.

İlkokulda ulusunu, bayrağını, vatanını seven bir öğretmenimiz, hemen hemen hepsi “doğu kökenli” bizlere “cumhuriyet nedir?” diye zor bir soru sormuştu.

Biz “doğu kökenli” çocukların o gün dili dönmediği için nedenini çok da bilemediğimiz bir öfke belirmişti içimizde ama öğretmene de bir cevap verememiştik.

Sonra değerli öğretmenimiz, bize cumhuriyetin ne olduğunu çok iyi öğretti tabii.

Ödev:

“İki sayfa boyunca: CUMHURİYET virgül HALKIN KENDİ KENDİNİ YÖNETMESİDİR nokta yazacaksınız” dedi.

O gün bugündür cumhuriyetle aramda o iki sayfa var.

O gün yazdığım o iki sayfanın anlamını öğrendiğimde kendi coğrafyamda yaşananlarla kıyaslayınca daha bir korktum bu cumhuriyetten.

Halkın kendi kendini yönetmesi adı altında meğer halkın anası ağlatılmış, babası asılmış.

Hep böyle olur ama bu işler.

Zehri bala bandırıp bal diye yutturuyorlar.

Gerçekten halklarını önemseyen her türlü cumhuriyete eyvallah ama bu cumhuriyet o cumhuriyet olmadı hiç.

Şamil Tatlıcıoğlu
29 Ekim 2016

25 Ekim 2016

, ,

Corc Abdullah’a Özgürlük


Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, 32 yıldır Fransız hapishanesinde tutulan tutsak yoldaş Corc İbrahim Abdullah’ı desteklemek amacıyla, 25 Ekim’de Gazze’deki Uluslararası Kızıl Haç Komitesi genel merkezi önünde bir miting tertipledi. Abdullah’ın özgürlüğüne kavuşmasını talep eden mitinge Cephe liderleri, Hapishane Komisyonu, Ahmed Sedat’la dayanışma kampanyası, politik partiler ve tutsaklarla şehidlerin aileleri katıldı.

Yoldaş Henin Ammar, etkinliği FHKC’nin tutsak genel sekreteri yoldaş Ahmed Sedat’ın mesajıyla açtı. Mesajda, tutsakların özgürlük mücadelesinin Corc Abdullah’ın özgürlük mücadelesinin ayrılmaz parçası olduğuna vurgu yapılıyordu. Mesajında Sedat, ayrıca emperyalizmin ve küreselleşmenin hâkim güçlerinin gerçeği çarpıtmalarını topa tutup, bu güçlerin özgürlük savaşçılarını terörist, katili de mağdur göstermeye çalıştıklarını söyledi.

Sedat’ın ifadesiyle, Corc Abdullah’ın özgürleştirilmesine dönük çabalar, sadece onun zaferini değil, tüm mazlum halkların, tüm siyasî suçluların ve işkence mağdurlarının zaferini mümkün kılacak, bu, hem insanlığın hem de Filistin’in özgürlük mücadelesinin zaferi olacak.

Sedat, ayrıca zulme, adaletsizliğe ve zorbalığa karşı mücadele eden Filistin, Lübnan ve her yerdeki savaşçıları selamdı.

Cephe’nin Gazze’deki Tutsaklar Komisyonu lideri yoldaş Allam Kâbi de bugün itibarıyla 33. yılına giren, Corc Abdullah’ın Fransız devleti tarafından tutsak edilişini kınadı. Kâbi, Abdullah’ın kayıtsız şartsız derhal serbest bırakılmasını talep etti ve onun serbest bırakılmasına yönelik tüm baskı araçlarının meşru olduğunu söyledi. Kâbi, konuşmasında ayrıca Abdullah’ın tüm ömrünü emperyalizme karşı mücadeleye ve Siyonizmin sömürgeci projesine karşı yürütülen direnişe adamış bir özgürlük ve adalet savaşçısı olduğunu ifade etti. Devamında Abdullah’ın Filistinlilerin, Arapların ve tüm halkların mücadelesinde tarihsel ağırlığa sahip bir isim olduğunu, onun radikal analiz ve direnişe karşı güçlü bağlılığını muhafaza ettiğini, bugün Fransız devletince tutsak edilmiş olmasının bir sebebinin de bu olduğunu söyledi.

Kâbi, konuşmasında Abdullah’ın davasının işgalci gücün hapishanelerinde çile çeken binlerce Filistinli tutsağın davasıyla yakından bağlantılı olduğu hususu üzerinde durdu ve iki meselenin asla birbirinden ayrıştırılamayacağını söyledi. Özgürlük savaşçısı olan Corc Abdullah’ı bir “terörist”miş gibi göstermeye çalışan ırkçı yasalara da sert eleştiri yönelten Kâbi, bu yasaların Filistinli tutsakları “terörist” olarak etiketleyen yasalarla aynı olduğuna işaret etti. Konuşmasının ilerleyen kısmında Lübnan devletine onun Corc Abdullah’ın serbest kalması için ciddi bir baskı uygulaması ve gereken sorumluluğu alması çağrısında bulundu. Ayrıca Corc Abdullah’ın serbest bırakılması için kurulan hareketin devam etmesini, bu yönde Fransız devletine baskı uygulanmasını, hareketin bilhassa Siyonist hapishanelerdeki cesur tutsakların desteklenmesine dönük hareketin bir parçası olarak yürütülmesini talep etti.

Kâbi konuşmasını, Abdullah’ın serbest kalması yönünde hep birlikte baskı uygulanması amacıyla Filistinli, Arap ve uluslararası devrimci güçler arasında bir koordinasyonun kurulacağı konusunda güvence vererek bitirdi.

Etkinlikte ayrıca Corc Abdullah ve Filistinli tutsakların hapiste olmaları konusunda suç ortaklığı bulunan üç liderin, Fransız Cumhurbaşkanı Francois Hollande, ABD Başkanı Barack Obama ve Siyonist Başbakan Benjamin Netanyahu’nun resimleri de yakıldı.

FHKC
25 Ekim 2016
Kaynak

24 Ekim 2016

,

Punk Ölmedi

Yıllar önce devrimci fikirlerle tanışıp bu fikirlerin gerçekleşmesine heves ettiğimizde anne ve babalarımızın bize çok temel bir nasihatleri olurdu. Bu nasihat, kafamızda taşıdığımız fikirlerin gerçekleşmesine heves ettiğimiz yolun yanlışlığıyla ilgiliydi. Bu fikirleri öyle bir iktidar savaşı aracılığıyla gerçekleştiremezdik. Çünkü hem karşımıza aldığımız devlet çok güçlüydü hem de adına iktidar mücadelesi vermeye heves ettiğimiz halk buna değmezdi. 

Eğer illaki bu fikirlerin gerçekleşmesine ilişkin duyduğumuz hevesi içimizde bir türlü bastıramıyorsak, tutulması gereken yol belliydi. 

Çok çalışıp okumalı, üniversiteye girmeli, hâkim, savcı, polis, asker, doktor, vali, kaymakamlık gibi makamları mesken tutmalı ve bu mesken tuttuğumuz makamlardan istifade ederek halkımıza fikirlerimiz doğrultusunda hizmet etmeliydik. Hem böylelikle genç yaşımızda olmayacak bir düşün peşinde perişan olup harcanmazdık hem de bu ceberut devletin içine yerleşerek onu bir parça kendi zihniyetimiz doğrultusunda şekillendirirdik. 

Ancak anne babalarımızın bize devlete belli makamları mesken tutmak suretiyle içten fethetmeyi mi önerdiği yoksa devleti böylesi bir yolla solculaştırmayı mı önerdiği pek açık değildi. Ancak bu nasihatlerini o günlerde de devlette örgütlenmeleriyle meşhur fetöcülerle örneklendirdiklerine göre, galiba bize bir içten fütuhat metodu öneriyorlardı. Biz de onlar gibi yapmalı, asker, polis, savcı, hâkim olmalı ve böylesi bir güce dayanarak o kutsal saydığımız düşüncemiz doğrultusunda halkımıza hizmet etmeliydik. Genel olarak bu nasihate iki noktadan karşı çıkardık. Devlette ne kadar makam, mevki, pozisyon elde edersek edelim, devlet bu pozisyonlarda istediğimiz gibi çalışmamıza izin verecek bir yapısallığa sahip değildi. Yani ne kadar da faili meçhulleri aydınlatmaya ya da onlarla mücadele etmeye inançlı bir savcı olsak da devlet yapısal olarak kontr-gerilla özelliğine sahip olduğu müddetçe (ki bu özellik, devletin politik-hukukî yapısına içkin bir özellikti) solcu bir savcı olmamız genel durumu pek de değiştirmeyecekti. Bu nasihate karşı koyduğumuz ikinci nokta, Komünist Manifesto’da kulağımıza küpe olmuş bir ilkeydi. Aynen şöyle derdi Manifesto’da:

“Komünistler görüşleriyle amaçlarını gizlemeye gönül indirmezler. Amaçlarına ancak bugüne dek süregelen tüm toplumsal düzeni zorla devirmekle ulaşılabileceğini açıkça söylerler. Varsın egemen sınıflar komünist devrim korkusuyla titresin.” [Komünist Manifesto, K.Marx-F.Engels, çev. Levent Kavas, İthaki yay., 2006, syf. 145.]

Aslında bu ilke, komünist bir bireyin görüşlerini gizleme gereksinimi duymamasıyla ilgili etik bir ilke değildir. Bu, varolan toplumsal düzene içkin olan sorunun ayan beyan ortada olduğunu ve bu soruna ilişkin çözümün bu ayan beyanlığın gerektirdiği bir biçimde ifadelendirilmesinden başka bir yolu olmadığının bilincini anlatan epistemolojik bir ilkedir. Marx “unrecht schlechtin” der. Kati adaletsizlik, mutlak haksızlık ya da düpedüz haksızlık. Kapitalist toplum, tüm işleyiş ve örgütlenişiyle düpedüz bir haksızlığın, yani apaçık, ayan beyan ortada olan bir haksızlığın içkin olduğu bir formdur. Bu içkinliği ifade etmek de bu içkinliğin çözümünün ne olduğunu ortaya koymak da daha baştan komünist bir bireyin görüş ve amacının apaçık olarak ortaya konulmasını belirler. Böylesi bir epistemoloji, uygun zamana kadar sistem içinde güç biriktirip sonra bu uygun zamanda harekete geçme üzerine praksisleşemez. Mülksüzleri, emekçileri, proleterleri harekete geçirmek, onların zaten her gün başlarına gelen açık seçikliği açık seçik olarak ifade etmekle olanaklıdır.

Şimdi hayatın diyalektiği, yıllar önce anne babalarımızın bize önerdiği metodu, bu metodu uygulayan bir yapının başına gelenlerle yanıtlamış bulunuyor. Cemaat, yıllar boyunca binbir fesat, hile, hurdayla devlette mesken tuttu. Hâkimi, savcısı, polisi, askeri, valisi, kaymakamı, öğretmeniyle devlete yerleşen devasa bir güç oldu. İktidar paylaşımında söz sahibi oldu ve belli bir dönem istediği işleri istediği şekilde yaptı. Ama gel gör ki 3 yıla yakın süren bir iç fetretin ve devlet içi savaşın tarafı oldu. Son olarak ordu içindeki gücüyle bir cunta hareketine teşebbüs etti ve sonuç ortada.

Reel politik kendi sonuçlarına varacak ve resmî tarihe kayıtlanacaktır. Burada bu sonucun dışında dikkat çekilmesi gereken iki nokta vardır. İlki devleti içten fethetme gibi bir yöntemin kadim ve ceberut devlet geleneği tarafından sindirilemeyeceği ve kusulacağının ortaya çıkmasıdır. Toplumsal sistem, ya reform yoluyla yumuşatılır ya da devrim yoluyla parçalanır. Bunların dışındaki yollar elbette ki yollardır, ama politik yollar değildir. Toplumsal form, ona ancak politik bir yol üzerinden ulaşıldığında etki alır. Çünkü toplumsal form, zaten daha baştan politik olanın özselliğiyle belirlenmiştir. Bu da πόλιϛtir (polis, eski Yunancada kent, şehir, şehir devleti, devlet anlamlarına gelen kelime. İnsanın bir-aradalığını insanın politik özü olarak belirleyen tarihsel deneyimin kavramsallığını da karşılar) yani konuşma, çalışma, paylaşma, anlama, dinleme, iletişim, karşılıklı yarar gibi usullerle oluşmuş bir-aradalıktır. Bu bir-aradalık, kendisine dokunulması yolunu bu yüzden daha baştan politik bir form sahibi olma zorunluluğuyla yükler. Ama statükoya kendini zerk edip oraya yerleşmek ve bu yerleşme üzerinden toplumsal forma dokunmaya çalışmak, baştan zorunlu olarak varsayılan politik form sahibi olma gereğini dışladığı için statüko bu güçleri ya kusar ya da kullanıp atar. Yıllar içerisinde gözümüzün önünde olan da budur. İkinci farklı sonuç “vatan hainliği” kategorisiyle ilgilidir. Kategori de eski Yunanca kökenli bir kelime. Esasta suçlama, itham demek. Yıllar boyunca bu kategori sol, sosyalist düşünceye yüklenirdi (sonradan buna Kürt hareketi de eklendi). Yani sol düşünce bu kategoriyle kategorize edilirdi. Sol, sosyalist düşünceye sahip olmak, servet düşmanlığı yanında vatan hainliği kategorisini de daha baştan yüklenmeyi içeriyordu. Şimdi bu yüklenme paylaşılmıştır. Sağ liberalizm ve muhafazakârlıkla yüklü bir İslamcılığın yıllarca taşıyıcısı olmuş bir yapı artık bu kategorinin paydaşıdır. Kimse dış güç, ajanlık gibi paravanların arkasına saklanmasın. Yıllar boyunca tüm söylemi, anlayışı, dünyaya ve hayata bakışı, kültürü ve bilinci sağ muhafazakâr bir harca sahip İslamcı bir örgütlenme vatan hainliği kategorisinin altına düşmüştür.

Şimdi yıllar sonra bize nasihat eden anne babalarımızın karşısına geçip, biraz nostalji biraz da hayatın diyalektiğinin öğreticiliği adına, Komünist Manifesto’nun son paragrafındaki cümleleri yeniden tekrar edebiliriz.

“Komünistler görüşleriyle amaçlarını gizlemeye gönül indirmezler. Amaçlarına ancak bugüne dek süregelen tüm toplumsal düzeni zorla devirmekle ulaşılabileceğini açıkça söylerler. Varsın egemen sınıflar komünist devrim korkusuyla titresin.”

Ozan Çılgın
24 Ekim 2016

21 Ekim 2016

,

Dümen

Sonuçta kurmay olmak için komutanların sıraya dizilip el öptüğü adamdan söz ediyoruz. Devlet geleneği, boşluk bırakmadan ilerlemek zorunda.

Osmanlı’dan beri böyle. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüceltildiği, münferit, tekil, havada asılı bir varlık olarak takdim edildiği ideolojik evren, sorunlu. Gelenek devam ediyor. Tarihçilerin tespitine göre, yeni gelen padişah, eski padişahın destek vermediği güç odaklarını arkalıyor. Korku ve umut belli bir gerilimde işliyor.

Bu açıdan Sol, ideolojik ve politik düzeyde yüzüne gülenlere dikkat etmek zorunda. O maskelerin ardındaki burjuvaziyi ve devleti görmüyorsa, kendisini neden sol olarak nitelendirir?

Mehmet Ağar’ın TKP ve solcular ile ilgili sözlerine hümanist ve ağlak bir cevap vermenin anlamı yok. “O benim yoldaşımı öldürdü” diye mızırdanmak nafile. Darbe komisyonuna söylediği diğer sözlere de bakmak lazım.

Ağar’a göre, hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, sadece devletin tekelinde. Onun dışındakilere ise bu üç kavrama küfretmek düşüyor. O, ast-üst ilişkisi konusunda astlarına ders veriyor. Ama bir yandan da sempatizanların rehabilite edilmesinden bahsediyor. Rehabilitasyon, köken olarak, “kolayca yönetilen”, “dişine uygun” demek. Ağar, TKP mesajı ve sempatizan değerlendirmesi üzerinden kendisini üste yazıyor. Kolayca yönetilecek, devletin dişine uygun bir kitle yaratmak istiyor.

Bu sözlere “ama sen yoldaşımı öldürdün” diye tepki verenler, Ağar’ın sözlerine zımnen onay veriyorlar. Kötü, ceberut devlete bireyin ayak bastığı yerden “ayar” vermeye indirgeniyor siyaset. Ağar’ın ayarı bununla ilgili. Bu ayar, Erdoğan’ın muhtar toplantısındaki sözleriyle ilişkili. Gerilimin dışında, sorumluluktan azade, akıl vermek, devleti belli bir kıvama çekmek, artık tek yapılan iş bu.

Faşizm içe dönmüş emperyalizm; emperyalizm dışa dönmüş faşizm. “Yurttaş devletin işgali altında” diyenler bu gerçeği karartmak için varlar. Siyaset, devletin geriye giden dümenini kırmaya indirgenmiş durumda. Sonuçta dümene örgütlenmektir bu.

Meta ve paranın akışı eşitliğe ve özgürlüğe muhtaç. Solun bu eşitliğe ve özgürlüğe aldandığı açık. Ayıraçlarını suya bırakmış. Sorun, kriz hâli belki de bununla alakalı. Erdoğan, bu noktada bir bahaneden ibaret. Kaybettiklerine üzülmelerine bakılmasın, kişisel acının ötesinde, verilen sözlerin en ufak yele terk edilmesidir kederli olan.

Ağar, devletin dümeninde konuşuyor. Sempatizanları “iflah etmek”, “rehabilitasyona tabi tutmak” için o lafları sarfediyor. Onları “temiz fikir adamları” hâline getirmek istiyor. Bu erkekçi söyleme kızmamız gerekmiyor muydu?

Bu ağlak tarzın güncellendiği bir örnek de “Türkiye solu sözlüğü”. Mizahi, nostaljik bir içeriği olsa da bu çalışma, bugün “kaybettiklerimiz” listesine dönüştürülüyor. Zaten "şehid" demek artık suç, lügatten çıkartıldı. Sözlüğün sözlük olmaktan çıkartılıp “biz ne büyük örgüttük be!” edebiyatına indirgenmesi, solun hal-i pürmelali. Kavramdan, teoriden, ideolojiden kaçışın kılıfı bu. Durum ve dönem analizleri artık alay konusu ediliyor. IŞİD’liler gibi, Kur’an da Allah da Peygamber de kişisel varlığa indirgenip kapatılıyor. “Devrim benim” deniliyor. Bu cümle ile hem benliğe hem de mülkiyete işaret ediliyor. Sol içi rekabet ve mülkiyet ilişkileri, bu tür marazlar üretiyor. Artık üstün gelmek, tartışmaya galebe çalmak için içeriye dönük hamleler yapılıyor. Siyaset bu.

Çünkü hiçbir örgüt, Ağar’ın iflah etmek istediği sempatizanlarına, kitle nasıl örgütlenir, duruma nasıl müdahale edilir, araçlar nasıl geliştiriliri öğretmiyor. Sadece rakip örgüt ve örgütlere nasıl fark konulacağı, onlara nasıl üstün gelineceği öğretiliyor. Üç-beş yıllık yoğun pratiğin yorgunluğu ile Ağar’ın rehabilitasyon süreci devreye giriyor. O nedenle bazı örgütlerin “bizim yoldaşımıza ajanlık teklif edildi” diye “uydurma” haberler yapmasına gerek yok. Tersten, şu soru gündeme gelir: “teklifi kabul edenler kim?”

Mücadele, ezeli ebedi olan müşterek bir gerçeklik. Mülk edinmek ve rekabetle “özne oldum” zannetmek, beyhude. Ona ait olmak, adsız adressiz oluşun içine girmek gerekiyor. O, her daim özel olana, özel kılana kılıç sallamayı emrediyor. O aşka örgütlenmek şart.

Eren Balkır
20 Ekim 2016

19 Ekim 2016

,

Pus

Liberalizmin ve sosyal demokrasinin kuşatması altındayız. İlki ezilenlerin; ikincisi sömürülenlerin öfkesini boğmak için var. Bir de bunlara ele “silâh” alınca bu kuşatmadan azade olduklarını zannedenler ekleniyor.

Emperyalizm ve devlet iç içe, yoğruluyor. Liberalizm ve sosyal demokrasi, siyaseti ve ideolojiyi belirlediği ölçüde, yoğrulma süreci kendisine ait bir yol buluyor. Sınırlar sınıfsallıktan; sınıflar sınırlarından kurtuluyor. Geniş bir özgürlükler âleminde kulaç attığımızı zannediyoruz. Bu baskı ortamı, bu nedenle sessizlikle karşılanıyor. Herkes, hâlinden, sınıfsallığından ve sınırlarından memnun.

* * *

Radikal gazetesi sonrası, onun devamı olduğunu söyleyen bir yayın çıkıyor. Gazete Duvar, bugünlerde Suriye ile ilgili haberler geçiyor. Suriye’de Kürdlerin şarkıcı bile olamadıklarından[1] bahsediyor, ellilerin başında askerî darbeyle başa geçmiş bir batı uşağını göklere çıkartmaya çalışıyor.[2]

Bu haberler, beş yıldır solun neden Suriye konusunda sessiz kaldığını da izah ediyor. Suriye’nin tek bir eylemi, tek bir bildiriyi, tek bir tepkiyi hak etmediği düşünülüyor. Liberalizmin ve sosyal demokrasinin kıskacı ile alakalı bir gelişme bu.

O kıskaçta Suriye “geri, milliyetçi, yoz bir çöl toprağı” olarak görülüyor. Ne olursa olsun, Türkiye’nin geldiği hâle şükür duaları ediliyor. En komünisti bile bu durumda. Suriye’ye bakıp içten içe mevcut hâle şükürler ediliyor. Liberalizm ve sosyal demokrasi, zehir gibi, kana damla damla işliyor.

* * *

Kendisiyle yaptığı mülâkatı takdim ederken Bloomberg, Soros’u “insanî yardımların şampiyonu” olarak niteleyip övüyor ve ardından da onun Sovyetler’in yıkılması için harcadığı yüz milyonlardan bahsediyor. Böylelikle, dolaylı olarak, Soros’un Sovyetler’in yıkılmasına katkı sunmakla insanlığa yardım ettiği söylenmiş oluyor.

Sovyet sonrası sol-sosyalist hareketlerin genel seyri, belirli bir özgürlük vurgusu üzerine şekilleniyor ve mevcut rüzgârla yelkenler şişiriliyor. Duvar gazetesinin Edip Çiçekli’yi övmesinin sebebi burada. Onlar da inanıyorlar, Sovyetler’in insanlık düşmanı bir varlık olduğuna. Onlar da o dönemdeki tüm güç ilişkilerinin bireye halel getirdiğine iman ediyorlar. Batı menşeli ideolojik propagandaya o nedenle bu kadar aşkla bağlılar. Suriye karşısında el ovuşturmalarının bir sebebi burada. Emperyalizm, kendisini devlet zanneden bireyleri içten içe yoğuruyor.

* * *

Millî ve dinî olana düşmanlıktan kim söz ediyorsa, liberalizmin ve sosyal demokrasinin kuşatması adına konuşuyor. Millî ve dinî olanın karşısına tek kişilik cumhuriyetler olarak çıkılıyor, herkesi bu şekilde lime lime edip, bireysel cumhuriyetlerine kul etmek istiyorlar. Aldıkları emir, bu yönde. Cumhuriyetinin bayrağı olarak kimisi kadın pedini, kimisi cinsel hazzı, kimisi entelektüel birikimini tercih ediyor. Kimse, Sabahattin Ali’nin romanını bilmeyen kadının aşağılanmasında, o kadının kadınlığına, laikliğine dair notlar düşme ihtiyacı duymuyor. O solcuların gündüz saati onca baskı ve zulme rağmen, neden magazin programı izlediğini kimse sormuyor. Asıl alay edilmesi gereken husus bu.

Asıl dert, kuşatmanın, baskının neticesinde egemenlerin bizim “üstün olan yanlarımız”ı öne çıkartmaya mecbur etmeleri. Bu öne çıkartılan hususların, gene onların diliyle gerçeğe havale edilmeleri. Bizde üstün olduğunu düşündüğümüz şeyi, gene egemenden öğrenerek yüceltiyoruz, onu hiç sorgula(t)mamamızın sebebi burada.

* * *

Soros, aynı mülâkatta, yüzlerce Roman’ı eğittiğinden bahsediyor. Bunda ezilen Romanlara dair notlar çıkartanlar, kendi birey cumhuriyetlerine yönelik olumlu sonuçlara ulaşıyorlar. Soros’un derdi, Romanlar değil. Paranın ve emtianın akış yönü, akışa verilmiş güvenceler. O liberal ve sosyal demokrat kuşatma, kimsenin umurunda değil, önemli olan, bu akış yönünde kimlere zulmedileceği.

Bir akademisyen (Neşe Özgen) çıkıyor, uluslararası bir akademi grubuyla Balkanlar’da sınır çalışmaları yaptığından bahsediyor. Aktardığına göre, sırada Kafkaslar varmış. Bu çalışmaların emperyalizmin hâlen daha karıştırdığı, hâlen daha kendince bir istikrarı dayattığı bölgeler olmasına dair tek bir soru bile sorulmuyor. Anti-emperyalizmin artık faşizm olarak kodlandığı bir gerçeklikteyiz zira.

Aynı kadın akademisyen, Balkanlar’da mültecilerin yürüdüğü alternatif yollardan bahsediyor ve sınırları kesen bu yolların eski Roma’ya ait yollar[3] olmasında mistik anlamlar buluyor. Tüm bu bilimselliği dâhilinde kimse, ondan Spartaküs’ün yürüdüğü yolları bulmasını tabii ki beklemiyor.

Sermayenin ve emtianın akacağı yolların bulunması, önceden akademiye tevdi edilen bir iş olmalı. O akademi, bugün Roma İmparatorluğu’nu övüyor. Yeni Roma’dan alınan feyz ve fulus, bunu emrediyor.

Tüm bu akademisyenler ve gazeteciler, devleti nötr bir olgu olarak ele alıyorlar ve Tayyip’i, AKP’yi buradan eleştiriyorlar. “Devlet bana bakmalı, korumalı” gibi tuhaf cümleler sarf ediyorlar. Sınıfsal ilişkilerden arındırılmış, nötr bir devlet var ve bu isimler, o devleti hizaya sokmaya çalışıyorlar. “Devletin bize borcu var”[4] diyorlar. Devletin yurttaşı işgal ettiğinden bahsediyorlar. Tuhaf liberal devlet-sivil toplum ayrımları yapıyorlar. Böylelikle devletin sivil toplum ve yurttaşta; yurttaşın devlette nasıl inşa edildiğini örtbas ediyorlar.

Kim el uzatırsa, ona yüzlerini dönüyorlar. Ve hâlâ şeriattan, gericilikten dem vuruyorlar. Çünkü o nötr, bağımsız, sınıfdışı devletin AKP kirinden arındırılması lazım, o nedenle Kemalizme sesleniyorlar. “Devirin artık şunu!” diye bağırıyorlar. Buna da Marksizm, sosyalizm falan diyorlar. En alçak kitle kuyrukçuluğu, en alçak siyaseti ve ideolojiyi çağırıyor.

* * *

Liberalizm ve sosyal demokrasi kuşatması, masaya oturup ezilenler ve işçiler adına konuşanlar eliyle perçinleniyor. Demirtaş’ın başkanlık meselesini mizahın konusu hâline getirmesi, olguyu hafifletiyor ve onun iyice bilinçlere olumlu bir gerçeklik olarak yedirilmesini sağlıyor. Bireyselleşen mesele, yüklerinden kurtuluyor.

“Türkiye Musul’u almak istiyor” lafı da aynı yere oturuyor. Sırrı Süreyya’nın “servet transferi” hocası Yalçın Küçük, “yıllardır Suriye’yi ve Irak’ı alalım” diyor. Süreyya, Kasım Süleymanî’yi muhtemelen o nedenle sevmiyor.

Ha liberal ha sosyal demokrat, varolan Türkiye’den memnun hâl, hepimize yetiyor. Suskunluğumuzun, puslu havanın, o içimize inen kurtların sebebi burada.

Masayla düşünenin, durmadan “çözüm süreci de çözüm süreci” diye ünleyenin, ezilenlerle veya işçilerle bir muhabbeti olamıyor. Akademi ve gazetecilik, liberal-sosyal demokrat kuşatmanın tahkim edildiği alan. Teori ve ideoloji, ezilenlerle ve işçilerle ortak bir mücadelenin ürünü değil, o masalarda üretiliyor. O tahkimat alanında yer yurt edinmek için uğraşılıyor. Bireysel cumhuriyetler ile egemenlerin cumhuriyeti eleştiriye tabi tutuluyor.

Millet ve din içi sınıfsal gerilimleri yönetmek, gene egemenlere kalıyor. Bireysel cumhuriyet sahipleri, hâllerinden memnunlar, maaşları allı pullu, villaları, köşkleri, ezberlediği yalanları, bol ajitasyonlu cümleleri var. Ama gerçekte zulüm ve sömürü, ona karşı mücadeleyle birlikte, dipten derinden, başka bir yolda ilerliyor. Öncelikle bu pusun dağıtılması gerekiyor.

Eren Balkır
19 Ekim 2016

Dipnotlar:
[1] Evrim Hikmet Öğüt, “Suriye’de Kürtler Müzisyen Olamaz”, 12 Ekim 2016, Duvar.

[2] Seran Vreskala, “Dedesi Eskiden Suriye’yi Yönetirdi”, 19 Ekim 2016, Duvar.

[3] “Neşe Özgen Söyleşisi”, 7 Ekim 2016, Reportare.

[4] Karin Karakaşlı, “Borçlar”, 11 Ekim 2016, Duvar.

,

Gazze Duvarlarında Keder ve Öfke

Gazze’de bulunan 12 katlı bir binanın üzerine yirmi metre yüksekliğinde 15 metre genişliğinde bir duvar resmi.

“Kuşatılmış Çocukluk” isimli bu sanat eseri, yaratıcılarına epey ün kazandırmış. Resimde, kefiye takan, yüzünde melankolik bir ifade bulunan bir çocuk var. Çocuk, sanki hapishane hücresindeymiş gibi, iki demir parmaklığı tutuyor elleriyle.

Gazze şehrinin nispeten pahalı bir bölgesindeki Zafir 9 Kulesi üzerine kasten çizilmiş gibi. İsrail’in 2014 saldırısı esnasında savaş uçakları bu kulelerin ikizi olan Zafir 4’ü bombalayıp imha etti. Bu saldırı, sonrasında savaş suçu kabul edildi.

Kimse ölmedi ama ondan fazla insan yaralandı, kırktan fazla ailenin evi harap oldu. 200’den fazla insan evsiz kaldı. Uluslararası Af Örgütü bu operasyonu “askerî gerekçesi olmayan bir operasyon” olarak niteledi.

Resmi çizen dört isimden biri olan 25 yaşındaki Bilal Halid’in dediğine göre, 2015’te çizilen bu “Kuşatılmış Çocukluk” isimli resim, söz konusu ahlâksız yıkıma atıfta bulunuyor.

“Zafir Kulesi, epey kalabalık bir nüfusa sahip bir binanın hedef alındığı savaşta İsrail’in işlediği suçların bir kanıtı. Duvar resmi, bizim için bu gerçeği Gazze dışındaki dünyaya anlatma yolumuz.”

Son on yıl içinde Gazze muazzam bir yıkıma maruz kaldı.

İsrail’in gerçekleştirdiği üç büyük askerî saldırı ve on yıldır süren, malların ve insanların giriş-çıkışına mani olan, şehrin eski haline kavuşmasına mani olan abluka, binlerce insanın ölümüne, on binlercesinin yaralanmasına ve evsiz kalmasına sebep oldu. Psikolojik travma herkesi kuşatmış durumda. Altyapı harap oldu. Öyle ki Birleşmiş Milletler, sahil şeridinin 2020’de yaşanacak bir yer olmaktan çıkacağını söylüyor.

Bu yıkım esnasında medyanın geçtiği haberler hiçbir şeyi düzeltmedi. İnsanların hayal kırıklıklarını, öfkelerini ve acılarını ifade etmek için başka araçlara yüzlerini dönmeleri şaşırtıcı değil.

Duvara Yazı Yazmak

“Kuşatılmış Çocukluk” resminin doğmasına neden olan da Gazze’nin çektiği çilenin başkalarına aktarılmak istenmesi. Halid’e göre, bu resim aynı zamanda sanatçıların asla susturulamayacağına dair bir “mesaj”.

“Gazze kuşatma altında olabilir, ama Filistin’de olan biteni idrak etme ve onları farklı, yaratıcı yollardan dış dünyaya aktarma becerisine sahip sanatçıları var.”

Halid, Aksa Üniversitesi sanat fakültesinden mezun olmuş, Güney Gazze’deki Ferah kasabasında yaşıyor. Sanat faaliyetlerine on yıl önce fotoğraf ve heykel ile başlamış, ama kısa bir süre sonra hat sanatına ve duvar resimlerine geçiş yapmış.

Bilal Halid (Abid Zagut)

Graffiti Filistinli sanatçıların çok eskiden beri başvurduğu, uzun zamandır varlığını koruyan bir yol. İlk çıkış tarihi, 1936da İngiliz idaresine karşı gerçekleşen ilk Filistin isyanına dayanıyor.

“Devrimci grafitti”nin en ünlüsü, belki de 1936’da İngiliz manda hükümetince gerçekleştirilecek idamdan önce bir tutsağın siyah kömürle Akre Hapishanesindeki hücresinin duvarına yazdığı şu grafitti:

Kardeşim Yusufa:
Annene iyi bakasın.
Kızkarde
şim, sakın yas tutmayasın.
Kanımı vatanım için feda ediyorum
Bu can senin gözlerin için ey Filistin.

Tutsağın kimliği bilinmiyor, ama birçokları bu şiirin Nabluslu Avad Nabulsi tarafından yazıldığına inanıyor. Dizeleri sonrasında devrimci bir şarkıya dönüştü. Akre Hapishanesinden isimli bu şarkı nesilden nesle, dilden dile aktarıldı.

61 yaşındaki İmad Kasseme göre, hücre duvarlarına yazılan bu yazıların bazıları hâlen duruyor. Kassem, yaşadığı yer olan Gazzede bir sahil kampında devriye atan üç askere düzenlenen saldırıda yer almakla suçlanıp tutuklanmış.

Kassem’in dediğine göre, Nakab Hapishanesinde altı ay hücrede kalmış, kendisinden önce gelenlerin yazılarını ve karalamalarını incelemiş.

“O daracık yere girdiğimde, oturup duvarları inceledim. Zamanımın önemli bir bölümünü önceki tutsakların çizdiği resimleri ve yazıları anlamaya çalışarak geçirdim.

Bazılarının altında imza vardı. Hepsinin tarihi İngiliz mandası zamanına kadar uzanıyordu.

Kassem, böylelikle kendisinden öncekilerle bütünleşme, bir olma imkânı bulmuş. Yerdeki taşlar veya kömürlerle kendisi de bir şeyler çizmiş, aklındakileri duvarlara aktarmış. Birinde yas tutan bir ana, birinde özgürlüğün simgesi, birinde de kırılmış bir zincir var.

“Bir seferinde maskeli bir adam çizdim. Gardiyan görünce onu dilimle silmemi emretti. Reddettim. Bilincimi yitirene dek dayak yedim.”

Bu tür uygulamalar devam edip yayılmış. Gazzenin her sokak köşesi bu türden duvar yazıları ile veya resimleriyle süslenmiş. Birçoğu açıktan politik, bazıları örgütlerin kendisiyle alakalı. Çoğu Filistin halkının çileli tarihini anlatıyor.

Sanat Politiktir

2014’teki Gazze saldırısı esnasında Halid İsrail hava saldırılarına ait yeni fotoğrafları ve dijital görüntüleri birleştirip kendi grafitti-fotoğraf tarzını geliştirmiş. Bombardıman fotoğraflarına çizimlerini eklemek suretiyle yaşanan yıkıma başka bir anlam kazandırma imkânı bulmuş.

“Bombanın yol açtığı dumanın fotoğrafı savaş süresince tüm sosyal medyayı kapladı. Böylelikle ben özgül bir şeyler denemek istedim. Bitap düşmüş yaşlı bir adam, kefiyeli bir kadın, oyun oynayan bir çocuk, ellerini dua için Allaha açmış bir genç ve Gazzenin barış içinde yaşama umudunu ifade etmek bir kalp çizdim.

Bu çalışma, ilk intifadada sanatçıların sundukları örnekler üzerinden şiddete bir cevap vermeyi amaçlıyor. O yıllarda, 1987-91de grafitti direnişe ait bir ifade yolu hâline geliyor.

Filistinli örgütler bu yöntemi haberleri aktarmak, duyurularını yapmak ve haklarını dile getirmek için bir araç olarak kullanıyor: hatta öyle ki örgütler “en iyi sanatçı bende” yarışına bile giriyor.

54 yaşında olan Hassan Veli Gazzede bulunan Cebeliye mülteci kampında yaşıyor. İlk intifada esnasında Veli, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyesi. Dostlarının bazıları Gazzede en faal grafitti sanatçıları.

En çok beğendiği örnekleri hâlâ anımsıyor. Bunlar hâlâ daha Gazze kamplarındaki duvarları süslüyor. Resimlerde en beğenilen öğe Filistin haritası. Bu çizim Siyonist milislerin 1948de gerçekleştirdikleri etnik temizlik esnasında evlerini terk etmelerine dair bir andaç. Veli, Naci Alinin ünlü Hanzala karakterini, örgütlerin amblemlerini ve daha birçok şeyi çizen isim.

“Gruplara ayrışmış olsak da resim çizen, nöbet tutan, halkı koruyan tek güç olmalı, o ordu bizleri artık şaşırtmalı.

Bilal Halid Kasım 2015’te “Kuşatılmış Çocukluk” eseri üzerinde çalışırken.

Yüzlerini kapayıp kamp sokaklarında hareket ediyorlar. Veli’nin ifadesiyle, İsrail askerleri bu grafitticileri artık daha da ciddiye alıyor. Bu iş artık daha da tehlikeli bir hâl alıyor. Yakalandıkları takdirde sonuçta ya öldürülüyorlar ya da tutuklanıyorlar.

“Her bir çizimin amacı, insanları cesaretlendirmek ve harekete geçirmek. Şehitlerimizi yücelterek, tutsakları anımsayarak adaletsizlik ve tarihimizle ilgili bilinci yayarak direniş ruhunu tetiklemek istiyorduk. İşe de yaradı. En azından İsrailliler sanatçıları ve tasarımcıları kovalamak için çok daha fazla zaman harcamak zorunda kaldılar.”

Nihayetinde halkı sanatçıların karşısına çıkartmak adına İsrail ordusu duvarlarına resim çizilmiş olan evlerde oturan insanları resimleri silmeye zorluyor. Bu, resimlerin onların sinirlerini zıplattığının en açık delili.

Veli, “duvar resimleri, grafitti ya da adına ne derseniz deyin, bu bir direniş sanatıdır.”

Halid bu söze katılarak şunu söylüyor:

“Grafitti bir devrimi tetikleyebilir. Tek bir ifade bile insanları harekete geçirebilir. Tek bir çizim insanları haklarını talep etme noktasında eyleme sokabilir.”

Sarah Algerbavî
18 Ekim 2016
Kaynak