Nasıralı İsa, mabedin kapısında altınlarını ve
paralarını sayan tefecilerin masasına inen tekmedir. O, yüze inen tokada
uzatılan “öteki yanak” hâline, tefecilerin iktidarında gelmiştir. Tanrı yapılıp
bu dünyadan kovulmazdan önce, para tanrısına sallanan kılıç, deveye yol
vermeyen iğne deliğidir.
Bugün de lâzım gelen gene aynı tekme, aynı kılıç ve
aynı iğne deliğidir. Teorik, ideolojik ve politik planda süren kavga, buna
muhtaçtır. Söz konusu kavgada eksik tekme düşmandan yediğimiz dayağa,
sallamadığımız kılıç yara bereye, yolun genişliği daralmaya dönüşmektedir.
Kolektif hayat, bireysel bir kitaba ya da kolektif kitap bireysel bir ömre
kapanmaktadır.
“Bir kitap okudum, hayatım değişti” lafı, kitapsız bir
hayat veya hayatsız bir kitap için geçerlidir ancak. Aidiyetin yerini mülkiyet
aldıkça kitap da hayat da kolektif niteliğini yitirir. Kitapsızlık batıla,
geçici ve nicel olana tapmayla, hayatsızlıksa, “kitap yüklü eşek” olmakla
sonuçlanır. Okuduğunda hayatı değiştiren kitap, içi boş olup, insanı sırttaki
kitap yükünden ya da hayatın hakiki ağırlığından kurtarıyordur. Kurtarsın diye
vardır. Bu, ciddi bir yanılsamadır. Aynı yanılsama, kendi okuduğunun kitap,
başkalarının okuduğunu kese kâğıdı; kendi yaşadığını hayat, başkalarının
yaşadığını hikâye olarak görenlerde de vardır.
Bir solcu kişinin örgütten, örgütün teorik/pratik
eylemlilikten ayrılması, kitapsız hayat veya hayatsız kitaba meyletmesi ile
ilgilidir. Örgütten veya eylemlilikten ayrılma, bağsızlaşma ve
bağlamsızlaşmadır. Başka bağların ve ağların tuzağına düşmektir. Zihindeki
ağdan kurtulmak, dışarının ağlarına yakalanmak içindir.
Sol pratik içinde de, belirli momentlerde yaşanan
tıkanma sonucu, “bir kitap okudum, hayatım değişti” cümlesi duyulur. Kimi
örgütlerden ayrılanlar, bir kitap okur ve hayatları değişir ama asla kitap
değil, bir satır bile yazamazlar. Bu cümle, idrakin kapandığını, algının
körleştiğini ve ölümün güncellendiğini gösterir. Yüzlerce film seyredilmiş, tek
bir plan bile tasarlayamaz hâle gelinmiştir. Zihindeki ağ, örümcek ağı
zannedilip temizlenmiş, dışarının ağına sinek gibi düşülmüştür.
Örneğin Negri, “imparatorluk” demiş, karşısına
“çokluk”u çıkartmış, hemen burada bir pazar oluşuvermiştir. Sonra büyük
iddialarla bir “politik” hareket başlatılır, ümitler ve vaatler bol keseden
dağıtılır, öğrenci hareketine yeni bir “koordinasyon” aşısı yapılmak istenir.
Ama hikâye, bir yayınevi bürosunda sonlanır. O bürolar, belirli kişilerin
ayakkabılarının yüzölçümüne sahip birer “otonom”a dönüşüverir. Gene, birileri
kaz gibi havalanmış, tavuk gibi yere çakılmıştır.
Sorun Negri’dedir bir yönüyle: o, tüm okuduklarını,
okuduklarından oluşan ağın asıl ucunu kendine bağlamıştır. Eskiden ait olduğu
ve bağlamı içinde bulunduğu kolektif iradeyi kendisinde öldürmek istemiştir.
Buradaki gençler de doksanların şaşalı günlerinde “ölememiş”, o günleri
kendilerinde öldürmek istemişlerdir. Aynı durum, bugün Haziran Direnişi için de
geçerlidir.
Burada esas olarak tekme savrulan masa, her şeyi
tüketmiş, bitirmiş kişilerin masasıdır. Kitabı tüketip yoz bir hayata ya da
hayatı bitirip sığ bir kitaba sarılanlardır, mevzubahis olan. Bireysel bir
tercih olarak görülen Marksizm ve tabiî ki Leninizm, tüketimin ve bitişin ilk
kurbanlarıdır.
Önce cehenneme giden iyi niyet taşlarına basılır.
Anarşizmden rol çalınır. Marksizmi zenginleştirdiği, yerlileştirdiği,
derinleştirdiği iddiaları dillendirilir. Sonra da bir bakılır ki Marksizm çok
geride kalmış. Sahnelenen bu oyun sırıtmasın diye herkese davetiye çıkartılır.
Facebook, Twitter gibi geniş ağlar sayesinde oyunun pazarlaması yapılır. Sonra
sola dönülüp denilir ki, “bizsiz nefes alamazsın, reklâma ihtiyacın var ve bu
iş bizden sorulur.”
Önce Pentagon, sonra küresel şirketlerin oyun sahası
olan internet, aslî siyaset alanı oluverir birden. Cımbızlanan birkaç alıntı,
uygun birer resim kâfidir politik “görünmek” için.
Her şeyi tüketmiş, bitirmiş kişinin ortaya koyacağı
her teorik ve politik faaliyet, tüketime ve bitişe yazgılıdır. İllaki yeniye
hemen ihtiyaç duyulacak, tüketimin ve bitişin yüce öznesi bir anda oracıkta
bitiverecektir.
Solda siyaset, bir alan kapma ve alan tutma
meselesidir. Bu pratiğin, burjuvazinin, faşizmin ya da oligarşinin alanını
daraltma, onun alanını ele geçirmeyle bir ilişkisi yoktur. Her sol özne,
birbirinin alanına oynar. Belirli bir sektörde pazar payı konusunda şirketler
arasında süren rekabetin mantığına benzer bir mantık işler burada.
Bugün dürüst bir arkadaş, Facebook’taki sayfasını sırf
ticarî kaygılarla kurduğunu söylemektedir. Örgütü tasfiye olmuş, tecimsel
kaygılar depreşmiştir. Hayatta kalmak için elde sadece eski solculuktan kalma
sermaye vardır. Nitelik, kolektif olandan çalınmış, bireysel olan tarafından
temellük edilmiş, o niteliğe sahip olmak üzerinden, her şey renge, sayıya ve
niceliğe dönüşmüştür. Pazarda yarış, bu renklerin, şekillerin, sayıların,
toplamda niceliğin yarıştırılmasından ibarettir. Niteliğe ilişkin dönüş(tür)me
pratiği artık önemsizdir. Bir süre o niteliğin gerçek sahibi olan güzel atlılar
beklenir, gelen olmayınca, ilk isteyene varılır.
Arkadaştaki dürüstlüğü göstermeyenler de vardır.
İnternet âlemindeki takipçi ve beğeni sayısını müşteri profili olarak görüp bu
portföyü herkese satmaya kalkanlara rastlanmaktadır. Bugün sokakları
afişlemenin ağır bir iş olarak görülmesi ve Twitter’ın daha cazip hâle gelmesi,
biraz da bu pratikle ilişkilidir. Tükenen ve biten, her şeyi derhal tüketmek ve
bitirmek zorundadır. Piyasanın canlılığı esas kuraldır. Bu amaçla kitap,
yüzlerden ibaret kılınmalı; dil, bir avuç kelimeye daraltılmalı, insanlar,
giderek kuş beyinli ve yüzsüz kılınmalıdır.
Komünist bir örgütün yapacağı bir eylem için reklâm
şirketine ihtiyacı olmamalıdır. Bu işi Türkiye’ye Özal getirmiştir. Seçim
kampanyasında yurtdışından bir reklâmcı şirketle anlaşmıştır. O Özal’ın
yetiştirdiği solcu çocuklar, bugün köşeleri kapıp ağlar gererek örgütleri
avlama peşindedir. Buradaki kural, örgütleri önce reklâmın zorunlu olduğuna
ikna etmek, sonra da onları kendilerine mecbur kılmaktır. Solu en çok da Gezi
sonrası peyda olan “sosyal medya danışmanları” bitirmiştir.
Reklâmın iyisi kötüsü olmaz. Bazen bir kavga çıkar
pazar yerinde. Kötü sonuçları olacağını bilse bile o kavgaya girilir. Ama
kurnazlık şuradadır: hasmı üzerinden bir temizlik işlemine girişilmektedir
aslında. Kavganın çıkartılmasının nedeni de budur. Örneğin, kendi artıklığını
gizlemek için “devrimci artığı” diye saldırılır karşı tarafa. Bu, müşterinin
yanında tezgâhın önündeki dilenci çocuğa şamar atmak gibidir. Mesaj şudur:
“gördüğünüz gibi, mallarım gibi tezgâhımın da temizliğine özen gösteriyorum”.
Karşı tarafa “artık” demekteki gizli mesaj ise şöyle bir şeydir: “Ben ‘artık’
değilim, hâlâ sizdenim, bana iş verin.”
Her şeyi tüketmiş kişinin bir şey yapma derdi yoktur.
Dert yoksa öfke de dil bulmaz, bulmayacaktır. Kendisi bir şey yapmadığı gibi,
kendi yapmazlığı sırıtmasın diye, kimsenin bir şey yapmasını istemez. Dertsiz
ve öfkesiz olmak, pazarda hareket serbestiyeti için önemlidir. Müşteriyle kavga
edilmemelidir. Nefes, onun nefesine ayarlanmalıdır.
Pazar bir alandır ve solun alan kavgası, onun
apolitizmine ve antipolitizmine yazgılıdır. O pazarın tezgâhlarına savrulan tekme,
bir yanıyla düşmana da savrulmaktadır. Maddî ya da manevî açıdan solculuğun
rantını yiyenlerin asla anlamayacağı budur.
İmanı olanın mızrağın ucuna Kur’an asmasına gerek
yoktur. Alan kavgasında, bu pazardaki rekabette astığımız her sayfa,
arkasındaki kavgayı silikleştirmekte, imanı zedelemekte, varoluş
gerekçelerimizi ortadan kaldırmaktadır.
Mızrak, her silâh gibi, düşmanı kimi taktik
nedenlerle, belirli bir mesafede tutmaktır. Bazen kitap ve hayat, o mesafeyi
koymayı, bazen de o mesafeyi ortadan kaldırmayı emreder. Mızrağın ucuna
astığımız her sayfa, karşımızdaki düşmanı küçültmekte ama içimizdeki düşmanı
büyültmektedir. O noktada kitap yaşamamakta, hayat konuşmamaktadır.
Eren Balkır
25 Ekim 2013