25 Ekim 2013

,


Nasıralı İsa, mabedin kapısında altınlarını ve paralarını sayan tefecilerin masasına inen tekmedir. O, yüze inen tokada uzatılan “öteki yanak” hâline, tefecilerin iktidarında gelmiştir. Tanrı yapılıp bu dünyadan kovulmazdan önce, para tanrısına sallanan kılıç, deveye yol vermeyen iğne deliğidir.

Bugün de lâzım gelen gene aynı tekme, aynı kılıç ve aynı iğne deliğidir. Teorik, ideolojik ve politik planda süren kavga, buna muhtaçtır. Söz konusu kavgada eksik tekme düşmandan yediğimiz dayağa, sallamadığımız kılıç yara bereye, yolun genişliği daralmaya dönüşmektedir. Kolektif hayat, bireysel bir kitaba ya da kolektif kitap bireysel bir ömre kapanmaktadır.

“Bir kitap okudum, hayatım değişti” lafı, kitapsız bir hayat veya hayatsız bir kitap için geçerlidir ancak. Aidiyetin yerini mülkiyet aldıkça kitap da hayat da kolektif niteliğini yitirir. Kitapsızlık batıla, geçici ve nicel olana tapmayla, hayatsızlıksa, “kitap yüklü eşek” olmakla sonuçlanır. Okuduğunda hayatı değiştiren kitap, içi boş olup, insanı sırttaki kitap yükünden ya da hayatın hakiki ağırlığından kurtarıyordur. Kurtarsın diye vardır. Bu, ciddi bir yanılsamadır. Aynı yanılsama, kendi okuduğunun kitap, başkalarının okuduğunu kese kâğıdı; kendi yaşadığını hayat, başkalarının yaşadığını hikâye olarak görenlerde de vardır.

Bir solcu kişinin örgütten, örgütün teorik/pratik eylemlilikten ayrılması, kitapsız hayat veya hayatsız kitaba meyletmesi ile ilgilidir. Örgütten veya eylemlilikten ayrılma, bağsızlaşma ve bağlamsızlaşmadır. Başka bağların ve ağların tuzağına düşmektir. Zihindeki ağdan kurtulmak, dışarının ağlarına yakalanmak içindir.

Sol pratik içinde de, belirli momentlerde yaşanan tıkanma sonucu, “bir kitap okudum, hayatım değişti” cümlesi duyulur. Kimi örgütlerden ayrılanlar, bir kitap okur ve hayatları değişir ama asla kitap değil, bir satır bile yazamazlar. Bu cümle, idrakin kapandığını, algının körleştiğini ve ölümün güncellendiğini gösterir. Yüzlerce film seyredilmiş, tek bir plan bile tasarlayamaz hâle gelinmiştir. Zihindeki ağ, örümcek ağı zannedilip temizlenmiş, dışarının ağına sinek gibi düşülmüştür.

Örneğin Negri, “imparatorluk” demiş, karşısına “çokluk”u çıkartmış, hemen burada bir pazar oluşuvermiştir. Sonra büyük iddialarla bir “politik” hareket başlatılır, ümitler ve vaatler bol keseden dağıtılır, öğrenci hareketine yeni bir “koordinasyon” aşısı yapılmak istenir. Ama hikâye, bir yayınevi bürosunda sonlanır. O bürolar, belirli kişilerin ayakkabılarının yüzölçümüne sahip birer “otonom”a dönüşüverir. Gene, birileri kaz gibi havalanmış, tavuk gibi yere çakılmıştır.

Sorun Negri’dedir bir yönüyle: o, tüm okuduklarını, okuduklarından oluşan ağın asıl ucunu kendine bağlamıştır. Eskiden ait olduğu ve bağlamı içinde bulunduğu kolektif iradeyi kendisinde öldürmek istemiştir. Buradaki gençler de doksanların şaşalı günlerinde “ölememiş”, o günleri kendilerinde öldürmek istemişlerdir. Aynı durum, bugün Haziran Direnişi için de geçerlidir.

Burada esas olarak tekme savrulan masa, her şeyi tüketmiş, bitirmiş kişilerin masasıdır. Kitabı tüketip yoz bir hayata ya da hayatı bitirip sığ bir kitaba sarılanlardır, mevzubahis olan. Bireysel bir tercih olarak görülen Marksizm ve tabiî ki Leninizm, tüketimin ve bitişin ilk kurbanlarıdır.

Önce cehenneme giden iyi niyet taşlarına basılır. Anarşizmden rol çalınır. Marksizmi zenginleştirdiği, yerlileştirdiği, derinleştirdiği iddiaları dillendirilir. Sonra da bir bakılır ki Marksizm çok geride kalmış. Sahnelenen bu oyun sırıtmasın diye herkese davetiye çıkartılır. Facebook, Twitter gibi geniş ağlar sayesinde oyunun pazarlaması yapılır. Sonra sola dönülüp denilir ki, “bizsiz nefes alamazsın, reklâma ihtiyacın var ve bu iş bizden sorulur.”

Önce Pentagon, sonra küresel şirketlerin oyun sahası olan internet, aslî siyaset alanı oluverir birden. Cımbızlanan birkaç alıntı, uygun birer resim kâfidir politik “görünmek” için.

Her şeyi tüketmiş, bitirmiş kişinin ortaya koyacağı her teorik ve politik faaliyet, tüketime ve bitişe yazgılıdır. İllaki yeniye hemen ihtiyaç duyulacak, tüketimin ve bitişin yüce öznesi bir anda oracıkta bitiverecektir.

Solda siyaset, bir alan kapma ve alan tutma meselesidir. Bu pratiğin, burjuvazinin, faşizmin ya da oligarşinin alanını daraltma, onun alanını ele geçirmeyle bir ilişkisi yoktur. Her sol özne, birbirinin alanına oynar. Belirli bir sektörde pazar payı konusunda şirketler arasında süren rekabetin mantığına benzer bir mantık işler burada.

Bugün dürüst bir arkadaş, Facebook’taki sayfasını sırf ticarî kaygılarla kurduğunu söylemektedir. Örgütü tasfiye olmuş, tecimsel kaygılar depreşmiştir. Hayatta kalmak için elde sadece eski solculuktan kalma sermaye vardır. Nitelik, kolektif olandan çalınmış, bireysel olan tarafından temellük edilmiş, o niteliğe sahip olmak üzerinden, her şey renge, sayıya ve niceliğe dönüşmüştür. Pazarda yarış, bu renklerin, şekillerin, sayıların, toplamda niceliğin yarıştırılmasından ibarettir. Niteliğe ilişkin dönüş(tür)me pratiği artık önemsizdir. Bir süre o niteliğin gerçek sahibi olan güzel atlılar beklenir, gelen olmayınca, ilk isteyene varılır.

Arkadaştaki dürüstlüğü göstermeyenler de vardır. İnternet âlemindeki takipçi ve beğeni sayısını müşteri profili olarak görüp bu portföyü herkese satmaya kalkanlara rastlanmaktadır. Bugün sokakları afişlemenin ağır bir iş olarak görülmesi ve Twitter’ın daha cazip hâle gelmesi, biraz da bu pratikle ilişkilidir. Tükenen ve biten, her şeyi derhal tüketmek ve bitirmek zorundadır. Piyasanın canlılığı esas kuraldır. Bu amaçla kitap, yüzlerden ibaret kılınmalı; dil, bir avuç kelimeye daraltılmalı, insanlar, giderek kuş beyinli ve yüzsüz kılınmalıdır.

Komünist bir örgütün yapacağı bir eylem için reklâm şirketine ihtiyacı olmamalıdır. Bu işi Türkiye’ye Özal getirmiştir. Seçim kampanyasında yurtdışından bir reklâmcı şirketle anlaşmıştır. O Özal’ın yetiştirdiği solcu çocuklar, bugün köşeleri kapıp ağlar gererek örgütleri avlama peşindedir. Buradaki kural, örgütleri önce reklâmın zorunlu olduğuna ikna etmek, sonra da onları kendilerine mecbur kılmaktır. Solu en çok da Gezi sonrası peyda olan “sosyal medya danışmanları” bitirmiştir.

Reklâmın iyisi kötüsü olmaz. Bazen bir kavga çıkar pazar yerinde. Kötü sonuçları olacağını bilse bile o kavgaya girilir. Ama kurnazlık şuradadır: hasmı üzerinden bir temizlik işlemine girişilmektedir aslında. Kavganın çıkartılmasının nedeni de budur. Örneğin, kendi artıklığını gizlemek için “devrimci artığı” diye saldırılır karşı tarafa. Bu, müşterinin yanında tezgâhın önündeki dilenci çocuğa şamar atmak gibidir. Mesaj şudur: “gördüğünüz gibi, mallarım gibi tezgâhımın da temizliğine özen gösteriyorum”. Karşı tarafa “artık” demekteki gizli mesaj ise şöyle bir şeydir: “Ben ‘artık’ değilim, hâlâ sizdenim, bana iş verin.”

Her şeyi tüketmiş kişinin bir şey yapma derdi yoktur. Dert yoksa öfke de dil bulmaz, bulmayacaktır. Kendisi bir şey yapmadığı gibi, kendi yapmazlığı sırıtmasın diye, kimsenin bir şey yapmasını istemez. Dertsiz ve öfkesiz olmak, pazarda hareket serbestiyeti için önemlidir. Müşteriyle kavga edilmemelidir. Nefes, onun nefesine ayarlanmalıdır.

Pazar bir alandır ve solun alan kavgası, onun apolitizmine ve antipolitizmine yazgılıdır. O pazarın tezgâhlarına savrulan tekme, bir yanıyla düşmana da savrulmaktadır. Maddî ya da manevî açıdan solculuğun rantını yiyenlerin asla anlamayacağı budur.

İmanı olanın mızrağın ucuna Kur’an asmasına gerek yoktur. Alan kavgasında, bu pazardaki rekabette astığımız her sayfa, arkasındaki kavgayı silikleştirmekte, imanı zedelemekte, varoluş gerekçelerimizi ortadan kaldırmaktadır.

Mızrak, her silâh gibi, düşmanı kimi taktik nedenlerle, belirli bir mesafede tutmaktır. Bazen kitap ve hayat, o mesafeyi koymayı, bazen de o mesafeyi ortadan kaldırmayı emreder. Mızrağın ucuna astığımız her sayfa, karşımızdaki düşmanı küçültmekte ama içimizdeki düşmanı büyültmektedir. O noktada kitap yaşamamakta, hayat konuşmamaktadır.

Eren Balkır
25 Ekim 2013

23 Ekim 2013

Medeniyet Dediğin


Bugün “yol medeniyettir” diye sayıklayan Firavun’un suratına istiklâlin marşındaki dördüncü tokadı atma vaktidir:

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Kemalizmden bahiste hep alıntı yapılan şu “pantürkizm/panislamizm yapıyoruz dedik…” diye başlayan M. Kemal sözleri had bildirerek devam eder ve başta dediği gibi, “bize sabanın demirini tutan eller lâzım” mesajını verir özünde. “Kılıçları bırakın, sabanı tutun” emri, batının emridir. Ona bu lâzımdır. Onun tarihini sıkıştıran, mekânını daraltan kolektif irade silinmek zorundadır. Türkiye tarihi buradan kurulmuştur. Emperyalizmin haddine çekilmiş bir Türk ve bir İslam, döner dolaşır, AKP’ye rahim olur sonra. AKP’nin “rahman” ve “rahim” bildiği, emperyalizmin bizatihi kendisidir. Andığı isimse emperyalin ismidir. O CHP’nin batında olduğu, zahirde olmadığıdır. Emperyalizm iliktedir zira.

Efendiler elimize sabanın demirini tutturur. Yürüyüşü, yürüdüğü yol için, tutturmak zorundadır. Ufuktaki o çelik zırh eritilip sabana dönüşmüştür. Vura vura ağzında tek kalmış dişini gördüğümüz emperyalizm emreder, iman boğulur, korku iliklere siner, serhad çeliğe, zırha ve duvara secde eder. Gün gelir, iman sızacak bir çatlak bulur, dilinde “imansız”, gönlünde, etinde mümin gençlerin iradesinde yeniden dil bulur. Bu dil, okulda öğrendiği İngilizcesini kavganın süzgecinden geçirince, üstte sadece üç kelime kalır: “Yankee Go Home!”

Yankee, üç beş zenginin kâr hırsına uşaklık edendir. Köleliği sisteme yediren, sisteme herkesi davet edip köleleştiren, iradelerini kendi tanrı oluşu önünde diz çöktürendir. Yankee kapitalizmin pusulası, yurtsuz yurttur. Artık o slogana, “evinizi başınıza yıkacağız!” eklenmelidir.

Bugün medeniyet, ormanı, parkı talan edip dozerleriyle yürümektir. O, Medine’yi Yesrib’e rücû ettirmektir. Medine ki içi put dolu bir mekâna diz çökmemişliktir. Yesrib’den Medine’ye geçişte putların temizlenmesi şarttır. Yesrib, biraz da Mekke’nin ticaretle yozlaşmış hâlinden ari, ona uzak olduğu için hicrete kapıdır. Bugünse tüccarlar intikamlarını alırcasına, yoz tüccarlıklarıyla, Medine’yi fethe çıkmışlardır. Hicret duble yola, yol Ebu Sufyan ve Ebu Leheb kervanlarının huzuruna dönüşmüştür.

Bugün medeniyet her yere put dikmektir. Fışkiye bile bir puta dönüşüverir. Uğruna ağlanır. Gencecik fidanların ruhları öc yüküyle içimizde dolaşırken, onlar putlarına yer tayin etmektedirler. Hukuk firavunun başparmağında askıya alınır. Kırbaçlar şaklar, köpekler salyalarını saçar yola. Askıdaki hukuk ahlâkı da toprağa gömer. Bu kibir beyin yerine bir avuç harç taşıyanların kendilerini koruma biçimidir.

Firavun gözü dönmüş bir biçimde bağırır: “önümüze cami çıksa, onu da yıkarız!” Bir zamanların süngüsü minareler, kışlası olan camiler ıskartaya çıkartılmıştır. Hatırda “hep haddinizi bilin, sabanın demirini bırakmayın” diyen Gazi Paşa’nın telkini vardır. Firavun atasının izindedir belli ki.

Köpekler ulur, tasmalar gerilir, çanaklar yalanır, dolarla temizlenir dişlerin arası. Medeniyet dediğin, uyuz bir köpek, kırık bir tasma, delik bir çanak, kanlı bir parça kâğıttır. Firavun varsa Musa da vardır ve illaki bir ana çıkar dereden bulduğu bebeği emzirecek. Anamız ameldir, ameledir. Ellerimizle doğuracağımız bir yarın, düşlerimizle tohumlayacağımız bir toprağımız vardır.

Eren Balkır
23 Ekim 2013

20 Ekim 2013

, ,

Kürd’ün Rahlesi


Kürd’ün nasıl güç olduğu, mühim bir rahledir. Solun tek derdi, o rahleyi kırmak, güç olma bilgisini silmektir. O, sadece kendi iradesini tanıyanları ve kendisine âşık olanları bünyesine alır. Kürd’ün ve Müslüman’ın kanı/teri, o bünyeye ziyandır.

Sol, küçük burjuvanın sınıf, ülke ve beden tahayyülüne tabidir. Dolayısıyla o, Kürd’ün ve Müslüman’ın güçlü ve başarılı olmasını ancak kendisi üzerinden anlamlandırabilir. Ona göre, ikisi de biraz sol olduğu için güçlü ve başarılı olabilmiştir. Sol, gerçeği, hayatı ve dünyayı ancak kendisinden ve kendi merkezinden okuyup anlayabilir. Başkaya, gayrıya, öteye ve harice kapalıdır.

Diğer bir kesim de solun, yani kendisinin güçlü ve başarılı olmasına mani olsunlar diye Kürd’ün ve Müslüman’ın birileri eliyle öne çıkartıldığını düşünmektedir. Bu da benmerkezci bir okuma ve anlama pratiğidir.

Sol, kendi sınıf, ülke ve beden tasavvurunun sürekliliği, bütünlüğü ve tutarlılığıdır. Kürd ve Müslüman, bu süreklilik, bütünlük ve tutarlılıktaki maraz, arıza, çentiktir. Öyle görülmeli, öyle anlaşılmalıdır. Sol, devletteki ve burjuvadaki bütünlüğe göre inşa edildiği için Kürd’ü ve Müslüman’ı kıvama getirmek, olmadı, bu tehlikeli unsurları tasfiye etmek ister.

Solun her yerde olduğu gibi Türkiye’de de her türden kesintiyi, parçalılığı ve tutarsızlığı telafi etmeye, gidermeye talip olmasında sorunlu bir taraf vardır. Bir kimlik olarak sol, kesintilerin, parçaların, tutarsızlıkların düşmanıdır. Bunlara düşman olana her zaman dost olmak durumundadır.

Böylesi bir sol, kan ve terle ancak tüccar ve esnaf olarak ilişki kurabilir. Kan ve terle proleter bir ilişki kuramaz. Kürd ve Müslüman’ın “küçük burjuva” olarak kodlanması kodlayanın küçük burjuvalığındandır.

Tüccar/esnaf ilişkisi, Kürd’ü ve Müslüman’ı siyaseten açtığı maddî imkânlar derekesinde önemser. Başka bir değeri yoktur. Bu kesimlerdeki “proleter” nitelik, küçük burjuva niceliğe tahvil edilmek zorundadır. İstanbul Belediyesi için girilen yarışta pazarlık masasında koz olmak, böylesi bir zihniyetin sonucudur.

Bu tüccarlığın ve esnaflığın sinsiliği, kolektif, tarihsel pratiğin seyri karşısında bir işe yaramaz. Yani bir Türk solcusu, diyelim ki hiç bozulmayacağını hesap edip, Kürd’ün içine ajanlarını yolladı ve Kürd’ün imkânlarından istifade ederek nefes almaya niyetlendi, Kürd bunu görür ve o boğazı sıkar. Bu noktada kızılacak olan, Kürd değil, ajanlarını içeriye yollayandır.

Kürd ile tecimsel, çıkar temelli ilişki kurmak, çıkışsızdır. Siyaseten nefes alamadığı yerde Kürd’ün koltuğunun altına sığınmak, büyük siyasetin büyük öznesi olduğu düşüncesiyle, ezberlerini yeniden ısıtmak, anlamsızdır. Burada alınacak nefes, Kürd’ün nefesini boğacaktır.

Ama aynı şekilde, barış ve müzakere sürecinin gerekleri, Kürd’ün açtığı siyaset alanına kısa erimli çıkarları için girenleri de tasfiye edecektir. Kürd’ün rahlesi önünde diz çökmek, taliban olmak ama o bilinci yüklenerek, barışmayanın, müzakere etmeyenin yoldaşı olmak, aslolan budur.

Kürd’ün eylemini esnaf ve tüccar zihniyetiyle değerlendirmeye çalışan zihniyet, açmazdadır. Kürd’deki şiddet, ilkin sol denilen tamponda yumuşar. Bu tampon, “seçimler”, “Rojava” ya da “komünalizm” de dese, gene de tampondur. Tampon olma görevi, ezilenlere-sömürülenlere karşı ve onlar hilafına ifa edilir.

Ezilenler-sömürülenler, basit burjuva temsilliklere bölünür. Demokrasi oyunu içinde bu temsillikler, kimliklerin sembolü olarak, bir odaya doluşur ve dipten gelen dalganın nasıl kontrol altında tutulacağı üzerine kıyasıya bir tartışma sürdürülür. Bir kişi, politik anlamda attığı çentikle değil, etrafına topladığı insan sayısına göre değer kazanır. Nicelik, niteliğe galebe çalar. Herkes, kendi kimliğinin kümesinde horoz olma derdindedir.

Tampon, tampon olmak zorundadır. Öyle olduğu için tampon olmuştur. “Kürd’e ve Müslüman’a değmeyelim, ari kalalım” diyenler, devrim ve sosyalizm gibi bir derdinin/kavgasının olduğu konusunda bu topraklarda kimseyi ikna edemezler.

Sorunlu olan, Kürd’e ve Müslüman’a değenin, onun şiddetini düşürmeye yazgılı olmasıdır. Bu açıdan, içeride ve dışarıda durmanın arasında bir fark yoktur. İçeride ya da dışarıda dursa da bu hâliyle sol, şiddet karşısında bir dalgakırandır. Kürd ve Müslüman’a değen, bu diyarları sınıfsal olarak bölmelidir. Daha doğrusu, sınıfsal olarak yarılmış vadilerden ve koyaklardan ilerlemelidir.

Sığ bir Kemalizm eleştirisi ilerlemeyi sağlamaz. Kürd’ün ve Müslüman’ın içine sızabilmek için böylesi bir Kemalizm eleştirisi, zaruridir. Ancak Kemalizm eleştirisi, aslında Kürd ve Müslüman’ı devlet ve iktidardan uzak tutmak için yapılır. Kürd’e ve Müslüman’a Kemalizmi anlatmak, ancak Kemalizme küfretmekle mümkündür.

Kemalizm, burjuva siyasetidir. Solcu özneler, burjuva siyasetlerini gizlemek için Kemalizmi kurban belleyip onun boğazına bıçak vururlar. Kemalizm eleştirisi, özünde, Kürd’ün ve Müslüman’ın şiddetini düşürmek içindir. Yoksa Kemalizmin küçük burjuva eliyle kurulmuş boyutuna, sınıf, ülke ve beden tasarımındaki yerine kimsenin tek laf ettiği yoktur.

Ayhan Bilgen’in Müslüman ahali üzerinden parti içinde yaşadığı sancılar, önemli bir göstergedir. Bilgen, bu kontenjandan içeridedir. Oradan bir çığlık yükseliyorsa, demek ki Müslüman, pürüz niteliğindedir.

Ayhan Bilgen, “her liberal talebin vahşi kapitalizmin talebi olmayacağını” söylemektedir. Ama burada dil, özü ifşa etmektedir: “vahşi kapitalizm” tabiri, “kapitalizmin vahşi olmayanını istiyoruz” ya da “kapitalizmin insancıl örnekleri de mevcuttur” demektir.

Dolayısıyla, liberal bir kanaldan Müslüman’ın HDP içine akıtılması, AKP’de vücut bulan dönüşümün Kürd halkına doğru yansıtılmasının bir parçasıdır. Liberalizm, özgürlük, demokrasi, hukuk gibi başlıklar, dönüşen devletin bireylere, mikro alanlara yedirilmesi girişimidir.

Kürd’den ve Müslüman’dan evvel-ahir ideolojik bütünlükler çıkartmak ve bunları pazarda satmak, küçük burjuvanın işidir. O, derisinde yara izine tahammül edemeyendir.

Bu bütünlük çıkartma girişimi, Kürd’ün ve Müslüman’ın hadsizleşmesine, dolayısıyla, şiddetle çektiği hududun silinmesine, buradan da hat çeken şiddetin yoğunluğunun düşürülerek etkisizleştirilmesine neden olur.

Liberal, kapitalizmin zamansal genişlemesi niyetinin dile dökülmüş hâlidir. Dolayısıyla, o mekânsal yarılmayla ilgilenmez; en fazla, dertlerinin ve sorunlarının Kürd ve Müslüman olmaktan kaynaklandığını düşünen kesimleri bir havuzda toplar. Kürd ve Müslüman olmak sorunun kaynağı ise, onların kellelerine kılıç vurulması şarttır. İdeolojik bütünlük kurmak, Kürd ve Müslüman’ın iradesini silmek içindir.

* * *

Sapığın Sinema Rehberi isimli çalışmasında Slavoj Žižek’in, “özerk kısmî nesneden kurtulmanın yegâne yolu, o nesne olmaktır” dediği şey, solun Kürd hareketi ile kurduğu ilişkiyi de izah eder. Söz konusu özerk kısmî nesnenin safında olmaksa, Žižek’e göre hürriyettir.

Yani aslında sol, kendi serbestiyeti adına, Kürd’ün safındaymış gibi görünerek, kutsal ve mutlak belirlediği, sınıf-ülke-beden bütünlüğünü muhafaza etme gayreti içindedir. Kürd’ün kendi öznel dertleriyle yöneldiği stratejik yönelim, solun muhafaza siyaseti ile bir dönem için çakışmaktadır.

Özerk kısmî nesne olarak Kürd, Demir Küçükaydın’ın revize ettiği “Doğu ve Batı” başlıklı makalesinde görüldüğü üzere, ancak doğulu ve gerici yanlarımızın törpülenmesinde bir “eğe” olabilir.[1] Solun karşısına aldığı devlet, doğulu, bürokratik, tepeden inmeci, antidemokratiktir. Dolayısıyla Kürd’ün başkaldırısı, bu özelliklerin giderilmesi için kullanılmalıdır. Devletin ıslahı için Kürd gereklidir, o kadar.

Böylesi bir tanıma doğru daraltılmış bir Kürd’ün kendi devletini kurmasına imkân verilmemelidir. Yani aslında reeldeki Türk devleti değil, rüşeym hâlindeki Kürd devleti ile dövüşülmektedir. HDP, esasen bunun arenasıdır.

Kürd’ün içeri alınması, devlet kadar Kürd’ün de ıslahı için zorunludur. Küçükaydın, “Müslüman’a ve Kürd’e batılı evrensel değerler önünde diz çökün”den başka bir şey söylemez, söylemeyecektir. Batılı değerlerin ana eşiği Magna Carta’dır ve toprak ağalarının, şövalyelerin demokratik kıskacı altındaki bir iktidarın anlaşma metnidir. Demek ki Küçükaydın da Erdoğan Aydın gibi, “putperestlik (cahiliye) dönemi daha insancıl ve daha demokratikti” demektedir.

Burada, İslam da dâhil, her türden devrimin totaliter bulunmasına ilişkin liberal bir mızmızlanma söz konusudur. Demokrasi mücadelesi, bu tip mızmız aydınlar için sosyalizm mücadelesinin ta kendisidir.

Toplamda demokrasi, bir tür devletin mikro alanlara yedirilmesinden başka bir şey değildir. Özerk ve kısmî olanın nötralize edilmesidir. Bu sol aydınların devlete ve demokrasiye yönelik devrimci bir mücadele vermeleri mümkün değildir.

Kürd, sınıfı, ülkesi ve bedeniyle küçük burjuva ilişki yürüten sol için bir turnusol değil, boş beyaz dosya kâğıdı işlevi görmektedir. Her şeyin temize çekildiği, her şeye sıfırdan ve yeniden başlanabileceği yalanını tabana yutturmak zorunda olan şefler, Kürd’ü istismar etme yolunu seçmişlerdir. Emre Görür’ün kaleme aldığı “resmî” PKK tarihinde geçen şu cümle, bunun delilidir: “Kendi toprağına ve insanlığın komünizan köklerine tutulan bu ışık sayesinde hareket, 20. yüzyıl sosyalizminin ideolojik yükünden de kurtuldu.”

Türkiye solunun sınıf, beden ve ülke tasavvuru, özünde, Kürd’e ve aynı ölçüde Leninizme düşmandır. Düşmanlık, solun bütünlük tasavvurunun tehdit edilmesiyle ilgilidir. 20. yüzyıl sosyalizminin ana ideolojik yükü, Leninizmdir ve PKK aynasında tasfiye edildiği düşünülen şey de odur. “Komünizan kökler” türünden tabirler, Leninizm gibi her türden müdahalenin bozucu, fazla, artık ve zararlı addedilmesine ilişkindir.

Yani “devletin erkekliğini iğdiş edeyim” diyenler, iktidar mücadelesi veren herkese karşı kılıcını bileylemektedirler. Ana rahmiyle komünizmi karıştıran şizofreni, her türden yıkıcı-kurucu pratiğe düşman kesilmektedir. Yıkımın ve kurulumun diyalektiği, bu ellerde ölmektedir.

Kürd’ün ve Leninizmin etkisizleştirilmesi için batı mutfağına ait bir çorbanın her daim kaynatılması zorunludur. Bu noktada “feminist-vegan teori” türünden kitaplar rafları süslemelidir. Kürd için kadının ne olduğu önemliyken, batı solu için onun kim olduğu önemlidir. Kadının ne yaptığı ve ne olduğu, bir kimlik içine hapsedilmeli, orada boğulmalıdır. “Kendi kemiğinden yaratılmış” kadın, özerk kısmî nesne olarak ancak onun iliğine kendisini işleyerek kontrol altına alınabilir.

“Kadın doğadır, zihnin fazla enerjisi anlamında libidodur, hazdır, komünal ruhtur” türünden tespitler, kadının vd. faşist tahakküm yerine liberal hegemonyaya teslim edilmesini ifade ederler. Batı solu için tüm bu unsurlar kontrolün konusudur. Tartışma, esas olarak kontrolün yöntemiyle ilgilidir.

Devlet ve demokrasi, tümüyle düşman ve tümüyle dost değildir. Anlaşılmayan husus budur. Devletin baskı aygıtları, düşmanlarını demokrasi hücrelerine kapatmayı amaçlar. Tümüyle imha gibi bir derdi yoktur. Devletin, özgürlükle eşitlenen demokrasinin, yani bireyin sonsuz açılımı önünde engel olduğunu söylemek, birkaç bireyi ikna edebilir ama mesele devrimdir ve devrim, örgütlü politik kitlelerin eseridir.

Dost-düşman ayrımı, devrimci mücadeleyle yapılır. Kitlelerin kendinden menkul, kendine kapalı bireylerden oluştuğu düşüncesi ise ciddi bir yanılsamadır.

Kürd’ün bu tarafa “ithal ettiği” devrim değil, kimlikçilik üzerinden teşkil edilmiş bir imgedir. Bu imgenin ülkenin, sınıfın ve bedenin bütünlüğüne yedirildiğini görmek şarttır. Kürd, şiddetin ta kendisidir ve bu hâliyle çektiği sınır, ancak Kürd’ün silinmesi suretiyle ortadan kalkabilir.

Batı solu, Kürd’süz bir Kürd hareketi icat etmeye mecburdur. Cinsiyetsiz bir dünya, sınıfsız bir hareket, milletsiz bir coğrafya, hepten, solun bütünlük, süreklilik ve tutarlılık üzerinden kendisini inşa etmişliğiyle alakalıdır. Bu inşa, egemenlere ait ve onlara dairdir.

Sol, Kürd ve Müslüman eliyle yaşadığı yıkımın kurduklarına odaklanmalıdır.

Son açıklamasında herkes Apo’nun “Mahir Çayan’ın emanetini HDP’ye bırakıyorum” sözüne takılmıştır. Buradaki niyet, buranın öcünü kimlerin ve neyin alacağı ile ilgilidir.

Kimlik olmanın ötesinde, Kürd nedir?

Kürd, Allah’ın kulu olarak, hak yolunda halkın öcünü alandır.

Kürd’ün sola içerilmesi, aslında buranın halkının öcünün alınmaması içindir. Açıklamadaki esas nokta, “HDP isyan partisi olmasın” cümlesidir. Gezi isyanının “fırsatçı taksicisi” bile olamayan bir yapı, logosunu “ağaç” yapınca isyan partisi olacağını düşünmüştür. Oysa Apo, “biz yeterince isyan ettik, siz inşa işine girişin” demektedir. Gençlerin ve kadınların kurullara yerleştirilmesi önerisi ise, isyan ateşinin buralarda yanma ihtimaliyle ilişkili olsa gerektir. Sol, inşadan önce, yıkıma bakmalıdır.

* * *

Michelangelo Antonioni’nin 1970 yılı yapımı Zabriskie Noktası filminin başında üniversiteli gençler, yapacakları eylemi tartışmaktadırlar. Ortama siyah gençler hâkimdir. Yapılacak eylemde kitleselleşmenin değil, devrimci şiddetin gerekli olduğunu vurgulayan siyah genç, konuşmasının sonunda şunu söyler: “Molotof dediğin, benzinle kerosenin karışımıdır, radikal beyazlar ise zırva lafla otun karışımı.”

Buranın siyahları olarak Kürdlerin de beyaz Türk soluna yıllardır söylediği söz budur.

26-27 Ekim’de kongre yapacak olan HDP de hangi şişeye dolduğunu ve neyin karışımı olduğunu cümle âleme ilân edecektir. Vatana millete şimdiden hayırlı olsun!

Eren Balkır
20 Ekim 2013

Dipnot:
[1] Demir Küçükaydın, “Doğu ve Batı”, 16 Ekim 2013, DK.

04 Ekim 2013

, ,

Öznenin İradesi, İradenin Öznelliği


İrade murad’dır. Dilek, istektir. Narodnaya Volya, halkın iradesi demektir. Halkın iradesi, mücadele içinde, halkın değil, saf, kendinden menkul, her şeyden münezzeh bir iradenin tecessümü hâline gelebilir zamanla. Doğalında, iradenin cisimleşmesi, iradenin, muradın arkasındaki kavgayı kendisinde dondurur. Madde ve diyalektik, iradenin mevcut cisminde silinir. Mürid, yani isteyen, parçası olduğu öznenin kavgasını unutan ve kendi avının peşinde koşandır. Av, avcıdır artık.

Halkın öznel kavgası durulmaz oysa. Kırılır, geriye düşer. Kırılma ve geriye düşme momentlerinde özne, kendisine ancak iradesinin aktığı yatakta hayat imkânı bulabilir. Bu yatakta iradenin taşıyıcısı olan, pratikte kendisini öznenin yerine koyar. Halkın mücadelesi, öznenin iradesinde biter. İrade sahibi, mülkiyetiyle rekabet piyasasına dalar. İrade mal olur, pul olur kimi zaman. Halka ait, ona içsel olan özneden geriye bir irade, ağaca bağlanacak bir dilek kalmıştır.

Kendisinin halkın iradesi olduğunu söyleyen kişi, kavganın bizatihi kendi bedeninde var olabildiği yalanını sürekli satmak zorundadır. Yani kendisi olmazsa, kavganın bir adım ilerleyemeyeceğini hem kendisine hem başkalarına inandırır. İnanmak kolaydır. Zor olan, kolektif bir kavganın isimsiz ve adressiz parçası olabilmektir.

Küçük burjuvanın karakteri, her işi kendisinin başlatıp bitirdiği fikriyatı üzerinden biçimlenir. O, kasabasında kurulmuş ayakkabı fabrikasına işçi olamayan ayakkabı imalatçısıdır. İradesinin öznelliği, başka bir tanrı tanımaz. Tanrıtanımazlık, onun dini olmak zorundadır. Birkaç yıl içinde devrim yapacağına inandırılmış bir militanın iradesi hamdır, safçadır. Nesnel olarak iradede devrimin öznelliği akar. Öznel olarak bakıldığında ise devrim iradesini o öznellikte öldürmüştür. İradecilik özneyi, öznecilik iradeyi her daim katleder, kuraldır bu.

Halk, Mahir’in dediği manada, “devrim için dövüşen ve kurtuluşu sosyalizmde olan kitleler”se, sorun yoktur. Ama halk, böylesi bir küçük burjuva öznelliğe göre tanımlanıyorsa, dönüşüme direnen, geri bir mevzidir. Devrim ve halk, bu özne nezdinde ayrışmıştır; özne, devrimi yürütürken, halk gerisinde kalır. Hep böyle olduğu varsayılır. Devrim iradesi, yani devrim isteği halkı görmez. Onun özneliğini, bağrından devrimci bir özne çıkartma ihtimalini tanımaz.

Mahir’in tanımına göre devrimci özne, kitlelerin, sınıfsal katmanların kolektif kavgası için/de inşa edilmelidir, başka bir yerde değil. Buna göre, halk mutlak bir veri değil, maddî diyalektik bir sürece tabi, bir eyleyiştir. Halk, beş yılda bir oy sandığı önünde dizilenlerin toplamı olamaz. Onun iradesi, sandıkların içeriden ya da dışarıdan parçalanmasını gerekli kılar.

Lenin’in Sol Komünizm’deki ifadesi uyarıcıdır:

“Sosyalist devrimciler” […] Marksizmi yadsıyarak, herhangi bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gereğini anlamamakta direniyorlardı (belki de daha doğrusu anlamıyorlardı.).”

Sınıf güçlerinin ve güçler arasındaki ilişkinin değerlendirmeye dâhil edilmesi, öznenin talileşmesi, nesneleşmesini getirir. Özne, buna ayak direr. O, her şeyi kendisinin yapabileceğini öngörür, söyler. Siyasal eyleme girişmek, doğalında, Marksizmi yadsıyarak olur. Marksizm, kimilerince bir sığınak ve kovuk olarak görülür. Oysa Marksizm, her daim mücadelenin şahdamarındadır. O olmazsa, zaten vücutta kan dolaşmaz. Yani Marksizm, siyasal eylemin içeriğini ve biçimini tayin eder. Dost güçlerin ve düşman güçlerin ne hâlde olduklarını belirlemek için Marksizm şarttır.

Kolektif bir öznelliği ve iradeyi önşart kabul eden Marksizm için kolektifle ve kolektifte oluşmak zorunluluktur. Akademi ve masonik cemaatler, bu oluşumun dışındadır. O kolektif, işbölümü, disiplin ve hiyerarşi üzerinden, herkesin katkısına muhtaçtır. Katkı, kolektifin oluştuğu hatta, güzergâha tabidir. O, devrim yoludur.

Halkın istediği şeyi kendince belirlemek ya da kendi istediği şeyi halkın da istediğini düşünmek; Narodnizm budur. Çar ile vicdanî ve ahlâkî bir rabıta kurulur. İçteki çar için dıştakine saldırılır. Lenin ise, halkın örgütlenmesinde olmak, onun devrim ve iktidar isteğini (iradesini) örgütlemektir. Hegel-Marx ilişkisinde olduğu gibi, Lenin de Narodnizmi “baş aşağı” çevirir. Hegel baş aşağı çevrildiğinde artık başka bir şeyse, Narodnizm de Lenin’de başka bir şeydir. İlkinde diyalektik maddesine, ikincisinde işçi sınıfı ve ezilenler partisine kavuşur.

Marx teorisini Hegel’den, Lenin pratiğini Narodnizmden kurtararak ilerler. Teori 11. Tez’e; pratik Bolşevizme açılır. Marx, hiç barikatta dövüşmemiş; ismi “çoğunluk” anlamına gelmesine karşın, Bolşevikler, RSDİP içinde çok uzun süre çoğunluğu teşkil etmemiştir. Her ikisi de teoride ve pratikte, mücadelenin kişilerin iradelerinden ve ihtiraslarından kurtarılması, kolektif olana, tarihe ve topluma açılmasıdır. Kolektif, asla sahip olunamayan, mülkiyet-rekabet ilişkileri dışında kurulandır.

Özne, her daim kolektiftir. Kolektifin iradesi, kolektifin eylemine tabidir. Kolektifin bileşeni olan kişilerin istekleri, iradeleri, o kolektifin öznelliği karşısında talidir, belirleyici olamaz. Aksine, kolektifin bileşenleri, öznelliklerini kolektifin iradesine taşımalı; tersten, kendi iradelerini kolektifin öznelliği ile tanımlamalıdırlar. Marx’ın teoride pratik olarak, Lenin’in pratikte teorik olarak yaptığı budur: ikisi de kolektif olan hattın oluşumuna içrektir.

“Ben devrim istiyorum” demenin manası yoktur. Devrimin maddesi ve diyalektiği ile buluşmamış bir öznelliğin dilekleri, bir değer taşımaz.

Ezilenler, halk ve işçi sınıfı, soyut kavramlardır. Bunlardan birini mülk edinip rakiplerini soyut bir hayal peşinde koşmakla eleştirmek, anlamsızdır. “Devrim gevezeleri” gibi tabirler kimsenin ağzına yakışmamalıdır. Bu türden laflar edenler, adımlara ve yumruğa değil, ağza bakıyordur, sadece devrimin dillendirilmesine ve dilenmesine önem veriyordur. Laftaki “devrim”e değil, örneğin İstanbul sokaklarında yürüyen devrime odaklanmak gerekir. O yürüyüş, devrimin öznelliğidir; kimilerinin irade gördüğü yerde konuşan, öznelliktir. Tersten, öznenin konuştuğu yerde, söz aslında basit bir iradeye aittir. Özneyi, kendisi gibi liberallerin iradesini yüceltmek için yerin dibine sokmak, “devrimci teori” ya da polemik değildir.

Proleter doğrultu, küçük burjuva sapmalara maruz bırakılmamalıdır. Kant’a atıfla, akla yer açmak için imanı geri çekmek gibi; kişilerin iradesine alan açmak için devrimci özneyi geriye itmek, çıkışsızdır. Devrimci özne, halkın kolektif iradesinden uzaktır; kişisel iradelerse, özneden ve devrimcilikten kaçmaktadır.

Bugün kimlerin fukocu kimlerin fokocu olduğunun bir önemi yoktur. Sadece kendi bireysel varlığına ve bireysel dileklerine tapınanların ezilenleri, halkı ve işçi sınıfını soyut bulup onları kenara itmesi beyhudedir. Ezilenlerin, halkın ve işçi sınıfının somut maddî pratiklerinden kaçılmak için bireysel iradeler göğe çıkartılmaktadır, hepsi bu. Dolayısıyla ister fukocu ister fokocu, her türden iradecilik, ezilen, halk ve işçi olmak istemeyenleri yanına boncuk niyetine dizmekten başka bir şey yapmaz. Bize lâzım gelen, ezilmenin, halk olmanın ve işçileşmenin mızrağını canı ve ruhuyla sivriltebilenlerdir.

Bir kolektif özne, ne kadar çabalarsa çabalasın, tüm ezilenleri, halkı veya işçi sınıfını kucaklayamaz. Politikanın doğasına aykırıdır bu dilek. Tüm gençliği gören gençlik örgütlenmelerinin giderek dar grupçu pratiklere kapanmasının nedenlerini buralarda aramak gerekir.

Kolektif özne, ezilenler, halk ve işçi sınıfındaki politikleşme ve devrimcileşme imkânlarına göre kendisini sürekli yıkıp yeniden kurabilmelidir. Ezilen, halk ya da işçinin kolektif mızrağını canı ve ruhuyla sivriltenlerin o mızrağın ucuna daha bir de Kur’an sayfaları asmasına gerek yoktur. İradecilik, tam da bu sayfaları asmaktır.

Devrimci özne, tam da karşı saftaki Ali’nin ordusudur. Zira Ali’nin karşısındaki güç, zaten var olan bir iktidarı yeniden yükseltmek derdindedir. Ali ise İslam’ın ne ve neden olduğudur.

Ezilenler, halk ve işçi sınıfı, sadrında, bağrında ve ruhunda bir devrim saklar. Devrimcilik, zamana ve mekâna şerh düşmektir. Şerh, göğsü yarıp kalbi çıkartmaktır. O devrimden gayrı, azade ve münezzeh, ondan yüce bir devrim’cilik anlamsızdır. Devrimciler, kitlelerin her çarpıntısında yüreğin yerinden ok gibi fırlamasıdır.

Bugün Gezi ile Haziran direnişi arasındaki ayrım, kimi özneler nezdinde silikleşmektedir. Bu özneler, dönemin ruhu gereği, liberalleşmeyi tek yol olarak önermektedirler. Gizdeki küçük burjuva öz, bugün açığa çıkma fırsatı ve imkânı bulabilmiştir. Gezi’ye gömülen özneler, oradaki kişisel iradelerin ihtiraslarına ve kaprislerine kul olmaktadırlar. Bu kaçış, Haziran direnişinden kaçmakla ilgilidir.

Öznenin ana iradesi, bugün, iradenin öznelliğine sığınmak olmuştur. O irade pazarında herkes, kendi müşterisinin peşindedir. İrade sahibi, eski veya yeni, örgütünün ismini kullanıyor diye, diğer tarafa saldırmaktadır; bu, ana kaygunun pazar olduğunun bir delilidir.

“Gezi’de işçi yoktu” diyen, Haziran direnişinde şehit düşen inşaat işçisine ve kaynak işçisine küfretmektedir. “Haziran direnişi kimliklerin varlık mücadelesiydi” diyen, Aleviliğin, Kürdlüğün, devrimciliğin, gençliğin ve kadınlığın ne’liğine, ne olduğuna ve ne yaptığına açıktan hakaret etmektedir. Birileri, kim olduğunu o kadar önemsemektedir ki herkesin kendisi gibi “kim” olduğunu önemsediği için sokağa döküldüğünü zannetmektedir. Bu, ciddi bir yanılsamadır. Sokak, iradelere kim değil ne olduğunu soran bir er meydanıdır.

Kur’an’da Hucurat suresi, uyarıcı ve öğreticidir: Allah, belirli bir kesime dikkat çekerek, bunların korkudan, kendi çıkarlarını düşünüp Müslüman olduklarını söyler. Aslolanın “mümin” olmak olduğuna işaret eder. Mümin, iman sahibi olmak, bir tek Allah’a güvenmek, O’nun ipine tutunmak, O’nun boyasıyla boyanmaktır.

Sadece kendi ipine tutunan ve sadece kendisine güvenen kişinin ezilenleri, halkı ve işçi sınıfını lime lime etmesi, onların “ezici, otoriter, despotik” yapısını dönüştürmeye çalışması kaçınılmazdır. O Müslümanların Allah’ı ve peygamberi soktuğu ideolojik kılık neyse, bu kesimlerin de ilgili kolektif öznelliklere biçtiği don odur.

Hucurat suresi bir ayıraç koyar ve der ki: “mümin, hakikat için canından ve malından geçerek dövüşmek demektir.” Yani, canın ve malın iradesi veya istedikleri değil, hakikatin iradesidir esas olan. O irade de doğal olarak kolektifin öznel faaliyetinden çıkarsanabilir. Kişisel muhayyile ve tasavvurun hiçbir hükmü yoktur.

Birey hilafına, çok mu despotik bu söylenenler? Birey, kendine kapanmışlık, bitmişlik, eksiksizlik ve bölünemezliktir. Esasında despotikmiş gibi görünen, bu bireyin kapatmaya, bitirmeye, eksiltmeye ve bölmeye çalıştığı, bizatihi mücadelenin direnişidir. Mücadelenin kendisi, bireye karşı mücadele etmektedir.

Haziran direnişi buradan okunmalı, anlaşılmalıdır. O, rüşeym hâlindeki kolektif öznenin alametleriyle yüklüdür. Haziran “bir ay”dır, o ayın içindeki “birey!” mücadeleyi kendisine kapattığından, Eylül ve Ekim çağrıları cılız kalmıştır. Kolektif özne, bileşenlerinin iradelerinin gerisine düşmüştür.

Peygamber, askerî taktik gereği bir tepenin ardına okçular yerleştirir ve onlara, “Leş yiyen kuşların üzerimize üşüştüğünü görseniz bile yerinizi terk etmeyin” emrini verir. Oysa okçular, ganimetin iğvası ile yerlerini terk ederler. Uhud Savaşı kaybedilir.

Bugün kolektif özne, kişisel ihtirasları bir kenara koyup tepeyi terk etmemek, istenileni yapmaktır. Neyin istendiği de ancak mücadele içinde duyulur, anlaşılır.

Eren Balkır
4 Ekim 2013