04 Ağustos 2025

Soylulaştırmayla Mücadele

“Burası soylulaştırma sahasıdır. Yoksullar burayı lütfen sessizce terk edin.”

 

Giriş

ABD’de şehirler hızla dönüştürülüyor. Mahallelerin ve düşük gelirlilere ait evlerin yerini soylulaştırılmış lüks binalar alıyor. Yüksek kiralar, yoksulları şehir merkezlerinden uzaklaştırıyor. Bunlar, soylulaştırma sürecinin semptomları.

Soylulaştırma, yoksulların ve işçilerin kapitalistlerin mahallelerine yaptıkları yoğun yatırımlar neticesinde kendi toplumlarının dışına atılma sürecini ifade ediyor.

Soylulaştırma, her zaman bu şekilde tanımlanmıyor. Bazıları, kültürel açıklamalara odaklanıyor. Kafeler, bisiklet yolları gibi kentte geliştirilmiş imkânlara, çocuk yapmamak gibi yaşam tarzı tercihleri üzerinden değişen toplumsal normlara bakıyorlar. Bu düzlemde soylulaştırma, bireysel tüketicinin tercihlerinin bir sonucu olarak tanımlanıyor.

Bazıları da soylulaştırmayı kolektif tüketim alışkanlıklarının sonucu olarak değerlendiriyorlar. Bu noktada “eşcinsel soylulaştırma” gibi laflar dile dolanıyor.

Bazı isimlerse soylulaştırmayı beyazların siyahların mahallelerine taşınma süreci olarak tanımlıyorlar. Bu tanımda Vaşington, Şikago ve Filedelfiya gibi büyük kent merkezlerinde uzun zamandır ikamet eden siyahların kovulması üzerinde duruluyor.

Bir de soylulaştırmanın “doğal” ve kaçınılmaz bir olgu olduğunu söyleyenler var. En genel manada bu gruptakiler, soylulaştırmayı ikamet alanlarının belirlenmesine ilişkin kanunlarda yapılacak reformla veya bireysel tercihlerin iyileştirilmesiyle politika alanında yapılacak ince ayarlar üzerinden, kısa vadede çözüme kavuşturulabilecek bir sorun olarak görüyorlar.[1]

Bireysel tercihler veya politika tercihlerine odaklanmak yerine Marksistler, soylulaştırmayı kapitalizmin kanunlarının sebep olduğu bir süreç olarak anlıyorlar. Onu ırkçılığın ve diğer zulüm biçimlerinin beslediği sermaye birikimi döngüsünün parası olarak görüyorlar.

Bu makalede biz, soylulaştırma sürecine sebep olan temel güçleri Marx ve Engels’in teorik birikimi ışığında açıklayacağız. Çalışmanın sonunda soylulaştırmaya dair devrimci anlayışın pratik sonuçlarını ele alacağız.

Kapitalizmde Barınma ve Soylulaştırmanın Temelleri

Kapitalizmde barınma sorunuyla ilgili her türden tartışma, metalaşma meselesini ele alarak başlamalıdır. Kapitalist toplumda tüm sorunlar gibi barınma sorunu da esas olarak bir şeyin kâr amaçlı satılması ile ilgili bir sorundur. Barınma imkânı denilen kullanım değeri, o evin kaça satılacağı anlamında değişim değerine tabidir. Ortada onca boş ev varken ABD’de her yıl milyonlarca insanın evsiz kalmasının sebebi buradadır. Çünkü o boş evler, yeterli değişim değerine sahip olana dek sermayenin elinde kalmalıdır.

Kapitalistler, sadece kâr elde etme dürtüsüyle hareket etmezler. Onlardaki asıl dürtü, kârı maksimize etmekle ilgilidir. Bu dürtü neticesinde kapitalistler, daha kârlı olan bölgelere ve işkollarına yatırım yaparlar. Başka bölgelerin iliğini emerler ya da onları görmezden gelirler.

Kapitalizmin rekabetçi niteliğine bağlı olarak bir kapitalist, kârlı bir alan bulduğunda diğerleri de rekabet etmek için aynı alana, aynı pazara veya işkoluna gelecektir. Zamanla kapitalistler arasında cereyan eden rekabet, ilgili alanda elde edilen kârın oranını düşürecek, sermaye artık tüketilmiş olan o alanı terk edip yeni yatırım alanları aramaya başlayacaktır.

Kapitalist kentlerdeki gelişme, bu olguya dair bir örnektir. Sanayileşme sürecinde kapitalistler, kentlere fabrikaları ve makineleri kurdular. Bu üretim araçlarının üretme ve daha fazla emtia satma becerisini artırdılar.

Sermayenin hareketi, insanların hareketlerini de etkiler. Kapitalist yatırım kentlere yoğunlaşmışsa, işçiler de kentlere yoğunlaşacak demektir. Yeterince yatırım yapılmayan kırsal alanlarda yaşayan birçok insan iş için kentlere göç eder.[2]

1820-1920 arası dönemde ABD’de kentlerde yaşayanların oranı yüzde 7,2’den 51,2’ye çıktı. Kapital’de Marx, benzer bir sürecin feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde İngiltere’de de yaşandığını söyler: “Sermaye, sanayinin veya ticaretin yoğunlaştığı kentte biriktikçe sömürülebilir insan malzemesi akışı da hızlanır, işçilerin yoksul evleri daha da sefilleşir.”[3]

Marx, şu pasajda, işçilerin kötü yaşam koşullarından bahseder ve bugün soylulaştırma olarak adlandırdığımız süreci genel hatlarıyla aktarır:

“İşçi sınıfının en çalışkan kesimlerinin açlıktan kazınan mideleriyle zenginlerin kaba veya rafine zevklerle icra ettikleri aşırı tüketim arasındaki kapitalist birikime zemin teşkil eden bağ, ancak ekonomi yasaları bilindiği vakit görünür. Aksi takdirde sorun, sadece ‘yoksulların barınması’ sorunuymuş gibi değerlendirilir. Konuya önyargısız yaklaşan her gözlemci, üretim araçları belli ellerde toplaştıkça emekçilerin de belirli bir yerde biriktiklerini görür. Yani kapitalist birikim ne kadar hızlanırsa işçilerin evleri de o kadar yoksullaşır. Kentlerde zenginlikteki artışa eşlik eden ‘iyileştirme’ çalışmaları dâhilinde kötü inşa edilmiş semtler yıkılır, bankalar için saraylar ve ambarlar inşa edilir, iş dünyasının yönettiği trafik, lüks malların taşınması ve tramvayların işletilmesi için sokaklar genişletilir. Bu iyileştirme çalışmaları, neticede yoksulları onların saklanacakları daha kötü ve daha kalabalık yerlere sürer. Öte yandan, herkesin bildiği üzere, evlerin değeri ile seçkinlikleri arasında ters orantı vardır. Konut spekülatörleri, yoksulluk denilen madenlerden en az Bolivya’daki Potosi madenleri kadar kâr elde ederler, ikincisinin maliyeti ilkinin maliyetinden daha düşüktür. Kapitalist birikim gibi en genel manada kapitalist mülkiyet ilişkileri de çelişkiyle maluldür.”[4]

Burada Marx, kapitalizm koşullarında barınma sorunu konusunda bugün de geçerli olan eleştiriler dile getiriyor. Marx, kentlerde işçilerin barınma koşullarının alabildiğine güvensiz ve sömürü temelli olduğunu söylüyor. Ev sahiplerinin kiralardan kâr elde ettikleri, öte yandan, kârı azaltacağından, iyi barınma koşullarının sağlanması için kiradan gelen paranın kullanılmadığı koşullarda, evlerin aşırı kalabalık ve bakımsız olduğundan bahsediyor.

İngiltere’de durum öyle kötü ki devlet yetkilileri, evlerin temizliği ile ilgili yasaları uygulamak adına sermayenin haklarını çiğnemek zorunda kalıyorlar. Bunu yüce gönüllü oldukları için değil, hastalık gibi toplumsal risklerin yayılmasından korktukları için yapıyorlar. Engels, İngiltere’yle ilgili çalışmasında tam da bundan bahsediyor:

“Her büyük şehrin bir ya da birden fazla gecekondu mahallesi var ve bu mahallelerde mutlu sınıfların gözünden ırak, kentten ayrıştırılmış bölgede yoğun olarak işçi sınıfı yaşıyor.”[5]

Marx, değerlendirmesinde soylulaştırmanın ilk biçimini aktarıyor. Kârını artırma derdiyle sermayenin kentlere yoğunlaşmayı sürdürmesi sebebiyle işçiler, kentlerin iyileştirilmesine dönük çalışmalar için evlerinden zorla kopartılıyorlar. Marx, yoğun bir biçimde sömürülen işçilerin yaşam koşullarının iyileşmediğini, ortamın sermaye daha da büyüsün diye iyileştirildiğini söylüyor.

Kapitalizm ve Modern Çağda Soylulaştırma

Kapitalizm koşullarında metalaşma ve eşitsiz gelişim denilen temel olgular, bugün de barınma meselesiyle alakalı. Sadece soylulaştırma işleminin gerçekleştiği bağlam değişti. Sermaye, on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına dek uzanan süreç boyunca kentleri epey geliştirdi. Ama bir yandan da ileride yaşanacak gelişmenin önüne engeller dikti.

Coğrafyacı Neil Smith’in de ortaya koyduğu biçimiyle, yirminci yüzyılın ortalarında soylulaştırma, sermayenin üretim kapasitesini artırma ihtiyacı neticesinde gerçekleştirildi. Buna bağlı olarak arazinin ucuz ve kolay elde edilebilir olduğu kentin dışındaki bölgelere evler inşa edildi, üretim şehir dışına kaydı, özetle, bir varoşlaşma sürecine girildi.

Sermaye, kâr oranını yükselteceği, bu amaç doğrultusunda, yanında daha fazla işçi götürebileceği yeni yerlere göç etti. Neticede kentlerde arazilerin değeri düşerken, varoşlardaki değer arttı.

Neil Smith, bu noktada sahada mevcut olan kiralarla yeniden geliştirme yoluyla kapitalistlerin ve ev sahiplerinin elde edebileceği potansiyel kiralar arasındaki fark anlamında, “kira açığı” kavramına başvuruyor. Bu kavram, ilgili dönemde ABD’de sermayenin kentten varoşa, sonra yeniden merkeze nasıl kaydığını izah ediyor. Soylulaştırma süreci, bu kira açığı denilen olgu, kiralardan kâr elde edildiği, bu kârın şehirlerle sınırlı kalmadığı koşullarda yeniden geliştirme maliyetlerinin karşılanabildiği noktada devreye giriyor.

Kapitalizmde yeniden geliştirme işlemlerinin önemli bir bölümü, binalar, sokaklar, köprüler, ambarlar ve diğer altyapı unsurları gibi “inşa edilmiş ortam”da gerçekleştiriliyor. Bu geliştirme, “sermayenin uzun süre boyunca, büyük ölçeklerde yatırılmasını” gerekli kılıyor.[6] Sermaye yatırımlarının yapılması ile birlikte yatırımı meşrulaştıracak kârın veya yeterli artı değerin geri döndürülebilmesi için bu inşa edilmiş ortamın onlarca yıl yerinde kalması gerekiyor. Bir şey yapılmışsa o yıkılamaz, çünkü hâlâ değer üretmektedir. Karayollarında emtia taşındıkça bu inşa edilmiş ortam değerlenir, ücretler, kira ve ipotek kredi ödemeleri gibi şeylere gider. Ama inşa edilmiş ortam kullanıldıkça değer yitirir.[7]

Sermayenin binalar üzerinden dolaşımı, emtia üzerinden dolaşımından daha uzun sürer. Kapitalist kentler, ilkin “kapitalist bir temel üzerinden inşa edilmemiştir, belediyenin veya devletin sırtına yüklenen bir iş olarak üretilmiştir. Çünkü elde uzun süre yatırılacak yeterli miktarda sermaye bulunmamaktadır.[8]

Bugün devlet, kentlerin geliştirilmesinde hâlâ ana güçtür. Devlet, soylulaştırma işlemine yetki vermekle kalmaz, ayrıca onu sübvanse eder. Örneğin ellilerde ve altmışlarda “Kentlerin Yenilenmesi” sürecinde ülke genelinde en az 300.000 ev zorla tahliye edilmiş, böylelikle sermayenin başlattığı yeniden geliştirme süreci için yolu açmak amacıyla o evler yıkılmıştır.

Devlet, hem “gecekonduların temizlenmesi” işlemini hem de bu işçilere ait evlerin yerini alacak özel konutların inşa sürecini finanse etmiştir. Bugün merkezi devlet ve eyalet yönetimleri, özel geliştiricilere kıymetli devlet arazilerini üç kuruşa satmaktadır. Devlet, çıkarttığı yasalar, imar politikaları, vergi kesintileri, bağışlar ve diğer türden teşviklerle bu soylulaştırma işlemine rehberlik etmekte, süregiden polislik faaliyetleri ve baskı politikalarıyla “kentlerdeki yaban otları”nı temizlediğine dair ahlakçı vaazlar vermektedir.[9]

Her kentte arazi sınırlı olduğu için, bir kent geliştirme sürecinde belirli bir seviyeye geldiği vakit, kârlı geliştirme fırsatları da azalır. Belirli bir noktada kapitalistler, yeniden geliştirilmiş mahallelere yatırımı kârlı bulmamaya başlarlar. Tabii bu, kapitalistlerin ve ev sahiplerinin kentler üzerinden kâr elde etmeye son verecekleri anlamına gelmez.

Binalara ve altyapıya yatırım yapmış olan kapitalistler ve ev sahipleri, “yoksulluk denilen madenler”den kâr elde ettikleri için mutludurlar ama bu geliştirme işlemlerinin sürdürülmesine yatırım yapmayı reddederler. Uzun vadede bu, birçok mahallede hatta tüm kentlerde koşulların kötüleşmesine neden olur. Neticede evler, bakım görmemeye, altyapı çökmeye başlar. Böylece yeni bir geliştirme-yatırımsızlık döngüsüne girilir:

“Kârlılık oranının en yüksek seviyede olduğu sermaye akışları ve kent içindeki sermayenin değer yitirmesiyle birlikte sermayenin varoşları kayması neticesinde kira açığı oluşur. Bu açık, yeterli büyüklüğe erişince rehabilitasyon veya yenilenme süreci, başka bir yerdeki kârlılık oranını zorlamaya başlar, sermaye geri eski yerine akar.”[10]

Soylulaştırmayı üreten, işte bu geliştirme-tasfiye-yeniden yatırım döngüsüdür. Uzun süre boyunca ihmal edilmiş olan mahalleler, “yeniden geliştirme” veya “yeniden canlandırma” işlemlerinin hedefi haline gelirler.

Joe Tache
6 Ocak 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Burada ilgili faktörlerin konuyla alakasının bulunmadığı söylenmiyor. Sadece bunların soylulaştırmanın ardındaki temel güçleri izah etmediği üzerinde duruluyor. Misal, Lawrence Knopp, soylulaştırmanın eşcinsel cemaatleriyle hiçbir şekilde ilişkilendirilemeyeceğini söylüyor. Bkz.: Knopp, Lawrence. (1990). “Some Theoretical Implications of Gay Involvement in an Urban Land Market.” Political Geography Quarterly, Yıl. 9, Sayı. 4: s. 337-352.

[2] Bu, modern sanayi kapitalizminin doğduğu yer olan İngiltere’de “müştereklerin çitlenmesi”nde gördüğümüz mantık. Bu adımlar, sermaye birikiminin bir parçası olarak atıldılar, neticede kır işçilerini çiftlikleri terk edip şehirde ücretli çalışacakları işler aramaya mecbur eden ekonomik koşulları yarattılar. Kır işçileri, eski üretim araçlarından kopartıldılar. Bunun için egemen sınıf, devleti toprağı ve kaynakları ele geçirip, toprağı metalaştırmak, böylelikle o toprağın üzerine evler inşa etmek için kullandı.

[3] Marx, Karl (1967). Capital: A Critique of Political Economy (Cilt. 1): “The process of production of capital”, Çeviri: S. Moore ve E. Aveling (New York: International Publishers), s. 661.

[4] A.g.e., s. 615-616.

[5] Engels, Friedrich. (1845/1984). The Condition of the Working Class in England (Londra: Penguin), s. 70.

[6] Marx, Karl. (1885/1967). Capital: A Critique of Political Economy (Cilt 2): “The process of circulation of capital” (New York: International Publishers), s. 233.

[7] Marx, değer üretiminden ve değerin gerçekleşmesinden bahsederken “değerlenme” ifadesini kullanıyor.

[8] Marx, Capital (Cilt. 2), s. 233.

[9] Mitchell, Don. (2020). Mean Streets: Homelessness, Public Space, and the Limits to Capital (Atina: University of Georgia Press).

[10] Smith, “Toward a theory of gentrification,” s. 546.

02 Ağustos 2025

Ateşe Verilen Dünya

Dünya, ateşe verildi. Böylelikle umut boşa düştü. Dünyanın düzelmesi veya iyileşmesi ihtimali, ortadan kalktı.

Yenilenmeye dair inancı ezen müdahaleler, gençlerin ele geçirilip güçsüz kılınması üzerinden sürüyor. Gençler, ta çocukluktan itibaren saldırı altında. Bu saldırı, 60'larda yaşanan isyanlara ve söz konusu dönemde politik alanda oluşmuş karşı-kültüre yönelik yeni-muhafazakâr tepkinin uzantısı.

Doksanların ortalarından beri her yanı kuşatan internet, sadece gençlerin isyankâr enerjilerini etkisizleştirmekle kalmıyor, ayrıca gençleri, kendilerini deneyimleme ve bilme imkânından mahrum bırakıyor.

Altmışlardaki gençlik hareketine benzeyen her türden gelişmeyi savuşturmak için gençleri, ortak varlıklarını tanıyacakları, sınırlı özgürlük alanına kavuşacakları tüm mekânsal ve zamansal imkânlardan mahrum bırakmak gerekiyor.

Son yirmi yıl içerisinde gençler, politik faillik alanından uzaklaştırıldılar. Teknolojiye uyumlulaşması ve tüketimi en üst düzeye taşıması talep edilen bir toplumsal sektöre dönüştürüldüler. Bu noktada, tüm ömür boyunca sürecek alışkanlıklar ve öngörülebilir davranışlar geliştirildi. “Tercihlerin oluştuğu sinirsel temeller”le ilgili araştırmalara milyonlarca dolar harcandı.

Sosyolojiyle alakası olmayan çalışmalar, “X Kuşağı, Z Kuşağı” gibi kesimler icat etti. Burada amaç, kaderinde ne varsa onu yaşayanların homojen tüketici varlıklar olarak tanımlanmasıydı.

Öte yandan, dünyanın güneyinde yaşanan yoksulluk karşısında gençler, kemer sıkma politikaları, borçluluk düzeyindeki artış, kıtlık ve devlet terörü üzerinden yoksulluğun en ağır ve en acımasız biçimleriyle tanıştılar.

Asıl mesele, yetişkinliğe hızlı geçiş değil. Uyanık kalınan zamanın sınıflardaki bilgisayarlara, telefonlardaki sosyal medyalara, oyunlara ve diğer içerik akışlarına mahkûm edilmesi.

Gençlik ve dijital teknolojiler konusunu herkes tartışıyor ama çok az insan, bu gençlerin gençliklerinin ellerinden alındığını söylüyor.

Gençler, dostluk, cinsellik ve yaratıcılık yoluyla dünyada harekete geçmek için gerekli zemin olarak kendini sevme ve biriciklik gibi insana keyif veren keşifleri yapma imkânından mahrum bırakılıyorlar.

Bugün internette yaşayan çocuklar ve yetişkinler, kırılgan bir algıya sahipler. Burada herkes, internetin yol açtığı dürtülere bağımlı hale geliyor, o ışıklı âlemde homojenleşiyor. Birçok gençse giderek hapishaneleri model alan, işlevsiz, harap olmuş okullara hapsediliyor. Okula gelip arkadaşlarını vuran gençlere daha sık tanık olunuyor. Bu olaylar, kaygı, korku ve ihmalin yol açtığı yükün bir neticesi.

Gençlerin kendi düşüncelerini sıkıcı veya değersiz bulmaları sağlanıyor. Şirketlere ait sosyal medya uygulamaları, gençleri kendilerini tanımlayan en yüzeysel özellikleri paylaşmaları veya teşhir etmeleri konusunda eğitiyor.

Aralıksız boca edilen şiddet görüntüleri, haz içermeyen porno, kabalık ve alaycılıkla tanımlı internet âleminde kendiliğindenlik ortadan kayboluyor. Dünya genelinde metalaşmasına rağmen müzik, gençlerin “asgari düzeyde çıplak tekillik” halinde yaşama imkânı bulabildikleri az sayıda yöntemden biri olarak varlığını muhafaza ediyor. Genel manada hafıza ve deneyim oluşturma becerisinden mahrum bırakılmış özneler üretiliyor.

Sosyal medyada modalar ve gösterenler, günbegün değişiyor. Herkes, bu modalara ve gösterenlere ayak uyduruyor. Bu durum, Hannah Arendt’in şu uyarısını akla getiriyor: “Klişeler, basmakalıp sözler, standartlaşmış ifade ve davranış kodları, toplumsal düzeyde bizi gerçekliğe, yani bizim düşüncelerimize el konulmasına karşı korumak gibi bir işleve sahiptir.”

Gençler, hayret ve merak etme yetilerini yitiriyor. Felsefeci Hans Jonas, bu yetiyi “dünyayı ilk kez yeni gözlerle görmek” olarak tarif ediyor. Bilinci ve empatiyi bu yeti mümkün kılıyor.

Merak ve hayret etme yetisi, teknolojik açıdan “harika şeyler olarak reklâm edilen araçlar üzerinden köreltiliyor veya siliniyor. İnternetteki hayat, kendine yeterli dünyasında yönetilebilir olan ihtiyaçlar üretiyor. Hayal edilmesine izin verilmiş şeyleri belirli bir düzene sokuyor.

Oysa hayata dair umutlar ve arzular, müşterek fiziki dünyada insanın itiraz etme becerisini geliştiriyor, onun o umutları boğan, onlara saldıran kurumlara ve güçlere karşı husumet duymasını sağlıyor.

Shirley Clarke’ın 1963 tarihli Sakin Dünya filminde bir hikâye anlatılır. Bu hikâye, Harlem’deki sokak çetesinin üyelerine hizmet eden genç fahişe LuAnne ile ilgilidir. Bir kış günü aynı zamanda pezevenk olan çete lideri Duke ile Coney Island’a giden kadın, orada okyanusu ilk kez görür. Beklenmedik bir anda o soğuk, uçsuz bucaksız gri gökyüzünün altında duran deniz, kadının kendisini görmesini sağlar. Yapayalnız olduğunu gören kadın, bir anda ortadan kaybolur.

Altmışlarda yeni sol politikanın üzerinde durduğu önermelerden birisi de emek veya üretimle ilişkisinden bağımsız olarak, gençlerin yirminci yüzyılda kapitalist toplumun değerleri ve talepleri tarafından ezildiği ve yabancılaştırıldığı ile ilgiliydi. Yaygın kanaat, gençlerin teknokrat ve kurumsal bütünleşme meselesine dirençli oldukları yönündeydi. Bu kanaat, Paul Goodman, Theodore Roszak, Raoul Vaneigem gibi isimlerin yazılarında karşılık buldu.

Gençlik, tabii ki tarihsel düzlemde birçok farklı yönden şekillendirildi. Fakat her zaman belirleyici olan bir fikir vardı, o da gençlerin yetişkin dünyasına asimile edilmesi için ritler veya kültürel pratikler üzerinden biçimlendirildiklerini söylüyordu. Ancak yirminci yüzyılın ortalarından itibaren Batı’da bütünleşmeyi teşvik eden yaklaşımlar ve mekanizmalar işlemez oldu. Böylece alternatif yollar ve isyan biçimlerinin denenmesi ve keşfedilmesi için yeni başlangıçların yapılma imkânı oluştu.

Üzerinden uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, altmışların karşı-kültürünü alaya alan, karikatürize eden şirket medyasının tüm çabaları, emirlere ve yasaklamalara karşı en ufak itirazda bile korkuya kapıldığı gerçeğini örtbas etmekten başka bir işe yaramıyor.

Bugün artık amaç, gençliğin hayal kuracağı, kendilerine ait bir geleceği inşa edeceği koşulların oluşmasına imkân vermemek. Bunun yerine, medya, gençlerin dijital aletleri ve sosyal medya platformlarını yaratıcı ve tahrip edici bir biçimde kullandıklarına dair haberler yapıyor. Burada öncelikli hedef, gençliğin isyan etme ihtimalini ortadan kaldırmak. Bunun için gençlerin işsizlikle ve dünyasızlıkla tanımlı bir geleceğe doğru ilerlediği gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar. Sürekli bir kuşağın “influencer” olmak, genç yenilikçi şirketler kurmak veya ruhsuz girişimci değerlerden yana saf tutmak için yanıp tutuştuğuna dair hikâyeler uyduruluyor.

Oysa gençler, bu süreçte insanlar arası bağların oluştuğu zamandan ve mekândan mahrum kalıyorlar. Toplumsal ilişkinin finansın konusu olmayan biçimlerinin etkisini kıranlar, tüm insanlığın iletişim kurma becerilerine zarar veriyorlar.

Bunu, güçlü kurumlar ve devletlerin uzun süredir başvurduğu dezenformasyon ve yalan üzerinden yapıyorlar. Daha da önemlisi, hepimizi içine çeken anlamsızlık girdabı, zararlı sonuçlar doğuruyor. Bugün internet, Pasifik Okyanusu’nda hızla büyüyen çöp yığınının dijital âlemdeki muadili.

Dünya üzerindeki ağlardan dökülenler internette birikiyor, bireyler ve toplumlar arasındaki her türden canlı ilişkiyi ve alışverişi boğuyor. Devasa boyutlara oluşan veri, görüntü ve dile ait olgular olarak, kakofoniye yol açıyor, düşüncenin yönünü yitirmesine sebep oluyor. Düşünme pratiğinin alanı daralıyor, diyalog kurma imkânı gereğinden fazla artıyor.

Her gün milyonlarca insan, internet denilen bataklığa gömülen, kısa süre içerisinde unutulmaya yazgılı ilişkiler kuruyor. Bilgi ekonomisi, bir başarı elde etmişse, o da cehaleti, aptallığı ve nefret yüklü oluşu koşullamış olmasıdır.

Felsefeci Jürgen Habermas, insanların birbirlerini anlamasını sağlayan araç olarak dilin hayatın önemli bir bileşeni olmakla kalmadığını, onu inşa ettiğini söylüyor. Habermas, eserlerinin önemli bir kısmında, hayatı kapitalist ekonomiye ait, araçsallaştırıcı güçlere, medyaya ve teknobilime tabi kılan süreçleri analiz ediyor.

Habermas, “hayatın sömürgeleştirildiği” gerçeğini görmesine rağmen, yeni medya biçimlerinin “sorumlu aktörler” arasında uzlaşma temelli iletişimin kurulacağı kamusal alanların desteklenmesine katkıda bulunabileceğini söylüyor.

1980’de kaleme aldığı bir çalışmada Habermas, “iletişim temelli eylem”i esas alan aydınlanmacı modernite konusunda iyimser laflar ediyor. Bu iyimser görüşünü iletişimin hile ve çarpıtmayı esas alan yaklaşımlara tabi olması durumunda hayatın ortadan kalkmasının daha hayırlı olacağı tespiti üzerinden dillendiriyor.

Bu tespitlerin üzerinden kırk yıl geçti. Habermas’ın bu hile ve çarpıtmaya yaslanan iletişimle ilgili öngörüsü neredeyse gerçekleşti. Gündelik pratiklerimiz, anlaşılmaz kılmaya ve aldatmaya dayalı, programatik bir çaba tarafından sabote ediliyor.

Jonathan Crary

[Kaynak: Scorched Earth:Beyond the Digital Age to a Post-Capitalist World, Verso, 2022.]