31 Mayıs 2024

,

Maske

Proleter devrimciler olarak biz, sınıf işbirlikçilerini ve onun devletini, iktidarını, muhalefetini tarihsel ve sınıfsal kökleriyle tanır, biliriz.

AKP-Erdoğan’ın iktidara geldiği ilk yıllarda estirdiği “demokratik” rüzgâra saçlarını kaptıran, onunla işbirliği yapan, onu palazlandıran liberal-reformist sınıf işbirlikçileri ve onlardan geri durmayan CHP’nin kadrolu faşistleri idi.

Bugün bu isimler, Kadıköy’de greve çıkan işçi sınıfına “şımarık” diyor, işçileri işten çıkartmakla tehdit ediyor, onlara gözdağı veriyorlar.

Tek ettikleri lafsa şu: “Bu yaptığınız AKP-Erdoğan’a yarar!”

Nasıl ki çok partili dönemde DP’yi halkın başına bela edenler Kemalistlerse yirmi yıldır AKP ve Erdoğan’ı halkın başına belâ edenler de, onlara omuz verenler de gene aynı kesimdir. Zira onlar da AKP-Erdoğan’ın neoliberal politikalarından, işçi-köylüye, Kürd’e, azınlık inançlara ve halklara karşı ortaya konulan pratiklerden, her türlü halk düşmanı yerli-yabancı sermaye dostu politikalardan memnundur.

Tüm bu pratiklerin ve politikaların el kirletilmeden, AKP-Erdoğan üzerinden hayata geçirilmesi, onlar için bulunmaz bir nimettir.

“Muhalefet” kelimesinin sözlükteki anlamını bile yerine getirmekten yoksun asalakların işçi sınıfına karşı yapmış olduğu iftira, onların nasıl da halk düşmanı komprador olduğunun en güncel ispatıdır. Onların tarihsel-sınıfsal hamuru, işçiye, Kürd’e, Alevî’ye, devrimci komünistlere düşmanlıkla yoğrulmuştur.

Bu halk düşmanı kompradorların yanında bir de sol sermayenin musluk başlarını tutmuş reformist klikleri de anmak gerekir. En tehlikeli, en asalak, en riyakâr ve pragmatik kişilikler bunlardır. Bu kişiler, işçi sınıfının içindeki beyaz taşlardır.

Nasıl ki faşizm bin bir şekle bürünüyor, özünden bir şey kaybetmiyorsa, beyaz taşlar da sınıf işbirlikçisi niteliğinden hiçbir şey kaybetmiyor.

Proleter devrimciler onları, onlar da proleter devrimcileri çok iyi tanır, bilirler.

Şimdi istedikleri maskenin (liberal, demokrat, sol vs.) arkasına saklansınlar. Bilimsel sosyalizm, o maskeleri düşürmek için vardır.

Bunlarda maske çok olduğu için gene utanmadan faşist partilerin arka bahçesinde kendilerine alan açacak, o alanı kendilerine tahsis edenler adına işçi sınıfından ve halktan oy isteyeceklerdir.

Çünkü kapitalizmde her şey karşılıklıdır. Sermayenin aygıtı olarak devlet, bu solu muslukların başına yerleştirecek, yüzüne geçirdiği maske ile o, kendisine verilen ideolojik görevi yerine getirecektir.

Serkan Yıldırım
19 Şubat 2021

30 Mayıs 2024

,

Emperyalizmin Yaverleri: Sosyal Demokrasideki Emperyalist Ruh

Refah devleti denilen olgu, bu dönemde muhtemelen işçi sınıfındaki sosyalizm vizyonunu bir biçimde bulanıklaştıracaktır.
[Kwame Nkrumah]

 

Ülke içerisinde yaygın olarak anlatılan hikâyeye göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, fedakarlıklarının karşılığını almak isteyen İngiliz işçileri, refah devletini inşa eden İşçi Partisi hükümetine oy vererek daha adil bir topluma kavuşmak adına güçlerini birleştirdi. Bu herkesin dilinde olan “45 Ruhu”nun merkezinde duran isimse Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin (NHS) mimarı “Sülün” lakaplı Aneurin Bevan’dı (1897–1960). 

Bevan, İşçi Partisi içerisindeki sol kanadın romantikleştirdiği putlar arasında gururlu bir yere sahipti ve genel kabule göre, partinin “sosyalist ruhu”nu temsil ediyordu. 

Bir zamanlar “Muhafazakâr Parti’nin politika sahasından tümüyle silinmesi” çağrısında bulunan, dünyaya sınıf savaşı penceresinden bakan bu efsaneleştirilmiş, gençken madenci olarak çalışmış olan adamın geçmişine baktığımızda, karşımıza oldukça karmaşık ve çelişkili bir tablo çıkıyor.

İngiltere, İkinci Dünya Savaşı sonrası bu refah devleti anlayışı üzerinden belirli bir uzlaşma zeminine kavuştu. Esasında bu zemin, türlü pazarlıklarla sömürgelerden çekilme süreci üzerinden gelişti. Üstelik bu çekilme süreci, hiç de barışçıl ve düz bir yol izleyerek ilerlemedi. İmparatorlukla kurulan ilişkiler korundu, bu ilişkiler üzerinden, kapitalist ulus-devletin sınırları içerisinde belirli bir uzlaşmaya varıldı.

Bevan’a göre sosyalizm, her şeyden önce “önceliklerin belirlenmesinde kullanılan bir dil”di. Bevan’ın parlamentodaki kariyerine eleştirel bir gözle baktığımızda, onun Afrika, Asya ve Karayipler’deki sömürge halklarını tabi unsurlar olarak kabul ettiğini görüyoruz. Onun uzun süre Hindistan bağımsızlık hareketinin lideri Cevahirlal Nehru’nun arkadaşı olmuş olması, bu gerçeği değiştirmiyor.

Refah devletine, İngiltere’nin sömürgecilik düzleminde kendisine bağımlı olan ülkelerden getirilen göçmen işgücünün hizmet ettiği, bu göçmenlerin İngiltere’ye vardıklarında zaman zaman Bevan’ın da destek sunduğu ırkçı ve dışlayıcı dürtülerle karşılandığı gerçeği, çoğunlukla unutuluyor. Benzer “yerlici” eğilimler, bugün tanık olduğumuz sosyal demokrasideki canlanma sürecinde de karşımıza çıkıyor. Bu durum, bizi geleneksel işçi hareketinin emperyalizmle iç içeliğini sorgulamak zorunda bırakıyor.

Yeni Sömürgeci Sözleşme Olarak Refah Devleti

Devlet tarafından gerçekleştirilen sosyal yardım reformları, esasen çelişkili bir sınıfsal niteliğe sahipti. Bir yandan işçiler için acil kazanımlar oluştururken, aynı zamanda değer yaratan bir işgücünün yeniden üretilmesine yardımcı oluyorlardı. Bu anlamda, ilgili reformlar, kapitalizmin meşruiyetini artırabilecek tavizleri ifade ediyorlardı. Dolayısıyla, sosyal yardım sahasında alınan önlemler, sınıf mücadelesinin kontrolünde, aniden kabarmasını sağlayıp süreçte gerici manada sınırlandırılmasında bir araç olarak kullanıldılar.

İki savaş arası dönemde İngiltere, Kıta Avrupası’nı sarsan toplumsal sarsıntılardan tümüyle muaf değildi. Savaş döneminde parlamentodaki bir Muhafazakâr Partili, o ünlü konuşmasında şu uyarıyı yapıyordu: “Eğer halka toplumsal reform havucunu vermezseniz o da sizi toplumsal devrim sopasıyla döver.”

1945-1951 arası dönemde reformdan yana olan İşçi Partisi hükümeti, bu havuç-sopa siyasetini benimsedi. Sosyal konut projelerini artırdı, kamusal eğitim alanını genişletti, ücretsiz sağlık hizmetlerini yaygınlaştırdı, tüm bunlara işyeri disiplinini pekiştiren adımlar eşlik etti.

İddialara göre Bevan, Marksist siyasi eğitim almış bir isimdi, gelgelelim, o aslında parlamenter demokrasiye iman etmiş, ülke genelinde sanayinin dizginleri elinde tutmasının “yukarıdan” sosyalizmin inşası için gerekli temeli teşkil ettiğine inanan biriydi. İngiliz başbakanı Clement Attlee’nin kurduğu Acil Durumlar İçin Bakanlık Komitesi üyesi olan bu eski militan sendikacı, verimlilik meselesiyle ilgili tartışmalar üzerinden millileştirilmiş olan sanayi kollarındaki grev dalgasının kırılmasına katkıda bulundu. Bevan, bu grev kırıcılığına dönük faaliyeti dâhilinde, yirmi yıl önce, 1926’da yapılan genel grevin sonlandırılması çabalarına katkıda bulunmuş olan Tedarik ve Nakliye Teşkilâtı’ndan istifade etti. 1925’te örgüt, sağcı faşist unsurlarca, grevdeki işçilerin işlerini yapmak suretiyle grevleri kırmak, bu noktada nakliye ve iletişim gibi işleri üstlenmek amacıyla kurulmuştu.

Sosyal yardım tavizleri, esasen ülkedeki sınıfsal güç dengesinin bir yansımasıydı, ama bu tavizler, hikâyenin sadece belirli bir kısmını teşkil ediyordu. İngiliz yeni solunun tarihini inceleyen John Saville’in 1957’de dile getirdiği biçimiyle, “yeni bir toplumsal mutabakatın planlanması konusunda yönetici sınıfın sahip olduğu esneklik ve manevra kabiliyeti, temelde ülkenin dünyanın en büyük imparatorluğuna sahip olmasının bir sonucuydu.”

İşçi Partisi hükümeti bu temel sayesinde, kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmadan, ülke içinde (göreceli) sınıf barışını sürdürme imkânı buldu. Afrika’nın Birliği fikrini savunan Kwame Nkrumah, 1965 yılındaki ufuk açıcı çalışması Yeni Sömürgecilik’te Avrupa ve Kuzey Amerika'daki yönetici seçkinlerin savaştan sonra ülke içindeki toplumsal taleplerle başa çıkmanın bir yolunu nasıl bulduğunu şu şekilde açıklıyor:

“Bilinçli bir çaba dâhilinde, zengin sınıfın elinde toplanan ve sömürgelerden gelen kazanç, refah devletini finanse etmek için kullanıldı. […] Bu yöntemi savaştan önce sömürge halklarını ülke içerisindeki kapitalist düşmanlarına karşı doğal müttefikleri olarak gören işçi sınıfının liderleri bile benimsedi.”

Savaşın hemen ardından İngiltere, İşçi Partisi’nin sosyal planlarının sorgulanmasına neden olan bir para dengesi kriziyle karşı karşıya kaldı. Bevan, başbakan Attlee’nin “Yeni Kudüs”ü için paranın nereden geleceği konusunda net değildi, ancak eski bir Marksist ve İşçi Partisi hükümetinde gıda bakanı olan meslektaşı Evelyn John Strachey, daha açık sözlüydü. Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin kurulduğu yıl olan 1948’de Sömürge Gelişimi yasa tasarısı üzerine yapılan parlamento tartışması sırasında Strachey, konuşmasının sonunda şunu söylüyordu:

“Her ne pahasına olursa olsun, sömürgelerde, sömürgeleştirilmiş topraklarda, Britanya İmparatorluğu’na bağlı bölgelerde birinci öneme sahip her türden üretimin geliştirilmesinin ülke ekonomisi için ölüm kalım meselesi olduğunu söylersek abartmış olmayız.”

Attlee hükümeti, Malaya’dan kauçuk ve kalay, Gana’dan kakao gibi önemli ihracatlardan kazanılan dolarlar karşılığında, sömürgelere “borç” verme politikası izliyordu. İngiltere’nin savaş sonrası girdiği yeniden yapılanma süreci, işçi bürokrasisinin aktif desteğiyle “sömürgelerin imparatorluk tarihinde daha önceki herhangi bir zamanda olduğundan daha sistematik bir şekilde sömürülmesini” içeriyordu.[1] Sendika lideri Ernest Bevin, konuyla ilgili şunları söylüyordu:

“Ben, Britanya İmparatorluğu’nu feda etmeye hazır değilim, çünkü onun yok oluşu, seçmenlerimizin yaşam standartlarının önemli ölçüde kötüleşmesi ihtimalinden başka bir anlama sahip değil.” Trinidadlı Marksist George Padmore’un belirttiği gibi, emperyalizmin bu işçi vekilleri, İngiliz işçi sınıfını kolektif “İmparatorluğun paydaşları” hâline getirmek istiyorlardı.

İngiliz Sosyalizminin Medenileştirme Misyonu

Sosyalist gazete Morning Star’da yazan sendikacı ve tarihçi Graham Stevenson, dış politikanın Bevan’ın yetki alanında olmadığını öne sürerek, refah devletinin mirasını savunmaya ve onu Attlee’nin Kore, Malaya ve İran’da giriştiği emperyalist maceralardan ayırmaya çalışıyordu. Ancak Bevan’ın Sömürgeler Bürosu’nu istediği ve “yumuşak sol” olarak nitelendirilen Kürsü grubunun karizmatik lideri olarak uluslararası ilişkilerde etkili bir ses olduğu, herkesin bildiği bir husus.

Bevan’ın savaş öncesinde sömürgelerin sahip olduğu statükoya karşı çıkmış olması, onu İşçi Partisi’nin sağıyla ayrılığa düşürse de, Bevan gene de sömürgeleştirilmiş ülkeler İngiliz parlamenter demokrasisi altında yeterince vesayet altına alınana kadar, her türden “tam özyönetim önerisine karşı” olduğunu vurgulayıp durdu.

Bevan, özünde “Sosyalist Milletler Topluluğu”nun medenileştirme misyonuna inanıyordu. 1948’de Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin gelişiyle birlikte İngiltere’nin “dünyanın ahlaki lideri” olduğunu söyledi. “Beyaz adamın sırtındaki yük”ten dem vurup duran ve alabildiğine vesayetçi olan bu zihniyet, İşçi Partisi’ndeki ahlaki sosyalist geleneğin tipik bir örneğiydi. Söz konusu zihniyet Bevan gibileri, bu öneriyi açıktan reddeden Komintern’e bağlı olan sömürgelerin “aydınlanmış” güçlerin vesayetinde olması gerektiğini savunan bu görüşe karşı çıkan Emperyalizme Karşı Birlik ve Manchester Afrika’nın Birliği Kongresi’nin yaklaşımından uzaklaştırdı.

Bevan, İngiltere’nin serbest ticaret emperyalizmine damga vuran, “bağımlı ülkeler”le kurulmuş olan eşitsiz ekonomik ilişkilere de veya kendisinin ifade ettiği biçimiyle, “dünya ticaretiyle ilgili meşru hak iddiaları”na da hiçbir vakit karşı çıkmadı. İngiltere’nin çıkarlarını ahlakileştirme konusunda sahip olduğu üstün beceri, Bevan’ın eşi ve milletvekili Jennie Lee’de de mevcuttu. Lee, 1956’da düzenlenen İşçi Partisi konferansında açıktan şunları söylüyordu:

“Buradaki ve sömürgelerdeki hayat standartlarının yükseldiği, özgür ve dost ulusların bizden kendilerinin bankacıları olmamızı isteyecekleri günler için çalışmalıyız.”

Bevan’ın emperyalizme meyilli olan görüşleri, bilhassa Ortadoğu’yla ilgili değerlendirmelerinde öne çıkıyordu. Bevan, Mısır’daki İngiliz-Fransız işgaline karşı çıkarken ırkçı bir dille “Ali Baba” olarak nitelendirdiği Başkan Cemal Abdünnasır’ın İngilizlere ait olduğunu düşündüğü petrolün taşınması için kullanılan Süveyş Kanalı’nı millileştirmesine öfke kusuyordu. 700.000 Filistinliyi şiddet araçlarına başvurarak yerinden eden Siyonist sömürgeci projeyi meşrulaştıran Bevan, kabine toplantısında şu görüşü savunuyordu:

“Arap devletleri bizden uzaklaşmamalı görüşü, kesinlikle yanlış. Bize dost bir Yahudi devleti, herhangi bir Arap devletinde bulacağımız güvenden daha fazlasını sunacak bir askeri üs hâline gelecektir.”

Bevan, bu düzlemde, Avrupalılaşmış Yahudi yerleşimcilerin Arap dünyasının “Ortaçağ’dan miras kalmış olan kurumları”nı yıkıp sosyalist demokrasinin zeminini inşa edebileceklerini düşünüyordu. Bu anlamda Bevan, ırkçı bir öze sahip medeniyetçi gelişim görüşüne sırtını yaslıyordu.

Ne var ki sömürgecilik temelli kurtuluşu savunan ama bu konuda tereddütlü ifadelere başvuran bir siyasetçi olarak Bevan, partisi içerisindeki solcu kesimde ayrıksı bir isim olarak görülemez. Misal, partinin sömürgeler bakanı olarak, İngilizlerin elinde bulunan Gine’nin (Guyana) sosyalist başbakanı Cheddi Jagan’ın devrilmesi sürecini yöneten isim, Sömürgelerin Özgürlüğü Hareketi’nin eski saymanı Anthony Greenwood’du. Komünist Parti teorisyeni Rajani Palme Dutt, Batı sosyal demokrasisinin bu denenmiş ve sınanmış modelini tanımlama yoluna giderken, İşçi Partisi içerisinde güya sınıfın sözcüsü olduğunu söyleyen isimler, “emperyalist mekanizma dâhilinde anti-emperyalist görüşleri dile getirmekten alıkoyan, ama aynı zamanda onları emperyalist politikaları savunmak denilen resmi görevi ifa etmeye mecbur kılan mevkilere getiriliyorlardı.”

Nihayetinde ülke içerisinde eşine daha önce rastlanmamış olan sosyal güvenlik uygulamalarını yürürlüğe sokan hükümet, bir yandan da Küresel Güney’deki ilerici siyasi faaliyetlerin geleceğini karartıyor, Nkrumah’nın Afrika Birleşik Devletleri projesinde somutluk kazanan bölgesel arzuları bastırıyor, toprak ve kaynaklar üzerindeki egemenliği savunan ulusal kurtuluş hareketlerini eziyordu.

İşçi Partisi, sömürgeler konusunda berbat bir sicile sahipti. Bu sicil, bir açıdan, Bevan’ın Muhafazakâr Parti üyelerine emperyalist politikalar konusunda verdiği derste dil buluyordu. Bevan, Nkrumah’nın hapse atılmasından bahsettiği sırada kendisini dinleyen Muhafazakâr Parti üyeleri, ona bu işten kendisinin sağlık bakanı olarak görev yaptığı Attlee hükümetinin sorumlu olduğunu hatırlattı! Bevan, bu sözü savuşturmak adına şu cevabı verdi: “Evet onu hapse biz attık. Sayın üyeler kahkahalarını bir anlığına dizginlerlerse, şunu söyleyeceğim: bu olay, bahsini ettiğim mücadelelerle ilgili o klasik hikâyenin bir parçası olarak cereyan etti.” Bevan’ın hiç düşünmeden verdiği bu cevapta, Nkrumah’nın tutuklanmasından aylar önce Gana’da silahsız protestocuların öldürülmesinden hiç bahsedilmiyordu. O günlerde Dr. Nkrumah’nın da eski üyesi olduğu Batı Afrika Öğrenci Birliği, ABD emperyalizminin sömürgelerin bağımsızlığı konusunda “İngiliz Sosyalizmi”nden daha az tehdit teşkil ettiğini söylüyordu.[2]

Attlee’nin dış politikasının bir başka dayanağı da Batı Avrupa’nın ABD’ye ait Marshall Planı kapsamında yeniden askerileştirilmesini desteklemekti; bu destek sebebiyle, Britanya Komünist Partisi, İşçi Partisi'nin kurduğu refah devletini gerçek manada bir “savaş devleti” olduğunu söyleme imkânı buldu.[3] İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bevan, Avrupa'daki faşist tehdide karşı komünistlerle Birleşik Cephe çağrısında bulunarak İşçi Partisi liderliğini kendisinden uzaklaştırmıştı. Ancak Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte Sovyetler Birliği tarafından desteklenen sömürgecilik karşıtı hareketler, batılı emperyal güçlerin hegemonyasını istikrarsızlaştırdıkça yakınlık duyduğu odaklar değişti. Böylelikle Bevancılar, Batılı sosyal demokrasiyi Marksizm-Leninizmle karşı karşıya getiren ideolojik bir mücadelenin tuzağına düştüler. Bevan’ın 1951’de İşçi Partisi’ndeki militarizme karşı gerçekleştirdiği “isyan”, Kore Savaşı’nın ulaştığı soykırım boyutuna karşı geliştirilmiş bir itirazı hiçbir şekilde içermiyordu. Esasında Bevan, Kore Yarımadası’nın İngiltere ve Amerika tarafından işgal edilmesi fikrine destek sunuyor, özünde partideki militarizme, yüksek seviyelere ulaşmış olan savunma harcamalarının artık kendisinin örgütlediği sağlık hizmetlerinde kesinti yapılmasına neden olduğunu düşündüğü için karşı çıkıyordu.

İmparatorluk ve Ulusal Sağlık

Refah devleti, yurt içinde de imparatorluğun damgasını taşıyordu. Sağlık hizmetleri temel bir toplumsal gereklilik olsa da, tarihsel olarak tıbbi hizmetlerin devlet tarafından sağlanması, emek verimliliği ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren emperyalist ırksal hijyen ideolojileri çerçevesinde ele alınan bir konuydu. Liberal iktisatçı William Beveridge’in 1942 tarihli sosyal yardım temelli çözüm planı, “iyi hayvanların üremesine izin verilirken, kötü hayvanların devlet müdahalesi yoluyla ıslah edilmesi” tavsiyesinde bulunuyor, öjeni fikrinden etkilenen benzer fikirler, Fabyusçular Derneği üzerinden İşçi Partisi içerisinde yayılıyordu.[4]

1945-1951 arası dönemde uygulanan millileştirme politikaları, kapitalist devlet tarafından yukarıdan yönetilen ve hiçbir şekilde sosyalist olmayan politikalardı. Bevan, Ulusal Sağlık Hizmetleri’ni “saf sosyalizm” olarak tanımlasa da ilgili alan, esas olarak, bağımsız yüklenicilerin devam eden varlığı ve özel muayenehanelerin sürdürülmesi nedeniyle başından beri verilen tavizlerle tanımlıydı. Bununla birlikte, savaş sonrası reformlar, kolektif sosyal güvenlik açısından ileri bir adımdı ve onları yöneten ulus-devlete olan bağlılığı artırdı: Refah devleti denilen yapının bayrağı, hâlen daha Britanya İmparatorluğu bayrağıydı. Sosyalizmin dili, düzen tarafından iç edildi, değersizleştirildi. Bunun için, tam da Tom Nairn’in dile getirdiği biçimiyle, “İşçi Partisi’nin sınıfı millileştirmesine dönük adımları”ndan istifade edildi. İşçi sınıfının kendisini kudretli kılmasına dair geliştirilmiş olan Marksist değerler, yurtsever toplumsal sözleşmenin oluşturulduğu süreçte yitip gitti.

İngiltere’de ulusal aidiyet ve ülke üzerinde hak sahibi olma anlayışı, savaştan sonra giderek daha fazla ırkçı bir zemine kavuştu. Satnam Virdee’nin de dediği gibi, İngiliz sosyal demokrasisinin zirveye ulaştığı dönem, aynı zamanda beyaz üstünlükçülüğünün ve hukuk düzleminde açığa çıkan ırk ayrımcılığının altın çağıyla örtüştü.”[5] Beyaz olmayan “Yeni Milletler Topluluğu”ndan gelen göçmen işçiler, İngiltere’nin kamu hizmetlerini ve durgunlaşan endüstrilerini desteklemeye ikna edildiğinde, istihdam ve barınma konularında genellikle beyazların hâkim olduğu sendikalar tarafından desteklenen bir ayrımcılık politikasıyla karşılandılar. Liverpool’un siyahî sakinlerine yönelik şiddetli saldırıların yaşandığı 1948’de Bevan, “Sömürge halklarına mensup kişiler, madem ki buraya kendi sorumluluklarıyla geliyorlar, o vakit hiçbir şey yolunda gitmiyor diye şikâyet edemezler” diye yazıyordu.[6]

Ulusal Sağlık Hizmetleri bünyesinde, farklı ırklara mensup çalışanların, eğitim seviyeleri ne olursa olsun, en düşük ücretli istihdam dereceleriyle sınırlandırıldıkları, gayri resmi bir kast sistemi oluşturuldu. Brixton merkezli bir siyahî feminist örgüt, sağlık hizmetinin yönetilme şekli bakımından sömürgeyi nasıl andırdığını şu cümlelerle izah ediyordu: “Karayipler’den gelen siyahî hemşirenin kafasının içinde kölelik, Asyalı hemşirenin kafasının içindeyse Sahib ve Memsahib’e hizmet etmenin çilesi yankılanıyor.”[7]

Bu süreçte İngiltere, bir yandan da gelişmekte olan ülkelerden vasıflı tıbbi işgücünü çekiyordu. Bu gelişmenin etkileri Walter Rodney’nin Avrupa Afrika’yı Nasıl Geri Bıraktı? kitabında anlatılmaktadır.

Siyahî ve melez kadınların aşırı sömürülen emeğinin varlığını kabul eden Bevan, Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) denilen sistemin ulaştığı başarıyı ise “İngiliz halkındaki canlılığa ve deha”ya[8] bağlıyordu.

Sağlık hizmetleri, hızla halk arasında gelişen göçmen karşıtı söylemlerin merkezine oturdu. NHS’in yürürlüğe girmesinden sadece bir yıl sonra Bevan, seçmen kitlesine “göç memurlarının bu ülkeye sağlık hizmetleri sisteminin sunduğu sosyal güvenlikle ilgili imkânlardan faydalanmak için gelen yabancıları geri göndermeleri adına gerekli düzenlemeyi yapacağına dair güvence verdi.” İngiliz olmayan “yabancıların” NHS’i istismar ettiğine dair imaj, sonrasında Muhafazakâr Parti milletvekili Enoch Powell’ın yaptığı o ünlü “Kan Nehirleri” başlıklı konuşmada büyük etkiye yol açacak bir tür kinayeye evrildi.

Bevan’ın eleştirilere boyun eğdi. Ondaki bu teslimiyet, esasında Bevan’ın göçmen karşıtı söylemler karşısında ilkeli bir duruş sergileyememesinin bir sonucuydu. “Korkunun Bedeli: Ücretsiz Sağlık Hizmeti” başlıklı o ünlü makalesi, bir tür gerilimle maluldü. Bu gerilim, sosyalist evrenselcilik üzerinden geliştirilmiş olan “kolektivizm ilkesi”ne dönük savunu ile göçmenlerin milli gelire sundukları katkıya vurgu yapan, ayrıca, hastanelerde pasaport kontrolleri üzerinden doğacak masraflara değinen maliyet-fayda yaklaşımı arasındaydı.

Bevan, 1958’de Notting Hill’de yaşanan ırkçı ayaklanmanın ardından Sendikalar Kongresi’nin göç kısıtlamaları çağrısını sert bir dille eleştirdi. Ancak Bevan, esasında bu eleştiriyi proleter enternasyonalizmine bağlı olduğundan değil, çağrının “uluslar tarihindeki en büyük kurucu deneyim olarak Milletler Topluluğu’nun sahip olduğu imaja zarar vereceği” kaygısıyla yapmıştı.

Bugün imparatorluğun mirası, koronavirüs bağlamında yeniden canlanan tıbbi ırkçılığın da ispatladığı biçimiyle, sağlık hizmetleri alanında varlığını sürdürüyor. NHS, aynı zamanda hâlâ Filipinler ve Nijerya gibi gelişmekte olan ülkelerden getirilen güvencesiz göçmen işçi emeğine bağımlı durumda. Dolayısıyla, İngiltere’de sağlık hizmetlerini savunmaya yönelik mevcut mücadelenin, emperyalist ulus-devletin sınırları içinde sosyal reform arayışının doğasında var olan tehlikelere ilişkin tarihsel bir bilinçle birleştirilmesi gerekiyor.

Bizim bugün Bevan’da gördüğümüz seçkinci parlamenter sosyalizmin ötesine geçip, kapitalist rekabete ait parametrelerin dayattığı sınırlar dâhilinde sınıfsal uzlaşma zemini arayışına hiçbir şekilde girmeyen, buna karşılık, yaşam koşullarının ve ücretlerin tüm ırkları ve milletleri kapsayacak şekilde eşitlenmesi fikrini savunan Dutt ve Padmore gibi emperyalizmin merkezlerinden konuşan sömürgecilik karşıtlarına bakmamız gerekiyor.

Yetmişler ve seksenlerdeki deneyimler, bir yandan da sağlık sektöründe, genelde düşük ücretler alan siyahî yardımcı işçiler tarafından başlatılan kitlesel mücadelelerin işçi hareketini son derece ilerici bir şekilde harekete geçirebileceğini ortaya koydu.[9] Biz, bugün bu derslerden istifade etmek, kapitalist sömürüye has olan, sağlıksızlığın toplumsal kökenlerini hedef alan, işçileri ve hastaları merkeze koyan, radikal sosyalist sağlık hizmeti anlayışlarıyla yeniden bağ kurmak zorundayız.

Alfie Hancox
15 Temmuz 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] John Callaghan, The Labour Party and Foreign Policy: A History (Routledge, 2007), s. 164.

[2] Hakim Adi, West Africans in Britain, 1900–1960 (Lawrence & Wishart, 1998), s. 133.

[3] R. P. Dutt, J. R. Campbell & Harry Pollitt, Welfare State or Warfare State? An Appeal to Every Sincere Labour Man and Woman (Londra: CPGB, 1950).

[4] Robbie Shilliam, Race and the Undeserving Poor: From Abolition to Brexit (Agenda Publishing, 2018), Dördüncü Bölüm.

[5] Satnam Virdee, Racism, Class and the Racialized Outsider (Palgrave Macmillan, 2014), s. 98–9.

[6] Shirley Joshi & Bob Carter, “The Role of Labour in the Creation of a Racist Britain”, Race & Class 25, 3 (1984), s. 60.

[7] Brixton Black Women’s Group, “Black Women and Nursing: A Job Like Any Other”, Race Today 6, 8 (1974), s. 226.

[8] Christopher Kyriakides & Satnam Virdee, “Migrant Labour, Racism and the British National Health Service”, Ethnicity & Health 8, 4 (2003), s. 287.

[9] Beverley Bryan, Stella Dadzie & Suzanne Scafe, Heart of the Race: Black Women’s Lives in Britain (Verso, 2018), s. 45–50.

29 Mayıs 2024

,

Yeni Kaledonya’ya Sürgün

Yargılama süreci, mahkûmiyet ve sürgün kararının ardından Yeni Kaledonya, Louis Michel için altı yılı aşkın bir süre boyunca yaşayacağı vatanı oldu.

Louise Michel, sürgünde hem Fransız yerleşimcilere, hem de yerli Kanak halkına dersler verdi. İnsanî koşulları yüceltmek adına akılda, bilimde ve sanatta aydınlanmanın kendisine yüklediği görevi yerine getirdi. Tüm hayatı boyunca bilimsel deneyler, botanik, biyoloji ve beslenme gibi konularla amatörce ilgilendi. Sürgünde eline geçen boş zamanlarda yeni Pasifik’teki bitki ve hayvan türleri üzerine kapsamlı kayıtlar tuttu ve kavunağaçlarının sarılığa karşı aşılanması ile ilgili çeşitli deneyler yaptı.

1878’de yaşanan Kanak isyanı boyunca Yeni Kaledonya’da sürgünde bulunan birçok Komünarın aksine Louis Michel, devletin değil, isyancıların safını tuttu. Hatırat’ında ırkçılık karşıtı duygularının altını çizerek, Avrupa’nın üstünlüğü üzerine kurulu fikirleri aşağılayan sözlere yer verdi. Aşağıda Hatırat’ından bir bölüme yer veriliyor.

*  *  *

Kanaklar, Komün’de bizim de peşinden koştuğumuz hürriyeti arıyorlardı.

Kanakların yüreğinde olan, hürriyet ve ekmek umududur. Onlar 1878.de hürriyet ve itibar arayışıyla isyan ettiler. Hiçbir yoldaşım, bu isyanı benim kadar tasvip etmedi. Bir gün Bauer’le, Ducos yarımadasındaki en yakıcı sorun olan Kanak isyanı hakkında sohbet ediyordum. Tartışmada sesimizin yükseldiği bir ânda, asilerden birinin kaçtığını zanneden bekçi, postaneden dışarı fırladı. Yanımıza geldiğinde, bizden başka kimsenin olmadığını görünce altüst oldu.

Yapılan tartışma, esasen sadece Kanaklar ile değil, bir Kanak oyunu ile ilgiliydi. Bauer, bir Kanak oyunu sahneye koyacağımı duyup beni suçlayınca inkâr etmedim. 

Sürgündeki insanların Numbo’nun yukarısındaki tepenin üstünde bir tiyatro salonu vardı. Kendi yönetmenlerine, aktörlerine, sahne görevlilerine ve dekorlarına ve yönetmen yardımcılarına sahipti. Bu tiyatro, yaşadığımız koşullar içinde bizim için bir şaheserdi. Orada her şeyi sahneliyorduk: operetler, vodviller, dramalar. Tüm partisyonları bilmememize rağmen İblis Robert gibi opera şarkılarını söylüyorduk.

Evet, önder kadınların genelde derin, gür sesleri vardır ve elleri eteklerinin ceplerinde puro arıyormuş gibidir. Benim ayak bileklerime kadar uzanan, o oldukça uzun askerî mahkeme elbisem bile birçok önder kadın için fazla uzundu. Sonuçta eteklerini uzatıyorlardı ve kostüm anlamında eksik kalmıyordu. Wolowski koroyu çalıştırıyordu.

Noumea’ya gitmek için yarımadayı terk ettiğimde, onlar orkestra hakkında konuşuyorlardı. Orkestra ile ilgili benim kendimce fikirlerim vardı: hurma dallarını sarsmak, bambuları kırmak, deniz kabuklarından kornalar yapmak ve yaprakların hışırtısında oluşan tonları kullanmak istiyordum.

Kısacası ben, tümüyle çeyrek tonlardan oluşan bir Kanak orkestrası istiyordum. Daoumi’nin bana verdiği bilgiye ve malzemeleri getiren Kanak’a teşekkür etmeliydim ve denemek için yeterli bilgiye sahip olduğuma artık inanıyordum. Fakat bu planım, Hafif Klasik Tiyatro Komitesi’nce engellendi. Esasında beni vahşi olmakla suçladılar.

Kimi yoldaşlarıma göre ben, Kanaklardan daha fazla Kanak gibi görünüyordum. Tartışmaların ilginç hâle geldiği bir ânda cebindeki metni onlara gösterdim. Oyunun siyah taytlar içinde oynanmasını ve insanları kızdıracak biçimde düzenlenmesini talep ettim: olay, normal akışında gelişti ve hasımlarımı kızdırırken beni oldukça eğlendirdi.

Kabilelerin isyanı ciddi bir düzeye ulaştı, ancak bu konu hakkında daha az şey yazmak hayırlı olacak. Kanaklar, bizim de Komün’de peşinden koştuğumuz hürriyeti arıyorlardı. Sadece şunu söyleyebilirim ki başımdaki o kızıl fular, bin bir zahmetle her aramada sakladığım Komün’ün kızıl fuları, bir gecede iki parçaya bölündü. İki Kanak, beyazlara karşı başlatılan isyana katılmadan önce yanıma gelip benimle vedalaşmaları ardından, kısa bir süre sonra okyanusa atlayıp gözden kayboldular. Deniz berbattı ve belki de koya hiç mi hiç ulaşamayacaklardı ya da belki de savaşırken ölüp gideceklerdi.

Onları bir daha hiç görmedim ve hangi iki ölümün onları alıp götürdüğünü de bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, hem beyaz, hem de siyahî insanda olan yiğitlikle birlikte bu iki insan, gerçekten cesurdu. […]

Kanak İsyanı, 1878’de yenilgiye uğradı. İnsanların kalplerindeki kuvvet ve hasret, bir kez daha kendisini gösterdi, ancak beyazlar asileri, Bastion 37 önlerinde bizi toplu katliama tâbi tuttukları gibi, Satory düzlüklerinde katlettiler. Atai’nin kesik başını Paris’e gönderdiklerinde ben, gerçek kafatası avcılarının kim olduğunu anladım. Henri Rochefort’un bana yazdığı mektupta yer alan ifade, her şeyi açıklıyordu: “Versailles Hükümeti, yerlilere yamyamlık konusunda ders verebilir.” […]

1879’un başlarında yetkililer, benim Ducos Yarımadası’nı terk edip Noumea’ya gitmeme izin verdiler.

Meslek sahibi olanlara ve kendi geçimini sağlayabilenlere sınırlı bir hürriyet bahşediliyordu; bu sayede ben, eğitmenlik görevimi sürdürmek için Noumea’ya gittim. Orada sadece beyaz sömürgecilerin çocuklarına değil, ayrıca aralarında Daoumi’nin erkek kardeşinin de bulunduğu Kanaklara da ders verdim.

Daoumi, benim Yeni Kaledonya’da tanıdığım ilk Kanak’tı, dolayısıyla, en uygunu, onu benim eğitmemdi. Daoumi ile yaptığımız ilk dersten sonra onu birçok kez görme fırsatı buldum.

Avrupalıların hayatıyla ilgili olarak tecrübe kazanmak amacıyla Ducos Yarımadası’nda bulunan bir kantinde iş buldu ve onunla konuştuğumda, kendisinden bana Kanak efsanelerinden bahsetmesini istedim ve o da bana sözcüklerin bir listesini verdi. Benim payıma ise, bilmem gerektiğine inandığım önemli şeyleri anlatmak düştü. Daoumi ve erkek kardeşi, bana birçok Kanak efsanesi anlattı.

Ayrıca Daoumi’nin kardeşi ve ben, bizim açgözlülüğümüz ve sayısız yıkım aracımızla yüzleşen silâhsız, eğitimsiz ırkının yakın geleceği hakkında da konuştuk. Daoumi’nin kardeşindeki o yüce ve azimli aklı, cesur ve müşfik kalbi gördükten sonra hangimizin kendi ırkı uğruna binlerce zorluğu aşarak yabancıların sunduğu bilgiyi asimile edenin mi, yoksa gelişkin silâhlara sahip olup da böylesi silâhlardan mahrum olanları imha eden beyazların mı üstün ırk olduğunu merak ettim. Diğer ırkları bizim önümüzde eğdiren silâhlar, bizim üstünlüğümüzün ispatı olamazlar. Eğer aslanlar, kaplanlar ve filler ansızın Avrupa’yı işgal edip bize saldırsalardı, yıkıcı bir tufanın ardından bize üstün olduğu görülürdü.

Louise Michel

[Kaynak: Rebel Lives: Louise Michel, Yayına Hz.: Nic Maclellan, Ocean Press, 2004, s. 93-96.]

Louise Michel

Giriş

Louise Michel, Fransa’da 1871 Paris Komünü’nün bir kahramanı olarak anılır. Ölümünün ardından ismi caddelere, tren istasyonlarına ve okullara verilmiştir. Son yıllarda bir dizi yeni biyografi onun efsanevî hayatını belgelemiş ve yazdığı binden fazla mektup toplanıp yayınlanmıştır.

Fakat Fransa’nın dışında onun hayat hikâyesi ve geride bıraktığı miras pek bilinmez. Louise Michel, Paris halkının kısa ömürlü bir işçi hükümeti için 1871 yılının Mart ve Mayıs ayları arasında ayaklanarak tarihe yazdığı Komün’le ilgili birçok çalışmada yüzeysel kimi atıflara konu olur. 

Komün’ün yenilgiye uğramasından sonra Michel yakalanır, hapse atılır ve Dünya’nın öbür ucuna sürgüne gönderilir. Sürgünde yaşadığı günlerde adı 19. yüzyıl ile ilgili birçok tarih kitabından silinir.

Ancak Paris Komünü’nün o fırtınalı günlerinin ötesinde Louise Michel, isyanın ve umudun yaşaması için liderlik yapmaya devam eder.

Anarşist, ruhban sınıfı karşıtı ve cumhuriyetçi değerlerin karışımından ilham alan Michel, 1905 Ocak’ında 74 yaşındayken Marsilya’da öldüğü güne dek süren isyankâr fikirlere hayatının son 30 yılında vakıf olur. Fransa’da ve komşu Avrupa ülkelerinde kadın haklarını ve toplumsal devrimi desteklemek amacıyla vaazlar verir, kampanyalar tertipler ve gösterilere katılır.

Sonraki hayatı boyunca Michel artık bir enternasyonalisttir. Afrika, Hintçini ve Pasifik adalarındaki Fransız sömürgelerinde sürdürülen sömürge karşıtı hareketlere destek sunar. Güney Pasifik’e sürgün edildiği dönemde kendisi gibi sınır dışı edilen dostlarına yönelik uygulanan ırkçı saldırıların karşısında durur ve Fransız sömürgeciliğine karşı Yeni Kaledonya’daki yerli Kanak halkının başlattığı mücadeleye omuz verir. 19. yüzyılın son yirmi otuz yıllık kesitinde Fransız hâkimiyetine karşı ayaklanan Cezayir halkı için kampanyalar düzenler ve 1954-62 arası dönemde Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi’ni destekleyecek olan gelecek kuşaklara mensup barış yanlıları ve sosyalistler için mücadelenin yolunu döşer.

O bir öğretmen, yazar, şair ve başkalarını kendi adına şiirler ve methiyeler yazdıracak kadar onlara ilham veren muhalif bir hatiptir. Hayatı boyunca Louise Michel, şairlerle, yazarlarla, bilim insanlarıyla, anarşistlerle, ayyaşlarla ve âşıklarla canlı, içten ilişkiler kurmuştur.

Hayatının İlk Dönemi

Louise Michel, 29 Mayıs 1830’da Fransa’nın Haute-Marne bölgesindeki Vroncourt adlı küçük bir köyde Dünya’ya gelir. Annesi Marie-Anne Michel, toprak sahibi Étienne-Charles Demahis’in hizmetçisi olarak çalışmaktadır. Marie-Anne hiç evlenmemiş olduğundan, birçok tarihçi Louise’in babasının Demahis’in oğlu Laurent olduğu konusunda hemfikirdir; zaten Michel de hayatı boyunca karı koca Demahis’leri dedesi ve babaannesi olarak kabul etmiştir.

Küçük yaşlarından itibaren Michel, dedesi ve babaannesi tarafından okumaya ve soru sormaya teşvik edilir. Yazar olmak ister ve tüm hayatı boyunca, çoğu okunması gerçekten zor, ama bir o kadar da heyecanlı sayısız şiir, makale, tiyatro oyunu ve hikâye kaleme alır. Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu gibi eserlerle Dünya çapında bir üne sahip Victor Hugo ile yazışmaya başlar ve hayatı boyunca sürecek olan bir dostluğun temellerini atar.

Toplumla ilgili eleştirileri Katolik değerlerine yönelir, hayvanlara olan tutkusu ve aşkı giderek yoğunlaşır, ayrıca köylü hayatını incelemeye başlar. Hatırat’ında bu durumu şu şekilde tarif eder:

“Çocukluğuma dair hatırlayabildiğim ilk günlere geri dönüp baktığımda, bende güçlü olana karşı giderek gelişen isyanın kökeninin hayvanlara uygulanan işkencelere karşı duyduğum korku olduğunu söyleyebilirim. Hep hayvanların da intikam alabileceğini düşünmüşümdür, yani örneğin bir köpek kendisine acımasızca vuran adamı ısırabilmeli, yediği kamçılardan sırtı kan revan içindeki bir at kendisine eziyet eden adamı üzerinden fırlatıp atabilmeliydi.”

Michel, dedesinin ve babaannesinin ölümü ve kendisine “piç” diyerek hakaret eden Laurent Demahis’in karısı ile yaptığı tartışmaların ardından evi terk eder. 21 yaşında bir ilkokulda öğretmen olarak çalışmaya başlar ve 1852 Eylül’ünde Haute-Marne, Audeloncourt’taki bir okulda başöğretmen olur. (Sonrasında Michel, İmparator III. Napolyon’a sadakat sözü vermemek için kamudaki okul öğretmenlerine kapılarını açan kendi okulunu kurduğunu söyler.) Bir sonraki yıl öğretmenlik yapmak amacıyla Paris’e gider, fakat birkaç ay sonra annesinin hastalanması sebebiyle Haute-Marne’a geri döner.

Michel, Clefmont ve Millières’teki küçük okullarda birkaç yıl öğretmenlik yapar. Bu okullarda, içinde yaşadığı dönemin çok ilerisinde teknikler uygulayarak özgürlükçü eğitim yöntemlerini tecrübe eder: öğrencilerin takdim edeceği oyunlar tertipler, ayrıca çocukların dokunup tanımaları için sınıflara çeşitli hayvanlar ve kuşlar getirir. Bir meslektaşı onunla ilgili olarak şu tespiti yapar:

“Sorbonne’nun anladığı manada tüm yaptıklarının tam olarak uygun olduğunu söyleyemem. Kullandığı o pek alışıldık olmayan öğretim yöntemleri bağımsız nitelikteydi, fakat o her şeyi dikkate alır, siz aldığınız dersi içinize sindirirdiniz.”

Michel, Paris’i düşlemeye devam eder. 1865’te Demahis ailesinden kendisine kalan toprağı satarak başkentte bir okul açmak için gerekli parayı bulur.

İmparatorluğa Karşı Mücadele

Taşralı bir öğretmen olarak Louise Michel, 19. yüzyıl ortalarında hüküm süren politik kargaşa ortamına aktif olarak dâhil olmaz. Avrupa genelinde halkçı ve cumhuriyetçi başkaldırıların yaşandığı 1848 yılında Fransa’da cumhuriyet ilân edilir. Fakat 1851’de ömrü kısa süren Fransız Cumhuriyeti (ünlü generalin yeğeni) Charles Louis Napolyon Bonapart’ın darbesiyle yıkılır.

Louis Napolyon’un İkinci İmparatorluk’u muhafazakâr köylü desteği ile birlikte 1870 yılına dek sürer. Ancak hükümranlığının sona ermesiyle birlikte imparatorluğa karşı geniş bir halk muhalefeti yükselir. 1860’lı yıllar boyunca, aralarında orta sınıf reformcuları ve işçi sınıfına mensup radikallerin bulunduğu cumhuriyetçiler şehir merkezlerindeki birçok seçimi kazanırlar. 12 Ocak 1870’te cumhuriyetçi gazeteci Victor Noir’nin İmparator’un kuzeni Prens Pierre Bonapart tarafından öldürtülmesi ardından, yaklaşık yüz bin insan İkinci İmparatorluk aleyhinde bir gösteri düzenler. Louise Michel, erkek kıyafetleri içinde sakladığı bir hançerle cenaze törenine katılır.

1870 Temmuz’unda Prusya’nın İspanya’da boşalmış olan tahtın kontrolünü ele geçirme niyetine karşılık olarak Fransa yoğun bir diplomatik mücadele başlatır ve ardından da bu ülkeye karşı savaş açar. Ağustos ayında Prusya Ordusu Fransa’yı işgal eder. Demiryolları ve hızlı ateşleme yapan toplar gibi yeni teknolojileri kullanan Prusya, Fransız Mareşal MacMahon’ı Worth’da ve Weisenberg’de yenilgiye uğrattıktan sonra Strasburg şehrini kuşatır. Ağustos’un ortasında Fransız güçleri Mars-la-Tour’da ve Gravelotte’ta yenilir, bu yenilgileri takiben Prusya Chalons’a doğru harekete geçer.

Prusya’nın Sedan Savaşı’nda nihaî zafere ulaşmasıyla İmparator III. Louis Napolyon ve Mareşal MacMahon 2 Eylül günü 83.000 askerle birlikte teslim olur. Sedan yenilgisiyle ilgili haberlerin şehre ulaştığı gün Paris’teki işçiler Bourbon Sarayı’nı işgal ederler ve Yasama Meclisi’ni imparatorluğun yıkıldığını ilân etmeye zorlarlar. 4 Eylül günü cumhuriyet kurulur. Geçici Millî Savunma Hükümeti, Prusyalıları Fransa dışına atmak için savaşı sürdürme kararı alır: “Kimseye tek bir karış toprağımızı, kalelerimizin tek bir taşını bile bırakmayacağız.”

Birkaç yıl önce 1864’te Alman devrimci Karl Marx’ın (sonradan Birinci Enternasyonal olarak anılan bir örgüt ağının) Enternasyonal İşçi Birliği’nin kuruluşuna katkı sunduğu Londra’da bir dizi toplantı ve gösteri düzenlenir ve Fransa’da kurulan yeni cumhuriyetin tanınması için çağrıda bulunulur. Konuyla ilgili çeşitli kararlar alan Birinci Enternasyonal Genel Konseyi, imza kampanyaları düzenleyip dilekçeler göndererek Britanya Hükümeti’nin yeni cumhuriyeti tanıması için çalışır ve adı geçen dayanışma eylemlerine doğrudan katkı sunar.

Ayaklanma süresince Louise Michel, sonradan tüm hayatını adayacağı politik faaliyete iştirak eder. Paris’te, aralarında Charles Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinin de olduğu doğa tarihi, kimya ve bilimsel felsefe üzerine metinler okumaya başlayan Michel, bir süre sonra kendisini ateist ve materyalist olarak tanımlamaya başlar. Şairler Birliği’ne üye olur ve yazar Victor Hugo, şair Paul Varlaine ve diğer birçok Fransız sanatçı ile mektuplaşmaya başlar. Ayrıca Paris Komünü’nde aktif rol oynamış sayısız cumhuriyetçiyle ve devrimci liderle tanışma imkânı bulur; bu liderler arasında, (Michel’in hayran -hattâ âşık- olduğu, fakat Komün’ün yenilgiye uğramasının ardından 1871 Kasım’ında idam edilen sosyalist ajitatör) Théophile Ferré de vardır.

15 Ağustos 1870’te Louise Michel, hükümet tarafından tutuklanan Emile Eudes ve Brideau’nun desteklenmesi için düzenlenen gösteriye katılır. Paris’in asker valisi General Trochu’ya konuyla ilgili bir dilekçe sunar. Eylül ayında Prusya Ordusu’nun bir aydan fazla bir süre boyunca kuşatma altında tuttuğu Strasburg şehrinin tıbbî açıdan desteklenmesi ve hemşirelik gibi konularda katkı sunulması adına kitlelere seslenen Michel’in bu destek için “özgür düşünen yurttaşlar”a yaptığı çağrılar herkesin dikkatini çeker:

“Ele silâh alıp Strasburg’u savunma ve hattâ orada ölme fikri sadece bizde -daha doğrusu bazı kadınlar arasında- vücut buldu.”

Michel, biri erkekler diğeri kadınlardan müteşekkil, Paris’in doğusundaki kenar mahallelerde kurulu iki ayrı asayiş komitesinin de üyesidir. Kasım’da ise Kadınlar Asayiş Komitesi’nin başkanı seçilir:

“Kuşatmanın en güzel saatlerini Montmartre Asayiş Komitesi ve Vatan Tehlikede Kulübü ile birlikte geçirdim. İlki hâlâ kendini rahat hissettiği o yerde, özgürlük için verilen o yoğun mücadelenin tam ortasında varlığını sürdürüyor.”

Prusya Ordusu’nun ilerleyişi 1870 yılının sonuna dek sürer. Paris 19 Eylül gününden başlayarak kuşatma altına alınır ve Millî Savunma Hükümeti Versailles’a taşınır. 27 Ekim’de Fransız Ordusu’ndaki 150.000’den fazla asker teslim olur, fakat Millî Savunma Hükümeti Prusyalılarla görüşmelere başladığı sırada sosyalist devrimci Louis Auguste Blanqui’nin liderliğinde Paris işçileri ve Millî Muhafız Alayı’nın kimi bölümleri ayaklanır. Paris Belediye Binası’nı işgal eder ve Kamusal Güvenlik Komitesi adına devrimci bir hükümet kurar. Hükümet, Blanqui’nin tutuklanıp vatana ihanet suçuyla yargılandığı günlere dek ayakta kalır.

Ekim 1870 ve Mart 1871 arasındaki dönemi Millî Savunma Hükümeti ve radikal cumhuriyetçi güçler Paris’te politik üstünlüğü ele geçirmek için birbiriyle rekabet ederek geçirir. Parisli işçilerin silâhlandırılmaları suretiyle cumhuriyetçi Millî Muhafız Alayı halk milis gücü olarak yeniden inşa edilir. Millî Muhafızlar, 234 komşu taburdan 384.000 erkeği askere kaydeder ve ayrıca Albay Adeaide Valentin liderliğinde bir de kadın taburu kurar.

Bu devrimci mayalanma süreci Louise Michel’i de önüne katar. Michel de 31 Ekim’de 1870’de Kamusal Güvenlik Komitesi’ni desteklemek için Paris Belediye Sarayı önünde düzenlenen kitlesel gösteriye katılır. Aralık ayında, Millî Muhafızlar için kadınların da askere alınması ve eğitilmesi için çağrıda bulunmak amacıyla düzenlenen gösteri sonrasında ilk kez tutuklanır. Sonrasında 22 Ocak 1871’de, üzerinde Millî Muhafız üniforması, elinde tüfekle Louise Michel, Belediye Sarayı önünde protesto gösterisi düzenleyen kalabalığa şiddetle cevap veren Versailles’lı General Trochu’un idaresindeki birliklere ateş açarken görülür.

Michel ayrıca Versailles’a giderek Millî Savunma Hükümeti’nin gerici lideri Adolphe Thiers’e suikast düzenleme önerisini diğer radikallerle tartışır. Böylesi bir terör eyleminin misilleme ile karşılanacağı konusunda ikna edilmiş olmasına rağmen kılık değiştirerek Versailles’a gider ve bu işin yapılacağını diğer devrimcilere ispatlamak için Paris’e geri döner.

Millî Savunma Hükümeti, beş milyar Frank ödemek ve Alsac-Lorraine’deki birçok bölgeden elini eteğini çekmek suretiyle ülkeyi kuşatma altında tutan Prusya güçlerine teslimiyete hazırlanmaktadır.

1871 18 Mart’ının ilk saatlerinde Versailles Hükümeti, Millî Muhafızlar’ın elinde bulunan toplara el koymak için 4000 birliği harekete geçirir. Bu silâhların büyük bölümü, Louise Michel’in de aktif bir üyesi olduğu Kadın Komitesi’nin faaliyet gösterdiği kenar mahallenin yakınındaki Montmartre Tepesi’nde, şehre yüksekten bakan kayalıkların üzerine konuşlandırılmıştır. Hatırat’ında kendisinin de söylediği üzere Michel, Millî Muhafız Alayı’nın elindeki toplara el konulması için kadınları harekete geçirir ve Versailles birliklerinin onları kendilerinden söküp almalarına mâni olur. Askerler kadınların üzerine ateş açmayı reddederler ve hattâ onun yerine, kendi komutanlarını tutuklayıp kurşuna dizerler.

Millî Muhafız delegeleri, kendilerini şehre tümüyle hâkim etkin bir politik kontrolün içinde bulurlar ve ardından seçimler bir hafta içinde ilân edilir. Artık Paris Komünü, isyanına başlamıştır.

Komün’deki Halk Kontrolü

Peki, öyleyse bu Komün neyin nesiydi? Fransızcada bu terim yerel belediye yönetimi anlamına gelir, fakat 1871 yılında tüm erkek ve kadınlar bu terimi kullanmakla 1792 Fransız Devrimi süresince halk kontrolünü ifade eden Komün’ü yeniden anımsar.

26 Mart 1871’de, Millî Muhafız Alayı’na âit toplara el konulmasından tam bir hafta sonra 229.000 Parisli yurttaş belediye konseyinin 80 üyesini seçer. Orta sınıfa mensup cumhuriyetçiler kadar radikal işçiler ve bakkallar da Paris Komünü’nün birer parçasıdırlar. Komün üyelerinin yaklaşık yarısı kalifiye işçi iken diğerleri gazeteci, avukat, doktor ve muhasiptir. Destekçilerin büyük bir bölümü cumhuriyetçi sol akıma mensuptur: üyelerin yaklaşık yüzde 20’si Marx’ın Birinci Enternasyonal’inin takipçisidir, (aralarında sonradan devrimci marş “Enternasyonal”i yazan kumaş tasarımcısı Eugène Pottier’nin de bulunduğu) diğer grup ise anarşist lider Pierre-Joseph Proudhon’u desteklemektedir. Louise Michel’in ikamet ettiği Montmartre Mahallesi, işçi sınıfı ve devrimci hareketinin mayalandığı yerdir ve 17.000 geçerli oyun 15.000’ini kontrol eden bu mahalle hapisteki sosyalist Auguste Blanqui’nin yanındadır.

Mart ve Mayıs 1871 arasında geçen dönemde Komün o kısacık ömrüne rağmen radikal demokrasinin gelişmesini sağlayan bir dizi karar alır. Güvenlikten sorumlu polisler, demokrasi ve ekonomi ilk kez bir işçi hükümetine tanıklık eder:

Güvenlik: Paris’teki ayaklanma, militarizme ve baskıya âit eski sembollere karşı bir isyanın adı hâline gelir. Komün’ün ilk aldığı karar mecburî asker alımını durdurmak ve Millî Muhafız milislerini silâhlı güçlerin temeli kılarak orduyu ayakta tutmak olur. Millî Muhafız birliklerince giyotin milletin gözü önünde şenlikler eşliğinde yakılır. 16 Mayıs’ta, Komün’ün son günlerinde (Napoleon’un 1809 Savaşı sonrasında ele geçirdiği toplar kullanılarak yapılan) Vendôme Sarayı’ndaki Zafer Sütunu, “milletler arasındaki nefreti tahrik eden şovenist bir simge” olması sebebiyle, yıkılır.

Demokrasi: Komün, kilise ile devletin ayrılmasını kararlaştırarak, dinî amaçlar için yapılan tüm devlet harcamalarını iptal eder ve tüm kilise mülklerini millîleştirir. Karar uyarınca her türlü dinî sembol, resim, dogma ve ibadet usulleri okullardan kaldırılır: “Bunların hepsi bireyin vicdan dünyasına âittir.”

İdarede, yargıda ve eğitimde kilit konumdaki mevkiler atama yerine halk oylaması ile belirlenir ve Komün üyelerinin çifte pozisyon almaları yasaklanır. “Komün’ün bayrağı Dünya Cumhuriyeti’nin bayrağı” olması sebebiyle yabancılar da Komün’de seçim yoluyla kadro imkânı bulur.

Ekonomi: Yapılan reformlar sonucunda işçilerin ekonomik erki ele geçirmeleri sağlanır. Savaşın ve Paris’in işgalinin sebep olduğu ekonomik yıkımın ardından Komün, işçilerin, tüccarların, zanaatkârların ve küçük işletme sahiplerinin üzerindeki vergi yükünü hafifletme yoluna gider ve bu amaçla ipotekli mallara el konulmasına ilişkin moratoryum düzenleyerek borç ödemelerini üç yıl erteler ve borç faizlerini sıfırlar. Emeklilik aylığından eşlerin ve çocukların da istifade etmeleri sağlanır. Kilise değerleri ve görgü kurallarına karşı mücadele edilir.

16 Nisan’da Komün, az sayıdaki sosyalist adımlarından birini tüm aşikârlığı ile atarak, fabrikalara el konulmasını öngören bir kararname yayınlar. Bu kararname sayesinde halkın kooperatifler kurup devrimde kaçan patronların terk ettiği fabrikalarda çalışmaları sağlanır.

Ayrıca Komün, diğer işçiler gibi kendi seçilmiş üyelerinin de en fazla 6.000 Frank maaş almalarını kararlaştırır. Ek olarak çıkardığı bir başka kararname ile fırıncıların gece çalışmalarını yasaklar, işçilerin hoşnutsuzlukla karşıladığı kayıt kartları sistemini lağv eder ve “emeğin özel sömürüsü” olarak addettiği tefeci bürolarını kapatır.

Komün’de Kadınlar

Komün süresince Parisliler yerel cemaat birlikleri içinde örgütlenirler ve halka âit bu birlikler kısa sürede münazaraların, tiyatroların ve yayıncılığın merkezi hâline gelirler. Mart 1871’de Komün’ün kurulması ile birlikte Louise Michel düzenli olarak Montmartre’deki (erkeklerin) Asayiş Komitesi’nin toplantılarına katılmaya başlar ve kendisini çocuk çalışmalarına, kadın gruplarına ve cemaat birliklerine vakfeder.

Kadınların Asayiş Komitesi’nin başkanı olarak Komün’ün savunulması noktasında kadınların seferber edilmesi sürecinde önemli bir rol oynar ve kuşatma altındaki Paris’te yaşayan 200 çocuğun günlük bakımını organize eder. Kadınların, hattâ yaşadığı kenar mahalledeki seks işçilerinin ambulanslarda çalışmasını sağlar. “Yaralılar temiz elli insanlarca bakılması gerekir.” diyen erkek yoldaşlarına itiraz ederek onlara şunları söyler:

“Eski düzenin kurbanları arasında en acınası durumda olan bu kadınlardan başka kimin yeni düzene hayatlarını feda etme hakkı olabilir?”

Sophie Poirier ve yirmi yaşındaki Rus devrimci Elisabeth Dmitrieff gibi kadın eylemciler basit taleplerin ötesine geçerek, Paris Komünü liderlerine sosyalist önerilerde bulunurlar. Poirier, kârın eşit olarak paylaşıldığı ve yetmiş kadının istihdam edildiği bir atölye kurar.

Bu radikaller, terk edilmiş fabrikalara el konulması ve buralarda çalışan kadınlarca çalıştırılması yönünde çağrıda bulunurlar. Bugünde hâlâ yankılanmakta olan eşit işe eşit ücret, meslekî sağlık ve güvence, çalışma saatlerinin azaltılması yönünde kimi talepler üzerinde durulur. Buna karşılık, 21 Mayıs’ta tebliğ edilerek kadın ve erkek öğretmenlerin eşit ücret almasını öngören kararname gibi bazı Komün kararları doğrudan kadınların durumuna hitap etmektedir.

Paris Komünü Örneği

1871 18 Mart’ından 28 Mayıs’ına kadar süren Paris Komünü büyük bir önemi haizdir. 1917 Rus Devrimi’ne uzanan yıllar boyunca sayısız anarşiste, sosyaliste ve komüniste esin kaynağı olur, kapitalist politik yapıların yerine sosyalist topluma doğru dönüşümü sağlayacak yeni yapıların konulmasına ilişkin fikrin ana kaynağı hâline gelir.

Paris Ayaklanması, devlet iktidarına karşı mücadele edip bir işçi hükümeti kuran ilk büyük işçi isyanı olarak kutlanmaktadır. Şehrin halk kontrolü altında olduğu o kısa süre boyunca liderlerin büyük bir kısmının işçi, sosyalist ya da devrimci olmamasına ve birçok kararı uygulanamamış olarak kalmasına karşın bu miras bugüne dek taşınmıştır.

Karl Marx, Londra’ya sürgün edildiği günden itibaren Paris’teki olayları yakından takip eder. Ayaklanmadan birkaç gün sonra Birinci Enternasyonal Genel Konseyi’ne rapor olarak sunduğu Fransa’da İç Savaş adlı çalışmasını yayınlar. Bu ünlü metin, kısa ömürlü Komün’ün önemini çözümleyerek, sıradan işçilerin yönetim için yeterli donanıma sahip olmadığını söyleyen anlayışı kıyasıya eleştirir. Sert bir üsluba sahip olan bu broşür “dev cüce” olarak nitelediği Adolph Thiers’in belli bir süre boyunca gerçekleştirdiği eylemlerle gizlediği vahşi hayvanlara has içgüdüsü üzerinde durur. Bu yetkin çalışma yıl sonuna dek 11 dilde 30 ayrı baskı yapar.

Marx’a göre Komün, orta sınıfa mensup cumhuriyetçilerin söylediklerinin aksine, bir işçi hareketi oluşturma noktasında cephedeki önemli bir yeni hurucu temsil etmektedir:

“Bu yüzden söz konusu devrim, sadece zengin kapitalistler değil, Paris orta sınıfının -bakkallar, tüccarlar ve zanaatkârların- büyük bir çoğunluğunun bile ötesinde, bir tek işçi sınıfının toplumsal inisiyatife sahip olma becerisine sahip olduğu gerçeğinin herkesçe açıktan kabul edildiği bir devrimdir.”

Nisan 1871’de Birinci Enternasyonal’deki yol arkadaşlarına gönderdiği mektupta Marx şunları ifade eder: “Tarih bu büyüklükte bir örneğe sahip olmadı. Paris’teki mücadele ile birlikte işçi sınıfının kapitalist sınıfa karşı verdiği mücadele ve onun devleti artık yeni bir aşamaya girdi.”

Marx ve yoldaşı Friedrich Engels Komün’ün radikal bir hareket için oldukça kritik olan meselelere cevap vermek zorunda olduğunu söyler. 1872’de Komünist Manifesto’nun yeni baskısına yazdıkları önsözde Marx ve Engels daha fazla ilerletilemeyeceği açık olan devlet mekanizmasının paramparça edilmesi gerektiği üzerinde durur: “Komün ile birlikte kanıtlanmış olan en önemli gerçek, işçi sınıfının basit anlamıyla geçmişten hazır olarak aldığı devlet mekanizmasını ele geçirmek ve kendi amaçları için kullanmakla yetinemeyeceğidir.”

Komünarlara Yönelik Baskı

Bu cumhuriyetçi, ruhban sınıfı karşıtı halk isyanı Prusya Ordusu’nda ve gerici Fransa Millî Savunma Hükümeti’nde yoğun bir korkuya yol açar. Versailles lideri Adolphe Thiers, Sedan ve Metz’de Prusya’nın elde ettiği zaferlerin akabinde teslim olan savaş esirleri ile bir Versailles Ordusu kurmak için Prusya Şansölyesi Otto von Bismarck’tan izin ister. Yüklü bir tazminat karşılığında Bismarck öneriyi kabul eder ve Fransız Ordusu Paris’in kuşatılması için harekete geçer.

3 Nisan 1871’den itibaren Versailles birlikleri Paris Komünü’nü yıkmak için nihaî bir saldırı başlatır. Montmartre’deki 61. taburun bir üyesi olarak Louise Michel hem bir savaşçı, hem de sağlık işçisi olarak Paris savunmasına katılır.

Michel’in Komün’deki savaşçılığı üzerinde fazlasıyla durulurken onun şairliği ve politik kimliği göz ardı edilir. Ancak gene de onun Paris barikatlarında olmadığı konusunda kimsenin şüphesi yoktur. Louise, Clamart, Neuilly ve Issy-les-Moulineaux’daki çatışmaların içinde bilfiil yer alır ve gösterdiği cesaret, Komün’ün resmî yayın organı olan Journal gazetesinin 10 Nisan tarihli sayısında özel olarak anlatılır: “61. Tabur’da tüm enerjisiyle savaşan bir kadın sayısız polisi ve askeri öldürdü.”

Savaşın içinde Louise Michel Baudelaire’in eserlerini okumakta, bir yandan da Neully yakınlarındaki bir kilisede org çalmaktadır. Fakat kendi Hatırat’ında şu ifadelere yer verir:

“Evet, bir barbar olarak ben top ateşini, barut kokusunu ve top mermilerini seviyorum, fakat her şeyin ötesinde ben devrime âşığım!”

Şehrin kuzeyini ve doğusunu kontrol altında tutan Prusyalıların kuzey hattına geçmelerine izin verdiği Versailles birlikleri 21 Mayıs’ta Paris’e girer. Görece refah düzeyi yüksek olan kenar mahallelerde birlikler “kurtarıcılar” olarak karşılanır fakat direniş, işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı mahallelere yaklaşıldıkça, şiddetlenir. Paris’in alevler içinde kalmasıyla kadın Komünarlar petroleuses, yani kundakçılıkla suçlanır. Sonrasında bu suçlama Louise Michel aleyhinde muhafazakâr basında sıkça kullanılır.

Çatışmanın son günlerinde Komünarlar, Versailles basını tarafından karalama malzemesi olarak istifade edilen bir eyleme girişerek ellerindeki asker, kilise mensubu ve politikacılardan oluşan rehinelerin bir kısmını idam eder. Fakat bu ölümler, sekiz gün boyunca işçileri katleden ve sayısız sivili kurşuna dizen Versailles birliklerinin uyguladığı vahşet tarafından gölgelenir. İngiliz bir tanık, Michel’in de içinde bulunduğu kadın taburunun gösterdiği direniş hakkında şunları söyler:

“Onlar, erkeklerden daha iyi biçimde, birer şeytanmış gibi savaşıyorlar; silâhsız ve birliklerce kuşatılmış oldukları halde 52’sinin vurularak öldürülmesi karşısında duyduğum acıyı hâlâ içimde taşıyorum.”

Direnişin sonucunda binlerce Komünar ve işçi idam edilir. Gerçek ölü sayısı bilinmemektedir ancak 20.000 kişinin öldürüldüğü, 43.000’inin gözaltına alındığı, on binlercesinin hapse atılarak 5.000’inin sürgün edildiği tahmin edilmektedir. Mart 1872’de çıkartılan bir yasa ile yıkıcı bir unsur olarak kabul gören Birinci Enternasyonal yasaklanarak tüm sosyalist ve anarşist faaliyetler bir on yıl boyunca yasadışı ilân edilir.


Bugün, Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’ndaki bir duvarın üzerinde asılı olan küçük plaket, vurularak teslim alınan Komünarların direnişini simgelemektedir: Aux Morts de la Commune, 21-28 mai, 1871 (21-28 Mayıs 1871 Komün şehitleri anısına). Mezarlığı ziyaret edenler genelde orada yatmakta olan ünlü Doors grubunun solisti Jim Morrison’a aşinadır ancak Komün plaketinin bulunduğu köşenin yakınında uzanan mezarlarda, aralarında Nazi karşıtı direnişin yiğit savaşçılarının, sendikacılarının, sosyalist ve komünist eylemcilerin de bulunduğu Fransız devrimcileri yatmaktadır.

Mahkeme ve Sürgün

Louise Michel, Komünarlara yönelik gerçekleştirilen son katliamdan kurtulur. 18 Mayıs’ta Montmartre’deki Asayiş Komitesi’ne gönderilmiştir. Versailles birliklerine karşı verilen savaşta Montmartre Mezarlığı ve Clignancourt’taki barikatlarda savaşır. İlk seferde yakalanmaktan son anda kurtulan Michel annesinin rehin alındığını öğrenince geri döner. Kısa bir süre sonra, Versailles’a gönderilir ve askerî mahkeme önünde sorguya çekilir.

Eylül 1871’de Arras Hapishanesi’ne transfer edilen Michel, mahkeme gününe dek burada iki aydan fazla kalır. 16 Aralık’ta 4. Savaş Konseyi’nin karşısına çıkar. Mahkemeye en ufak bir saygı gösterisinde bulunmaz. Askerî mahkemenin otoritesini hor gören Michel şunları söyler:

Louise Michel: Mademki hürriyet için çarpan her yüreğe bir parça kurşun nasip oluyor, ben de hakkımı istiyorum. Eğer yaşamama izin verirseniz intikam diye haykırmaktan usanmayacağım ve kardeşlerimin intikamını almak için Af Komisyonu’ndaki katilleri ihbar edeceğim.

Mahkeme Başkanı: Bu tonda konuşmayı sürdürecekseniz, konuşmaya devam etmenize izin veremeyeceğim.

Louise Michel: Bitirdim… Eğer birer ödlek değilseniz öldürün beni.

Bu meydan okuma Fransa genelinde yayın yapan tüm gazetelerin birinci sayfasında yer bulur ve Victor Hugo O’nun şerefine Viro Major isimli şiirini kaleme alır. Ancak hâkimler Michel’in şehâdet arzusunu reddeder. Onun yerine mahkeme Paris’e 20.000 mil uzakta, Güney Pasifik’teki Fransız kolonisi Yeni Kaledonya’daki bir kalede ikamet etmesi yönünde karar vererek onu sınır dışı eder. Temyize gitmeyi reddeden Michel sınırdışı edileceği güne dek yaklaşık iki yıl Paris’te gözaltında tutulur.

24 Ağustos 1873’te diğer Komünarlar ile birlikte trenle La Rochelle Limanı’na götürülür. Dört gün sonra 20’si kadın 169 sürgün Virginie gemisine bindirilir ve dört aylık bir yolculuğun ardından gemi Güney Pasifik’e ulaşır.

Kanakların Arasında

Louise Michel’in altı yılı aşan sürgün hayatını Avustralya’nın doğu sahiline 1.800 kilometre uzaklıktaki Yeni Kaledonya Adaları’nda geçirir.

1853’te ilhak edilen Yeni Kaledonya’da Fransızlar, 1897’deki kapanışına kadar sömürge toplumunun köşe taşı olarak rol oynayan bir ceza kolonisi tesis eder. Ceza kolonisinde, suçluların yanı sıra 1871’de Abdülkadir önderliğinde isyana kalkışan Cezayirli tutsaklar ve Paris Komünü’nün yıkılması ardından ele geçirilen politik tutsaklar da ikamet etmektedir. 4.200’den fazla Komünar, 29 Eylül 1872’den 25 Ekim 1878’e kadar geçen sürede adaya gelen 20 ayrı konvoy halinde Yeni Kaledonya’ya sürgün edilir.

Louise Michel adaya 10 Aralık 1873’te ulaşır. Henri Rochfort gibi Komün liderleri ilk olarak Numbo’daki Ducos Yarımadası’nda alıkonulur. Komün’ün diğer kadınlarıyla birlikte Michel erkek yoldaşlarından ayrılmaları kararına itiraz eder ve bu itiraz üzerine Ducos’taki kampa yerleştirilir.

Nathalie Lemel ve Charles Malato gibi anarşistlerle yoğun tartışmalar içine girer ve sürgünde tüm hayatı boyunca takipçisi olacağı anarşist politikayı benimser. Rochfort ile dostluğu da ömrünün sonuna dek sürer ve politik açıdan ayrı düşmelerine rağmen ileriki süreçte ondan malî destek görmeye devam eder.

Yeni Kaledonya’daki sömürge yönetimi göçmenlere en verimli ovaları ve vadileri bahşetmiştir. Topraklarının ellerinden alınmasına öfkelenen Melanezyalı yerli halk Kanaklar kendileri için temel besin maddesi olan tatlı patates ve kulkasın yetiştirilmesi için hiç de elverişli olmayan iç kesimlerdeki dar vadilere sürülmüştür.

Louise Michel Kanakların davasına destek olur: “Bazı yoldaşlarıma göre ben Kanaklardan daha fazla Kanakmış gibi görünüyordum.” Önceleri yamyamlığa duyduğu ilgi ve merakla birlikte bazı Kanak dillerini öğrenmeye başlayan Michel, Kanak çocukları ve yetişkinlerine öğretmenlik yapar. Michel’in öğretme üslubu kısa süre sonra bir hapishane idarecisinin öfkesine mazhar olur:

“Okulunuzu kapatmalısınız. Bu Kanakların kafalarını tehlikeli öğretilerle dolduruyorsunuz. Bir önceki gün, size insanlıktan, adaletten, hürriyetten ve diğer kimi yararsız şeylerden söz ediyorlardı.”

Zaman içinde Michel tarafından toplanan Kanak efsaneleri, güfte ve besteleri yerel bir gazete olan Les Petits Affiches’te (Küçük Afişler) yayınlanır. Ülkeye dönüşünde belli bir düzenlemenin ardından tekrar basılır.

1840’lardan beri Kanak klanları topraklarının kendilerinden çalınmasına karşı seyrek de olsa belli bir direniş geleneğine sahiptir. Kışlalar inşa etme politikası sistematik olarak 1876’da yürürlüğe konulur ve bu politika 1878’de Şef Atai önderliğinde başlayan büyük isyanı tetikler. Atai, Kanak topraklarının çalınmasına karşı hazırladığı bildiri ile ünlüdür: “İneklerinizin otladığı topraklarda kulkas yetiştirip yiyebildiğiniz takdirde sizin çitle çevrili arazilerinize saygı duyarım.”

Atai’yi takip eden birçok klanın katıldığı bu isyan büyük adanın batısında, La Foa, Bourail ve Bouloupari gibi sömürge merkezlerinin etrafında iki ay süresince devam eder. Tecrit edilmiş çiftliklere saldırılır ve 200 sömürgeci öldürülür. Fransız Ordusu’nun gerçekleştirdiği şiddetli saldırı altı aydan fazla sürer ve aralarında muhalif klanların ihanetine uğrayan Atai’nin de olduğu 1.200’ü aşkın Kanak’ın ölümü ile sonuçlanır.

1878 isyanı süresince Yeni Kaledonya’ya sürgün edilmiş olan birçok Komünar Paris devletinin safını tutar. Ancak Louise Michel Kanakların yanındadır ve onlardaki isyankâr ruhu selâmlar:

“Kanaklar da bizim Komün’de aradığımız hürriyeti arıyor. Sadece şunu söyleyebilirim ki, başımdaki o kızıl fular, bin bir zahmetle her aramada sakladığım Komün’ün kızıl fuları bir gecede iki parçaya bölündü. İki Kanak, beyazlara karşı başlatılan isyana katılmadan önce yanıma gelip benimle vedalaştılar. Bir süre sonra okyanusa atlayıp kayboldular. Deniz berbattı ve belki de koya hiç mi hiç ulaşamayacaklardı ya da belki de savaşırken ölüp gideceklerdi. Onları bir daha hiç görmedim ve hangi iki ölümün onları alıp götürdüğünü de bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, hem beyaz hem de siyah insanda olan yiğitlikle birlikte bu iki insan gerçekten cesurdu.”

Michel’in ifadesindeki sembolizm Kanakların çağımızdaki bağımsızlık hareketinde yaşamayı sürdürür. 1970’li yılların başlarında yetişen yeni Kanak öğrenci kuşağı 1968 Fransa’sından öğrendikleriyle yurtlarına döner. Fransa emperyalizminden özgürleşmek için kampanya yürütmek adına Foulards Rouges (Kızıl Fularlar) isminde bir grup oluştururlar. Bugün, Michel’in Kanak kültürü ile ilgili yazıları Yeni Kaledonya’da tekrar basılmış, bir ilkokula O’nun adı verilmiş, 2002’de Tjibaou’daki kültür merkezinde onun şerefine Kızıl Bakire adlı oyun sahnelenmiştir.

Cezayir ile Dayanışma

Louise Michel’in enternasyonalizmi, 1871’de Cezayir’de 200.000 insanın Fransız hâkimiyetine karşı ayaklandığı ve 80.000 Fransız askeri ile bastırılan Kabyle isyanı ile dayanışmasında da kendisini gösterir. Michel Hatırat’ına şunları not eder:

“Sürgünün ilk günlerinde bir sabah baskıya karşı isyan etmiş olmaları suçuyla, bizim gibi sürgün edilmiş büyük beyaz cüppeli Arapları gördük. Sürülerinden ve çadırlarından uzakta hücreye atılan bu Doğu’lular alabildiğine sıradan, iyi ve büyük faziletlere sahip insanlardı.”

Kanaklara ve Cezayirlilere destek veren Michel, Noumea’da hatta kimi Komünarlar arasında gelişen ırkçılığa karşı tavır geliştirir; Hatırat’ında Michel, Cezayirliler arasında kurduğu arkadaşlık ilişkilerinden söz eder.

Louise Michel, Aralık 1879’da önceleri yaptığı itiraza rağmen, cezasının indirilmesi yönünde talepte bulunur. Ancak Temmuz 1880’de Fransa hükümetinin Komün üyeleri için genel af ilân etmesiyle bu başvuruya gerek kalmaz. Yurda dönüşünde Avustralya’ya uğrayan Michel, annesine bir an önce kavuşmak için uzun bir gemi yolculuğu yerine daha hızlı giden bir posta nakliye gemisini tercih eder. Bu yönde yaptığı başvuru reddedilir fakat Hatırat’ında belirttiği üzere, Fransız Konsolosu’nu bir biçimde ikna eder:

“Sidney’deki Fransız Konsolosu beni posta gemisiyle ülkeye iade etmeyi kabul etmedi. Ben de ona komünde birkaç ders verebileceğimi, bunun karşılığında alacağım ücreti yolculuk bedeli olarak iade edebileceğimi söyledim. Bunun üzerine, Konsolos diğer yirmi kişiyle birlikte John Helder isimli posta gemisine binip Londra’ya gitmeme izin verdi.”

Michel 7 Kasım 1880’de Londra’ya varır ve iki gün sonra Paris Saint-Lazare istasyonuna ulaşır.

Radikal Ajitasyon

Hayatının geri kalan kısmında Louise Michel, radikal ve anarşist amaçlar için ajitasyon yapmaya devam eder. Eski bir Komünar olarak elde ettiği kamusal etki ve popülerlikle oldukça öfkeli sözler sarf eder: “Devrimcilerin okyanusu o gelgitleriyle bizi daha da ileriye taşıyacak.”

Anarşizmin tarihi üzerine çalışma yapan İngiliz George Woodstock, Michel’i “laik bir azize” olarak tarif eder. Fakat muhafazakârlar için o, çirkin ve tehditkâr olan her şeyin ortak simgesidir. Tüm karikatürlerde ve polemiklerde sağcı gazeteler Michel’i “Kızıl Bakire” olarak betimler ve onu hiçbir çekiciliği olmayan erkeksi bir kadın olarak tarif eder.

Tüm alaycılıkları ile onun destekçileri bu nitelemeyi büyük bir onurla onaylar ve yeni kuşağa mensup feministler onun cinsiyete ve evliliğe dönük reddiyle ilgili kimi fikirler yürütür. Yakın tarihlerde Michel hakkında çalışma yapan yazarlar onun (babası olacak yaştaki) Victor Hugo’ya olan hayranlığı, Komünar Thèodphile Ferré’ye dönük vuslatsız aşkı, Mirriam Ferré ve Nathalie Lemel gibi kadınlarla kurduğu yakın ilişkiler üzerinde dururlar. Araştırmacılar, Michel’in yazdığı mektupların tanıklığında, onun Paris’ten Haute-Marne’a dönme sebebinin Hugo’nun çocuğunu doğurmuş olması ya da lezbiyen ilişki ardından Lemel’den ayrılması olduğu yorumunu yapmaktadır.

Açık olan şu ki, Michel’in özel hayatıyla ilgili malumat oldukça azdır. Ancak eldeki bir avuç bilgi Michel’in tutkulu bir hatip ve ajitatör olduğunu göstermektedir. 1880’li ve 1890’lı yıllar boyunca Louise Michel sayısız toplantıda söz alarak radikal amaçları, işçi mücadelesini ve işsizlerin haklarını destekleyen konuşmalar yapar. Genelde ölen Paris Komünü’nde ölen yoldaşları için yapılan anmalara çağrılır, Ocak 1881’de Paris’e dönüşte sosyalist lider Blanqui’nin anma töreni için bir methiye kaleme alır.

Michel’in genel arzusu geniş bir radikal topluluğuna seslenmektir ancak “toplumsal devrim”le kurduğu ilişki onun parlamenter politikaya şiddetle karşı çıkmasına sebep olur. Toplumda yer almaya başlayan kadın hareketini desteklemesine rağmen 19. yüzyılda kadınların oy kullanması yönündeki genel feminist talebe itiraz eder: itirazı sadece kadınlar değil, erkekler içindir de! Duygusal bağlılığı esas olarak anarşist harekete yöneliktir. Ocak 1883’te yayınlanan Anarşistlerin Manifestosu’nda: “Kötü insanlar olarak görülen bizler, herkes için ekmek, herkes için bilgi, herkes için iş, herkes için bağımsızlık ve adalet istiyoruz!” denilir ve Louise Michel “orada yazılan tüm fikirleri paylaşıyorum.” diyerek manifestoya destek verir.

Yeni Kaledonya’dan dönüşünde Kanak kültürü ve Komün tarihi ile ilgili ciltler dolusu kitap yazar, 1886’da yayınlanan Hatırat’ı ise geniş bir okuyucu kitlesine ulaşır. Birçok işçi ve sosyalist dergi için yazılar yazar, Kasım 1895’te anarşist Sebastian Faure ile birlikte Le Libertaire isminde bir gazete çıkartır.

Enternasyonalist perspektifi uyarınca Fransızların deniz ötesi askerî operasyonunu mahkûm eder: “1871’de hükümet askerleri Paris’teydi, oysa şimdi Madagaskar ve Tonikin’de.”

1880’de yüzlerce eski Komünar Varigaud’daki bir salonda bir araya gelir ve Fransa’ya karşı ayaklanma suçuyla yargılanmış Cezayirliler için af talebinde bulunur; Michel, bu konferansın iki onur üyesinden biridir. 1895’teki affa kadar Louise, 15 yıl boyunca bu genel af kampanyası için çalışma yürütür. Ölümünden kısa bir süre önce, 1904’te, Cezayir’e giderek Fransız kolonisindeki Arapların durumunu inceler.

Polis Takibi

İşçi sınıfını destekleyen herkes bir biçimde polis takibindedir. Sürgünden dönüşten sonra 25 yıl boyunca birçok Avrupa ülkesindeki yetkililer yaptığı konuşmaları inceler ve onu belli aralıklarla gözaltına alıp hapse atar ya da sınır dışı eder. Bir dostuna yazdığı mektubun dipnotunda şu değerlendirmeyi yapar:

“Benim mektubumu açmış olmaktan dolayı insanlar sorumlu tutulabilir mi? Lütfen onları tekrar mühürle ve postaya ver! Görmüş olduğun gibi senin hakkında konuşmuyoruz.”

Elinizdeki çalışmada yer verilen ve 1882 Ocak’ında polise hakaretten iki hafta hapiste tutulması olayında somutlandığı üzere Michel sürekli olarak yasalarla çatışmaktadır.

9 Mart 1883’te Louise Michel, bazı fırınların yağmalandığı Les Invalides’te işsizler için düzenlenen mitinge katılır. Michel gibi dostu Emile Pouget de ellerinde siyah bayrakla yürüyüşün en ön safındadır. İki hafta boyunca elindeki tutuklama emriyle hareket eden polis Michel’i yakalayamaz. Ancak 29 Mart’ta Polis Komiseri Camescasse’ye yazdığı mektupta teslim olacağını yazar ve bir gün sonra tutuklanıp Saint-Lazare Hapishanesi’ne gönderilir. Hapishanede birçok fahişeyle tanışır ve seksüel sömürünün kurbanları olan bu fahişeleri seks işçileri olarak görüp bu meseleyle ilgilenmeye başlar: “Hiçbir kız fahişe olmasın, hiçbir erkek askere gitmesin.”

Les Invalides gösterisi ile ilgili olarak yapılan açılan davanın 21 Haziran tarihli duruşmasında savcı şu soruyu sorar: “Yapılan her gösteriye katılıyor musunuz?” Michel’in cevabı şu şekildedir: “Maalesef evet. Ben her zaman yoksulların safındayım.”

Ateşli bir konuşmadan sonra hâkimler hükmü verir: tek başına altı yıllık gözaltı. Bir süre sonra bu ceza genişletilerek polis gözetiminde on yıl yaşaması yönünde karar verilir ve ardından Clermont-de-l’Oise Hapishanesi’ne gönderilir. Cezanın ağır olduğu fikrinde olan birçok insan gibi şair Paul Verlaine de şoke olur ve onun için “Louise Michel Onuruna Türkü” adlı şiirini kaleme alır.

3 Ocak 1885’te annesini kaybetmesi üzerine kalan cezası düşürülür. Cenaze töreninden üç gün sonra hükümetin aldığı bir kararla Michel affedilir. İlkin bu karara itiraz eden Michel, sonrasında ajitasyon çalışmalarına devam etme konusunda serbest olabilmek için bu teklifi kabul eder.

Otoriteye isyan eden ajitasyon kaldığı yerden devam etmektedir. 3 Haziran 1886’da, Decazeville’deki maden işçileri grevine destek vermek amacıyla Paris’te düzenlenen bir mitingde Jules Guesde, Paul Lafargue ve Dr. Susini gibi sosyalist liderlerle temas kurar. Ağustos’ta radikal meslektaşları ile birlikte maden işçilerine destek vermeleri sebebiyle dört ay hapis ve 100 Frank para cezasına çarptırılır. Bir sonraki ay, Guesde, Lafargue ve Susini mahkemenin kararına karşı temyize giderek serbest kalır. Fakat Louise temyize gitmeyi kabul etmez ve böylesi bir meydan okumayla hükümeti verdiği karardan dolayı mahcup eder. Sağa sola yalpalayan hükümet Kasım 1886’da Michel’i affeder.

Ocak 1888’de, Le Havre’daki Gaîté Tiyatrosu’nda yaptığı konuşmanın ardından fanatik bir Katolik olan Pierre Lucas elindeki tabancayı iki kez ateşleyerek Michel’i başından vurur. Buna karşın, öfkeli kalabalığa karşı onu korur ve şikâyetçi olmaz. Bu tavır, Michel’in polise ve hukuk sistemine karşı hor görüsünün bir simgesidir.

30 Nisan 1890’da Vienne Kasabası’nda 1 Mayıs ile ilgili bir konuşmanın ardından belâ yine Michel’i gelip bulur. Ellerinde kızıl ve siyah bayraklarla protesto eylemi yapan işçileri destekleyen Michel, bir fabrikanın yağmalandığı, kurulan barikatlar ardından polisle çatışıldığı bu eylemi takiben gözaltına alınır. Michel kendisi ile birlikte ele geçirilen arkadaşları serbest bırakılmadığı sürece bölge mahkemesinin serbest kalması yönünde verdiği karara itiraz edeceğini söyler. Doktorlar onun deli olduğuna kanaat getirir (Bu, genelde asi kadınlar için uygulanan bir taktiktir.), fakat bir skandaldan ürken hükümet onu serbest bırakır; bu kararın ardından Michel 4 Haziran’da Paris’e geri döner.

Hükümetin kendisini deli ilân edip tımarhaneye atacağını düşünen Michel, Temmuz 1890’da Londra’ya kaçar ve beş yıllık sürgün hayatını burada geçirir.

Londra ve Paris

19. yüzyılın sonunda İngiliz başkenti sürgüne gönderilmiş birçok Avrupalı radikali ve anarşisti ağırlamaktadır. Londra’da Louise, belki de bu şehrin ilk özgürlükçü okulu olan politik mülteci çocukları için Enternasyonal Okul’u kurar. Okulun genel niteliği, aralarında İngiliz tasarımcı ve sosyalist William Morris, Rus Anarşisti Peter Kropotkin ve İtalyan devrimci Errico Malatesta’nın bulunduğu bir yönetim kurulu tarafından belirlenmektedir. Okulu tanıtan broşürde Rus anarşist Mikhail Bakunin’in şu sözlerine yer verilir:

“Alttaki tüm aklî eğitimin amacı, otoritenin ilerici anlamda özgürlüğün çıkarları adına imhasıdır, muhakkak ki eğitimin nihaî hedefi, başkalarına yönelik tam saygı ve sevgiyle donatılmış hür insanların yaratılmasıdır.”

Okul “bütüncül ve aklî eğitim” fikrini savunur. Hiçbir konu mecburî değildir, eğitim küçük gruplar dâhilinde verilir ve öğrenciler kendileri için düşünme yönünde teşvik edilir. Fakat okul, 1892’de polisin okul binasının zemin katında bomba yapımında kullanılan malzemeler bulduğu iddiasıyla, kapanır.

13 Kasım 1895’te Michel Saint-Lazare istasyonundaki kalabalık karşılama töreni eşliğinde Paris’e ulaşır. Anarşistler ve işçilerle ilgili meseleleri desteklemek amacıyla Fransa genelindeki turlarına devam eder. Takip eden on yıl boyunca sağlık sorunlarını göz ardı ederek isyanın temel esaslarını anlatmak üzere Londra, Paris, Edinburg ve diğer Avrupa başkentlerine yaptığı yolculukları sürdürür.

Seyyah Anarşist

Muazzam bir saygıya mazhar olmasına rağmen devrimci çevrelerde Michel’in Blanqui, Kropotkin ve Marx kadar ağırlığı yoktur. Fakat yine de 19. yüzyıl sonunda anarşistler, sosyalistler ve komünistler arasında hüküm süren devrimle ilgili tartışmalarda önemli bir rol oynar.

Temmuz 1881’de Louise Michel İngiltere’deki Enternasyonal İşçi ve Sendikacılar Kongresi’ne katılır. Toplantı, Karl Marx’ın komünist Birinci Enternasyonal’ine karşı, anarşist bir “Siyah Enternasyonal” kurma umuduyla Peter Kropotkin tarafından düzenlenmiştir. Michel, Fransız anarşist grupların temsilcisi olarak Londra’ya gelir ve burada Avrupa’dan, ABD’den, Meksika’dan, Rusya’dan ve diğer yerlerden gelen delegelerle buluşur. Ancak kongre başarısızlıkla sonuçlanır, ikinci deneme ise Marksist sosyal demokratlarla anarşistlerin ayrışmasına sahne olur.

Belçika’da gözaltına alınması ve Eylül 1897’de sınır dışı edilmesinin ardından Michel, 1898 ve 1900 yılları arasında Paris-Londra hattında seyahat etmeyi sürdürerek konferanslara iştirak eder ve Paris Komünü ile ilgili kitabının baskılarına katkı sunar.

Sürgünde, polis baskısıyla yüzleşen sendikacıların, anarşistlerin ve demokratların desteklenmesiyle ilgili çalışmalara katılır. Polisin arşiv kayıtları, onun İspanya’da hapse atılıp işkence gören radikalleri desteklemek amacıyla Trafalgar Meydanı’ndaki Nelson Sütunu önünde yaptığı konuşmadan söz etmektedir. İngiliz işçi lideri Tom Mann, anarşist Kropotkin, Malatesta ve Emma Goldman ile birlikte (ABD’nin Şikago şehrinde, bir polisin ölümüyle sonuçlanan bombalama eyleminin ardından, 1 Mayıs 1886 tarihinde sekiz saatlik işgünü ile ilgili gösteride idam edilen) Haymarket şehitlerini desteklemek amacıyla kampanya başlatır. Aralık 1899’da Goldman ve Kropotkin ile birlikte Londra’da tertiplediği “İtalya’daki Politik Suçlular Adına Yapılacak Ajitasyon Yararına Büyük Miting”de tekrar ortaya çıkar. Ayrıca Michel, sağcıların yükselttiği anti-semitizmi mahkûm etmek amacıyla Yüzbaşı Alfred Dreyfus için başlatılan kampanyaya destek verir: Fransız Ordusu’nda subay olan Dreyfus yanlışlıkla ihanet suçundan yargılanıp Şeytan Adası’ndaki ceza kolonisinde hapse atılır.

71 yaşında zatürreeye yakalanan ve ölüm tehlikesi atlatan Michel 15 Mayıs 1902’de Londra’dan Fransa’ya döner ve bir dizi mitinge katılır.

1903 yılı boyunca genç bir anarşist gazeteci olan Ernest Girault ile birlikte Fransa’yı dolaşır, 27 Ekim’de Londra’ya geri döner ve burada yeniden hastalanır. Girault ile Şubat 1904’te başladığı tur 20 Mart’ta Toulon’da geçirdiği rahatsızlık sebebiyle kesintiye uğrar. Mayıs’ta vasiyetini hazırlayarak elindeki mülkün bir kısmını yoldaşı Charlotte Vauvelle’e bırakır ve ona dinî tören yapılmadan Levallois-Perret’deki annesinin mezarının yanına gömülmek istediğini söyler. Hitap turuna devam etmek ister ancak sağlık durumu giderek kötüleşir.

74 yaşındaki Michel 1904 sonunda Cezayir’e yaptığı ziyarette fazlasıyla yorulur ve Güney Fransa’daki Marsilya şehrinde 9 Ocak 1905 tarihinde ölür.

Başkent genelinde yapılan afişlemeler “Paris halkı, Louise Michel öldü.” diyerek bu acı kaybı herkese duyurur. Paris Polis Komiseri cenaze töreni için 10.000 polisi görevlendirir. Tabutu Marsilya’dan Paris’e getirilir, 22 Ocak 1905’te Paris’teki Gare de Lyon istasyonundan Levallois-Perret Mezarlığı’na kadar 120.000 insan bu tabutun ardından yürür.

Aynı gün, Rus Devrimi’nin habercisi olan olayda, çar birlikleri St. Petersburg’daki Kışlık Saray önünde toplanan göstericilere ateş açar. Louise Michel’in mirası hâlâ yaşamaktadır.

Nic Maclellan
Melbourne, Avustralya
Mart 2004

[Kaynak: Rebel Lives: Louise Michel, Yayına Hz.: Nic Maclellan, Ocean Press, 2004, s. 1-23.]