29 Eylül 2017

, ,

Nurlu İnsanlar


1935’te İngiltere-İran Petrol Şirketi’ne bağlı araştırma yürüten bir jeolog, üzerinde çivi yazısı olan bir kil tablet bulur. Sonradan BP olan şirketin bu çalışanı “Nurlu İnsanlar” isminde bir kitap yazar. İkinci kitabında konuya devam eden bu kişinin iddiası, ilk medeniyetlerin uzaydan gelmiş özel varlıklar eliyle kurulduğu üzerinedir. Bu nurlu insanlar, geri kalmış coğrafyayı ilerletmişlerdir. Çünkü oradaki insanların bunu yapma imkânları yoktur. Aslında BP şirketi, kendi çalışanının ağzından, “İran'da sizi ilerletmek, medenileştirmek için bulunuyoruz” demektedir.

Bu arkeoloji okuması, doğrudan emperyalizmin ve sömürgeciliğin uzantısıdır. O BP’yi ülkeden kovan iradenin gericiliğe ve nura düşman olarak kodlanması tabii ki kaçınılmazdır. Bu akla göre, ilkel toplumların kendi iradeleri ve dinamikleriyle gelişme kaydetmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla, aslında verili emperyalist ilişkilere dair bir güzelleme çabası olarak, arkeoloji ve tarih okumaları her dönemde devreye sokulmuştur.

“Nurlu İnsanlar” kurgusu, bir açıdan bölgede Alevilere de inandırılmaya çalışılan bir hikâyedir. Avrupa’ya göç etmiş Alevilere geri kalmış çorak toprakların gülü muamelesi çekilmekte, etin sütünden faydalanılmaktadır. Artık hiçbirisi, Hz. Ali’yle veya Kerbela ile bağını görmeyecek noktadadır. Onlar, nereden geldiği belli olmayan, uzaylı, nurlu ve ışığın taşıyıcısı bir kavimdir artık. Çünkü “Alevi” sözcüğü Ali’den değil, alevden ve nurdan gelmektedir!

Ve tabii ki o nurun akışı, Kerbela gibi bir kılıç darbesine maruz kalmış olamaz. Kerbela’nın artık Alevi inancıyla hiçbir alakası yoktur. “Sonsuza bağlanalım” derken, sonlu olan bir zulmün bayrağına yapışılmıştır. Kültürel bir öğeye indirgenmiştir ve kavganın boyası dökülmüştür.

“Fransız devriminden önce tarih mümkün değildi” ve “modern dönemden önce sosyalizm mümkün değildi” tezleri de aynı sömürgeci fikriyatın çıktısıdır. Bugün, bir ölçü ve ölçek olarak tarihe yansıtılmakta, geçmiş bugüne göre yeniden kurgulanmaktadır. Self servis masası karşısında duran müşteriler, tarihten dilediklerini alabileceklerini zannetmektedirler. Bugündeki çıkarlar, geçmiş olaylarda dil bulmaktadır.

Dolayısıyla sosyalistler, “önce modern ve aydınlanmış olmak gerekir” diyerek, sosyalizm mücadelesini her an askıya almaya yazgılıdırlar. Burjuva siyaset denilen bataklık onları içine çekmektedir. Bunlar, Marx’sız Marksizme, Lenin’siz Leninizme programlanmışlardır. Her ikisi de belli bir coğrafyadaki kitlelerin iç dinamiklerine ve iradelerine güvenmemek noktasında ortaktır. Kitle, kadro anlayışları, bu modern ve aydınlanmış, özel cemaatin dişine uygun kişiler bulmak üzerine kuruludur.

Egemenler, kendi nurlarını yaymaları karşılığında diyet istemektedirler. Marx, Lenin gibi isimler bu minvalde kurban edilmektedir. Akışı bozan ne varsa tasfiye edilmek zorundadır. Kerbela unutulmaya mecburdur. Nekbe, Enfal, Halepçe… dipnotlardan bile silinmelidir. Pazarın salahiyeti bunu emretmektedir.

Solun bu silme ve silikleşme pratiğinde belirli bir rol üstlenmek istediği açıktır. “Milliyetçilik de dincilik de size kalsın, sınıf bizim, sol bizim” nakaratları bu yüzden dile pelesenk edilmektedir. Sanki sınıf ve sol, milli ve dini olandan azadeymiş gibi bir dil tutturulmaktadır. Zaten öyle olması istenmektedir, suya sabuna dokunmayan, her şeyi flulaştıran, silikleştiren bir sol elzemdir. Kendisinden istenileni yapmaktadır. Arap Baharı sonrası “marksizmle ve Sovyetler’le kirlenmiş bir İslamcılık vardı, artık ondan kurtuluyoruz” diyenlere karşılık, aynı lafları eden bir sol icat edilmektedir. Geçmişin tüm çentikleri bariyerdir, tüm kılıç darbeleri acıdır. Unutmak, bugünün fetvasıdır.

Oysa şu bilinmelidir: Bugünkü direniş ateşini Kerbela’daki direnişle harlamayan, nafiledir. Çentik atmayan, kılıcını sallamayan, unutulmaya mahkûmdur.

Eren Balkır
29 Eylül 2017

18 Eylül 2017

Tarihten Bugüne Kalan

İngiltere'nin muhafazakâr aklının yankısı sayılabilecek The Sunday Telegraph, Nick Holdsworth imzasıyla 2008'in Ocak ayında Moskova merkezli bir tarihî belgeyi haber olarak okurlarına sundu. Bu habere göre, “Stalin, 2. Dünya Savaşı’ndan hemen önce, Britanya ve Fransa ile anlaşabilseydi, Hitler’i durdurmak için bir milyon asker göndermeyi öneriyordu.”

Hitler’i sınırlamak için askerî güç önerisi üst düzey Sovyet delegasyonu tarafından Britanya ve Fransa’nın üst düzey subaylarına 1939’da savaş başlamadan 2 hafta önce Kremlin’de sunuldu.

Kopyaları, The Sunday Telegraph tarafından görülen yeni dokümanlar, eğer Kızıl Ordu’nun Polonya topraklarında ilerleyişine yönelik itirazların üstesinden gelinmesi durumunda, Stalin'in generallerinin, muazzam sayıda piyade, top ve hava indirme kuvvetini sevk edebileceklerini söylediklerini belgeliyor.

Fakat buna karşılık Britanya ve Fransa kanadı (delegasyon hükümetleri adına konuşmaya yetkili olmasına rağmen anlaşma yapmaya yetkili değildi) 15 Ağustos 1939’daki Sovyet teklifine cevap vermedi.

İngiltere ve Fransa'nın Nazi Almanya'sıyla savaşmayı hesap etmediği görülen bu haberde, Sovyetler Birliği’yle savaşması için yönlendirilmeye çalışıldığını varsaymak da gerekir, haberin bu yanı Faşizmin yayılması ve 2. Paylaşım Savaşı tarihinin tartışmalarına güçlü bir ışık tutuyor. Bilindiği üzere, gerek Sovyet ve yine gerek Stalin karşıtı söylevin beslendiği temel argüman, Ağustos'un 23'de imzalanan Sovyet -Alman saldırmazlık paktı (Molotov-Ribbentrop Paktı) olagelmiştir. Öncesi ve sonrasını yok sayarak buradan hareket eden burjuva söylevi ile “somut durumun somut tahlilinden” azade kimi “sosyalistler”in argümanı hâline dönen bu söylevin gerçeklikle bağını burjuva demokrasisinin önde gelen iki devletinin Nazi Almanya’sıyla savaşmaya gönüllü olmadığını göstererek çürütüyor haberin bu tarafı. Oysa ki başta Stalin olmak üzere nice Sovyetler Birliği ile Komünist Parti'nin yöneticileri bu durumu açıklamıştı. Fransa ve İngiltere'nin belgede açığa çıkan tavrı, ilk elden milyonlarca insanın ölümüne ve büyük bir paylaşım savaşına, dolaylı olarak da atom bombalarına kapı açtı.

Haberin güncel sorusuna gelelim: Bugün de yerküremizin önemli merkezlerinde Faşizmin semptomları görülüyor. Kimisindeyse finans kapitalin en cani depresif saldırganlığıyla karşı karşıyayız. Bu semptomları sınırlandırmak, baskılamak için Merkel-Macron ailesinden umut beslemek ne kadar gerçekle ilişkili?

Oğuzhan Aykut Ekşioğlu
18 Eylül 2017

§ § §

Britanya ve Fransa Anlaşmayı Kabul Etseydi Stalin
Hitler’i Durdurmak İçin
Bir Milyon Asker Göndermeyi Planlıyordu


Stalin, 2. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Hitler’in taarruzunu önlemek için Alman sınırına bir milyondan fazla asker göndermeye hazırlanıyordu.

Neredeyse 70 yıldır gizli olan belgeler gösteriyor ki Sovyetler, Britanya ve Fransa ile bir anti-Nazi ittifakı oluşturmak için güçlü bir askerî kuvvet göndermeyi önerdi.

Bu tür bir anlaşma 20.yüzyıl tarihini değiştirebilirdi, Hitler’in Stalin’le paktını önleyebilir, böylece Almanya’nın diğer komşularına rahatça savaş açıp ilhak etmesine imkân vermezdi.

Hitler’i sınırlamak için askerî güç önerisi, üst düzey Sovyet delegasyonu tarafından Britanya ve Fransa’nın üst düzey subaylarına, 1939’da savaş başlamadan 2 hafta önce Kremlin’de sunuldu.

Kopyaları, The Sunday Telegraph tarafından görülen yeni dokümanlar, eğer Kızıl Ordu’nun Polonya topraklarında ilerlemesine yapılan itirazların üstesinden gelinirse Stalin’in generallerinin sevk edebileceğini söylediği muazzam sayıda piyade, top ve hava indirme kuvvetlerini gösteriyor.

Fakat Britanya ve Fransa kanadı (delegasyon hükümetleri adına konuşmaya yetkili olmasına rağmen anlaşma yapmaya yetkili değildi) 15 Ağustos 1939’daki Sovyet teklifine cevap vermedi. Bunun yerine Stalin Almanya’ya döndü ve yaklaşık bir hafta sonra Hitler’le kötü şöhretli saldırmazlık anlaşmasını imzaladı.

İki ülkenin dışişleri bakanlarının ismi ile anılan Molotov-Ribbentrop paktı Nazilerin Polonya’ya saldırmasından sadece 1 hafta önce, 23 Ağustos’ta imzalandı, dolayısıyla savaşın kıvılcımı çakılmış oldu. Fakat gizliliği kaldırılmış 700 sayfalık dokümanı çözümleyen Rus dışişleri istihbarat servisinden emekli Tümgeneral Lev Sotskov’a göre, batılı müttefik güçler Stalin’in teklifini kabul etseydi, Hitler Polonya’yı işgal etmeyecekti.

“Britanya’nın muhafazakâr başbakanı Neville Chamberlain ve Fransızlar geçen yıl Münih anlaşmasıyla Çekoslovakya’yı Alman saldırganlığına teslim etmesinden sonra dahi bu kurdu boğazlamamız için son şansımızdı” diyor General Sotskov.

Gizliliği kaldırılan toplantıda Savaş bakanı Mareşal Voroşilov ve Kızıl Ordu Genel Kurmay Başkanı Boris Shaposhnikov tarafından yapılan Sovyet teklifi savaş durumunda Alman sınırına her birinde 19 bin asker bulunan 120 piyade bölüğü, 16 süvari bölüğü, 5 bin parça ağır top, 9.500 tank ve 5.500 kadar avcı ve bombardıman uçağı yerleştirilebileceği yönündeydi. Fakat Britanya delegasyonunun lideri Amiral Sör Reginald Drax, Sovyet mevkidaşlarına konuşmak için yetkili olduğunu, anlaşma yapmak için yetkili olmadığını söyledi. Sovyet istihbarat teşkilatına 1956’da katılan General Sotskov “Birlikte 300 ya da daha fazla bölüğü Almanya’ya karşı 2 cephede sahaya sürebileceğimizi duyduklarında Britanya, Fransa ve müttefikleri Polonya ancak teklifimizi ciddiye aldılar. Bu sayı o zaman Hitler’in gücünün 2 katıydı.” “Bu dünyayı kurtarmak ya da en azından kurdu ilerlediği yolda durdurmak için bir şanstı.” Almanya’nın batısında Nazilere karşı Britanya’nın ne kadar asker yerleştirebileceği sorulduğunda Amiral Drax savaşa hazır yalnızca 16 bölüğünün olduğunu söyledi. Sovyetler, Britanya’nın savaş hazırlığındaki yetersizliği konusunda hayrete düştü.

Sovyetlerin Britanya ve Fransa ile anti-Nazi paktı oluşturma girişimi gayet iyi biliniyor. Bunun ötesinde Moskova’nın hazırlıkları şimdiye kadar açığa çıkmamıştı. Çok satanlardan Genç Stalin ve Stalin: Kızıl Çar’ın Sarayı kitaplarının yazarı S.S. Montefiore’ye göre, ortaya çıkan belgelerde batılı tarihçilerin bilmediği birçok detay olduğu aşikâr.

“Stalin’in teklifinin ayrıntıları bilineni pekiştiren niteliktedir. Britanya ve Fransa 1939’da 2. Dünya Savaşı’nı çıkaran Alman saldırısını önleyecek büyük bir fırsatı kaçırdı. Bu gösteriyor ki Stalin teklifini sunarken farkettiğimizden daha ciddiydi.”

Çoğu insana göre, savaştan önceki 12 ayı tanımlayan izahat niteliğindeki Savaş Nasıl Geldi kitabının yazarı Prof. Donald Cameron Watt’a bakılırsa detaylar yeni, fakat kendisi toplantılarda konuşulduğu söylenen iddialara şüpheli yaklaşıyor. Watt, “Drax’ınki dâhil 2 İngiliz ve bir Fransız’ın aynı dönemde kaleme alınmış üç günlüğünde bu ayrıntılara rastlanmıyor” diyor ve ekliyor: “Şahsi kanaatim Ruslar ciddi değildi.”

1938’in başından savaşın çıktığı 1939 Eylül’üne kadar olan dönemi kapsayan gizliliği kaldırılan arşivler gösteriyor ki 1938’de Çekoslovakya Alman azınlığın yaşadığı Sudetenland’ın Hitler’e teslim edilmesi tavizini veren Britanya ve Fransa üzerindeki emsalsiz baskıyı Kremlin de biliyordu. “Britanya ve Fransa arasındaki ilk gizli toplantılardan beri bu taviz sürecinin her aşamasının detayını ve tam olarak ne olup bittiğini tamamen anlıyorduk.” diyor Gen. Sotskov.”Bu tavizlerin Çekoslovakya’nın Sudetenland’ı teslim etmesi ile son bulmayacağı çok açıktı. Hitler ülkenin geri kalanını parçalarken ne İngilizler ne de Fransızlar parmaklarını dahi kıpırdatabildiler.”

Stalin’in kaynakları, General’e göre, Avrupa’daki Sovyet dış istihbarat ajanlarıydı ama Londra’da değillerdi. “Belgeler bu ajanların tam olarak kimler olduğunu söylemiyor fakat bunlar muhtemelen Paris ya da Roma’daydı.”

1938’de kötü şöhretli Münih Anlaşmasından kısa bir süre önce (Anlaşmada Neville Chamberlain, Britanya başbakanı etkili bir şekilde Sudetenland’ı işgal etmesi için Hitler’e müsaade etmiştir.) Çekoslovakya başbakanı Euard Benes daha ileri bir Alman müdahalesiyle karşılaşması durumunda ülkesinin Sovyetler’le yaptığı askerî anlaşmaya başvurmaması için kesin olmayan bir madde olmadığını söyledi.

“Chamberlain günün kaybı olarak Çekoslovakya’nın verildiğini biliyordu ve Eylül 1938’de Münih’ten elinde Hitler’in imzası olan bir parça kâğıtla döndü.” diyor Gen. Sotskov.

Nazilerin Çekoslovakya’ya yürümesinden 5 ay sonra Ağustos 1939’da İngiliz Fransız delegasyonu ve Sovyetler arasındaki çok gizli tartışmalar Nazi saldırganlığı karşısında ümitsizlik ve acizliği öneriyordu.

Sınırında, sınırı geçebilecek ve Alman ordularıyla karşı karşıya gelebilecek muazzam Rus ordusu bulunan Polonya böyle bir ittifaka karşıydı. Britanya Sovyet güçlerinin verimliliğinden şüphe duyuyordu. Çünkü geçen yıl Stalin, binlerce Kızıl Ordu komutanını tasfiye etmişti. Bu belgeler, Rus tarihçiler tarafından Stalin’in Hitler’le olan tartışmalı paktını açıklamak için kullanılabilir. Pakt, kötü şöhretli bir diplomatik menfaat örneği olarak kalacaktır.

“Açıktır ki Sovyetler yalnız kalmıştır ve Almanya ile saldırmazlık anlaşması imzalayarak göz göre göre gelmekte olan savaş için zaman kazanmak ve hazırlanmak zorunda kalmıştır.” diyor General.

21 Ağustos’ta görüşmeleri tekrar başlatmak için ümitsiz bir Fransız girişimi reddedildi, bu sırada gizli Sovyet-Nazi görüşmeleri çoktan ilerlemişti. Yalnızca iki yıl sonra Haziran 1941’de Hitler’in Rusya’ya Blitzkrieg saldırısını takiben Stalin’in aradığı batı ittifakı sonunda geldi. Bu zamana kadar Fransa, Polonya ve geri kalan Avrupa’nın çoğu çoktan Alman işgali altındaydı.

Nick Holdsworth
Moskova
Çeviri: Oğuzhan Aykut Ekşioğlu
18 Ekim 2008
Kaynak

17 Eylül 2017

,

Ali Şeriati'nin Mektubu


Ali Şeriati, Medeniyet ve Modernizm adlı kitabında şöyle bir olay anlatır. Mısır ziyaretinde piramitleri görmek ister. Büyük heyecan içinde rehberi dinlemektedir. Piramitlerin yapımı için 800 milyonu aşkın taş kütlesi 980 millik yoldan köleler tarafından taşındığını duyunca şaşırmaması imkânsızdı. Hem de bu taşlar firavun cesetleri için mezar yapılsın diye taşınmıştılar. Duvarlarda göze çarpan ufak tefek taşlar da vardı. Nedir bu taşlar sorulunca rehber önce ‘hiç’ der, sonra onların köle kemiklerinin gömüldüğü yerler olduğunu söyler. Köle oldukları için öyle değersizlermiş ki bir hendeğe yüzlercesi birden gömülmüş. Ölmeyenlerse taşları taşımak için yaşıyormuş.

Sonra kölelerin toplu mezarları önünde durur şehit. Rehber de şöyle der: ‘Ruhları da bedenleri gibi köle olarak kullanılsın diye böyle yapılmış.’ Sonrasını isterseniz Şeriati’den dinleyelim:

Rehberin beni yalnız bırakmasını istedim. Mezarların yanına varıp oturdum, bu hendeklere gömülen insanları öylesine yakın hissediyordum ki kendime. Aynı ırktanmışız gibi geliyordu bana. (…) Yeniden baktım piramitlere, bütün görkemli görünümlerine rağmen öylesine yabancı ve uzaktım ki onlara! Tarih boyunca benden önce gelenlerin kemikleri üzerine yükselen büyük medeniyet anıtlarına karşı korkunç bir nefret duydum. Benden öncekiler Çin Seddi’ni de örmüştüler. Sırtlarına yüklenen yükü taşımayanlar ağır taşlar altında ezilerek taşlarla birlikte duvarlara kondular. Medeniyet anıtları işte böyle atalarımın et ve kemikleri pahasına yapıldı.

Lanetledim medeniyeti. Binlerce yıl atalarıma yapılan zulme karşı içimde nefret ateşi yanmaya başladı. (…) Gezim bitince onlardan birisine bir mektup yazdım. Geçen beş bin yılda neler oldu, bitti anlatmak istiyordum. Hangi şekilde ve ad altında olursa olsun kölelik yine vardı yine sürüp gidiyordu.

Oturdum şunları yazdım;

Ne bizi bilen ne de bizim bildiğimiz insanlara karşı savaşlara sürüklediler bizi. Hiçbir zaman küçümsemediğimiz insanları öldürmeye zorlandık. (…) bir düşünüre göre bir savaş, birbirlerini tanımayan fakat birbirlerini çok iyi tanıyan insanlar adına iki grubun yaptığı harplerdir. Bizi savaşa zorlayanlar öldürmeye ve öldürülmeye zorladılar. Eğer zafer kazanılırsa başkalarıydı ganimete konan, biz değil.

Ey dostum! Sen öldükten sonra büyük değişiklikler oldu. Firavunlar görüş değiştirdi. Sevindik buna. Önceden beden korunursa ruhun bedenle ilişkisini sürdüreceğine inanılıyordu. Bundan dolayı büyük fakat azap veren binaları yaptırıyorlardı bize. Ama şimdi akıllandılar. Ölümü düşünmüyorlar artık. Mezar yapmak için taş yapmaktan kurtuldum.

Ey dostum! Ne yazık ki, bu mutlu haberin ömrü kısa sürdü. Sen bu dünyadan göçtükten sonra bizi işçi yapmak için yeniden geri döndüler. Yine ağır yükler taşımak zorunda kaldık, fakat mezarlar için değil. Süs ve gösteriş olsun diye, saraylar için.

Ümitsizdik ama yeniden yaşamak için ümit ışığı belirdi. Büyük yol göstericiler, rehberler geldi dediler; Konfüçyüs, Budha…

Konfüçyüs’e inancımız tamdı. Çünkü insan ve toplum sorunlarına el atmıştı. Ama o da prenslerin dostu oluverdi. Zaten bir prens olan Budha bizi terk etti. Dünyayı ve nefsini bir yana bırakıp ulûhiyette yok olmak mertebesine ermek için kendi içine döndü. Biz bilmiyoruz bu mertebenin nerede olduğunu. (…)

Ey dostum! Sen mezarlar için kurban edilirken, biz saraylar için kurban edildik. (…) Senden sonra binlerce yıldır yaşıyorum. Dostlarımın çektiklerine hep tanık olduğumdan ‘tanrıların’ kölelerden hep nefret ettiğini hissetmeye başladım. Din kölelik düzenini kuvvetlendiriyor gibiydi. Aristo gibi zeki insanlar bile tabii olarak bazı insanların köle, bazılarının da yönetici olmak için doğduğunu ileri sürüyordu. Artık köle olarak doğup, kaderimin köle kalmak olduğuna inanmaya başlamıştım.

Böylesi bir ümitsizlik içinde yüzerken dağlardan ‘Allah tarafından gönderildim’ diyen bir insanın indiğini öğrendim. Yeni bir aldatma veya yeni bir zulüm metodu mu acaba diyerek titredim. ‘Yeryüzündeki zayıf köle ve yoksul insanlar için merhametli Allah gönderdi beni’ diyordu. Hayret, hâlâ inanamıyordum. Doğru olabilir miydi? Allah kölelere sesleniyordu, kurtulacaklarını, önderler ve yeryüzünün varisleri olacaklarını müjdeliyordu.

Kuşkularım vardı. O da Çin, Hindistan vs. ülkelerin sözde peygamberlerindendir diye düşünüyordum. İsmi Muhammed’di (s.a.v.). Şu dağların ardında koyun güden bir yetim olduğunu söylemişlerdi bana. Nasıl da şaşırdım! Neden Allah peygamberini çobanlar arasından seçsin ki. Hem ataları da peygambermiş ve hepsi de çobanmışlar. Sevinç ve şaşkınlıktan ağzımı açamaz oldum. Allah peygamberini bizim sınıfımızdan mı seçmişti?

Dostlarımı çevresinde gördüğümden izlemeye başladım onu. Peşinden gidenlerin bazıları şunlardı; Bilal; bir köle; annesi babası Habeşistanlı olan kölenin oğlu, Selman; köle olarak alınıp satılmış, İranlı evsiz bir kişi. Ebu Zerr; çölden isimsiz ve yoksul bir yoldaş ve son olarak da Salim; Huzeyfe’nin hanımının kölesi ve önemsiz siyah bir dost.

Muhammed’e (s.a.v.) inanıyorum. Çünkü sarayı çamurdan yapılmış birkaç odadan ibaretti. Yükleri taşıyan ve odaları yapan işçilerden biriydi. Avlusu odundan ve hurma ağacının yapraklarından yapılmıştı. Onun sahip olduğu şeylerin tamamı buydu. O’nun sarayı buydu. (…) Ne tuhaf! 5 bin yıl sonra bir insan bulmuştum. Allah’tan söz eden, efendiler için değil, köleler için. Dünyayı ve nefsini bir yana atmak, köşesine çekilip ulûhiyete katılmak ve insanları aldatmak için değil, insanlığın refah ve mutluluğu için dua ediyordu. Bütün dünya için çalışan bir insan bulmuştum. Adildi, kuvvetliydi. Gerekirse kızını bile cezalandırabilecek kadar. (…)

Ey dostum! Evrenin yarısını, belki de tamamını kontrol altında tutan bir düzenin egemen olduğu bir toplumda yaşıyorum. İnsanlık yeni bir kölelik kalesine sürülüyor. Hem ne kadar fiziki kölelik değilse bile, sizinkinden daha kötü bir kaderimiz var. Düşüncelerimiz, kalplerimiz ve irade özgürlüğümüz köleleştirilmiş. Sosyoloji, bilim, sanat, eğitim, seks özgürlüğü, kazanma özgürlüğü, sömürü sevgisi ve kişi sevgisi adına hedeflere inanma, insani sorumluluklara inanma ve kendi düşünce ekolüne inanma, hepsi tamamen kalbimizden çekilip alındı. Düzen içinde ne konursa alan, boş kalplere çevirdi bizi!

Şimdi, parti, kan, toprak ve düzene karşı düzen adına öylesine bölünüyoruz ki her birimizden daha kolay yararlanabilsin. Onun izleyicileri, yani kendi düşünce ekollerinin peşinden gidenler, birbirlerine karşı savaşa itiliyor. Neden? Bütün dünyanın etkisiyle birbirlerini düşman olarak mı görmek zorundalar. Biri dua için ellerini açar, diğeri ikisini birden kapatır. (…)

Düşüncelerimiz sürgüne gönderiliyor, kendileri koruyucular oldu…

* * *

İşte böyle diyor Şehit Ali Şeriati. Yine kandırıldık ve uyutulduk ve köle olduk. Özgürlüğümüzü bize veren dinimizi öylesine farklı yaşıyoruz ki. Saray değil bir çamur evde yatan peygamberlerden sonra bazı sıfatlar adı altında saraydan emirlerle yaşamımızı değiştirip dinimizi unuttuk. Peygamber hiç rahat yünlü yatakta yatmamışken, ümmeti “ümmet” diye geceleyin gözyaşı dökerken, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar zulümle savaşırken, bizler de bir başka düzenin köleleri olduk. İslam’ın bize verdiği kölelikten halife olma sıfatını biz halifelikten köleliğe çevirdik. Sistemin çarklarını kırması gereken bizler, sistemin çarkları arasında eridik. Sonra biz de ya kendimize saraylar yapmak için mala ya da başkasına saraylar yapmak için bazılarına köle olduk.

İslami Vahdet

13 Eylül 2017

,

İştirakçi Hat

Devrim Nasıl Muzaffer Oldu [Alisa Ivanova Poret]

Muhtemelen 80 darbesini yönetmek için, görevli olarak gönderilmiş olan büyükelçi, “Asyalı ve İslamî gelenekler, hâlen daha taşrada derin köklere sahip, ama Cumhuriyetçi Atatürkçülük de köklü”[1] diyor. Onca zaman sonra Enver Aysever, “din denilen saçmalığı öğrenmenin hem yararı yok, hem de çocuklarda ruhsal yara açıyor”[2] tespitinde bulunuyor. İkisi, gayet uyumlu. Asyalı ve İslamî olana düşmanlık, o ABD büyükelçisinin emri. Aysever, o emri yerine getiriyor.

Aslında AKP de o büyükelçilikle uyumlu. Sofranın sahibi, sofraya çağırdıklarına “öküz” olarak muamele ediyor, ama birlikte kaşık sallıyor. Kapıdaki hizmetçiyi, uşağı, tarlada çalışanı, fabrikada işleyeni kimse umursamıyor. Fırsatını bulmuşken birileri, “saçmalık, cahillik, gericilik” laflarını tespihine dizip gün boyu çekiyor. Kentin kontrolü/disiplini ile taşranın kontrolü/disiplini, farklı ellere muhtaç. Bu ellerin rekabeti, yerinde bir politik müdahaleyi asla koşullamıyor. AKP’nin kontrol ve disiplindeki rolüne yönelik eleştiriye, bir kısım solun kontrol ve disiplindeki rolüne yönelik eleştiri eşlik etmeli.

* * *

Metin Çulhaoğlu ise bu ortamda “Bu ülkede, ‘üzerine gelmek’ zorunda kaldığımız İttihatçı ve İtilafçı akımlar, kendi uzantılarıyla ülkenin düşünsel ortamında hâlâ etkili”[3] buyuruyor ve sosyalistlerin alan açamadığından yakınıyor. Dönüp bakmıyor geçmişine: o geçmiş, ittihatçılardan ve itilafçılardan rol, mevki ve güç dilenmekle malul. Ayrıca “üzerine gelmek” ne demek? Uzaydan mı geldin? Boşlukta mı doğdun? Sen, zaten onların eserisin!

Bugün artık Milli Mücadele’nin Kemalizmi ilerici görülüyor, en anti-kemalist, anti-modernist kesimlerce bile. O ilericilik, Suphilerin, Çerkes Ethem’in, Nâzım Bey’in, Halk İştirakiyyun’un tasfiyesi ile alakalı. O tasfiye sayesinde Kemalizm ilerici etiketine kavuşuyor. Çünkü tasfiye ettiği dinamiklerin teorik ve politik mevzilerini ele geçirerek ilerliyor.

THİF, çıkış sürecinde köylülüğü örgütlemeye meylediyor, yıllarca Mete Tunçay’ın sunduğu resmi tarih, solculara Moskova’nın THİF’i değil, TKP’yi önemsediğini öğretiyor. Bulaşık görülüyor, THİF.

Aynı şekilde Ankara halkı da yeni gelen ve meclis kuran mebuslara “bulaşık” diyor. “Bulaşık”, bir anlamda “Bolşevik” demek oluyor. Garip bir trajedi: üç ay içerisinde tüm bu dinamikler tasfiye ediliyorlar. Çerkes’in tasfiyesi haberini alan Suphi, “maceracı, kendini bilmezin tekiydi” diyor Çerkes için. Birkaç ay sonra aynı laflar kendisi için kullanılıyor.

* * *

Bugün de İslamî muhalefetin diline yönelik benzer türden laflar sıralanıyor. Oysa bugün anlaşılıyor ki 2007’de devletin, yani ABD büyükelçisinin “cumhuriyetçi Atatürkçülüğü” bir hamle yapmış. Cumhuriyet gazetesinin “tehlikenin farkında mısınız?” sorusuna bugün tüm sosyalistler, Marksistler de dâhil, herkes “Eveeet!” diye cevap veriyor. Masa başında kadrolara, “bu Kemalistleri sosyalist yapabiliriz” yalanları söyleniyor. Buna uygun olarak, sosyalizm de Marksizm de fikir ve eylem temelinde inceliyor, kıvama getiriliyor. Kontrol ve disiplin, onlar için de devreye sokuluyor.

Ortada bildirdikleri türden bir tehlike yok. Erdoğan da Fethullah da bir davanın kavgasını verecek kişiler değil. Devlet, bunu çok iyi biliyor. Ama korku salınması, kitlelerin kontrol ve disiplin altına alınması gerek. Ülke içindeki krize, 2008 krizi eşlik ediyor. Kontrol ve disiplin için sağa ve sola ayar çekiliyor.

Suriye Savaşı’nın planları da o günlere dayanıyor. Bugün Esad’cılık yapanlar, Ahmet Necdet Sezer eliyle başlatılan Suriye görüşmelerinin birer uzantısı. Aynı işi sürdüren AKP hükümeti ise kendisine ait başka uzantılar çıkartıyor, hepsi bu.

* * *

Ama İtilafçılık ve ittihatçılık karşısında iştirakçilik var. Tarihsel birikim kesintili ilerlemiş. Her çatlakta, her kopuşta, burjuva siyasetinin her tıkanmasında iştirakçi siyaset, gerisin geri burjuva nizama ve fikriyata boyun eğdiriliyor. Tartışmalar bununla ilgili. Bir yönüyle siyaset, yukarıdakilerle pazarlığa indirgenmiş durumda.

ABD’de solun ana gündem maddesi, insan hakları hareketi ve zencilerin beyazlarla eşitliği meselesi. Vietnam Savaşı ile birlikte ordunun askere ihtiyacı oluyor, askere alınan zencilerin ağzına bir parmak bal çalınıyor ve hemen eşitliği güvence altına alan yasa, 1965’te çıkartılıyor.

Askerî tarih, politik tarihi biçimlendiriyor. Bu noktada burjuva siyasete kul olmuş solcular boşluğa düşüyorlar, krize giriyorlar.

James Baldwin’in[4] de dile getirdiği gibi, siyah hareket bu tıkanmayı İslamîleşerek aşıyor. Özellikle siyah hareketi kontrol ve disiplin altına alma amacıyla FBI, COINTELPRO ismiyle bir çalışma yürütüyor, hatta siyahların devrimcileşeceğini öngörerek, silâhlı örgüt bile kuruyor.

* * *

Devlet aklı bu, birbirlerinden öğreniyorlar. Kontrol ve disiplin, burjuva siyasetinin ruhu. İslamî olana yönelik saldırı, 2007’den beri yürütülen bu siyasetin bir çıktısı. Birilerine, “burada size ekmek var” denmiş ve sırtları sıvazlanmış. Devletin görevi bu. Sol, o siyahları Müslüman yapan şeye düşman. Dolayısıyla siyah olana düşman.

Sosyalistlerin alan açamadığından yakınan Çulhaoğlu, açıktan yalan söylüyor dolayısıyla. Çünkü bugün kendi gençleri, cumhuriyet bekçiliğini solculuk zannediyorlar. İtilaf ve ittihat arasında tam boy bir sınıf düşmanlığı var diye düşünüyorlar. Oysa iki kesim, perde gerisinde birlikte çalışıyor. Neticede anlaşıyorlar, bazen yöntemler arasında uzlaşmazlık çıkıyor, o kadar. Sosyalistler ise bu anlaşmazlık hâllerinde “acaba bize de ekmek çıkar mı?” diye ağzı açık, eşikte bekliyorlar.

* * *

Baldwin’i yıllar önce İstanbul’da gezdiren isimlerden biri de Gülriz Sururi. Bugünse internette Müslümanlara açıktan küfreden, “geberseler de kurtulsak” diyen, orta sınıfların ruhunu gıdıklayan yazılar yazıyor.

Baldwin’se o günlerde Hristiyan olanın devletleştiğini, Allah’ın siyahîleştiğini söylüyor. Ayrıca önemli bir hususa vurgu yapıyor: “Siyahlar için İslam, ABD öncesini anlatıyor”. Yani İslam, siyahlara ABD’yi önceleyen, geçersizleştiren, boşa düşüren bir zemin sunuyor.

* * *

Sol, itilaf ve ittihat arasında salınacağına, bu topraklardaki iştirakçi damara örgütlenmeliydi. Ama artık bu, mümkün değil. Zira cumhuriyet diye bir kazık var, gerisine düşülemez, onu ilerletmek asli görevdir. Yoksul köylünün, işsizin, alın terini satan işçinin böyle bir derdi var mı diye soran bile yok.

Muzaffer Oruçoğlu, din düşmanlığında tutarlı ise soy ismini de değiştirmeli mesela. “Beni artık Kaypakkaya ile ilgili bir şeye çağırmayın, ben onu aştım” diyen Oruçoğlu da yelkenini bu rüzgârla şişiriyor anlaşılan. Koç ve Sabancı gibileri kendisine yoldaş[5] belliyor artık. Yeni sentez bu olsa gerek.

Çünkü artık kentli orta sınıfların hassasiyetlerine oynamak daha kolay geliyor. Daha doğrusu, özellikle 2007’den beri verilen emre uyuyorlar. Herkes, içtimaya alınmış ve görev yerlerine gönderilmiş.

Bir mitolojiye inanıyorlar sonra. Kurtlar Vadisi’nde anlatılana benzer hikâyelere bağlanıyorlar. Saf, çekirdek, ilerici ve devrimci bir öz grubun perde gerisinde durduğunu ve ülkeyi yönettiğini düşünüyorlar ve ona örgütleniyorlar. Bugün sol örgüt şeflerine, “aynı masada bir generalle mi yoksa elleri nasırlı bir işçiyle mi olmak istersin?” diye sorulsa, generali tercih edecek durumdalar. O nasır ve o işçi, mide bulandırıcı ve aşağılık bulunuyor zira.

* * *

Yükselme kaygısı, artık siyaseti de ele geçirmiş durumda. Devleti önceleyen ve sonralayan hiçbir şeye tahammül edemiyorlar. Mevcut statükoya put gibi tapıyorlar. Sonra da bağıra çağıra “putperest dönem İslam’a göre ilericiydi” diyorlar, “Osmanlı pazarı özgürlükçüydü” (Otonom) diyor bir başkası.

Pazar dedikleri Rum, Yahudi, Ermeni. Bugün bu üç azınlık topluluğu ile ilgilenmelerinin, siyasetlerinin merkezine bu üç dinamiği koymalarının nedeni, onları çok sevdiklerinden değil. Tek değer verdikleri pazar, onların pazardaki yerleri. Rum, Yahudi, Ermeni edebiyatı yapanların, yıllarca define peşinde koşanlardan farkı yok. Tek dedikleri şu: “bu halklar olsaydı, daha zengin olurduk.” Ayrıca Rum, Ermeni, Yahudi, onlar için bu geri kalmış toprakları batıya bağlayan kanallar.

İştirakçi hat, çeşitli momentlerde itilafçıların veya ittihatçıların oyaladığı yoksul dinamikleri keserek ilerledi, ilerliyor. Burjuva siyasete karşı devrimci siyaseti çıkarttığımız durumda o dinamikler bizi, biz de onları göreceğiz. Bunun için devletin çektiği perdeyi yırtmak şart.

Eren Balkır
13 Eylül 2017

Dipnotlar:
[1] James W. Spain, “Türkiye’de Askerî Rejim”, 12 Eylül 2017, İştirakî.

[2] Enver Aysever, “Çocuklarınızın Ruhuna Tecavüz Edilmesine İzin Vermeyin!”, 8 Eylül 2017, Birgün.

[3] Metin Çulhaoğlu, “Demokrasi Kavramını Yerine Oturtmak”, 9 Eylül 2017, İleri.

[4] James Baldwin, “Beyaz Tanrı, Siyah Allah”, 31 Ağustos 2017, İştirakî.

[5] Candan Yıldız, “Muzaffer Oruçoğlu Söyleşisi”, 31 Ağustos 2017, Artı Gerçek.

,

Arjantin’de Devlet Şiddeti


Arjantin sokakları gösterilerin ateşiyle yanıyor. Binlerce insan hükümetin en son geçen ay görülen yerli aktivisti teslim etmesini istiyor. Geçen ay sınır polisi, Mapuche isimli yerli halkı Patagonya’daki topraklarından çıkartmıştı. Bunun sebebi, İtalyan giyim şirketi Benetton’ın bu toprakları hukuka aykırı biçimde mülk edinmesiydi.

Tanıklara göre sınır polisi, Patagonya bölgesinde yolu kapatan Mapuche yerlilerine saldırdı ve 28 yaşındaki Santiago Maldonado’yu zorla bir polis minibüsüne bindirdi. Maldonado, o günden beri kayıp. Arjantin hükümeti bu olayda parmağı olduğunu inkâr etti. Aralarında Plaza De Mayo Anneleri’nin de bulunduğu göstericiler, ülkede devlet şiddetinin o korkunç geçmişi yüzünden, Maldonado’nun hayatı konusunda epey endişeliler.

ABD’nin desteklediği, başında General Jorge Rafael Videla’nın bulunduğu askeri darbe, 1976’dan 1983’e dek uzanan süre zarfında halka zulmetmiş, en az otuz bin kişi katledilmiş, kaçırılmış ve kaybedilmişti. Arkasına Ronald Reagan’ın desteğini alan Videla ve elindeki güvenlik aygıtı, binlerce insana sağcı askerler eliyle işkence etmiş, birçoğunu öldürmüştü.

Santiago Maldonado vakası, Arjantin’de askeri cuntanın geride bıraktığı hatıraları yeniden canlandırdı. Maldonado, General Videla yönetiminin sona ermesinin üzerinden yaklaşık kırk yıl geçtikten sonra başa geçen Cumhurbaşkanı Mauricio Macri döneminde kaybedilen ilk isim. Maldonado’yla uzun zamandır görüşemeyen ailesi onun ölmüş olduğuna inanmıyor. Aile, devletin oğullarının nerede olduğuna dair bilgi vermesini istiyor ve onun hemen geri dönmesini talep ediyor.

Başkan Donald Trump’ın cumhurbaşkanı Macri ile arası son dönemde gayet sıkı fıkı. Bu da Trump yönetiminin yerli toplulukların haklarının kesinlikle güvende olmadığının bir delili. Macri’yle birlikte yayınladığı ortak bildiride ABD hükümeti, iki ülke arasındaki ilişkileri derinleştireceklerini söyledi. Bu ilişki, ABD’nin Arjantin’in uyuşturucuyla savaşında destek verilmesi, sınır güvenliği konusunda işbirliği kurulması ve “rejim değişikliği”ni gerçekleştirmek için Venezuela’nın birlikte hedef alınması gibi ana başlıkları içeriyor.

Arjantin’de halk, ABD destekli “Kirli Savaş” dönemine bir daha asla dönmeme konusunda kararlı. Bunun için net bir hat çizerek, Maldonado’nun devletin askeri aygıtının yeni bir kurbanı olmamasını istiyor.

Rukiye Şemseddin
11 Eylül 2017
Kaynak

,

Gündelikçi Süreyya

Genç Marx filmi, kimi sıkıntılı yanlarına rağmen, değerlendirmeyi hak eden bir film. Ülkede iki kişiden üçünün Marksist olmasına karşın, bu filme dair tek bir eleştiri kaleme alınmamış olması da düşündürücü. İlk mücadele döneminde Marx’ın kavga ettiği kişileri o Marksistlerin kendilerine daha yakın görmeleri daha büyük bir ihtimal. Bugün kim Weitling, kim Proudhon, belli değil. Kim nezaketle mücadeleyi vazediyor, kim soyut kavramlar arkasına saklanıyor, tartışılmalı.

Yavan da olsa filmde “tüm insanlar kardeştir” sözünün yerini “tüm ülkelerin işçileri birleşin” sözünün alışı anlatılıyor. Burjuvazinin saldırısına soyut insan kurgusuyla, sevgi, mutluluk gibi değerlerle ya da peygamber-mürit ilişkileriyle karşılık verilemeyeceğine vurgu yapılıyor. Marx, saflık arayışının, kavganın kirinden kaçma pratiğinin karşısına dikiliyor. Bunları esnaf-zanaatkâr pratiği olarak yargılıyor.

Bizde ise solcular başkalarını “kedi” zannediyorlar. Gündelik Hayata Direnmek adıyla kitap yazan Süreyya Karacabey, “insan, kendisiyle ya da başkalarıyla konuşur, tarihle konuşamaz. Hatta ilkin kendi ruhuyla konuşur, orada ayıklar bütün fazlalıklarını sonra başkasının hayatına yönelir, bir ortaklık tesis edebilmek için” buyuruyor.[1] Özellikle doksanlarda dile pelesenk olan, “önce kendinde devrim yap” lafına ayet gibi sarılıyor. Siyasetin bireyden başladığı imasında bulunuyor. Bu birey, teoriye gelmiyor. Marx’ın söylediği gibi, cehaletin kimseye hayrı olmuyor.

Filmde dile getirildiği biçimiyle, geleceğe dair bir teorik yapı olmaksızın kavga da olmuyor. Teorik mücadele, öngereklilik olarak, kendisini her daim hissettiriyor. O mücadele, bireyin saflığı noktasında fazlalık olarak görülüyor. Dolayısıyla Karacabey gibiler, “bir yandan geleceği geçmişe havale edenlerin yarattığı boğuculuk, öte yandan geçmişi geleceğe havale edenlerin yarattığı müphemlik” diyerek[2], sadece kendisine ait olan bir gündelik hayat mitine sarılıyorlar. Kendi bireysel varoluşunu ve her türden eylemini politik zannetme gafletine düşüyor.

Şimdilerde bu mitin fazla avamlaştığı kanaati üzerinden, direnişe geçtiğinden bahsediliyor. Gezi günlerinde yazdığı yazıda “ne geçmiş ne gelecek” diyen hoca, bugün gündelik hayata direnmekten söz ediyor. Direndiği ana husus, bir vakitler bir panelde “solu ezberlerinden kurtaracağız” diyen Baskın Oran’ın aklındaki mesele. “Boğuculuk ve müphemlik”ten kurtuluşsa, bireyin saflığına dönmekle mümkün. Marx'ın açtığı kılıç yarasını sarmak, liberal bandajlara düşüyor. O liberallerin tek derdi, o kılıcı kırmak.

* * *

O hâlde Selim Temo haklı: “Eskiden taşra cahildi, şimdi merkez de cahil.”[3]

Karacabey, Gezi’yi “birikmiş bir tepki, çok zorlanmış bir sabrın patlaması” olarak değerlendiriyor. Bir akademisyen, bir olayı ancak bireysel alan ve duygular kapsamında inceleyebiliyor. Sonra da “güç isteğine sahip değildik” diyor. Oysa sahada “ait” olduğu “dostluk meclisi”nin o isteği, iradeyi kırmak için uğraştığı biliniyor. Başsız, sonsuz, müşterek bir kavga yaşanırken, ona karşı olanlar, kendi saflıklarını bileyliyorlar. Kirlenmek istemeyenleri çağırıyorlar.

İrade, buradan kırılıyor. Mesele, o gün de “ezberleri bozmak”tı. Kimse o lafı ettiğinde bir devrimcinin ayağa kalkıp Oran’a, “biz, o ezberler için kan döktük!” dediğini anımsamadı. Çünkü o devrimci, Karacabey’e göre, “artık yaşamayan ölüleri referans alan ve şimdi burada olmayan bir hayat vaat eden” biriydi. Kan kirliydi, ezberler onu anımsatıyordu. Burjuvaziye “temiz çocuk olacağım” sözü verilmişti bir kez. Siyaset, sadece laiklik ve ilericilik bağlamında, burjuvazi işini yapmadığı için ona kızıp devletin kucağına, “devlet işini yapmıyor” diye burjuvazinin eteğinin altına sığınmaktan ibaretti.

Dolayısıyla, “Nuriye ve Semih’i çekiştirdikleri” söyleşide “[onların] eylemi, aynı kaderi yaşayan KHK’zedelerin çoğu tarafından marjinal göründü” demesi, bir gerçeği ifşa ediyor olmalı. Karacabey de bir günlük katılım, “dostlar alışverişte görsün eylemi” sonrası, aynı marjinallik tespitini yapıyor aslında, yani o da eylemi marjinal görüyor.

Çünkü o, “masumiyetini yitirmiş, ne için kavga ettiğini çoktan unutmuş, bütün iktidarların negatif imgesi olarak kendini kurmuş insanlara ve örgütlerine” hiç mi hiç inanmıyor. Tek derdinin masumluk, saflık, kirlenmemek, birey kalmak olduğu anlaşılıyor. Hoca, iktidar mücadelesini eleştirirken, mücadelenin kudretini ortadan kaldırıyor.

* * *

Son dönemde sokaklarda başıboş bırakılmış, yığınla kediye rastlanıyor. Bunun nedeni, küçük burjuvazinin o kedilere artık bakamaması ve hiç acımaması. Ondaki ülkeden gitme hâli veya gitme arzusu, bu gerçeğin başka bir tezahürü. Yani okullarından atılan hocalar, çok zahmetli bir iş olan, yabancı üniversitelere girmeye dönük çalışmaları önceden başlatacaklarına, Nuriye ile Semih’e omuz verebilselerdi, odalarını, öğrencileriyle ilişkilerini savunabilselerdi, uzun soluklu mücadele yürüten bu genç devrimcilerin adlarını tam yazamayacak, onları “Nuse” diye anacak kadar üşengeç olmasalardı, mücadeleyi nesnel ve kolektif bir niteliğe kavuşturmak için uğraşsalardı, daha doğrusu, mücadelenin nesnel ve kolektif gerçekliğine örgütlenebilselerdi, bugün çok farklı şeylerden bahsediyor olurduk.  O işten atılan farklı kesimden insanlarla, suyundan, işinden, tarlasından olanlarla buluşmak, bu kadar zor olmamalıydı.

Sosyal medyada “faşizme karşı birleşmeyenler, zindanlarda birleşirler” türünden afili cümleler yazmak bir anlam ifade etmiyor yani. “Laik müfredat” çığlıkları atanlar, dün görmedi Nuriye ve Semih’i, bugün de görmeyecek. Herkes, kendi bir’liğinden, bireyliğinden bakıyor dünyaya. Bu öğütleniyor. Eksik değil, tam olduğu düşünülenden yola çıkılıyor ve yol, kendi’den başka hiçbir yere çıkmıyor. Zaten istenen de bu. Dolayısıyla, eksiğin giderilmesi için verilecek müşterek kavga, daha baştan anlamsızlaşıyor.

Bu açıdan, kapağa kadınlara has, popüler bir Che figürü misali, Ulrike resmi koymakla, başa eşarp sarmakla olmuyor. Gündelikçi kadınların çilesine ortak olmayan, onu saflık mitosunu satmak için kullanan kişilerin o gündelikçi kadınlara hiçbir hayrı dokunmuyor. Kitabını çevirmen emeğini gasp eden bir yayınevinden çıkartanların kendilerine uygun bir yuva buldukları görülüyor. Ama her şeye rağmen, gene de, gerçek gündelikçi Süreyya’lara örgütlenmek gerekiyor.

Gündelikçi Süreyya, Ulrike değil. Onun kavgası, pazarda değer bulmuyor. Ulrike, ellilerde Almanya’nın ABD eliyle Nazi artıklarını devlet kurumlarına yerleştirdiğinin, altmışlarda bizatihi Amerikan sömürgesi olduğunun bilinci ve eylemi. Akademisyen Süreyya arkadaşlarıyla birlikte antifaşizmi ilkel, antiemperyalizmi gerici bularak geri çekildiler. Küçük burjuva malikanelerine yerleştiler. Oraya temizliğe, çocuk bakmaya gelen emekçi Süreyya’lara düşmanlıklarını bileylediler. Bize düşen, burjuva efendileriyle insanlıkta kardeş olmak isteyenlere karşı iki sınıfın varlığını vura vura hatırlatmak.

Eren Balkır
12 Eylül 2017

Dipnotlar:
[1] Nida Dinçtürk, “Süreyya Karacabey Söyleşisi”, 31 Ağustos 2017, Duvar.

[2] Süreyya Karacabey, “Haydi Buradan Gidelim”, 21 Eylül 2013, Taksim.

[3] Selim Temo, “Başkasının Taşrası”, 13 Eylül 2017, Duvar.

12 Eylül 2017

Türkiye’de Askerî Rejim


4 Ekim 1980 Cumartesi günü Washington’dan gelen bir telefonla bana, Başkan Carter’dan General Evren’e iletilmek üzere bir mektubun geleceği bildirildi. Başkan, mektubun generalin NATO Komutanı Bernard Rogers’ı Pazartesi öğleden sonra saat üçte kabul etmeden önce teslim edilmesini istiyordu. Mektubun bu kadar dar bir zamanda teslim edilecek olması, bir açmazı da beraberinde getirdi. Eğer mektubu alıp General Evren’den randevu almak için Pazartesi sabaha kadar beklersem, o randevunun saat üçten önce gerçekleşmesi mümkün olmayacaktı. Diğer yandan, eğer Pazar gününe randevu alırsam, randevu Pazartesi sabah gerçekleşecek ve ben, önemli olduğuna inandığım, Başkan Carter’ın mektubunda değişiklikler yapma konusunda öneri sunup gerekli onayı almaya fırsat bulamayacaktım. Bu noktada başkanlarla ilişki yürütme hususunda “ihtiyat cesaretin parçasıdır” diye düşünerek, General Evren’le Pazartesi sabah görüşmeye karar verdim. Mektup, Pazar öğleden sonra geldi. Hiçbir değişikliğe gerek yoktu, bunu görünce ben de rahatladım.

General Evren’in genelkurmaydaki ofisinde onunla buluşmadan önce yeni özel kalem müdürü seçilen, dışişlerinden genç bir diplomatla buluştum, o noktada Türkiye’nin ilk yeni yurttaşına nasıl hitap edeceğimi bilmediğimi anladım. Geçmişte ona “Paşam” diyordum, ama artık bu ifadenin mevcut koşullarda uygun kaçmayacağı belliydi. Sorduğum soru karşılığında bana “devlet başkanı” dememin daha uygun düşeceği söylendi. Ayrıca General Evren’e “cumhurbaşkanı” dememem gerektiği de iletildi. Generalle bir araya gelince, Carter’ın mektubunu ona ilettim. Evren, gözlüklerini taktı ve mektubu dikkatle okudu, ara sıra yaverine İngilizce bir kelimeyi veya ifadeyi sordu. Evren, en kısa sürede mektuba cevap vereceğini söyledi, ama bu esnada Başkan Carter’a Washington’ın Türk generallerinin darbe dışında bir seçenekleri olmadığı konusuna anlayışla yaklaştıkları için teşekkürlerini iletti. Dediğine göre askerler, ülkeyi mümkün olan en kısa sürede demokratik bir hükümetin başa geçmesini sağlayacaklardı. Bu süre zarfında eleştirilere maruz kalmamayı hak ettiğini söyledi. Yunanistan’ın NATO’ya yeniden katılması konusunda Evren, bunu Türkiye’nin de istediğini iletti. General, Yunanistan’ın NATO’ya yeniden girişini Ege’deki Yunan ve Türk nüfuz sahasının tanımlanması için kullanmayı umduklarını da ifade etti. Sözünü yarıda kesip, Yunanlıların ittifaka katılmasını istedi. Böylece o, Ege’deki komuta ve kontrolle alakalı meselenin çözüme kavuşacağını düşünüyordu.

Ben de cevaben, ABD’deki yetkililerin Türklerin 12 Eylül’de yaptıklarına dair dile getirdikleri değerlendirmelerde olanları eleştirmediklerini, ama en kısa sürede demokrasiye geçilmesinin önemi üzerinde durduklarını söyledim. Türkiye’deki hükümet biçimi bizi doğrudan ilgilendirmiyordu, ama ne var ki NATO, demokratik ulusların teşkil ettiği bir ittifaktı. Kanaatimize göre, Yunanistan’ın NATO’nun askerî koluna en kısa sürede geri dönmesi önemliydi ve bu yeniden katılım, ancak General Rogers Planı ile gerçekleşebilirdi. Eğer General Rogers bu işi başaramazsa, ABD ve Başkan Carter bu işe müdahale edecekti.

General Evren, iki tarafın da birbirini anladığını ifade etti. Bir çay söyledi ve Türkiye’nin “eski günler”i üzerine yarım saat sohbet ettik. Çıkarken, bana ittifakın yeniden tesisi konusunda her şeyi yapacağını söyledi ve iki üç hafta sabretmemizi istedi. Aynen de öyle oldu, 15 gün sonra Yunanistan’ın Rogers Planı uyarınca NATO’ya yeniden katılımı ilân edildi.

General Evren’in bu konuda gösterdiği kararlılık ve verdiği güven, askerî rejimin de ana özelliğiydi. Katlanarak çoğalan belirsizliklerden uzun süredir çile çekmiş Türk halkını da asıl cezbeden, bu özellikti. Türk halkı uzun zamandır, cumhurbaşkanımız olacak mı, eve canlı gidebilecek miyiz, gaz, su, elektrik kesilecek mi, televizyonlarındaki tüpler patlayacak mı, enflasyon amaçlanandan yüksek olacak mı gibi meselelerle uğraşıyordu.

Şurası çok açık ki paşaların işleri yapma ve yürütme tarzları, Washington’ın da beğenisine yol açıyordu. Askerî alımlar üzerinden uzun zaman içerisinde birikmiş borçlar silindi. Güvenlik yardımı programı dâhilinde belirlenmiş silâh ihtiyaçları listeleri hızla ve eksiksiz olarak hazırlandı. ABD-Türkiye Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması ve Millet Meclisi’nin aylar önce hazırladığı “Tutsak Mübadelesi Anlaşması”, Milli Güvenlik Konseyi’nce ve meclis yerine hareket eden Bakanlar Kurulu tarafından onaylandı. Üst düzey Türk subayları, Kıbrıs ve Ege konusunda Yunanlı meslektaşlarıyla bir dizi toplantı düzenlediler.

Ülkeye gelişimden dokuz, askerî darbeden üç ay sonra, Aralık 1980’de rutin istişare toplantısı için Washington’a gidecektim. ABD’ye götürebileceğim en iyi şeyin askerî rejimle ilgili dengeli bir değerlendirme olacağına karar verdim. Rejimin ne yaptığı ve nereye gittiği ile ilgili olarak elçilikte her gün tartışmalar yürütüyorduk. Gittiğimde gördüm ki çıkarımlarımız, Washington’da kimsenin umurunda değildi. ABD’de yapılan 4 Kasım seçimleri sonrası siyasetçilerin çoğu, Ed Muskie, Dışişleri Bakanı Yardımcısı Warren Christopher, Dışişleri Müsteşarı Matthew Nimetz, Avrupa’dan sorumlu Bakan Yardımcısı George Vest ve Savunma Müsteşarı Robert Komer masalarını boşaltmakla meşguldü. Bu isimlerin yerini alacak Reagan yönetimindeki kişiler de daha henüz netleşmemişti.

Zamanla doğru olduğu anlaşıldığı için, burada 1980 sonbaharında Ankara’daki elçilikte yapılan değerlendirmelerden de söz etmem gerek. Darbeden üç ay önce şu soruyu sormuş ve olumlu cevap vermiştik: Askerî darbe kaçınılmaz mıydı? Geriye dönüp baktığımızda bu değerlendirmenin iki temel sebepten ötürü yerinde olduğu görülüyor.

İlk sebep şu: Hükümet süreçleri kesintiye uğramış, asayiş modern bir devletin canlılığını korumasına mani olacak ölçüde bozulmuştu. Kurumların mevcut durumdan çıkma ihtimalleri yoktu, zira 1961 anayasası, meclisin dağıtılmasını veya seçimlerde tek parti çoğunluğunun oluşmasını engelliyordu. Bu sorunu derinleştiren bir husus da CHP lideri Ecevit ile AP lideri Demirel arasındaki derin kişisel husumetti. Her ikisi de güçlü insanlardı. Usta birer siyasetçi olan bu iki lider mahir birer idareciydi aynı zamanda. Esasında bu iki ismi diğer demokratik ülkelerde o dönemde faal olan başka isimlerle kıyaslamak mümkündü: Yunanistan’da Rallis ve Papandreou, Fransa’da Giscard ve Mitterand, Birleşik Krallık’ta Callaghan ve Thatcher, ABD’de Ford ve Carter. Gelgelelim Ecevit ve Demirel, diğer kimi rakip politik liderler gibi birbirlerinden nefret ediyor, birbirlerine asla güven duymuyordu. Aralarında herhangi bir tavizin söz konusu olması bile mümkün değildi, ayrıca her iki taraf da ne yenilgiyi kabul edecek ne de sadık bir muhalefet rolü oynamayı içine sindirecek durumdaydı.

İkinci sebepse şuydu: Türk ordusu, devletin koruyucusu rolüne bağlı olan ve bu rolü içten benimseyen bir yapıydı. Ordu, bu rolü Osmanlı döneminde ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’de iki kez oynamıştı. Bu görev, kendisine Atatürk tarafından verilmişti, Atatürk’ün bizzat sözlü olarak ilettiği bu görevin ABD’de George Washington, Abraham Lincoln veya başka bir başkan tarafından verildiğine hiç şahit olunmamıştı.

Türk olmayanların Türk cumhuriyetinin orduya bahşettiği rolü anlamaları çok zordu. Elçilik, askerî rejimin eylemlerini meşrulaştıran bildirisinde anayasaya yönelik bir başvuru arayıp bulmak için epey vakit harcamıştı. Daha çok ordu mevzuatındaki muğlak bir bölüme atıfta bulunuluyordu. Bu durum, ABD’li yetkililerin biraz canını sıktı. Oysa birçok Türk’e göre bu gayet doğaldı: “Askerlerin gerektiğinde meselelerle ilgilenmesini bizzat Atatürk söylemiş”ti.

Ele aldığımız diğer bir soru da darbenin gerçekten gerekli olup olmadığı ile ilgiliydi. İlk analizimizde alternatif koalisyonlar, Demirel’inki haricinde başka bir azınlık hükümeti ihtimali ve erken seçim çağrısı için gerekli araçların devreye sokulması gibi muhtemel meclis içi seçeneklere odaklandık. Buna da Türkler basit bir cevap veriyorlardı. Paşalar, o süreçte muhtıra verdiler (General Evren’in 2 Ocak 1980 tarihli mektubu ve 13 Mayıs 1982’de cumhurbaşkanı seçimi çağrısı). Sonra da beklemeye başladılar (bu süreçte Nihat Erim ile Kemal Türkler’in öldürülmesi ve Atatürk’ün laik devletine yönelik tehditler üzerinden olağanüstü hâl uzatıldı). Ardından da nihayet harekete geçtiler. Zayıf ihtimaller karşısında bu güçlü mantığı ele alınca sistem içerisinde kurucu nitelikte bir değişimin mümkün olduğunu gördük ve darbenin gerekli olduğu sonucuna vardık.

Peki askerî darbe işe yaradı mı? Ta başından itibaren, 1980 darbesinin 1960’daki darbeden daha uzun süreceğini ve (serbest seçimlerin yapılmasından önce 30 ay boyunca atanmış sivil hükümetin iktidarda kalmasını sağlayan) 1971 muhtırasına kıyasla, daha derin ve daha kapsamlı değişimleri tetikleyeceğini gördük. Tek şüphemiz, ordunun, bilhassa General Evren ve Milli Güvenlik Konseyi’nin yeni kurulacak temsili sistemde kendilerine güçlü bir rol bahşetme konusunda ısrarcı olma ihtimaliyle ilgiliydi.

Darbeden bir gün sonra her yanı saran politik cinayetler son buldu. On günde devreye sokulan ekonomi politikasıyla enflasyon üç ay içerisinde yüzde 130’dan yüzde 40’a çekildi. Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan’ı asarak derin yaralar açmış olan 60 darbesinin hatalarından uzak duruldu. Tüm eski parti liderlerini siyaset sahnesinden uzaklaştırarak, 1961’de olduğu biçimiyle, yeni anayasanın niteliğini bu partilerin tayin etmesine mani oldu ve 1971-73’de görüldüğü üzere, ilgili liderlerin bu dönemi taraftar sayısını artırmak için kullanmasına izin vermedi. Dışişleri ile alakalı meselelerde Milli Güvenlik Konseyi, Demirel’in Kıbrıs ve Ege ile ilgili ılımlı ve uzlaşmaya açık siyasetini sürdürdü. Ortadoğu’da Türkiye’nin konumu daha da güçlendi ve onun İran-Irak Savaşı esnasında desteği alındı. Batı Avrupa kaynaklı eleştirilere karşı çıkan Türkiye, darbeden sonra ABD’den her zamankinden daha fazla yardım aldı.

Toplamda askerî rejimin birkaç yıllık süre zarfında gayet iyi “işlediğine” hiç şüphe yok. Ancak gene de ortada cevaplanması gereken bir soru vardı ki bu soru hâlâ yürürlükte. Türk halkının paşaların niyet ve istekleriyle çelişip çelişmeyeceği sorusuna cevap vermek zordu. Zira Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığına kavuşmuş, temsili hükümete aşina olmayan bir devlet değildi. Cumhuriyet altmış yaşındaydı. Asyalı ve İslamî gelenekler hâlen daha taşrada derin köklere sahipti, ama Cumhuriyetçi Atatürkçülük de köklü bir yapıydı. Uzun süredir hükümete katılım bilinen bir husustu ve el üstünde tutuluyordu. Menderes, Demirel ve Ecevit, kendi dönemlerinde sivillerin üstünlüğünü öngören geleneği tesis etmek için çok çalıştılar ve başarılı oldular. Örneğin Cumhurbaşkanı Korutürk’ün görev süresinin sona ermesi ardından yaşanan kaosta birçok Türk, ordu dâhil, toplumun tüm kesimlerinin göreve gelecek kişinin asker kökenli olmaması gerektiği hususunda anlayış birliği içerisinde olmasını gururla karşılamıştı.

Son olarak, paşaların elinde fazla güç ve yetki vardı, dolayısıyla, iktidarın yozlaşmayı beraberinde getireceği bilinen bir şeydi. Bülent Ecevit, ta başından itibaren bu duruma dair kimi politik sonuçlara ulaşan bir isimdi. İnatçı muhalefeti ve sürekli tutukluluk hâlinde tutulması (ki aksine Demirel sabır politikasını yürürlüğe sokmuştu) askerî rejimin bocalayacağına ve bir noktada kabul görmeyeceğine dair bir gösterge gibiydi. Ardından Ecevit, rejimin yegâne kararlı ve uzlaşmaz muhalifi olarak, bu süreçten tıpkı Humeyni’nin İran’da yaptığı gibi, kimi politik kazançlar elde edebilirdi. Böylesi bir şeyin olması mümkündü. Ancak darbeden dört yıl sonra mevcut riskler böylesi bir gelişmeye yol açmadı.

Tabii bu noktada ordunun verili sistem dâhilinde yaptığı hatalardan, geniş kapsamlı tutuklamalar ve gözaltılardan, polisin zulmünden, reform adımlarının yavaş atılmasından ve gelecek için öngörülen “sıkı disiplinli demokrasi” fikrinden bahsetmek mümkün. Gene de söylemek gerek ki ekonomi düzelmeye devam ediyor; paşalar aralarında hiç kavga etmiyorlar (ki bu da içlerinde bir Nasır veya Kaddafi olmadığını gösteriyor). İktidarı kendi çıkarlarına kullanıp suiistimal etmiyorlar. Hazırladıkları yeni anayasa, basın, üniversiteler ve kişisel haklar konusunda kimi sınırlamalar getirse de ülke içerisinde özgürlüğe alan açıyor ve birçok Batılı ulusun demokrasi dediği şeye ait parametrelere gayet iyi uyuyor.

7 Kasım 1982’de yapılan referandumda seçmenlerin yüzde doksanından fazlası hem anayasayı hem de General Evren’in cumhurbaşkanlığını onayladı. 6 Kasım 1983’te yapılan seçimde birçok eski politik lider seçim dışında tutuldu ve bazı partiler yasaklandı. Ancak seçime giren üç partiden ikisi rejime muhalifti. Başında Turgut Özal’ın bulunduğu parti oyların çoğunluğunu aldı. Paşalar, seçim öncesi Özal konusunda halkı uyarmıştı, ama seçim sonrası yeni başbakanla işbirliği içerisinde oldular. Bir demokrasiyi işletmenin en kötü yolu bu değil ve Eylül 1980’de elçiliğimizin kendi politik meselelerini kendi üsluplarıyla çözüme kavuşturmaları konusunda Türklere bir şans vermemiz gerektiğine ilişkin kararımız karşısında hâlen daha içim rahat.

James W. Spain
ABD Ankara Büyükelçisi (1980-81)

[Kaynak: American Diplomacy in Turkey, Praeger, 1984, s. 24-28.]

11 Eylül 2017

Küçük Burjuvazinin ve Küçük Burjuva İdeolojisinin Sınıfsal Niteliği

Küçük burjuvazinin sınıfsal niteliğine dair tanım, Marksist toplumsal sınıflar teorisinin odak noktasını teşkil eder. Bu teorinin de tüm açıklığı ile gösterdiği biçimiyle, ekonomist toplumsal sınıflar anlayışının aksine, üretim ilişkileri, Marksist teoride bir toplumsal sınıfın üretim tarzı içindeki yerini tespit etme ve onu toplumsal formasyon içerisinde konumlandırma noktasında yeterli değildir. Bu aşamada ideolojik ve politik ilişkilere atıfta bulunmak kaçınılmaz bir hâl alır. Başka bir yerde formüle ettiğim biçimiyle, verili bir toplumsal formasyonda kendisini toplumsal bir güç olarak teşkil etme becerisine sahip bir sınıf ancak o sınıfın üretim ilişkilerindeki yeri politik ve ideolojik düzeylerde “uygun etkiler” ürettiği takdirde konumlandırılabilir.[1] Ne tür ifadeler kullanmış olurlarsa olsunlar, Marx, Engels, Lenin ve daha açık ifadelerle Mao, her daim bu noktada konumlanmıştır.

Kırsaldaki küçük burjuvazi meselesini bir anlığına kenara koyarsak eğer, küçük burjuva sınıfı ilk bakışa ortak hiçbir şeyi olmayan ve üretim sürecinde yer alan iki ana failler birliğini içeriyor görünmektedir. Bu iki grubun tek bir küçük burjuva sınıfını meydana getirdiğini söylemek mümkündür, zira bu iki grubun üretim ilişkilerindeki iki ayrı konumu politik ve ideolojik düzlemde aynı etkilere sahiptir. Dolayısıyla küçük burjuvazi, gerçekte politik ve ideolojik ilişkiler dâhilinde birleşmiş durumdadır.

Küçük burjuvazinin ekonomik düzlemde sahip olduğu ilk anlam, küçük ölçekli üretim ve küçük ölçekli mülkiyetle alakalıdır: Marx, Engels ve Lenin’in esas olarak ilgilendiği sınıf da işte bu “geleneksel” küçük burjuvazidir.

a. Küçük ölçekli üretim: aynı failin üretim araçlarını hem sahip olduğu hem de elinde bulundurduğu, doğrudan o araçlarla çalıştığı zanaatkâr pratiği biçimleri veya küçük aile işletmeleri. Burada ekonomik sömürü söz konusu değildir, çünkü bu tip üretim biçimleri ücretli işçi çalıştırmaz veya nadiren çalıştırırlar. Emek esas olarak kendilerine ücret ödenmeyen aile üyelerinden veya mal sahibinin kendisinden temin edilir. Bu türden bir küçük ölçekli üretim, kârını malların satışından ve artık değerin toplam yeniden dağıtımından elde eder ama doğrudan artık değer temin etmez.

b. Küçük ölçekli mülkiyet: işletme sahibinin ailesinin yardımıyla emek temin ettiği ve ara sıra ücretli işçi kullandığı, sermaye dolaşımı denilen yüzeyde işleyen küçük ölçekli ticaret.

Geleneksel küçük burjuvazi bünyesinde yer alan bu iki grup, ücretli emeğin doğrudan sömürülmediği, müşterek bir ekonomik konuma sahiptir. Bu özel küçük burjuvazi, “saf” manada kapitalist üretim tarzına (sermaye-ücretli emek) ait değildir. Onun kapitalist formasyondaki varlığı şu iki hususa tabidir: a. Feodalite veya bu tarzın en azından belirli “unsurlar”ı gibi birkaç farklı üretim tarzının kapitalist formasyon içerisinde birlikte varolması;[2] b. Bu formasyonda basit emtia üretimi denilen ve feodaliteden kapitalist üretim tarzına geçiş formunu ifade eden üretim biçiminin varlığı.

Dolayısıyla geleneksel küçük burjuvazinin varlığı, bu geçiş sürecinin somut tarihsel biçimlerine tabidir. Örneğin Fransa’da küçük ölçekli üretimin ve küçük ölçekli mülkiyetin varlığı, geçiş sürecinin dayattığı politik formlar ile alakalıdır (bu süreçte burjuvazi asillere karşı küçük burjuvazinin desteğini almıştır).

Marx ve Engels, kapitalist formasyonda küçük burjuvazinin altının oyulacağına ve yok olma eğilimi içerisine gireceğine işaret etmiştir: Lenin ise bu sınıfı “geçici bir sınıf” olarak tarif etmiştir. Kapitalist üretim tarzı hâkim hâle gelip genelleştiği ölçüde bu sınıfın üyelerinin küçük bir kısmı burjuvaziye dâhil olacak, en geniş kitle ise farklı yollardan “proleterleşecektir”.

Öte yandan, küçük burjuvazinin ekonomi içerisinde farklı konumlara sahip bir kesiminden de söz etmek mümkündür. Bu kesim, “yeni” küçük burjuvazi olarak ifade edilebilir ki Lenin de bu kesimin önemini kabul etmiştir. Bu kesim eski olana kıyasla ortadan kaybolmamaya yazgılıdır. Aksine bu sınıf, kapitalist üretim tarzı genişledikçe ve tekelci kapitalizm aşamasına geçiş sürecine girdikçe gelişimi ve büyümesi için de gerekli koşulları temin eder. Bu kesimi üretken olmayan maaşlı çalışanlar olarak adlandırmak mümkündür.

Teknik personelin “üretken olmayan işçiler” olup olmadıklarına ilişkin, giderek dallanıp budaklanmış bir tartışma var, dolayısıyla ben bu tartışmadan kaçınmak adına şirketlerde çalışan “teknik personel” (“bilim taşıyıcıları”) ile ilgili sorunu bir kenara bırakıyorum. Burada sadece Marx’ın üretken olmayan işçiler olarak tarif ettiği, en önemli çalışan gruplarını, yani kapitalist üretim tarzında emtiayı ve artık değeri doğrudan üretmeyen kesimi ele alacağım.[3]

Bu kesim, ilk olarak artık değerin somutlaşmasına katkı sunanları ve sermaye dolaşımı dâhilinde çalışanları, ticaret, bankacılık, sigortacılık, satış departmanları, reklâmcılık gibi iş alanlarında çalışan maaşlı çalışanları, ikinci olarak da devlet aygıtının muhtelif kollarında görevli memurları (elbette millileştirilmiş fabrikalardaki işçiler hariç tüm kamu hizmetleri çalışanlarını) ifade eder. Bunlar artık değerin üretimine dair koşulların yeniden üretimini devletin oynadığı rol üzerinden güvence altına alma işlevine sahip, üretken olmayan çalışanlardır. Bunlar artık değer üretmezler. Ayrıca işgüçlerini satarlar ve aldıkları maaşlar işgücünün yeniden üretimine ilişkin maliyet üzerinden belirlenir, ancak bu kesimin maruz kaldığı sömürü artık değerin üretimi değil onun doğrudan temini üzerinden gerçekleşir.[4]

Küçük ölçekli üreticiler ve küçük ölçekli mülk sahipleri ile üretken olmayan çalışanlar farklı ekonomik konumları işgal ederler. Bu iki grup, ekonomik düzlemde müşterek kimi olumsuz özelliklere sahiptir, her ikisi de ne burjuvazi ne de proletarya sınıfına mensuptur. Gelgelelim bu olumsuzluk ölçütü, ekonomik düzlemde ilgili veya müşterek konum için yeterli zemini sunmaz: olumsuzluk, özünde sadece politik düzeyde geçerlidir.

Bu iki grubun aynı sınıfın bir parçası kabul edilmesi, sahip oldukları farklı ekonomik konumların genelde ideolojik ve politik düzeylerde benzer etkilere yol açmasıyla alakalıdır. İlgili düzeylerde söz konusu etkilerin benzerliğini izahta geçerli olan ölçütler şunlardır: ilk grupta küçük ölçekli üretim, her şeyin ötesinde küçük ölçekli mülk sahipliği; ikinci grupta doğrudan üretimde değil, “maaş”ın sahip olduğu “hukukî” form dâhilinde deneyimlenen sömürü.

Etkilerin benzerliğini ideolojik düzlemde incelemeden önce, şu ünlü “küçük burjuva ideolojisi” denilen hususla alakalı bir şeyler söylemek gerekiyor.

Bir sınıfın ideolojisi ile sahip olduğu politik konum arasındaki sıkı ilişki dikkate alındığında, kapitalist toplumsal formasyonda yegâne gerçek sınıf ideolojilerinin burjuvazi ve proletarya denilen temel iki sınıfın uzlaşmaz politik karşıtlıkları içerisinde sahip oldukları ideolojiler olduğu söylenmelidir. Yani tutarlı, görece sistematik bir yapıya sahip yegâne ideolojik yapı hâkim burjuva ideolojisi ile işçi sınıfı ile bağlantılı olan ideolojidir.

Yine de “küçük burjuva” ideolojisinin bir alt grubundan da söz edilebilir. Bu alt grup, hâkim burjuva ideolojisinin küçük burjuvazinin özel sınıfsal durumu üzerinden sahip olduğu arzularına nüfuz etmesi sayesinde oluşur. Burjuva ideolojisini eğip büken ve kendi arzularına uyarlayan küçük burjuvazi, aynı zamanda bu ideolojiye kendi sınıfsal durumundan türeyen özel ideolojik “unsurlar”ı da ekler. Lenin’in de işaret ettiği biçimiyle, hâkim ideoloji, kendi başvurduğu söylem dâhilinde bu türden bir ideolojiye ait unsurları da barındırır. Küçük burjuvazinin muğlak sınıfsal durumuna bağlı olarak, onun ideolojik grup altı bileşenleri hâkim ideolojiden çok işçi sınıfı ideolojisinden beslenir ve bu ideolojiyi saptırıp küçük burjuvazinin kendi arzularına uyarlar.

Bu söylenenler, “küçük burjuva ideolojisi”nden söz edildiği noktada doğacak yanlış anlamalardan kaçınmak için akılda tutulmalıdır. Bu ideolojinin değişken ve istikrarsız niteliğine bağlı olarak, küçük burjuvazinin konjonktürel konumu bu çelişkili faktörlerin birleşimine tanık olan formu tayin eder. Birleşme, burjuva ideolojisinin rolü ve etkileme yolları ile küçük burjuvaziye has ideolojik “unsurlar”ın rolü ve işçi sınıfıyla bağlantılı ideolojiden “ödünç alınan” unsurların oynadığı rol ve sahip olduğu formlar arasında gerçekleşir.

Bu noktada iki temel küçük burjuva grubunun işgal ettiği farklı ekonomik konumların yol açtığı etkilerin ideolojik düzeyinde benzerlik meselesine geri dönülebilir. Zorunlu olarak şematik bir aktarıma başvurulacaktır.

Ekonomik düzeyde küçük ölçekli üretici ve küçük ölçekli mülk sahibi (mülkiyet üzerinden) burjuvaziye ve fiiliyatta emekçi olmak üzerinden proletaryaya yakındır. Bunlar aynı zamanda burjuvaziye de karşıdır, zira burjuvazi bu kesimleri ekonomik düzeyde ezmektedir. Ayrıca proletaryaya da karşıdır, zira bu kesimler proleterleşmekten korkarlar ve (küçük) mülkiyete sıkı sıkıya bağlıdırlar. İdeolojik düzeyde bu husus çoğunlukla şu türden etkilere yol açar:

a. Statükocu anti-kapitalizm: Küçük burjuvazi “büyük para”ya ve “büyük zenginlikler”e karşı olsa da statükodan yanadır, çünkü bu grup elindeki mülke sıkı sıkıya bağlıdır ve proleterleşmekten korkar. Bu vasıf, çoğunlukla “eşitlikçi” bir yön barındırır; küçük burjuvazi tekellere karşıdır ve “fırsat eşitliği”nin yeniden tesis edilmesini ister. Ama bir yandan “adil” rekabet koşullarını talep eder bir yandan da herkese eşit oy hakkına dayalı parlamenterist güdüklüğü savunur. Küçük burjuvazi değişim ister ama sistemi değiştirmeden. Ayrıca politik gücün dağıtılması sürecinde yer almayı arzular ve bu yer kapma işini de devrimci bir dönüşüm olmaksızın gerçekleştirmeye niyetlenir.

b. “Merdiven” efsanesi. Küçük burjuvazi toplumsal katmanlar arasında hareket edebilme imkânını sever ama toplumun devrimci dönüşüme maruz kalmasını istemez. Yukarıdaki burjuvazinin albenisine kapılan ama öte yandan aşağıdan işleyen proleterleşme sürecinden korkan küçük burjuvazi, burjuvazi saflarına katılmak, bunu da en iyinin ve en beceriklinin bireysel yükselişi üzerinden gerçekleştirmek ister. Bu vasfı çoğunlukla “elitizm”e meyleder, elitlerin yenilenmesi fikrini savunur, toplumu değiştirmeksizin küçük burjuvazinin işini yapmayan burjuvazinin yerini almasını talep eder.

c. Lenin’in tarif ettiği “güç fetişizmi”. Ekonomik düzeyde yalıtılmış olması ve (“küçük burjuva bireyciliğinin doğmasını sağlayan) yalnızlığına ayrıca hem burjuvaziye hem de proletaryaya yakın ve hasım olmasına bağlı olarak küçük burjuvazi, sınıfın üzerinde duran “nötr”, tarafsız devlet fikrine iman eder. O devletin kendisini beslemesini ve yaşadığı çöküşü durdurmasını ister. Bu fikir de çoğunlukla onu “devlete put gibi tapma”ya götürür: küçük burjuvazi kendisini devletle tanımlar. Ondaki tarafsızlık kendisindeki tarafsızlığa benzer, zira küçük burjuvazi kendisini burjuvazi ile işçi sınıfı arasında duran, “tarafsız” bir sınıf olarak dolayısıyla devletin (kendi devletinin) dayandığı bir sütun şeklinde görür. O toplumun arabulucusu olma arzusundadır çünkü, Marx’ın da dile getirdiği biçimiyle, onun en çok hoşuna gidecek olan şey, tüm toplumun küçük burjuvalaşmasıdır.

Üretken olmayan çalışanların “ekonomik” durumu benzer ideolojik etkiler doğurur. Bu çalışanlar, sömürüyü üretim değil, esas olarak maaşlarının hukuki (dolayısıyla çoğunlukla muhayyel) formu dâhilinde tecrübe ederler:

b. Statükocu anti-kapitalizm: Etkin sömürünün gizlendiği yer burasıdır, zira söz konusu sömürü esas olarak maaş formu dâhilinde deneyimlenir. Dolayısıyla bu grup, devletin geliri yeniden dağıtması üzerinden tesis edilecek “sosyal adalet”i arzulayıp durur. Küçük burjuvalar “büyük para”ya, parababalarına vergilerle ilgili talepler konusunda seslenir. “Gelir”in eşitlenmesi talebinde “eşitlikçi bir yön” vardır ve bu talebe çoğunlukla parlamenterist güdüklük de eşlik eder. O proleterleşmekten korkar ama asıl korkusu, toplumun devrimci dönüşümüne yöneliktir, çünkü küçük burjuvazi maaşlarının mevcut durumuna bağlı olarak sürekli bir güvencesizlik içerisindedir. Üretken olmayan çalışanların kazançlarını etkileyecek bir ayaklanmadan korkar ve çoğunlukla üretim mekanizmalarını dikkate alamaz ve üretim araçları üzerindeki mülkiyetin sömürüye dair rolünü görmezden gelir. Bunun somut bir ifadesi de ilgili grubun sendika mücadelesinde dile getirilen, özel korporatist formlardır.

b. Merdiven: Yukarı tırmanma arzuları. Merdiven ve “terfi” meselelerine kilitlenmek, küçük burjuvazinin bu kesiminin geçici niteliğinden değil kapitalist toplumda toplumsal hareketliliğin ulaştığı en yüksek indeksin sürece ana niteliğini veriyor olmasından kaynaklanır. Bu grup her ne kadar geçici de olsa, üyelerinin mensup oldukları kuşaklar mevcut koşullarına bağlı olarak “sadece geçiş sürecine aittir”[5] Bu ideolojik eğilim bu noktada özel kimi biçimler alır, bunun sebebi söz konusu kesimin yüksek eğitim düzeyine ulaşması, işgücü olarak özel vasıflar edinmesidir. Bu biçimler burjuva statüsü için “en iyi” olanı sunmak için gerekli araç olarak “nötr” eğitim sisteminin ve demokratik, “nötr” olmanın sonucu olarak “kültür” denilen yapının ürettiği ideolojiyi içerir.

c. Güç fetişizmi. Küçük burjuva bireyciliğinin oluşmasını sağlayan yalnızlık hâli, küçük ölçekli mülk sahipliğinde görülen formla değil, “kolektif emekçi”nin bir parçası olarak üretimde çalışmayan çalışanlar arasındaki yalnızlaşma ve rekabetle alakalıdır. Dolayısıyla küçük burjuvadaki yalnızlaşma ticaret sektöründe giderek artan yoğunlaşma üzerinden aşılır. Küçük burjuvanın sınıfların üzerinde duran, nötr, tarafsız devlet anlayışına iman ediyor olmaları ve devlete put misali tapmaları “sosyal Sezarcılık” ve güçlü devletin icra edeceği “adalet”e iman gibi biçimler alır.

Tüm bunlara bir de devlet aygıtına (idareye) mensup çalışanlara has ideolojik yönler de eklenmelidir. Devlet aygıtları, kurumları kendi iç ideolojisini üretir ve bu çalışanlar ilgili ideolojiye tabidir. Sınıfların üzerinde duran nötr devlet anlayışındaki ideolojik yön bahsi geçen iç ideolojiye sirayet eder ve devlet aygıtlarının iç ideolojisinin temel unsuru hâline gelir. Devlete put gibi tapmak, kendisini devletle ve üst kademelerle birlikte tanımlamak, bu noktada diğer her alandan daha fazla sürece müdahil olur ve bu müdahale temelde bürokratizm ve hiyerarşik tabiyet üzerinden gerçekleşir.

Küçük burjuvaziyi teşkil eden grupların farklı “ekonomik” konumlarının yol açtığı bu türden müşterek etkilerin politik düzeyde de karşılıkları vardır. Bu noktada müşterek olumsuzluk ölçütü, yani ne burjuvazinin ne de işçi sınıfının parçası olma, politik çıkarları tümüyle uzlaşmaz karşıtlık içerisinde olan iki temel sınıfa mensup olmama hâli, gene önemli bir rol oynar. Bu da sınıflar mücadelesi alanında küçük burjuvaziyi teşkil eden farklı grupların kendilerine ait hiçbir uzun vadeli politik çıkara sahip olamayacağı anlamına gelir. Bu ölçüt, ideolojik benzerlik ve yalnızlık hâli ile birlikte, genelde politik düzeyde aşağıda sıralanan, ortak etkilere yol açar:

a. Bu kesimlerin özel bir partide politik olarak örgütlenmeleri çok zordur.

b. Bunlar çoğunlukla, politik düzlemde, devletin diğer aygıtları üzerinden örgütlenirler ve ilgili gruplar bu yapıları kendi politik temsilcisi olarak görürler. Küçük burjuvazi çoğunlukla devlete destek sunan bir sınıftır. Burjuvaziyle kurduğu ittifak dolaylıdır, burada aracılığı burjuvazinin çıkarlarına karşıt, kendi çıkarlarıyla uzlaşma hâlinde gördüğü devlet formlarına sunulan destek sağlar.

c. Bu müşterek ideolojik ve politik etkiler esasta “olağan” toplumsal koşullar olarak nitelendirebileceğimiz bir ortamda görülür. Seçimlere sadakatle bağlı olan iki küçük burjuva kesimi çoğunlukla “demokratik cumhuriyetçi düzen”in “barışçıl” sütunları olarak iş görür. Fakat ilgili etkiler kriz durumlarında da belirli bir işlevselliğe sahiptir, zira iki grup mevcut düzene karşı benzer yollardan başkaldırır.

d. Her iki grup politik düzlemde istikrarsız bir niteliğe sahiptir. İki kesim de işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki kutuplaşma koşullarında, konjonktüre göre ya burjuvaziden ya da işçi sınıfından yana saf tutar ve iki sınıf arasında “salınıp durur”.

Farklı ekonomik konumlara sahip olsalar da bu gruplar aynı sınıfın, küçük burjuvazinin birer parçası olarak görülebilir. Her iki kesim de ideolojik ve politik ilişkiler düzleminde farklı ekonomik konumların yol açtığı benzer etkilere tabidir.

Bu noktada bazı açıklamalar yapmak gerekmektedir:

1. Eğer bu iki grup aynı sınıfa aitse, ekonomik konumları arasındaki ayrım da bir ölçüde hükmünü yitirir. Küçük burjuvazi sınıfsal fraksiyonlara bölünmüştür. Bu, önemli sonuçlara yol açabilecek bir gerçekliktir: her ne kadar küçük burjuvazi bir bütün olarak temelde belirli bir konjonktürde müşterek bir konuma sahip olsa da (ki faşizm bu konuda iyi bir örnektir) farklı fraksiyonların konumlarının değişmesi de büyük bir olasılıktır.

Bu konum değişiklikleri sebebiyle bir fraksiyon ters yöne kayar. Deneyimin de gösterdiği üzere, müşterek bir politik konum genelde sınıflar mücadelesinin “olağan” konjonktürlerinde veya faşizm örneğinde görüldüğü biçimiyle, işçi sınıfının savunmada olduğu derin politik krizin hüküm sürdüğü konjonktürlerde temin edilir. Konum değişikliği her şeyden önce, 1919-1921 arası dönemde Almanya ve İtalya’da görüldüğü biçimiyle, işçi sınıfının savunmada olduğu politik kriz dönemlerinde veya devrimci konjonktürlerde açığa çıkar. Yoksa küçük burjuvazinin işlevsel olduğu koşullarda iki grup genelde müşterek bir politik konumda bulunurlar.[6]

2. Uzun vadede küçük burjuvazinin kendisine ait bir sınıfsal konuma sahip olmaması, onun kendisini teşkil edip sahici bir toplumsal gücün parçası olarak rol oynamasına mani olmaz: faşizm bu noktada önemli bir örnektir; tüm bu türden vakalar oldukça özel konjonktürlere denk düşerler. Bu tür durumlarda küçük burjuvazi, uzun vadece ve son tahlilde burjuvazinin veya işçi sınıfının oyununu oynasa bile yine de özel bir politik ağırlığa sahip olarak nispeten özerk bir tarzda politik sahneye girer.

Bu, gerçekten de ciddi bir sorundur: Pratikte Komintern’in faşizm olgusunu yanlış anlamasının sebeplerinden birisi öncelikle küçük burjuvazinin otantik, sahici bir toplumsal güç olarak hareket edebileceğini görmek istememesidir. Komintern, faşizmin küçük burjuvaziyle ilişkisini kısa sürede görmüş ama küçük burjuvaziyi “büyük sermaye”nin peşinden giden, sadece sürece katkı sunan bir güç (faşist parti = büyük sermayenin kiralık “ajanı”) olarak değerlendirmiştir. Faşizmin küçük burjuvaziyle ilişkisini gerçek manada doğru anlayan bir tek Gramsci ve Troçki olmuştur.[7] Bu iki ismin aldığı konum, Komintern tarafından mahkûm edilmiş ve ikili sosyal demokratların olduğu çuvala atılmıştır. Komintern açısından sosyal demokratlar, küçük burjuvazinin uzun vadeli bir sınıfsal konumu olan “üçüncü bir güç” olduğunu düşünmektedir ve faşizme dair bu yanlış kavrayış faşizmi “küçük burjuvazinin diktatörlüğü” olarak ele almaktadır.[8]

3. Son olarak burada küçük burjuvazinin mevcut fiili sınıfsal kurulumunda ideolojinin önemi üzerinde durmak gerekmektedir. Ekonomik konumlarına (birinde “geçici” diğerinde çalışan statüsüne dayalı konumlarına) bağlı olarak hayallere ve vesveselere tabi olan farklı “fraksiyon”ları birleştirmede ideolojinin oynadığı rolden ayrı olarak, ideoloji önemli ve ağırlıklı bir rol oynar: küçük burjuvazi kendi harcını meydana getiren ideolojinin kendisinden beslenir. Bilhassa İtalya’da bu sınıf faşizmin en önemli “ekonomik mağdurlar”ından birisidir. Faşizm, küçük burjuvazinin kanını emmiş ama onu kitlesel düzeyde, sonuna kadar desteklemiş, üstelik bunu ideolojik gerekçelerle yapmıştır. Dolayısıyla buradan da görüleceği üzere, faşizmin “iç çelişkiler”inden ötürü çökeceğini, küçük burjuvazinin faşizmin kendi ekonomik çıkarlarına zarar verdiğini görüp, kitlesel olarak ona sırt çevireceğini umup duran Komintern büyük ölçüde hatalıdır.

Nicos Poulantzas

[Kaynak: Fascism and Dictatorship: The Third International and the Problem of Fascism, Verso, 1979, s. 237-247.]

Dipnotlar:
[1]. Political Power and Social Classes, s. 57-93. Bu kitapta da toplumsal sınıfların “saf” bir üretim tarzı dâhilinde bile olsa tespit edilmesi meselesinin ekonomik olanın, politik olanın ve ideolojinin müdahalesini içerdiğini göstermeye çalışmıştım.

[2] Bkz. s. 118.

[3] Bkz. Marx, Capital, cilt. I, s. 331-2, cilt. II, s. 133-5 vs.

[4] Almanya Komünist Partisi 1928 tarihli Die Internationale’de rakamları yayınladı. Proletarya kategorisinde üç milyon “alt düzey” beyaz yakalı işçi, 1,5 milyon “alt düzey” memur bulunuyor. (Aktaran: W. Reich, The Mass Psychology of Fascism, New York, 1946). Proletaryanın bu ilgili kısmı kimi sürprizler de içeriyor. AKP’nin “aşırı solculuğu” “ücretli sınıf” mitinin tuzağına düşmekten kurtulamıyor.

[5] 1964’ta yapılan bir INSEE anketinde (Etudes et Conjonctures, Sayı. 2, 1967) verilen rakamlara bakılırsa beyaz yakalı işçilerin erkek çocuklarının sadece yüzde 14,9’u babalarıyla aynı işe gidiyorken ehil işçilerin oğullarında bu oran yüzde 39,7. Burjuva ailelerde ve meslek sahibi ailelerde bu oran daha yüksek. Beyaz yakalı işçilerin oğullarının yüzde 38’i beden işçisi olmuş, yüzde 28’i yönetim veya başka meslek alanlarında çalışmaya başlamış.

[6] “Geleneksel küçük burjuvazi geçici bir gruptur ve olağan konjonktürlerde yeni küçük burjuvaziye kıyasla sağcı aşırıcı hareketlerin etkisine daha fazla girer: Örneğin ABD’de McCarthy’cilik, Fransa’da Pouiad’cılık. (Bkz. W. Komhauser, The Politics of Mass Society, 1965, s. 201 ve sonrası.) Küçük burjuvazi içerisindeki politik ayrımlar belirtilen “ekonomik” ayrımlarla elbette aynı değildir.

[7] Faşizmin büyük sermayenin çıkarlarını temsil ettiğini söylese de Troçki faşizmin temelde küçük burjuva akımların programı olduğunu ısrarla dile getirir. Her şeyden öte bu olgu burjuva toplumun kaderi adına halk içerisindeki küçük burjuva kitlelerin kendi kaderini tayin hakkı denilen o muazzam ve belirleyici önemine işaret eder. (The Struggle against Fascism, a.g.e., s. 280-1.) Gramsci ise faşizmin sermayenin ve toprak ağalarının hizmetçisi olduğunu söylerken (1921’de) herkesten önce faşizmin aynı zamanda “küçük burjuvazinin nihai anlamda, politik düzlemde bedenlenmesi” olduğunu iddia eder.

[8] Haziran 1923 tarihli Komintern Yürütme Kurulu Toplantısında faşizmle ilgili olarak yürütülen tartışmada esas olarak faşizmin küçük burjuvaziyle ilişkisi üzerinde durulmuş, ama sonrasında onun büyük sermayenin basit bir “uzantısı” olduğu söylenmiştir. Genel kurul Alman KP’sinin önerisini karara bağlamış, bu karar 18 Mayıs 1923’te Die Rote Fahne’de yayımlanmış, bu karara göre faşizm iki kanada ayrılmıştır: bir kanat “sermayeye satılmış bir kesim”i ifade etmekte, diğerleri ise “kandırılmış küçük burjuva milliyetçiler” olarak nitelendirilmiştir. Radek ve Clara Zetkin o dönemde benzer analizler yapmıştır. Ancak özellikle altıncı kongre (1928) sonrasında faşizmin küçük burjuvaziyle ilişkisi her şeyin üzerine çıkartılmış, böylelikle sosyal demokrat üçüncü güç anlayışı ile mücadele için belirli bir teşkil edilmeye çalışılmış, buradan da sosyal demokrat tez Troçki’nin analizleriyle birleştirilmiştir. Komintern’in on üçüncü genel kurulunda Wilhelm Pieck şunları söylemiştir: “Sol Avusturya sosyal demokrasisi faşist diktatörlük teorisini ‘küçük burjuvazinin diktatörlüğü’ anlayışı üzerine kurmuştur. Troçki ise faşizmi küçük burjuva karşı-devrim olarak nitelemiştir. (Aktaran: Der Faschismus in Deutschland, a.g.e.). Bunun dışında ilgili konum faşizmin “en gerici” tekelci sermayeyle kurduğu “özel” ilişkiye vurgu yapılan yedinci kongrede de pek değişmemiştir. Örneğin Togliatti’nin 1934’te yazdığı Lezioni sul fascismo’daki konumuna bakılabilir. Dördüncü kongreye sunduğu, faşizmle ilgili raporu Bordiga eliyle yumuşatılmış olsa da Togliatti Gramsci’nin konumunu benimsemiştir.