Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi’nin (KİK) Politik Ekonomisi
Adam Hanieh Söyleşisi
Ed
Lewis
5
Aralık 2011
Size
göre, Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki altı ülke (Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE,
Katar, Bahreyn ve Umman) Ortadoğu’nun ekonomik ve politik merkezinde sadece
petrol rezervlerinin büyüklüğü sebebiyle durmuyor. Peki siz, Körfez
devletlerinin merkezî bir konum almaları meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada
bir dizi faktör söz konusu. Elbette ilk faktör, petrol meselesidir. Körfez
İşbirliği Konseyi (KİK), petrol ve gaz açısından dünya rezervlerinin önemli bir
bölümüne sahiptir. Petrol rezervleri ile ilgili değerlendirmeler her ne kadar
çelişkili olsa da, bu hususta bir dizi tahminde bulunulmaktadır. En yaygın
olanına göre, KİK, küresel petrol rezervlerinin %40-45’ine, gaz rezervlerinin
ise %20’sine sahiptir. Bugün itibarıyla dünya toplam petrolünün yaklaşık
%20’sini üretmektedir. Hem bir enerji kaynağı hem de petrokimya endüstrisi için
hammadde olarak kullanılan fosil yakıtların merkezine sahip olmasıyla KİK,
küresel ekonomideki birikim güzergâhları açısından hayatî bir öneme sahip
olabilmektedir.
Bununla
bağlantılı bir diğer faktör de ham petrol, gaz ve petrokimya ürünlerinin satışı
sonucunda bölgede elde edilen sermaye fazlalığının muazzam düzeylere ulaşmış
olmasıdır. Bu “petrodolarlar”, küresel mali yapının gelişiminde önemli bir
unsur hâline gelmiştir. Bu, yeni bir durum değildir: yetmişler boyunca Körfez
kaynaklı para akışları, Avrodolar (ABD dolarının ABD dışındaki bankalarda
bulunan kısmı) piyasalarının gelişiminde ve ABD hazine bonolarının satın
alınmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu yolla petrodolarlar, ABD dolarının
hegemonyasını desteklemiş ve dünya piyasasını son otuz yıl boyunca karakterize
eden küresel mali dengesizliklerin sürmesine neden olmuştur. Küresel ekonominin
hızla finansallaşması, böylelikle kısmen KİK’in dünya piyasasına ve dünya mali
çevrelerine entegrasyonuna dayanır hâle gelmiştir.
Tüm
bunlar şu anlama gelmektedir: dünya piyasası, son otuz yıl içerisinde düşük
ücret alanlarındaki mal üretimleri ile gelişmiş kapitalist ülkelerdeki mal
satışları arasında gerilen karmaşık üretim zincirleri ile birlikte hem
Körfez’deki meta üretimine hem de oradaki mali artığa daha fazla dayanır hâle
gelmiştir. Bu anlamda, KİK bölgesindeki devlet formasyonu ve sınıfın doğası,
kapitalist dünya piyasasının gelişimine paralel bir seyir içinde vücut
bulmuştur.
KİK’in
küresel ölçekte önem arz etmesinin bir dizi sebebi vardır. Ancak Ortadoğu ve
Kuzey Afrika’da son otuz yıl içinde yaşanan köklü dönüşümler, Körfez’in
bölgedeki rolünün özel niteliğini bir biçimde değiştirmiştir.
Son
otuz yılın en önemli özelliği, bölgedeki birçok devlette neoliberal
politikaların yaygınlaşmış olmasıdır. Bu süreç, Dünya Bankası, IMF, Dünya
Ekonomi Forumu Arap İş Konseyi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Bölgesel Gündem
Konseyi ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı gibi kimi çift taraflı kurumlar ile
yapılan işbirliği içinde gerçekleşmiştir. Bu neoliberal politikalardaki kilit
unsur, özellikle gayrimenkul, finans ve telekomünikasyon alanlarındaki mülkiyet
yasalarının liberalleştirilmesi, yabancı yatırıma açılması, devlet
mülkiyetindeki sanayilerin özelleştirilmesi, vergi rejimlerinin yeniden
yapılandırılması, gıda ve enerjiye dönük sübvansiyonların kesilmesi ve ticaret
duvarlarının esnetilmesidir.
Ulusal
ölçekte bu politikalar, halkın fakirleşmesi, öte yandan da zenginlerin daha
fazla zenginleşmesi ile sonuçlanmıştır. Birçok Arap ekonomisinde “enformel”
sektör muazzam büyümüş, toprakla geçinmek güçleştiğinden, yüz binlerce insan
şehirlere (ya da ülke dışına) göç etmiştir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika
Bölgesi’nin dünya piyasası ile arasındaki ilişkinin giderek sıkılaşması ile
birlikte ekonomi, ihraç mallarına ve gıda ile enerji fiyatlarındaki
hareketliliklere ve göçmen işçi dövizlerine daha fazla tabi duruma gelmiştir.
Sonuçta birçok ülke, küresel ekonomi üzerinde esen rüzgârlara daha maruz
kalmıştır. Tüm bu faktörler, bölgenin 2008 ekonomik krizi ile birlikte krize
nasıl girdiğini ve küresel ekonomideki çalkantının muhtemel etkilerine nasıl
maruz kaldığını izah eden temel faktörlerdir.
Ancak
en önemlisi de bu neoliberal tedbirler, ulusal ölçekte sadece iktidarın
sınıfsal niteliğini yeniden tayin etmekle kalmamış, ayrıca bölgenin de daha
fazla önem ve ağırlık kazanmasına neden olmuştur. Ortadoğu’daki bir
“ulus-devlet”, “bu geniş bölgesel ölçekle iç içe geçen bir yolun dışında duran,
kendine yeterli birer politik ekonomi olarak anlaşılamaz. Bu iç içe geçmenin
farklı yönleri mevcuttur, ancak en temel olanı, KİK merkezli sermayenin 1999’da
başlayıp 2008’de zirvesine ulaşan, finansal fazladaki artışın ardından, hızla
uluslararasılaşmasıdır. Elbette KİK’in elindeki sermaye artığının önemli bir
bölümü, bölge dışında yatırıma dönüşmeye devam etmektedir. Ancak son yirmi yıl
içinde bu akış, temel olarak büyük ölçüde Ortadoğu’daki diğer devletlere doğru
gerçekleşmiştir. Bölgesel ölçekte baktığımızda KİK üyesi ülkeler,
özelleştirmelerden, liberalleşmeden ve piyasalara açılmadan en fazla fayda
sağlayan ülkeler olmuşlardır.
Mevcut
istatistikler de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Bölgedeki yatırımları
inceleyen, Avrupa merkezli ANIMA veri tabanına göre, 2008-2010 döneminde, KİK,
Mısır, Ürdün, Lübnan, Libya, Filistin, Tunus ve ikinci sıradaki Fas ve
Suriye’ye dönük Doğrudan Yabancı Yatırımlar noktasında başlıca kaynaktır.
2010’da KİK sermayesi, Mısır, Lübnan, Libya ve Tunus’ta ilân edilen DYY
projelerini üstlenmiştir. Bunlar gerçekten de çarpıcı tespitlerdir. Üstelik
bunlara bölgedeki borsalarda ya da Körfez’den Ortadoğu’nun geri kalan kısmına
akan “kalkınma kredileri” dâhil değildir. Bu noktada, genelde ifade edilen
yanlışların aksine belirtmek gerekir ki bu akışları hükümet fonları ya da
devlet mülkiyetindeki KİK şirketlerinin yönlendirmesi gibi bir zorunluluk söz
konusu değildir. Bu akışların önemli bir oranı, özel KİK şirketleri
kaynaklıdır. Bu şirketler, esas olarak gayrimenkul projelerini, finans
kurumlarını, alışveriş merkezlerini, telekomünikasyonu ve diğer yatırım
alanlarını hedef almaktadırlar.
İzah
ettiğim bu süreçler, 2008’deki ekonomik krizin patlak vermesiyle açığa çıkan ve
bölgesel planda derinleşen farklılaşmada karşılığını bulmuşlardır. Her ne kadar
KİK ülkelerindeki birkaç büyük holding bir miktar zayiat yaşamışsa da kriz,
esas olarak Körfez’deki hâkim sınıfların konumlarını güçlendirmiştir. KİK’teki
sınıf oluşumunun doğası gereği, kriz, esas olarak göçmen işçilerin sırtına
binmiş, Körfez’deki finans ve sanayi kuruluşlarının devlet desteği ile daha da
güçlenmesine neden olmuş, bu gelişme de Körfez’deki seçkinlerin ekonomik
sıkıntının kötü etkilerinden korunmalarını sağlayan bir zırh görevi görmüştür.
Krizin
bölge genelinde farklı bir biçimde tecrübe edilmesi, büyük KİK şirketlerinin ve
yönetici ailelerin görece daha fazla güçlendiklerinin delilidir. Ama bu
tecrübe, ayrıca KİK ile diğer Ortadoğu devletleri arasındaki yarığın daha da
derinleştiğini göstermektedir. Neoliberalizm, bölgesel ölçekte hem tekil ulusal
kapitalist sınıfları hem de aynı zamanda KİK’in bütün olarak bölgede
güçlenmesini sağlamıştır.
KİK
ile büyük dış güçler, özellikle Ortadoğu’daki devletlerarası politikayı
biçimlendiren ABD arasındaki ilişki nasıl seyretti?
Yukarıda
da ifade ettiğim üzere, KİK’in dünya piyasası için önemi, sermayenin küresel
ölçekte derinlemesine uluslararasılaşması ve finansallaşması ile birlikte
artmıştır. Bunun bir göstergesi, Körfez petrolünün, gazının ve petrokimya
ürünlerinin yüzünü doğuya çevirmesidir. Bu, zamanla Çin’deki üretimde yaşanan
artışı destekleyen bir unsur hâline gelmiştir. 2000-2006 arası dönemde dünya
enerji tüketimi yüzde yirmi oranında artmış, ilgili dönemde Çin, tek başına bu
artışın yüzde kırk beşini üstlenmiştir. 2007’de Çin’e ihraç edilen ham petrolün
neredeyse yarısı Ortadoğu kaynaklıdır. Bugün Suudi Arabistan petrolünün yarısı
Çin’e gitmektedir ki bu, ABD’ye yapılan ihracatı aşmaktadır. 2025’te Çin’in
Körfez petrolü ithalatının ABD’nin ithalatının üç katına çıkacağı umulmaktadır.
Hidrokarbon ihracatı yanı sıra KİK menşeili finansal fazla da gelişmiş
kapitalist ülkelere akmaktadır.
ABD’nin
gücündeki görece azalma ve çok kutuplu dünyanın ortaya çıkışı ile birlikte tüm
bu söylenenler, KİK’in (ve daha geniş bir ifade ile tüm Ortadoğu’nun) önde
gelen kapitalist devletler arasındaki rekabete dayalı husumetlerin ne tür bir
sonuç doğuracağını tayin edecek kilit bölge olduğunu göstermektedir. ABD’nin
KİK devletleri ile sıkı bir askerî ve politik ilişki kurmasının nedeni de
buradadır. Bu ilişki, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşmuş, ama daha çok
seksenlerde derinleşmiştir. (Esasında KİK’in kurulma tarihi 1981’dir. Bu
dönemde Körfez ülkeleri, İran-Irak Savaşı bağlamında ABD’nin askerî şemsiyesi
altındadırlar.) ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal etmesi ile Orta Asya’nın
kontrolü için verilen mevcut mücadelelerin gerisindeki temel stratejik faktör,
bu bölgenin hâkimiyet altında tutulması ile ilgilidir. İran’a karşı
diklenilmesi de bu bağlamda görülmelidir. ABD hükümetinin birkaç hafta önce
Irak’taki askerî güçlerini KİK’e kaydıracağını ilân etmesi de bu tespitin
onaylanmasından başka bir şey değildir. Bugün KİK, Afrika’dan Orta Asya’ya
kadar uzanan bölgedeki 27 ayrı ülkede yürütülen çarpışmalardan, planlamadan ve
operasyonlardan sorumlu Amerikan Beşinci Filosu’na (Bahreyn) ve ABD Merkez
Komutanlığı (CENTCOM) karargâhına (Katar) ev sahipliği yapmaktadır. KİK’teki
krallıklar, ABD’nin askerî muhafızlığına ve Batı’dan gelen politik desteğe
mecburdurlar. (Bahreyn’deki ayaklanmaya gelen tepkiler de bunu
göstermektedir.). Elbette (KİK üyesi devletlerarasında olduğu gibi) ABD-KİK
ilişkisinde de kimi gerilim noktaları ve husumetler yok değil. Ancak buradaki
merkezî husus, söz konusu ilişkinin ABD’nin küresel ölçekteki hâkimiyeti için
kilit öneme sahip olmasıdır.
Bu
söylediklerim, ABD ve diğer dış güçlerin Ortadoğu’yu bütün olarak nasıl
gördüklerini anlamak için gerekli temel çerçeve olarak ele alınmalı.
Dolayısıyla “İsrail lobisi”nin ABD dış politikasını biçimlendirdiğine ilişkin
temelde liberal ve boş argümanlara yaslanan diğer açıklamalar, fikrimce
reddedilmeli.
Ancak
öte yandan, kapitalist dünya piyasasındaki rakip devletlerarasında seyreden
husumetler de bunların ortaklaştıkları çıkarlara paralel olarak incelenmeli.
KİK’teki sınıfsal oluşum, bütün olarak kapitalizmin gelişmesi ile birlikte
derinlemesine nüfuz etmiştir. Rusya ve Çin dâhil, dünya piyasasındaki önde
gelen devletlerin temel korkusu da bu sınıfsal yapıya meydan okunması
ihtimalidir. Başka bir deyişle, tüm kapitalist devletlerin ortak derdi, KİK’in
bütünüyle dünya kapitalizminin safında kalmasını sağlamaktır. Ortadoğu’daki dış
güçlerin politikaları bu nedenle çift karakterlidir: bir yandan bu güçler,
rekabetle alakalı öznel çıkarlarını muhafaza edip kârlarını artırmak, bir
yandan da bölgedeki zenginliğin küçük bir parazit toplumsal katman yerine geniş
halk kitlelerinin yararına olacak şekilde kullanılması gerektiğini söyleyen
itiraza ortaklaşa mani olmak için uğraşıyorlar. Geçen yıl bölgede yaşanan
ayaklanmanın deruni anlamı budur.
Bahreyn’i
kısmen bir kenara koyarsak, Körfez devletlerinde onca eşitsizliğe rağmen, genel
olarak politik düzlemde çok az hoşnutsuzluğa tanık olundu. Buralarda otoriter
rejimler iktidarda tüm güçleriyle kalmayı bildiler. Bu konudaki değerlendirmen
nedir? Bunun nedeni, bölgenin önemli ölçüde Körfez ile küresel düzen arasındaki
ilişki tarafından biçimlenmiş olması mı yoksa yereldeki kimi faktörler mi?
Körfez’deki
önemli toplumsal mücadelelerin gizlenen ve unutturulan bir tarihi vardır.
Ellilerden yetmişlere kadar bölge genelinde iyi örgütlenmiş, militan Arap
milliyetçisi ve solcu hareketlere rastlanır. Birkaç örnek sıralamak gerekirse,
bu hareketler, Suudi Arabistan’da bulunan petrol bölgelerindeki grevlerde ve
protestolarda, Umman’daki Zufar bölgesinde verilen gerilla mücadelesinde,
Kuveyt ve diğer ülkelerde Filistin mücadelesine dönük verilen kapsamlı destekte
önemli roller oynuyorlar. Filistin, Mısır, Yemen ve başka yerlerden gelen Arap
işçiler arasında Filistin ve Arap milliyetçiliğine dönük güçlü bir sempati
hâkimdir.
Söz
konusu hareketler, İngiliz ve Amerikan danışmanların destekledikleri
iktidardaki monarşiler eliyle baskıya maruz kalıyorlar. Ayrıca bu baskıya ek
olarak, seksenler ve doksanlar boyunca açık hâle gelen, bölgedeki emek
piyasalarının doğasında da ciddi bir dönüşüm yaşandı. Bu dönem boyunca,
özellikle 1990-1991 Körfez Savaşı esnasında, birçok işçinin sınır dışı edilmesi
ardından ibre, genel olarak Güney ve Doğu Asya’dan gelen geçici göçmen işçilere
kaydı. Bu işçiler, kısa süreli sözleşmelerle ülkeye getirilip şehir
merkezlerinden uzaktaki kamplara yerleştirilerek, emek ve politika ile ilgili
haklar konusunda ciddi bir sınırlandırmaya tabi tutuldular. Birçok durumda,
özellikle inşaat gibi düşük ücretlerin ödendiği alanlarda, bu işçilerin
ailelerini yanlarında getirmeleri gayet zorlaştı.
Bugün
Körfez ülkeleri, bu tip geçici göçmen işçilere dayanıyor olmaları ile öne
çıkıyorlar. Muhtemelen yetmişlerde tersi olan bugünkü oran, yetmişe otuzdur.
Ortadoğulu işçiler yüzde otuzluk, güney ve doğu Asya’dan gelen işçiler ise
yüzde yetmişlik dilimi teşkile ediyorlar. Söz konusu emek akışları, dünyanın
diğer bölgelerindeki göçmen akışlarından farklı, zira doğaları gereği kısa
erimliler, yurttaşlık haklarından mahrumlar ve kendi ülkelerine yaptıkları
döviz akışını maksimize etmeye çalışırlar. KİK devletlerinin tümünde geçici
göçmen işçiler, toplam emek gücünün yarısından fazlasını teşkil ediyorlar.
Kuveyt, Katar, Umman ve BAE’de bu oran, yüzden seksenden fazla. Geçici göçmen
emeğine dönük bu bağımlılık, KİK’teki birikim modellerini kilit önemi haiz, emek
ihraç eden bölgelere tabi kılıyor.
Körfez
kapitalizmi ve yönetici elitlerindeki bu göreceli istikrar ve uyumluluk, söz
konusu sınıfsal yapı ile sıkı bir ilişkiye sahip. Bir işçinin yerleşim izni
alabilmesi onun iş sahibi olmasına bağlı olduğundan, yüksek sömürü düzeylerine
ulaşmak mümkün olabiliyor. İşçi işsiz kaldığında, “yasadışı”laşıyor ve ülkeyi
terk etmek zorunda kalıyor. Başka bir deyişle, ülkede ikamet etme hakkının
istihdam edilmiş olmaya tabi olması sebebiyle, işverenler işçiler üzerinde
muazzam bir kudrete sahipler. Dahası, sınıfın nesiller üzerinden kendisini
yeniden üretmesi de alabildiğine parçalı bir seyir izliyor, zira işçiler, genel
olarak sözleşmeleri bittiğinde ülkelerine geri dönüyorlar, böylelikle sınıfsal
hafızaları ve dayanışma bağları zayıflıyor, dolayısıyla da kolektif eyleme
geçme ihtimali epey azalıyor. Öte yandan, sınıf temelli eylemin
sınırlandırılması için ciddi yasal engeller getiriliyor. Örneğin Suudi
Arabistan’da ve BAE’de sendikalar yasak.
Genelde
kabul edilen izlenimin aksine, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinde
yaygın bir sefalet hüküm sürüyor. Ancak yerelde, ülkenin kendi yurttaşlarına
dayanan bir işçi sınıfının yokluğu, politik mücadelelerin de etkin bir
toplumsal tabandan mahrum kalmasına neden oluyor. Söz konusu devletlerdeki
politik çelişki, dolayısıyla, genel anlamda elitler arası uyumsuzluklara (din
âlimleri ve monarşi arasındaki çatışmalara ve yönetimdeki ailenin farklı
kolları arasındaki çekişmelere) bağlı olarak cisimleşiyor. Politik çelişkinin
ortaya çıkmasına neden olan diğer bir husus da İslamî hareketlerdir.
Görüldüğü
üzere burada sınıf mücadelesi önemli bir rol oynamıyor. Bu ülkelerdeki sakinmiş
gibi görünen politik ortam, petrol zengini iki komşu devlette, İran ve
Irak’taki ortama aksi yönde bir seyir içindedir. İran ve Irak’ta işçi sınıfının
Körfez ve daha geniş planda Ortadoğu’daki batılı politikalara ısrarla muhalif
olan ve bu yönde harekete geçen uzun bir tarihi mevcuttur.
Bu,
en açık biçimde 2008 ekonomik krizine dönük verilen tepkilerde görülebilir.
Krizin hemen ardından Körfez devletleri, halk tabanlı çok az protesto ya da
öfkeye maruz kaldı. Şurası kesin olarak doğru ki birçok sansasyonel proje
durduruldu, tüketici talepleri dibe vurdu ve iş dünyası kepenk indirdi. Ancak
halk, pek zarar görmedi. Dubai gibi yerlerde, kiralık göçmen işçilerin sayısı
azaldı ve binlercesi evlerine gönderildi. Bu da krizin gerçek acısının esas
olarak Körfez’i kuşatan bölgelerden gelen işsizler tarafından hissedildiği
anlamına geliyor.
Ancak
Bahreyn, bu süreçte önemli bir istisna idi. Bu ülke, diğer Körfez İşbirliği
Konseyi ülkelerine kıyasla daha az petrol zenginliğine sahip (KİK rezervlerinin
sadece % 0,03’ü) ve tarihsel gelişimine ait kimi özellikler sebebiyle (Kral
Halife ve ailesinin hâkimiyeti altındaki) Sünni yönetici elitle çoğunluğu
teşkil eden Şii nüfus arasında mezhepsel bir ayrışmaya sahne olan bir yer.
Ancak Bahreyn’in toplumsal yapısı, (medyada genel olarak yansıtılan ve Bahreyn
krallık ailesinin de bilerek teşvik ettiği iddianın aksine) Şiilikle Sünnilik
arasındaki dinî çelişki ile ilgili bir mesele değil. Aksine, ülkedeki Şii
çoğunluğa dönük ayrımcılık sınıfsal oluşumdan ayrı olarak kavranamaz. Ülke,
büyük ölçüde göçmen işçiye sırtını yasladığından (örneğin 2005’te Bahreyn
nüfusunun %58’i ülke vatandaşı olmayan göçmen işçilerdir) Şii çoğunluğun önemli
bir bölümü işsiz kalmış, fakirleşmiş ve zamanla yerleşik bir hâl alan
sistematik bir ayrımcılığa maruz kalmıştır.
Son
yıllarda Bahreyn de diğer KİK ülkelerine kıyasla daha uzun süreli ve daha
gelişkin bir neoliberalizm tecrübe etmiştir. Bu, kapitalist gelişmedeki
eşitsizliği derinleştirmiş, (özellikle Şii nüfus dâhilinde) zenginle fakir ve
özel sektörle (2010 Küresel Miras Vakfı Ekonomik Serbestiyet Endeksi’ndeki
ifade ile) “Ortadoğu’daki en serbest ekonomi”den istifade eden devlet
seçkinleri arasındaki uçurumu derinleştirmiştir. 2004’te Bahreyn İnsan Hakları
Merkezi’nin tahminlerine göre, Bahreynlilerin yarısından fazlası sefalet
koşullarında yaşarken, en zengin 5.200 Bahreynlinin toplam serveti 20 milyar
doları aşmış durumdadır. Bahreynlilerin görece daha fazla proleterleşmişliği,
mevcut mezhepsel ayrışma ile çakışmış ve neolibralizmin yol açtığı derin etki
ile pekişmiştir. Bu da emek hareketlerinin ve genelde solun ülke genelinde
önemli bir hâle gelmesini koşullamıştır. Ülkede birkaç yılda bir büyük
ayaklanmalara ve grevlere tanık olunmaktadır. Bu hareketlerin en son
gerçekleştirdikleri eylem, 2011 intifadasıdır.
Dahası
Bahreyn’in önemi, ülke sınırlarını da aşmıştır. Suudi Arabistan’ın petrol
zengini olan doğu bölgesinde, Bahreyn’in tam karşısında, hatırı sayılır
miktarda Şii yaşamaktadır. 2011’in başlarında burada bir dizi protesto
gösterisi yapılmış, bu Körfez ülkeleri genelinde (ve onları destekleyen Batılı
güçlerde) ciddi bir korkuya yol açmıştır. Bu protestolar, benzer mücadelelerin
Suudi Arabistan ve başka ülkelerde de patlak verebileceğini göstermiştir.
Bahreyn halkına karşı ağır bir baskının uygulanmasının nedeni buradadır. Suudi
Arabistan, BAE ve Katar askerî birlikler göndererek ayaklanmaları bastırmıştır.
Ancak Bahreyn’deki ayaklanmaların henüz sona ermediği kesindir.
Petrol
fiyatları ile ilgili mücadele ne denli önemli? Burada ne tür çıkarlar devrede?
Bu mücadele, bölgedeki devletlerin ve (ABD gibi) dış güçlerin politikalarını
nasıl biçimlendiriyor?
Petrol
fiyatlarını belirleyen faktörler, farklı sınıftaki petrollere ve diğer enerji
kaynaklarına erişme ve temin etme imkânı, küresel talep, sanayideki sermaye
yatırım düzeyleri, spekülasyon ve Ortadoğu’daki politik durumla ilişkili.
1999’dan beri fiyatlarda genel anlamda bir artış söz konusu (2008 ekonomik
krizi sonrası yaşanan ani dalgalanma ile birlikte ciddi bir düşüşe tanık
olundu). Eğer küresel plandaki arz ve talebe ilişkin en yaygın tahminler doğru
ise fiyatlar orta vadede bu şekilde yüksek seyredecektir.
Yüksek
petrol fiyatları, büyük ölçüde resesyon dönemleri ile ilişkilidir. Yetmişlerde
görüldüğü üzere, petrol ithaline dayanan ülkeler yüksek fiyatlardan ötürü büyük
zarar görüyorlar. Aslında bu, yetmişlerle birlikte Güney’de patlak veren borç
krizinin temel faktörüdür (bu süreç, bir miktar da Körfez petrodolarlarının
geri dönüşümü eliyle hızlanmıştır.). Mevcut dönemde (kısmen hidrokarbonların
fiyatlarına bağlı olan) gıda fiyatlarındaki artış eğilimi, yüksek petrol
fiyatlarının birkaç yönden tehlike arz ettiği anlamına gelmektedir.
Ancak
madalyonun öteki yüzünde de Körfez devletlerinin (ve tabii ki petrol
şirketlerinin) fiyatların yüksek oluşundan nemalanmaları duruyor. Yapılan
farklı tahminlere göre, KİK devletleri “ne kâr ne zarar” durumundadır. Bu
devletler için gerekli petrol fiyatı, bunların mali ihtiyaçlarını karşılayacak
düzeydedir. IMF’in tahminine göre, 2008’de Suudi Arabistan’ın mali portresini
söz konusu yıl için dengede tutabilme noktasında, genel olarak varil başına 49
dolarlık bir fiyata ihtiyaç duymuştur. IMF, BAE (23$) ve Kuveyt (33$) için bu
tahmini düşük tutmuş, Bahreyn (75$) ve Umman (77$) içinse yüksek bir tahminde
bulunmuştur. Bütün olarak KİK için tahmin, varil başına ortalama 47 dolardır.
Ancak bu tahminler muhtemelen fazla düşüktür. Bu noktada KİK devletlerinin bir
dizi ayaklanmanın başlaması üzerine ülkelerdeki her türlü muhalefeti ezmek için
bir hükümet programını yürürlüğe soktuğunu hatırlamak gerekecektir. Büyük dünya
bankalarının en tepedeki kuruluşu olan Uluslararası Finans Enstitüsü, Mart
2011’de, Suudi Arabistan’ın kâr-zarar dengesi için petrolü varil başına
ortalama 88 dolara satması gerekeceğine dönük bir tahminde bulunmuştur. Suudi
Arabistan, dünya piyasasına arzı artırma ve dolayısıyla petrol fiyatını düşürme
becerisine sahip olduğundan, kilit bir konumda bulunuyor (Ancak öte yandan,
bazı sanayi analizcileri, bunun ne ölçüde mümkün olduğunu sorguluyor ve Suudi
rezervlerinin fazla abartıldığını iddia ediyorlar). Özetle, burada karşılıklı
ilişki içinde olan bir dizi faktör mevcuttur. Ancak bana kalırsa, yakın
gelecekte işlerlik kazanacak olan senaryo, fiyatların yüksek tutulması ve KİK
devletlerindeki artığın sürekli artması yönündedir.
“Arap
Baharı”, bölgedeki güçler dengesini ve ayrıca Körfez devletlerinde hüküm süren
sınıf güçleri arasındaki dengeyi tehdit edebilecek düzeyde midir?
2011
boyunca yaşanan ayaklanmaların gerçek potansiyeli tam da budur. Daha önce de
izah ettiğim üzere, bölgesel ekonominin artan ağırlığı ve küresel krizin özel
etkisi şeklinde özetlenebilecek iki ayrı süreç, iki ayrı politik yüzey olarak,
ulusal ve bölgesel ölçeği tehdit edebilecek niteliktedir. Yüzeyden görünen,
tekil ulus-devletler dâhilinde yaşanan “ulusal” mücadeleler, kaçınılmaz olarak
bu bölgesel hiyerarşilerin inşası ile yüzleşecek ölçüde büyümektedir. Arap
ayaklanmalarının açığa çıkardığı temel bağlam, işte budur.
Bunun
farklı yönleri mevcuttur. Bir yandan ABD ve diğer dış güçlerin bölgede oynadığı
rolü ve daha da önemlisi, İsrail’in konumunu açık bir biçimde görebiliyoruz.
Ayaklanmalar (özellikle Mısır ayaklanması) tüm bu yönlerle yüzleşti, zira
meydan okunan rejimler, ilgili bölgesel düzenin nasıl inşa edileceği noktasında
merkezî unsurlardı. Dolayısıyla, ayaklanmaları tek başına bir “demokrasi”
meselesi üzerinden anlamak doğru değildir. Burada yanlış olan, “politik” olanın
“ekonomik” olandan, “ulusal” olanın “bölgesel” olandan ayrıştırılabileceğinin
düşünülmesidir.
KİK
devletleri de bölgesel politik ekonomide önemli bir rol oynuyorlar. Ama ben,
burada ayaklanmalarda atılan sloganların ve ortaya konulan taleplerin KİK
devletlerini (İsrail ya da ABD’yi) açık biçimde hedeflediğini iddia etmiyorum.
Bu ayaklanmaların mantıksal açıdan son yirmi yıldır gelişen bölgesel düzene
örtük olarak meydan okuduklarını düşünüyorum. Mısır, Tunus ve diğer yerlerdeki
politik yönetimi karakterize eden toplumsal yapılar, KİK’in kendisini,
İsrail’in konumu ile dış güçlerin hâkimiyeti ile bağlantılı olarak, bölgesel
piyasanın hiyerarşisinin tepesine yerleştirme sürecinin bir parçasıdırlar.
Ayaklanmalarda karşılığını bulan, diktatörlük karşıtı mücadeleler, aynı zamanda
kapitalizmin bölge genelindeki gelişim kanalı ile iç içedir ve bu anlamda Körfez’e
karşı verilen birer mücadeledirler.
Bu,
KİK devletlerinin ayaklanmaları zapturapt altında tutup, onları yoldan
çıkartmak amacıyla şiddete başvurmasının nedenini de izah eder. Bu devletler,
bölgede hüküm süren karşı-devrimci dalganın mutlak merkezidirler. Kanaatime
göre, emperyalizm, bölgede KİK devletleri ile eklemlenmiştir ve onlarla
birlikte çalışmaktadır. NATO idaresi altında Libya’da gerçekleştirilen işgal,
bunun en açık örneğidir. Bu işgalde Katar ve BAE önemli roller üstlenmiştir.
Körfez devletleri, bu ülkeye askerî birlikler, para ve ekipman göndermiş, daha
da önemlisi, saldırı için gerekli politik meşruiyeti temin etmişlerdir. Başka
birçok örnek bulmak mümkündür: Körfez devletleri, Mısır ve Tunus’taki rejimlere
milyarlarca doları bulan yardımlar yapmayı vaat etmişlerdir.
Bahreyn’deki
askerî müdahale, başka bir örnektir. Ürdün ve Fas’a KİK’e katılmaları için
yapılan tekliften de bahsedilebilir (buradaki amaç, bölgedeki tüm gerici
krallıkları tek bir blok içinde birleştirmektir.). Ayrıca son dönemde KİK,
Suriye ve Yemen’deki ayaklanmaları kışkırtıp bu noktada arabuluculuk yapma
girişimleri içindedir. Belki de en önemli tehlike de İran’a yönelik tehditlerin
giderek yoğunlaşmasıdır. Esasında İran, sadece İsrail değil, KİK için de bir
sorundur.
Bu
nedenle ayaklanmalar, bölgesel düzenin yatağını değiştirmek gibi gerçek bir
ihtimali temsil ediyorlar. Geniş ve iyi örgütlenmiş işçi sınıfı ile güçlü sol
örgütlere sahip Mısır, mücadelenin kilit noktasıdır. Ancak yukarıdaki ana
konuya dönecek olursak, uzun vadede Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yüzleşilen
eşitsiz gelişim sorunları, “ulusal” planda herhangi bir çözüme
kavuşturulamayacaktır. Bu sorunlar, bölgesel ve merkezî bir çözüme
muhtaçtırlar; bu da KİK devletlerinin bölgedeki kapitalizmin merkezi olarak sahip
oldukları konumla yüzleşmenin şart olduğunu ortaya koyuyor.
Kaynak