Süleyman Murad Söyleşisi
Perry Anderson
2016
İslam,
kamuoyunun daha önce hiç bu kadar dikkatini çekmemişti. Ne var ki bu imaj,
İslam teolojisi, İslam tarihi ve bu dine ait uygulamalara dair yanlış
bilgilerle ve cehaletle yüklü.
Mosaic
of Islam [“İslam’ın Mozaiği”] isimli çalışmasında Perry Anderson ve ünlü
İslam tarihçisi Süleyman Murad, Muhammed’den bugüne İslam’ın kabulü ve bu dinin
uzun tarihini açık ve kolay anlaşılır bir üslupla aktarmayı amaçlıyor. Kitaptan
alınan bu parçada Anderson ve Murad, Şiilerle Sünniler arasındaki karşıtlığı,
Arap Baharı’nın sebep ve sonuçlarını, İsrail’in Ortadoğu’daki konumunu ve
Panarabizmin tarihini tartışıyor.
Bugün
Ortadoğu’da Sünnilerle Şiiler arasındaki karşıtlıkların düşmanlığa varacak
şekilde yeniden nüksetmesini nasıl izah edebiliriz? İki toplum arasındaki
gerilim yüzlerce yıldır bu ölçekte değildi. Bugün bu gerilimlerin ardındaki
dinamik nedir?
Panislamist
olarak görebileceğimiz üç önemli isim var günümüz İslam’ında: Mısır’da Kutub
(1906-1966); İran’da Humeyni (1902-1989); ve Hindistan-Pakistan’da Mevdudi
(1903-1979). Üç isim de Müslümanların aralarındaki farkları aşmalarını ve
çürümüş kapitalizmle ateist komünizm denilen iki kötülüğe karşı muzaffer olmayı
mümkün kılacak İslam birliğinin oluşmasını istediler. Üç düşünür de
Müslümanların iki değirmen taşının arasında ezildiği bir dönemde yaşanıldığını,
inananların bu iki taştan birini seçmeye zorlandığını düşünüyordu. Üçü de
alternatif olarak İslam’a işaret ettiler. Ama burada bir koşul öne sürdüler,
buna göre Müslümanlar birleşmek zorundaydı. Sünni dünyada Mevdudi ve Kutub
panislamizmi vaaz ettiler. Her iki isim de düşüncelerinin geniş kalabalıklarla
buluştuğunu göremedi. İdeolojik ortamı dönüştürmekse İran Devrimi’ne nasip
oldu. Humeyni’nin ilk özgün projesi, görkemli sonuçları öngören bir tür
panislamizmdi. Bu projeye göre, Sünniler ve Şiiler tüm Müslümanların düşmanı
olan ABD ve SSCB’ye karşı birleşecekti. Ama Saddam İran’a saldırıp İslam
Cumhuriyeti’nin bekasını tehdit edince, Humeyni savunmacı bir konum alıp genel
vizyonundan kimi tavizlerde bulunmak zorunda kaldı. Kuşatma altında olan bir
ülkenin tüm müminleri birleştirmesi pek mümkün değildi. Bunun yerine panşiizme
meyledildi. İran rejimi Şiilerin bulunduğu yerlerle iletişimi sağlayacak
kanallar açtı, silah, para, uzman gönderdi. Yemen, Suriye, Lübnan, Irak ve
Bahreyn’deki Şiilere tavsiyelerde ve yardımlarda bulundu. Geçmişte kurulan
hiçbir Şii hanedanlığı bugün görülen, tüm Şiilik formlarına karşı hoşgörüyle
yaklaşan tutuma sahip olmamıştı. Geçmişte insanlar hep Şiiliğe döndürülmeye
çalışılmıştı. Herkes On İki İmamcı olmak zorundaydı. Humeynizm bu yöntemi
elinin tersiyle itti. Zeydiler, Aleviler ve Dürziler değişmeye zorlanmadılar,
İran kaynaklı saldırgan bir içeriğe sahip, teolojik talimatlarla yüzleşmediler.
Bu, Şii dayanışması için gerekliydi. Burada strateji, Batı’nın saldırısına
hedef olan İran Devrimi’nin bölgeden destek bulması amacıyla oluşturulmuştu.
Modern İran tarihinde, 1908-1911’deki anayasa hareketinden 1953’te Musaddık’ın
devrilişine, oradan bugüne dek bu, sık sık karşılaşılan bir temaydı.
Humeyni’nin politikasının ulaştığı başarı, 1982 sonrasında Lübnan’da en büyük
güç olarak sahneye çıkan Hizbullah gibi bir ürün verdi.
Dönüştürücü
bir etkiye sahip olan ikinci olaysa, Sovyetler’in 1979’da Afganistan’ı işgal
etmesiydi. Bu olay panislamizmi başka bir yöne sevketti ve ona Sünni bir içerik
kazandırdı. Kızıl Ordu’yu ülkeden kovmayı başaran Afganların bu başarısı Şah’ın
devrilişi ile kıyaslanacak ideolojik bir etkiye yol açtı. İranlılar, Batı’yı
Sünniler de Doğu’yu yenebileceklerini ispatladılar. İslam hem kapitalizme hem
de komünizme karşı muzaffer olmayı bilmişti. Ama Humeyni’nin panislamizminin
İran-Irak savaşı ile panşiizme kapanmaya mecbur edilmiş olmasında görüldüğü
gibi, Sünni panislamizmi de aynı savaşın basıncı üzerinden pansünnizme doğru
büzüştü. Yola seküler bir lider olarak çıkış yapan Saddam Hüseyin, Sünnilerin
yardımını almak için dinî söylemi devreye soktu. Zira Saddam, o dönemde savaşı
kaybettiğini gördü ve sahneye Iraklıların çoğunluğu Şii olmasına karşı
Sünnilerin savunucusu olarak çıkmak istedi. Ardından Körfez Savaşı (1990-1991)
yaşandı, 2003’te Amerika Irak’ı işgal etti, ülke Sünni ve Şii toplumları arasında
bölündü. Böylece pansünnizm ile panşiizm arasında düşmanlığın tohumları da
atılmış oldu.
Pansünnizmin
köklerini Kutub veya Mevdudi’ye ne ölçüde dayandırabiliriz?
Mevdudi
ve Kutub’un fikirleri, Panislamcılar, bilhassa Sünni olanlar arasında yaygın
biçimde okundu. Tuhaf olan şu ki bugün pansünnizm selefi bir nitelik azandı.
Selefilik, Suudi monarşisinin ortaya attığı bir yorum. Kimi kolları artık Suudi
tanımına da uymuyor (özellikle Kaide ve IŞİD). Bu akım Sünni dünyada kök
buluyor. Suudi Arabistan, ondan daha düşük düşeyde Katar, pansünnizmi
panşiizmin müdafisi olan İran’a karşı savunuyor. Her iki taraf da birbirine
paranoya ile bakıyor. Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın doğusunda büyük bir Şii
nüfusu yaşıyor. Bahreyn’in çoğunluğu da Şii. Birleşik Arap Emirlikleri’nde çok
sayıda İranlı yaşıyor. Umman’da halkın çoğunluğu önşiilikten çıkan ilk
kollardan biri olan İbadiyye hareketine mensup. Yemen’de Zeydiler güçlü.
Dolayısıyla Suudi Arabistan, Irak’ın güneyinden Körfez’e oradan Kızıl Deniz’in
alt kısmına kadar uzanan bir Şii kuşağı ile kuşatılmış durumda. Suriye’de
Aleviler hâlen daha iktidarda. Lübnan’ın önemli bir kısmı Hizbullah’ın
hâkimiyeti altında. Şam’ın güneyinde Ürdün var. Buradan da bir başka Şii hattı
kuzeye doğru uzanıyor. Bir de buna İran’ın nükleer silah sahibi olma ihtimalini
de eklersek, mezhepçi gerilimin tüm bileşenleri ile neden yaşandığını anlamak
kolaylaşır. Zira İranlılar da Suudiler gibi düşünüyorlar. Onlar da kendilerini
Batı’nın iradesine boyun eğdirmeye dönük, Amerika kaynaklı bir baskıyla karşı
karşıya oldukları kanaatindeler. Sonuçta da ortaya bölge genelinde Şiilerle
Sünniler arasındaki şiddetin ateşine bir biçimde benzin döken karşılıklı bir paranoya
açığa çıkıyor.
Tarif
ettiğiniz dinamiğin tarihi Arap Baharı öncesine uzanıyor. Arap Baharı’nın
önceden varolan çelişkiler üzerindeki etkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Arap
Baharı eski düzende parçaladı, yeni bir düzen tesis edemedi, bu sebeple
militanlar için geniş bir alan meydana getirdi. Bugün hiçbir Arap ülkesi
istikrara sahip değil. Bu tespit sadece Irak ve Suriye değil, Mısır, Tunus,
Sudan, Ürdün ve Lübnan için de geçerli. Suudi Arabistan’da da istikrar yok. Bu
ülke, kuzeydoğusunda temel insan hakları için gösteriler düzenleyen Şiileri
ezdi ve askerlerini 2011’de demokratik bir ayaklanmanın yaşandığı Bahreyn’e
gönderdi. Bu çelişkileri yönetmeyi bilen tek ülke ise Türkiye, ama Erdoğan
elindeki tüm fırsatları çöpe attı, paranoid çıkışlarıyla bugün kimileri
açısından alay konusu haline geldi, muhalefetin ülke içerisinde ortaya koyduğu
protestoları uluslararası komplonun parçası olarak değerlendirdi, Kürdleri,
kendisine karşı çıkan herkesi suçlama yoluna gitti.
Günümüzün
Haçlı devleti olarak takdim edilen İsrail, dinî tutkuların tüm bölgeye
yayılması noktasında ilk Haçlılar türünden bir rolü ne ölçüde oynayabilir?
Panislamistlere
göre, İsrail küçük bir nüfusa sahip küçük bir ülkeydi ve bu haliyle onun haçlı
devletleri gibi Müslüman dünya birleştiği vakit sökülüp atılabileceğine
inanıldı. Ama Araplar, İsrail’le ne zaman savaşsalar yenildiler. Tuhaf ki 1973
savaşı, Suriye ve Mısır’da zafer ve ulusal tatil olarak kutlanıyor, oysa iki
savaşta da Araplar ağır, utanç verici bir yenilgi aldılar. İslamcılığın rağbet
görmesinde İsrail’in yol açtığı tehdit hiçbir zaman en temel faktör olmadı.
Arapların büyük bir çoğunluğu Yahudi devleti olarak İsrail’e düşman. Ama bu
düşmanlığa bir de Filistinlilere yönelik yaygın bir kayıtsızlık eşlik ediyor.
Filistinlilerin davası İslamcıların gündeminin merkezine hiçbir zaman oturmadı.
Panislamizmin önde gelen teorisyenlerinin fikriyatında Filistinlilerin kaderi
kendisine kıyıda köşede bir yer bulabildi. Hatırlandığında da İsrail tek başına
bir tehdit değil, gerçek tehdit olan Amerika ve Batı’nın temsilcisi olarak
değerlendirildi.
Günümüz
İslamcılığını asıl canlandıran ve cazip kılan, İran şahının devrilmesidir. Bu
bölgede gerçekleşen ve güçlü bir yöneticiyi deviren ilk devrimdir. Müslüman
dünyada bu devrimin yol açtığı değişime denk başka bir değişim yaşanmamıştır.
Cezayir Devrimi (1954–1962) sömürgeci bir güç olan Fransa’ya karşı yapıldı.
Mısır’da krallığın devrilişi (1952) pek heyecan yaratmayan bir darbeydi.
Suriye, Irak ve Libya’dakiler de öyle. Oysa İran’da kitle gösterileri orduyu
etkisizleştirip şahı devirdi. Bu, eşi benzeri olmayan bir olaydı. Arkasında
Humeyni ve mollalar vardı. Devrim, panislamistlerin dinin değişime yol
açabileceğine dair argümanlarını teyit etti. İslam alternatifti artık. Mevdudi
veya Kutub nezdinde sınırlı biçimde kabul gören bu ideoloji daha geniş bir
kitleye kavuştu ve daha fazla talep edilir hale geldi.
Afganistan’da
selefiler de bu kervana katıldılar ve panislamizmi kendi tayin ettikleri yöne
soktular. Mısır’da Sedat, üniversiteler ve sendikalarda sosyalistlerin ve
komünistlerin popülaritesini kırmak için radikal Sünni grupları kullandı.
Ardından bu grupların çok güçlendiğini anladı ve özellikle 1978’de İsrail’le
imzaladığı Camp David Anlaşması sonrası bu grupları ezmeye başladı. Bu, daha
birçok yerde tanık olduğumuz bir yola işaret ediyordu. O dönem askeri rejimler
kendileri için tehlikeli gördükleri komünistlere ve İslamcılara karşı bu yolu
yürüdüler. Birini diğerine karşı maniple ettiler. İsrail istihbaratı,
Filistin’de Fetih’e karşı denge unsuru olsun diye Hamas’a destek verdi. ABD,
Afganistan’da komünistlere karşı cihadcı unsurları güçlendirdi. Ama bu hamle,
aynı cihadcılar Amerikalıları hedef almaya başlayınca ters tepti.
Anlaşılan,
modern dönemde İslam’ın en şiddete meyyal kısmına katkı sunan unsurlar, tuhaf
bir biçimde İslam’ı birleştirme yönünde hayal kuran kesimler. Tekfir etme ve
mürted suçlamaları bu noktada ciddi bir rol oynuyorlar. Bu fikrin kaynağı
nedir?
Tekfir
terimini on üçüncü yüzyılda İbn Teymiyye’de buluyoruz. Terim, o dönemde
Moğolların safına geçenler ve diğer yoldan sapmış Müslümanlar için kullanılıyor
ama bugün terimin kullanımı Vehhabilerle birlikte başlıyor. Temelde cihadın
Müslümanlara karşı yürütülmesi mümkün değil. Dolayısıyla selefilerin kitleleri
Sedat veya Suudi prenslerine karşı cihad için seferber etmeleri imkânsız. Bunun
için söz konusu yöneticilerin artık Müslüman olmadıklarının ispatlanması
gerekiyor. Vehhabizmin özü bu. Usame Bin Ladin’in Körfez Savaşı sonrası
Amerikan askerlerinin Suudi Arabistan’a yerleştirilmesine dönük eleştirisine
baktığımızda, Suudi ailesinin o noktada mürted olduğuna dair ifadelere
rastlıyoruz. Ladin takipçilerine şunu söylüyor: “Onlar artık Müslüman değil, dolayısıyla
onlara karşı cihad etmeliyiz. İslam’ın düşmanlarını Kutsal Topraklar’a davet
ettikleri için dinden döndüler.” Aynı durum Mısır’da da geçerli. Selefiler
dindar yobazlar olabilirler ama onlar İslam’ın temel hukukunu gözetmek
zorundalar. Takipçilerinizi Müslümanlara karşı cihada sevk edemezsiniz, önce o
insanlara o kişilerin artık Müslüman olmadıklarını ispatlamanız gerek.
Dolayısıyla tekfir mekanizması selefizm için çok önemli. Kâfirleri öldürmeniz
için fetvaya ihtiyaç yok. Ama Müslümanları öldürebilmeniz için size o
insanların artık Müslüman olmadığını ve neden mürted olduklarını izah eden bir
fetva gerek.
1980’de
Sedat’ı vuran Teğmen Halid İslambuli’nin o gün Mübarek’i de öldürmemesinin
sebebi bu. Sedat mürteddi ama İslambuli’nin elinde Mübarek’i öldürebileceğini
söyleyen bir fetva yoktu. İslamî terörizme dair eskiden beri yapılagelen
analizler militanların ne dediklerine pek bakmıyorlar, sadece ekonomik
faktörlere veya tarihsel koşullara değiniyorlar. Bu noktada militanların en
genel anlamda bir tür ideoloji ve din ile harekete geçtiğinden söz ediyorlar,
ama onların eylemlerini meşrulaştıran ifadeleri göz ardı ediyorlar. Katar
Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanının tespitiyle, İslamî terörizm, ancak onun
teolojisini anlayıp onun karşısına başka bir teoloji çıkartarak yenilebilir. Bu
gerçeği inkâr ettiğimiz sürece militan İslam karşısında galip gelmek pek mümkün
değil.