31 Ocak 2017

,

İslamcılık ve Arap Dünyası


Süleyman Murad Söyleşisi

Perry Anderson
2016

 

İslam, kamuoyunun daha önce hiç bu kadar dikkatini çekmemişti. Ne var ki bu imaj, İslam teolojisi, İslam tarihi ve bu dine ait uygulamalara dair yanlış bilgilerle ve cehaletle yüklü.

Mosaic of Islam [“İslam’ın Mozaiği”] isimli çalışmasında Perry Anderson ve ünlü İslam tarihçisi Süleyman Murad, Muhammed’den bugüne İslam’ın kabulü ve bu dinin uzun tarihini açık ve kolay anlaşılır bir üslupla aktarmayı amaçlıyor. Kitaptan alınan bu parçada Anderson ve Murad, Şiilerle Sünniler arasındaki karşıtlığı, Arap Baharı’nın sebep ve sonuçlarını, İsrail’in Ortadoğu’daki konumunu ve Panarabizmin tarihini tartışıyor.

Bugün Ortadoğu’da Sünnilerle Şiiler arasındaki karşıtlıkların düşmanlığa varacak şekilde yeniden nüksetmesini nasıl izah edebiliriz? İki toplum arasındaki gerilim yüzlerce yıldır bu ölçekte değildi. Bugün bu gerilimlerin ardındaki dinamik nedir?

Panislamist olarak görebileceğimiz üç önemli isim var günümüz İslam’ında: Mısır’da Kutub (1906-1966); İran’da Humeyni (1902-1989); ve Hindistan-Pakistan’da Mevdudi (1903-1979). Üç isim de Müslümanların aralarındaki farkları aşmalarını ve çürümüş kapitalizmle ateist komünizm denilen iki kötülüğe karşı muzaffer olmayı mümkün kılacak İslam birliğinin oluşmasını istediler. Üç düşünür de Müslümanların iki değirmen taşının arasında ezildiği bir dönemde yaşanıldığını, inananların bu iki taştan birini seçmeye zorlandığını düşünüyordu. Üçü de alternatif olarak İslam’a işaret ettiler. Ama burada bir koşul öne sürdüler, buna göre Müslümanlar birleşmek zorundaydı. Sünni dünyada Mevdudi ve Kutub panislamizmi vaaz ettiler. Her iki isim de düşüncelerinin geniş kalabalıklarla buluştuğunu göremedi. İdeolojik ortamı dönüştürmekse İran Devrimi’ne nasip oldu. Humeyni’nin ilk özgün projesi, görkemli sonuçları öngören bir tür panislamizmdi. Bu projeye göre, Sünniler ve Şiiler tüm Müslümanların düşmanı olan ABD ve SSCB’ye karşı birleşecekti. Ama Saddam İran’a saldırıp İslam Cumhuriyeti’nin bekasını tehdit edince, Humeyni savunmacı bir konum alıp genel vizyonundan kimi tavizlerde bulunmak zorunda kaldı. Kuşatma altında olan bir ülkenin tüm müminleri birleştirmesi pek mümkün değildi. Bunun yerine panşiizme meyledildi. İran rejimi Şiilerin bulunduğu yerlerle iletişimi sağlayacak kanallar açtı, silah, para, uzman gönderdi. Yemen, Suriye, Lübnan, Irak ve Bahreyn’deki Şiilere tavsiyelerde ve yardımlarda bulundu. Geçmişte kurulan hiçbir Şii hanedanlığı bugün görülen, tüm Şiilik formlarına karşı hoşgörüyle yaklaşan tutuma sahip olmamıştı. Geçmişte insanlar hep Şiiliğe döndürülmeye çalışılmıştı. Herkes On İki İmamcı olmak zorundaydı. Humeynizm bu yöntemi elinin tersiyle itti. Zeydiler, Aleviler ve Dürziler değişmeye zorlanmadılar, İran kaynaklı saldırgan bir içeriğe sahip, teolojik talimatlarla yüzleşmediler. Bu, Şii dayanışması için gerekliydi. Burada strateji, Batı’nın saldırısına hedef olan İran Devrimi’nin bölgeden destek bulması amacıyla oluşturulmuştu. Modern İran tarihinde, 1908-1911’deki anayasa hareketinden 1953’te Musaddık’ın devrilişine, oradan bugüne dek bu, sık sık karşılaşılan bir temaydı. Humeyni’nin politikasının ulaştığı başarı, 1982 sonrasında Lübnan’da en büyük güç olarak sahneye çıkan Hizbullah gibi bir ürün verdi.

Dönüştürücü bir etkiye sahip olan ikinci olaysa, Sovyetler’in 1979’da Afganistan’ı işgal etmesiydi. Bu olay panislamizmi başka bir yöne sevketti ve ona Sünni bir içerik kazandırdı. Kızıl Ordu’yu ülkeden kovmayı başaran Afganların bu başarısı Şah’ın devrilişi ile kıyaslanacak ideolojik bir etkiye yol açtı. İranlılar, Batı’yı Sünniler de Doğu’yu yenebileceklerini ispatladılar. İslam hem kapitalizme hem de komünizme karşı muzaffer olmayı bilmişti. Ama Humeyni’nin panislamizminin İran-Irak savaşı ile panşiizme kapanmaya mecbur edilmiş olmasında görüldüğü gibi, Sünni panislamizmi de aynı savaşın basıncı üzerinden pansünnizme doğru büzüştü. Yola seküler bir lider olarak çıkış yapan Saddam Hüseyin, Sünnilerin yardımını almak için dinî söylemi devreye soktu. Zira Saddam, o dönemde savaşı kaybettiğini gördü ve sahneye Iraklıların çoğunluğu Şii olmasına karşı Sünnilerin savunucusu olarak çıkmak istedi. Ardından Körfez Savaşı (1990-1991) yaşandı, 2003’te Amerika Irak’ı işgal etti, ülke Sünni ve Şii toplumları arasında bölündü. Böylece pansünnizm ile panşiizm arasında düşmanlığın tohumları da atılmış oldu.

Pansünnizmin köklerini Kutub veya Mevdudi’ye ne ölçüde dayandırabiliriz?

Mevdudi ve Kutub’un fikirleri, Panislamcılar, bilhassa Sünni olanlar arasında yaygın biçimde okundu. Tuhaf olan şu ki bugün pansünnizm selefi bir nitelik azandı. Selefilik, Suudi monarşisinin ortaya attığı bir yorum. Kimi kolları artık Suudi tanımına da uymuyor (özellikle Kaide ve IŞİD). Bu akım Sünni dünyada kök buluyor. Suudi Arabistan, ondan daha düşük düşeyde Katar, pansünnizmi panşiizmin müdafisi olan İran’a karşı savunuyor. Her iki taraf da birbirine paranoya ile bakıyor. Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın doğusunda büyük bir Şii nüfusu yaşıyor. Bahreyn’in çoğunluğu da Şii. Birleşik Arap Emirlikleri’nde çok sayıda İranlı yaşıyor. Umman’da halkın çoğunluğu önşiilikten çıkan ilk kollardan biri olan İbadiyye hareketine mensup. Yemen’de Zeydiler güçlü. Dolayısıyla Suudi Arabistan, Irak’ın güneyinden Körfez’e oradan Kızıl Deniz’in alt kısmına kadar uzanan bir Şii kuşağı ile kuşatılmış durumda. Suriye’de Aleviler hâlen daha iktidarda. Lübnan’ın önemli bir kısmı Hizbullah’ın hâkimiyeti altında. Şam’ın güneyinde Ürdün var. Buradan da bir başka Şii hattı kuzeye doğru uzanıyor. Bir de buna İran’ın nükleer silah sahibi olma ihtimalini de eklersek, mezhepçi gerilimin tüm bileşenleri ile neden yaşandığını anlamak kolaylaşır. Zira İranlılar da Suudiler gibi düşünüyorlar. Onlar da kendilerini Batı’nın iradesine boyun eğdirmeye dönük, Amerika kaynaklı bir baskıyla karşı karşıya oldukları kanaatindeler. Sonuçta da ortaya bölge genelinde Şiilerle Sünniler arasındaki şiddetin ateşine bir biçimde benzin döken karşılıklı bir paranoya açığa çıkıyor.

Tarif ettiğiniz dinamiğin tarihi Arap Baharı öncesine uzanıyor. Arap Baharı’nın önceden varolan çelişkiler üzerindeki etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Arap Baharı eski düzende parçaladı, yeni bir düzen tesis edemedi, bu sebeple militanlar için geniş bir alan meydana getirdi. Bugün hiçbir Arap ülkesi istikrara sahip değil. Bu tespit sadece Irak ve Suriye değil, Mısır, Tunus, Sudan, Ürdün ve Lübnan için de geçerli. Suudi Arabistan’da da istikrar yok. Bu ülke, kuzeydoğusunda temel insan hakları için gösteriler düzenleyen Şiileri ezdi ve askerlerini 2011’de demokratik bir ayaklanmanın yaşandığı Bahreyn’e gönderdi. Bu çelişkileri yönetmeyi bilen tek ülke ise Türkiye, ama Erdoğan elindeki tüm fırsatları çöpe attı, paranoid çıkışlarıyla bugün kimileri açısından alay konusu haline geldi, muhalefetin ülke içerisinde ortaya koyduğu protestoları uluslararası komplonun parçası olarak değerlendirdi, Kürdleri, kendisine karşı çıkan herkesi suçlama yoluna gitti.

Günümüzün Haçlı devleti olarak takdim edilen İsrail, dinî tutkuların tüm bölgeye yayılması noktasında ilk Haçlılar türünden bir rolü ne ölçüde oynayabilir?

Panislamistlere göre, İsrail küçük bir nüfusa sahip küçük bir ülkeydi ve bu haliyle onun haçlı devletleri gibi Müslüman dünya birleştiği vakit sökülüp atılabileceğine inanıldı. Ama Araplar, İsrail’le ne zaman savaşsalar yenildiler. Tuhaf ki 1973 savaşı, Suriye ve Mısır’da zafer ve ulusal tatil olarak kutlanıyor, oysa iki savaşta da Araplar ağır, utanç verici bir yenilgi aldılar. İslamcılığın rağbet görmesinde İsrail’in yol açtığı tehdit hiçbir zaman en temel faktör olmadı. Arapların büyük bir çoğunluğu Yahudi devleti olarak İsrail’e düşman. Ama bu düşmanlığa bir de Filistinlilere yönelik yaygın bir kayıtsızlık eşlik ediyor. Filistinlilerin davası İslamcıların gündeminin merkezine hiçbir zaman oturmadı. Panislamizmin önde gelen teorisyenlerinin fikriyatında Filistinlilerin kaderi kendisine kıyıda köşede bir yer bulabildi. Hatırlandığında da İsrail tek başına bir tehdit değil, gerçek tehdit olan Amerika ve Batı’nın temsilcisi olarak değerlendirildi.

Günümüz İslamcılığını asıl canlandıran ve cazip kılan, İran şahının devrilmesidir. Bu bölgede gerçekleşen ve güçlü bir yöneticiyi deviren ilk devrimdir. Müslüman dünyada bu devrimin yol açtığı değişime denk başka bir değişim yaşanmamıştır. Cezayir Devrimi (1954–1962) sömürgeci bir güç olan Fransa’ya karşı yapıldı. Mısır’da krallığın devrilişi (1952) pek heyecan yaratmayan bir darbeydi. Suriye, Irak ve Libya’dakiler de öyle. Oysa İran’da kitle gösterileri orduyu etkisizleştirip şahı devirdi. Bu, eşi benzeri olmayan bir olaydı. Arkasında Humeyni ve mollalar vardı. Devrim, panislamistlerin dinin değişime yol açabileceğine dair argümanlarını teyit etti. İslam alternatifti artık. Mevdudi veya Kutub nezdinde sınırlı biçimde kabul gören bu ideoloji daha geniş bir kitleye kavuştu ve daha fazla talep edilir hale geldi.

Afganistan’da selefiler de bu kervana katıldılar ve panislamizmi kendi tayin ettikleri yöne soktular. Mısır’da Sedat, üniversiteler ve sendikalarda sosyalistlerin ve komünistlerin popülaritesini kırmak için radikal Sünni grupları kullandı. Ardından bu grupların çok güçlendiğini anladı ve özellikle 1978’de İsrail’le imzaladığı Camp David Anlaşması sonrası bu grupları ezmeye başladı. Bu, daha birçok yerde tanık olduğumuz bir yola işaret ediyordu. O dönem askeri rejimler kendileri için tehlikeli gördükleri komünistlere ve İslamcılara karşı bu yolu yürüdüler. Birini diğerine karşı maniple ettiler. İsrail istihbaratı, Filistin’de Fetih’e karşı denge unsuru olsun diye Hamas’a destek verdi. ABD, Afganistan’da komünistlere karşı cihadcı unsurları güçlendirdi. Ama bu hamle, aynı cihadcılar Amerikalıları hedef almaya başlayınca ters tepti.

Anlaşılan, modern dönemde İslam’ın en şiddete meyyal kısmına katkı sunan unsurlar, tuhaf bir biçimde İslam’ı birleştirme yönünde hayal kuran kesimler. Tekfir etme ve mürted suçlamaları bu noktada ciddi bir rol oynuyorlar. Bu fikrin kaynağı nedir?

Tekfir terimini on üçüncü yüzyılda İbn Teymiyye’de buluyoruz. Terim, o dönemde Moğolların safına geçenler ve diğer yoldan sapmış Müslümanlar için kullanılıyor ama bugün terimin kullanımı Vehhabilerle birlikte başlıyor. Temelde cihadın Müslümanlara karşı yürütülmesi mümkün değil. Dolayısıyla selefilerin kitleleri Sedat veya Suudi prenslerine karşı cihad için seferber etmeleri imkânsız. Bunun için söz konusu yöneticilerin artık Müslüman olmadıklarının ispatlanması gerekiyor. Vehhabizmin özü bu. Usame Bin Ladin’in Körfez Savaşı sonrası Amerikan askerlerinin Suudi Arabistan’a yerleştirilmesine dönük eleştirisine baktığımızda, Suudi ailesinin o noktada mürted olduğuna dair ifadelere rastlıyoruz. Ladin takipçilerine şunu söylüyor: “Onlar artık Müslüman değil, dolayısıyla onlara karşı cihad etmeliyiz. İslam’ın düşmanlarını Kutsal Topraklar’a davet ettikleri için dinden döndüler.” Aynı durum Mısır’da da geçerli. Selefiler dindar yobazlar olabilirler ama onlar İslam’ın temel hukukunu gözetmek zorundalar. Takipçilerinizi Müslümanlara karşı cihada sevk edemezsiniz, önce o insanlara o kişilerin artık Müslüman olmadıklarını ispatlamanız gerek. Dolayısıyla tekfir mekanizması selefizm için çok önemli. Kâfirleri öldürmeniz için fetvaya ihtiyaç yok. Ama Müslümanları öldürebilmeniz için size o insanların artık Müslüman olmadığını ve neden mürted olduklarını izah eden bir fetva gerek.

1980’de Sedat’ı vuran Teğmen Halid İslambuli’nin o gün Mübarek’i de öldürmemesinin sebebi bu. Sedat mürteddi ama İslambuli’nin elinde Mübarek’i öldürebileceğini söyleyen bir fetva yoktu. İslamî terörizme dair eskiden beri yapılagelen analizler militanların ne dediklerine pek bakmıyorlar, sadece ekonomik faktörlere veya tarihsel koşullara değiniyorlar. Bu noktada militanların en genel anlamda bir tür ideoloji ve din ile harekete geçtiğinden söz ediyorlar, ama onların eylemlerini meşrulaştıran ifadeleri göz ardı ediyorlar. Katar Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanının tespitiyle, İslamî terörizm, ancak onun teolojisini anlayıp onun karşısına başka bir teoloji çıkartarak yenilebilir. Bu gerçeği inkâr ettiğimiz sürece militan İslam karşısında galip gelmek pek mümkün değil.

Kaynak

30 Ocak 2017

,

Her Şuurlu İşçi Nasıl Tanınır?


TKP’nin 1922’de “Her şuurlu işçi nasıl tanınır?” başlığıyla dağıtmış olduğu bildiri:

1.

Kadın erkek her şuurlu ve namuslu işçi, bugünkü menhus sermaye ve sermayedar sisteminin kabil-i tahammül olmadığını icab ederse hayatını bile feda etmeği bilir.

2.

Her yüksek şuurlu işçi, bugünün soyan ve ezen, sefalete atan, öldüren soygun sisteminin en gizli derin iğrençliklerine nüfuz etmek için bütün kuvvetlerini toplayarak boş vakitlerini israf etmemeyi ve bütün bunları öğrenmeğe tahsis eylemeği en büyük bir borç ve zevk bilir.

3.

Karanlıklardan ve zincirden kurtulmuş her işçi, burjuvazinin kanlı tırnakları altında derin uykuya dalmış, gasb edilen bütün haklarından habersiz yaşayan zavallı ve bahtsız kardeşlerini de kendisi gibi uyandırmağı, zulmetlerden ve uyuşukluklardan kurtararak işçi sınıfının kurtarıcı kızıl bayrağı altında toplamağı en büyük vazife bilir.

4.

Hakikatin parlak nuruna ulaşmış her işçi, kuvvetin ittihaddan doğduğunu hiçbir zaman göz önünden uzak bulundurmaz.

5.

Her işçi, yalnız sermayedarlara ve patronlara karşı mücadele etmeğe imtina etmez. Sermayedar ve patrona karşı yapılacak mücadelede muzaffer olmak, bunların yardakçıları bulunan yalancı sosyalistlerle, işçiyi her mücadelesinde aldatarak düşmanlarına yardıma koşan yalancı işçi rehberleriyle çarpışır ve onları işçilerin başından atar.

6.

Şuurlu işçi, kendi hakkını alakadar eden her meselede işçinin haklarını gasb edenlere karşı yapılan her mücadelede en önde, daima ilk saf da bulunur.

7.

Her şuurlu işçi, gaye uğrunda her sahada en fedakâr insandır. İşçinin hakiki kurtuluşunu temin edecek varlıklarını, her şeyinin hatta hayatının fevkinde mukaddes ve aziz tanır.

8.

İşçi, kendisini, gösterilecek vazifeyi yapmağa mecbur bilir ve bu vadide verildiğinden fazla izahat istemenin doğru olmadığını takdir eder: İşçi ketumdur.

9.

Her işçi, vazifelerini yaparken, en tehlikeli dakikalarda bile soğukkanlılığını muhafaza etmeği bilir.

10.

Her işçi, vazifelerini, işçinin hakkını hakiki surette müdâfaa eden ve kurtuluş yollarını gösteren gazete ve mecmua ve kitapları kendi ailesi gibi sever, muntazam alır, okur ve başkalarını da almağa, okumağa teşvîk ve davet eder.

11.

Kurtuluş yolunda her işçi aylık kazancının yüzde birini, muayyen kazancı olmayanlar da yirmi kuruştan aşağı olmayan bir miktarı vermeği borç bilir.

[İstanbul Komünist Grubu’ndan (Aydınlık Çevresi) Türkiye Komünist Partisi’ne 1919-1926, “Her Şuurlu İşçi Nasıl Tanınır” Başlıklı Bildiri, Sosyal Tarih Yayınları]

29 Ocak 2017

Din, Devlet ve Toplum


Ortaçağ’da Müslümanlar, insanlar bir arada yaşadıklarında bireysel çıkarlarını kolektiviteye teslim etmek zorunda olduklarından, genelde en iyi politikayı din temelli olarak icra ettiler ve bunu en yüce adına yaptılar. En yüce olan Allah’tı ve ahretti. Bu nedenle tek bir politika oluşturma meselesi, Allah’a ve O’nu temsil eden, ilgili politikanın lideri olan kişiye teslim olmayı ifade ediyordu. Allah’a teslim olmak ise insanlar arası ilişkilere dair kuralları Allah’ın belirlediği bir politikayı uygulamayı, başka insanlarla ve Allah’la birlikte nasıl yaşanması gerektiğini anlamayı anlatıyordu.

Başka bir ifadeyle, vahyedilen din, her şeyden önce kolektif çıkarlarla ilgiliydi. Amirî’nin ifadesiyle, “dinler özel fayda veya bireysel avantaj için tesis edilmezler, amaçları her zaman kolektif refahtır.”[1] İhvan-ı Safa ise “Din kelimesinin Arapçada tek bir lidere yönelik komünal itaati ifade ettiğini” söylemektedir.[2] Dinin Tanrı ile birey arasındaki manevi aşk ilişkisi veya metafizik âleme dair kanaatler kümesi olarak düşünmeye şartlanmış modern Batılılar, genelde bu türden görüşler karşısında sıkıntı yaşarlar. Böylesi ifadelerin dile getirildiği dönemlerde kolektif örgütlenmeden çok dine dair düşünceler gündemdedir. Oysa Müslümanlar açısından Allah, kamusal düzeni, müşterek çıkarları temsil etmektedir. Bu anlamda Allah’ın mülkü denildiğinde bu, mülkün tek tek hiçbir insana ait olmadığını, tüm insanlara (veya ona hizmet edenlere) ait olduğunu ifade etmektedir. Mülk herkese ait olduğundan, kamu otoritesi, hükümet tarafından idare edilir. Hukukullah, (hudud cezaları veya Kitap’ta belirlenen vergiler türünden) Allah’ın hakları belirli kişilere değil, tüm ümmete aittir ki bunlar da hükümet eliyle idare edilir.[3] İmam, Allah’ın ve Müslümanların vekilidir, tek ve aynı işi yapar.[4] İbn-i Teymiyye’nin ifadesiyle, “nerede genel bir ihtiyaç mevzubahis ise orada Allah’ın yükümlülüğü mevcuttur.”[5] Hz. Ali’nin sözüyle, “özel meseleler insana, toplumla ilgili meseleler ise Allah’a aittir.”[6] Allah bu anlamda kimi şeyleri özel bireylerin kontrolünden çıkartır. Antik çağda insanlar kölelerini tanrıya satarak onları azat ederlerdi: o, artık tanrının kölesi olduğundan, asla insana ait olamazdı. Aynı şey, İslam’da Allah’ın sahip olduğu her şey için de geçerlidir. Allah’ın sahip olduğu her şey, çekişme ve rekabet içerisindeki insanların bulunduğu alana asla ait değildir; bireysel çıkarın ötesindedir, özel istekten etkilenmez, nötrdür, bitaraftır, eşit öneme sahiptir, kamusal iyiye aittir, bu nedenle kamu otoritelerince, yani Allah’ın temsilcilerince idare edilir. Hâsılı kamusal alan, ancak Allah’a müracaat etmekle mümkündür.

Devlete Ait Görevlerin Bölünmesi

Hz. Muhammed, Medine’de kamusal alanı işte bu şekilde oluşturdu. Ama görüldüğü üzere, bu alanda farklı tipte birçok liderin bulunması mümkün. Yöneticiliğin din ve devlet ayrımı olarak bilinen tarz dâhil bir dizi tarz üzerinden ayrıştırılması mümkün. Ama bu tespit yanlış anlamaya müsait. Ortaçağ’da İslam bir değişime maruz kaldı. Bu dönemde Allah’ın yönetimi yeryüzünde icra edildi. Bu yönetim dinî önemi haiz değildi. Yani Allah’ın bahşettiği yetkinin tamamı tek bir kişideydi. Âlimler halkın yönetilmesi görevini üstlendiler. Allah’ın halifesine baskı görevi verildi. Sonrasında bu görev sultanlara geçti. Böylelikle din ve iktidar ayrıştı. Bu, Ortaçağ Avrupa’sında da görülen türden bir ayrımdı. Allah’ın kılıcı bir kurumun, kitabı başka bir kurumun elindeydi artık. Ama kılıç da kitap da Allah’ındı. Sadece ikisi aynı kişiye verilmiyordu. Aynı şekilde emirler, sultanlar ve krallar bir tür seküler yönetici olarak hareket ediyorlardı. Yani bunlar, her türden toplumda karşımıza çıkacak türden yöneticilerdi, şeriata has bir durum asla söz konusu değildi. İslamî hiçbir yanları yoktu. Zira dinî hiçbir rol üstlenmiyorlardı. Bazen İslam dışı kaynaklardan geliyorlardı. Hatta görüş olarak da İslam dışıydılar. Bu yöneticilerin asıl rolü dinî kurumların korunmasından ibaretti.

İki kurum arasındaki çizginin belirgin olmadığını söylemek lazım. Gazali’nin bu çizgiyi netleştirmeye dönük çabalarına karşın, Ortaçağ’da Müslümanlar, farklı insanların yönettiği, farklı kurallarla idare edilen, farklı amaçlara sahip iki ayrı örgüt anlayışına hiçbir zaman sahip olmadılar. Yani bu dönemde on birinci yüzyıldan sonra kilisede yaşanan reformlarla birlikte Avrupa’da gelişen kilise-devlet ayrımından söz etmek mümkün değildi. İki alanın ayrıldığı, dinin özelleştiği, sosyo-politik düzenin sekülerleştiği bir süreç daha düşük düzeyde yaşandı. Bugün Batı’da hükümet genel anlaşma üzerinden seküler hedefler üzerinden hareket eder. Dinî bir rol üstlenmez. Seküler hedefler dinî hedeflerle çatıştığında seküler olan dinî olana galebe çalar. Bugün Batı’da sekülerizm kamu yararından bahseder. Din özel çıkarlar alanına aittir ve bu özel çıkarlar müşterek refah adına zapturapt altına alınmalıdır. İslam, Batı’da Müslüman azınlıkların çoğalması bağlamında özel çıkarlar formunda değerlendirilir. Ama Müslüman dünyada bu türden bir gelişme yaşanmamıştır. Burada kamusal alan Allah’a aittir. Sadece O, ilgili alanı artık tek bir kurumla yönetmemektedir.

Ortaçağ’da Müslümanlar için asıl önemli olan kurum dinî kurumdur, devletin kendisi değil. Oysa siyasî düşünce ile ilgili kitaplar daha çok devlete odaklanmaktadır. Esasında Müslümanlar, devleti dinin oluşturduğu toplumda bir tür fazlalık olarak görmüşlerdir. O, dinî emirlerin yerine getirilmesi için vardır ve güçlü insanlarca değil, düşünen insanlarca yönetilmelidir. Yöneticiler, insanların kanını emen, onları katleden, sakat bırakan kişiler olmamalıdır. Dindar liderler, inananlarla daha fazla ilişkiye sahiptirler. Kılıç sahiplerinin ilişkilerine kıyasla bu ilişki daha samimidir.

İslamî siyasi düşünce ile ilgili çalışmalar sadece sultanlara odaklanamaz. Tüm kamu düzeninin ele alınması şarttır. Müslümanları yönetmeyen veya yönetmek istemeyen, âlimler, felsefeciler, tasavvufçu düşünürlere de bakılmalıdır. Bu isimlerin siyasi düşünce kapsamında ele alınacak düşünceleri tartışmalı olabilir. Bizim devlet dediğimiz kuruma odaklanmasalar bile bu kişiler, siyasetle yoğun bir biçimde ilgilenmişlerdir. İslam dünyasında siyasi düşünce ile ilgili çalışma sadece devlete odaklanamaz.

Patricia Crone

[Kaynak: God’s Rule: Government And Islam, Columbia University Press, 2004, s. 393-396.]

Dipnotlar:
[1] İlam, 105 (al-naf al-khassi, al-faida al-juz’iyya, al-maslaha al-kulliyya).

[2] RIS, iii, 486 (inna ma'na al-din fi lughat al-'arab huwa al-ta’a min Jama’a li-ra'is). Bu tespit etimolojik açıdan da doğrudur. Dâna lahu teslim olmak ya da birine itaat etmek anlamına geliyor (aynı şekilde aslama da teslim olmak demek).

[3] Johansen, 'Sacred and Religious Elements in Hanafite Law', özellikle s. 297 ve sonrası.

[4] Simnâni, Rawda, i, §37 (yanûbu ‘an allâh wa-rasûlihi), §517 (nâ'ib 'an al-muslimin).

[5] Ibn Taymiyya, Hisba, 26 = 54 (wa-mâ ihtaja ilayhi al-nâs hâjatan ‘animatan fa’l-haqq fihi li’llah).

[6] Aktaran: EI, s.v. 'Bahâis', col. 917a.

, ,

Doğu Sudan’da Mehdi Devleti

Avrupa’nın Doğu Sudan’a Girişi

Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ölümü sonrası Doğu Sudan, Mısır idaresi altında kalmaya devam etti. İktidar, genel anlamda Türk-Mısırlı paşa ve beylerin elindeydi. Bu isimler, geniş topraklara ve Sudan’ın ana ihraç ürünleri üzerinde tekele sahiplerdi. Vergiler de bu paşa ve beylerin cebine akıyordu. 1857 yılında Mısır kralı Muhammed Said’in ilga edilmesini emretmesine karşın, köle ticareti giderek yaygınlaştı. Sudan’da birçok bölge, büyük köle tüccarlarının eline geçti.

1870’lerde Türk-Mısır paşalarının ve köle tüccarlarının zulmüne bir de Avrupalı sömürgecilerin zulmü eklendi.

1870’li ve 1880’li yıllara Afrika’nın sömürgeciler eliyle ilhakı damga vurdu. Yirmi yıl içinde Avrupalı güçler, tüm Afrika kıtasını kendi aralarında bölüştüler.

Avrupalılar, bu süreçte doğal kaynaklara ve tropikal ürünlerde aşırı kârlara yol açan ticarete sahip olan Doğu Sudan’a da göz dikti. Burayı ele geçirmek istemelerinin bir diğer sebebi de bölgenin Orta Asya’ya giriş imkânı sunmasıydı. Nil Nehri, iç kısımlara girilmesine imkân sağlayan doğal bir güzergâhtı. Bunun dışında Sudan’ın işgali bir yandan da Mısır meselesiyle yakından bağlantılıydı. Sudan’da Nil’e hâkim olan, otomatikman olarak Mısır’a da hâkim olacaktı.

Peki Afrika nasıl bölündü? Afrika’da tek başına gelip gezen Avrupalı seyyahlar kapitalist güçlerin öncüleri olarak hareket ettiler. Güneybatı Afrika, Alman bir serüvenci ve tüccar Luderitz tarafından ele geçirildi. Doğu Afrika, Alman fatih Peters’ın yönettiği bir yerdi. Nijerya, Nijerya Şirketi’ni kuran bir avuç Britanyalı girişimci tarafından fethedildi. Kongo’yu ele geçirense, Belçika Kralı II. Leopold’un desteklediği kâşif Stanley idi. Eğer bu kişilerin geliştirdiği programlar başarısız olmuş olsaydı, isimleri de unutulup gidecekti. Başarılı olmaları ise hükümetlerinin onları kanatları altına alması, filolarını veya ordularını onların topraklarına gönderip oraları sömürge hâline getirmelerinin bir sonucuydu.

İlk adımlar, kâr peşinde koşan girişimciler tarafından atıldı. Sudan’da da benzer bir süreç yaşandı. 1870’lerde Sudan’da birçok Avrupa devleti faaldi. Britanya’nın 1881’de Mısır’ı işgal etmesi ardından Sudan’daki güç mücadelesi de başlamış oldu.

Bahsi geçen serüvenciler Sudan’a nasıl girdiler? Bu noktada onlar Mısır Hidivi İsmail’in çok faydasını gördüler. Bu kişi, pamuk ile ilgili siyaseti üzerinden tüm Nil havzasını ve nehrin tüm kollarını ele geçirmek niyetindeydi. İsmail, Mısır’da pamuk plantasyonları kurdu ve sulama sistemini genişletti. Bunun sonucunda İsmail Etiyopya’da ve Ekvator Afrika’sında savaşa girdi. Hidiv’in saldırgan politikası birçok Avrupalı serüvencinin dikkatini çekti. Gelen ilk isim İngiliz Samuel Baker’dı. 1869’da İsmail Baker’a Sudan Ekvator Eyaleti’nin ve Lado kentinin yönetimini teslim etti. Baker, Lado kentinin mülkiyet hakkının kendisinde olduğunu iddia ediyordu. Bu bölgeden geçen fildişi ticaretini ele geçiren Baker muazzam kârlar elde etti. Buradan Sudan’ın güneyindeki Albert Gölü ve Unioro’ya harekât düzenledi, bu bölgeleri ele geçirdi. Baker, söz konusu bölgeyi beş yıl yönetti.

1874’te Baker’ın yerine General Gordon isimli bir başka İngiliz geldi. Ekvator Eyaleti valisi olan Gordon, Baker’ın fetih faaliyetlerine devam etti. Toprakları Victoria Gölü’ne kadar genişledi. Uganda yöneticisine bir ekip gönderildi ve tüm Beyaz Nil bölgesi ele geçirildi. O dönemde Gordon’a İtalyan Romolo Gessi, Alman Eduard Schnitzer (Emin Paşa), Fransız Linan de Belfont ve Amerikalı Long gibi isimler eşlik etti.

Beyaz Nil bölgesindeki yayılma süreci dâhilinde Mavi Nil bölgesi ile ilgili rekabet de iyice kızıştı. Bu bölge Etiyopya’yı içeriyordu. 1874 yılında İsviçreli Muntsenger, Mısır’ın elinde bulunan Massawa limanından (bugünkü Eritre) ayrıldı ve Etiyopya’nın iç kesimlerine yöneldi. Keren’i ele geçiren Muntsenger, Etiyopya’nın doğusundaki Harrar bölgesine ilerledi ve buraları Mısır adına işgal etti. 1875’te Mısırlılar Zeila ve Berbera kentlerini (bugünkü Kuzey Somali’yi) ele geçirdi.

1875-76’da Mısır kuvvetleri Etiyopya’daki dağları aşıp Adua’yı işgal ettiler. Ama Etiyopyalıların saldırıları sonucu savaş başladı. Mısır-Etiyopya Savaşı Mısır aleyhine sonuçlandı. Mısırlılar Etiyopya’dan kovuldular, sadece sahil bölgelerinin belirli kısımlarında tutunabildiler.

Bu dönemde Mısır’ın üçüncü hamlesi Darfur’a yönelikti. Sudan’ın batısında yer alan bu bölge, 1874’ten beri bağımsız idareye sahip bir sultanlıktı. Bahru’l Gazal yöneticisi Zübeyr komutasında Mısırlılar Darfur’a saldırdı. Zübeyr Kahire’ye çağrıldı ve paşa yapıldı. Sudan’a dönmesine izin verilmeyen Zübeyr yerini bir Avrupalı isme bıraktı. Bunun üzerine Darfur’da isyan çıktı. İsyanın başında Zübeyr Paşa’nın oğlu Darfur Sultanı Süleyman vardı. İki feodal ağanın koordinasyon içinde hareket edememesi sonucu Mısırlılar adına çalışan Gordon Paşa isyanları bastırdı.

1877’de General Gordon Sudan Genel Valisi olarak atandı. Vali Alman Eduard Schnitzer’i Ekvator Bölgesi valisi yaptı, diğer Avrupalı isimlerin her biri öteki bölgelerin valisi olarak atandı. Süleyman bin Zübeyr’i yenen İtalyan Romolo Gessi, Kordofan Valisi, Avusturyalı Slatin Paşa ise Darfur valisi oldu. İngiliz Lupton Bahru’l Gazal’ın başına geçti. Alman Gigler ise Gordon’ın yardımcısı oldu. Bu sayede resmiyette Mısırlıların kontrolünde olan Sudan, bir avuç zengin ve açgözlü Avrupalı girişimcinin eline geçti. Halk, bu dönemde nakdi ve ayni bir yığın vergiyle yüzleşti. Bunun üzerine Sudan’ı Avrupalılar ve Mısır idaresi karşıtı bir isyan dalgası kapladı.

Mehdici Ayaklanmalar

1881’de Avrupalıların başta olduğu yönetime karşı bir halk ayaklanması gerçekleştirildi. Ayaklanmanın başını kendisini mehdi ilan eden Muhammed Ahmed çekiyordu.

Muhammed Ahmed, 1843’te Nil üzerinde bulunan, Dongola yakınındaki bir adada dünyaya geldi. Babası marangozdu. Kardeşleri de aynı işi yapıyorlardı. Baba ve çocukları, Nil vadisi boyunca ve Sudan genelinde dolaştılar. Bu sayede insanların yaşam tarzlarını öğrendiler. Muhammed Ahmed, babasının ölümünün ardından din eğitimi almak için Sudan’ın kuzeyindeki berberi şehri Samaniye’ye gitti. Medrese eğitimi sonrası tarikat üyesi olarak Abba adasına yerleşti. Beyaz Nil üzerinde, Hartum şehrinin güneyinde bulunan bu adada kardeşleriyle birlikte çeşitli işlerde çalıştı. Ada, bir süre sonra dervişlerin merkezi haline geldi. Muhammed Ahmed’in öğrencileri zahitliği telkin ediyorlardı. Onlara göre, Sudan’daki ahlakî çöküşün sorumlusu Türkler, Mısırlılar ve Avrupalılardı. Bu harekete göre, Türkler ve Mısırlılar mürteddiler. Onların politik programı uyarınca, ilk İslam’ın saf haline geri dönmek, evrensel eşitliği ve kardeşliği tesis etmek, tüm mülkü paylaşmak, Türk-Mısırlı ve Sudanlı feodal ağaların elindeki toprakları müsadere etmek gerekiyordu. Türk-Mısırlı paşaların zulmüne ve Avrupalıların yağmasına karşı ayaklanma çağrısı yaptılar. Bu noktada “bin tane mezar kazmak, bir dirhem vergi ödemekten daha hayırlıdır” diyorlardı.

Muhammed Ahmed’in vaazları, ahlak ve dinî önermeler üzerine kurulu olsa da kendisi esasen ulusal kurtuluş ve sınıf mücadelesi çağrısında bulunuyordu. Bu vaazlar, temelde Sudan’daki toplam ekonomik ve politik durumun bir ürünüydü.

Ağustos 1881’de Ramazan ayında Muhammed Ahmed, kendisini mehdi ilan etti ve Sudanlılardan isyan etmelerini istedi. O günlerde Mısır’da politik kriz yoğun bir biçimde yaşanıyordu. Tüm iktidar kurumlarının bu krizle meşgul olduğu bu dönem, kararlı bir eylemlilik için uygun bir fırsat sunuyordu.

Ayaklanmaya tanıklık edenler, gelişmeleri şu şekilde tarif ediyorlar. Ağustos 1881’de Mısır hükümetine bağlı bir yetkili Abba adasına geldi. Bu isim, Muhammed Ahmed’e muhalif hareket örgütleme suçuyla suçlandığını, kendisinin hesap vermesi için Hartum’a gitmesini söyledi. Muhammed Ahmed, buna karşılık, Allah’ın ve Hz. Muhammed’in inayetiyle kendisinin ülkenin efendisi olduğunu, özür dilemek, af dilenmek için asla Hartum’a gitmeyeceğini söyleyerek cevap verdi. Yetkili Hartum’a gitti, kısa bir süre sonra iki bölük asker yanlarında getirdiği bir topla Abba’ya saldırdı. Saldıran güce bakıldığında, Muhammed Ahmed hareketinin çok ciddiye alınmadığı görülmektedir. Mehdiciler, gelen askerlerin tamamını öldürdüler.

Sonrasında Muhammed Ahmed, müritleriyle birlikte Kordofan’a geçmeye karar verdi. Burada yeni destekçilerle birlikte isyan ordusu birkaç bin kişilik bir güce dönüştü.

Peki mehdinin peşinden gidenler kimlerdi? Mehdi isyanının itici gücü neydi? Müritlerinin önemli bir kısmı köylü, göçebe, köle ve zanaatkârdı. Mehdi’nin sağ kolu olan Abdullah’ın tespitiyle, yoksulların saflara katılmasıyla zenginler, mülklerinden endişelendiği için hareketten uzak durmuşlardı.

Mehdi, müritlerinden cihadı başlatmalarını istedi. Tıpkı Hz. Muhammed gibi kendilerini “Ensar” olarak niteledi ve savaşta ölenlere cennet vaat etti. Ayrıca, hayatta kalanlara ganimetin beşte dördü verilecekti.

Ayaklanmanın detaylı bir değerlendirmesini sunan Selahattin Paşa’nın aktardığı kadarıyla, Sudan altmış yılı aşkın bir süredir Türklerin ve Mısırlıların elindeydi. Bu dönem boyunca haraca itiraz edildiği için yaşanan isyanlara tanıklık edilmişti. Bu isyancılar ağır şekilde cezalandırıldığından, kimse daha sonra isyana yeltenmemişti. Ama şimdi bir dilenci, ismi cismi bilinmeyen bir fakir, yanına aldığı silahlı adamlarla ortaya çıkmış, zafer üstüne zafer kazanıyordu.

Mehdi, Kordofan dağlarına kamp kurdu. Sonrasında tüm Sudan genelinde yoksullar akın akın onların safına katıldılar. Yanlarında çocuklarını ve eşlerini getirdiler. Burada gerilla birlikleri kurdular, kendi liderlerini seçtiler, tahsildarlara, karakollara, vergi toplamak için gönderilen askerî birliklere saldırdılar. Selahattin Paşa’nın aktardığı kadarıyla, yoksullar, isyanın hayat koşullarını iyileştireceğini umuyorlardı.

Millet meselesi de isyanda önemli bir rol oynuyordu. Bir Sudanlının mehdi olması, nihayetinde Sudan’ın yabancılar değil, Sudanlı biri tarafından yönetilecek olması, isyan bağlamında önemli bir role sahipti.

Sudanlı ağalar ve köle tüccarları, isyana düşmanca tavır takındılar. Mülkün ve toprağın eşit biçimde pay edileceğine dair vaatler ve vaazlar onların çıkarlarının aleyhineydi. Ama bir yandan da isyan güçlerini dikkate almak zorunda kaldılar. Bazen Mehdi’yi desteklermiş gibi göründüler, hatta bazıları, onunla uzlaşır veya malların eşit dağıtımını önlemek adına hareketle birlikte çalıştılar.

Kordofan halkının tamamı kısa bir süre sonra harekete katıldı. Avrupalıların ve Mısırlıların gönderdiği askerî birlikler mağlup edildi.

1881 güzünde Kordofan valisi olan Gigler, isyancıların üzerine Said Muhammed Paşa komutasında bir askerî birlik gönderdi. Ancak bu harekât amacına ulaşamadı. Yenilgi yaşayacağından korkan komutanı geri döndü.

Aralık 1881’de Faşoda valisi Raşid Bey, Kordofan’da konuşlanmış olan hareketin üzerine Alman Bergchoff’un komutasında başka bir birlik gönderdi. Bu harekât da yenilgiyle neticelendi.

Mart 1882’de Yusuf Paşa komutasındaki altı bin kişilik ordu Kordofan’a yola çıktı. Aynı yılın Haziran ayında bu ordu tümüyle yok edildi.

Eylül 1882’de mehdiciler, Kordofan’ın başkenti Ubeyd’i kuşattılar. Şehir 18 Şubat 1883’te düştü. Sonrasında Kordofan fethedildi. Bu noktadan sonra isyan, Sudan’ın tüm diğer bölgelerine yayıldı.

1883 mehdicilerin nihai zaferlerle tanıştığı bir yıldı. Aynı yılın bahar aylarında İngiliz general Hicks’in komutasında hareket eden İngiliz-Mısır kuvvetleri Kordofan’a geldi. Sekiz ay süren çatışmaların ardından bu ordu mağlup edildi. İsyancılar, bu savaş esnasında Hicks’e karşı toprağı ateşe verilmesi üzerine kurulu taktik türünden gelişkin yöntemlere başvurdular. 5 Kasım 1883’te Ubeyd’in kuzeyinde yaşanan savaşta Hicks’in o bitap düşmüş ordusu bozguna uğratıldı. Hicks öldürüldü. Bazı askerleri isyancılara katıldı. Hicks’in askerleri arasında bir yıl önce İngilizlere karşı savaşmış olan Arap ordusunda bulunmuş çok sayıda Mısırlı vardı. Ceza olarak bu askerler Sudan’a gönderildiler. Politik açıdan söz konusu güç, cezalandırma amaçlı operasyonlar için uygun değildi.

Ağustos 1883’te ayaklanma Kızıl Deniz kıyısındaki bölgeye ulaştı. Mehdiciler, burada General Baker’ın başında bulunduğu İngiliz-Mısır ordusunu birkaç savaşta mağlup ettiler. 1883 sonuna doğru Sudan’ın tüm şehirleri isyancıların eline geçti. Aralık 1883’te Darfur valisi Selahattin Paşa’nın direnişi epey uzun sürdü. 1884’ün başında Bahrü’l Gazal valisi Lupton teslim oldu. Artık Nil vadisindeki dar bir şerit dışında, batıdan doğuya tüm ülke mehdicilerin kontrolündeydi. Vadiye müdahale ve muhaberenin kesilmesi çok yüksek bir ihtimaldi.

Öte yandan, İngilizler başka bir hamle yaptılar. Ayaklanmanın hedefinde Mısır yönetimi olması sebebiyle Sudan’a bağımsızlık vermeyi ama öte yandan da Gordon’ı Sudan genel valisi atamayı kararlaştırdılar. Başka deyişle, İngilizlerin niyeti, Mehdi ile uzlaşmak ve onun desteğiyle Sudan’ı İngiliz sömürgesi olarak yönetmekti.

18 Şubat 1884’te Gordon ve yardımcısı Hartum’a geldi ve burada yeni politikayı yürürlüğe soktu. Sudan, artık Mısır’dan bağımsızdı. Mehdi de Kordofan sultanıydı. Ayrıca, Gordon tüm geçmiş borçları sildi, borçlarını ödeyemeyip hapse atılmış kişileri affetti. Vergilerini ödemediği için hapiste bulunan çok sayıda köylü serbest bırakıldı. Ama Mehdi, bu hamlelerdeki tuzağı gördü. Mehdiciler, Sudan’ın İngiliz kontrolüne girmesine izin vermediler ve Mart 1884’te Gordon’ın tekliflerine Hartum’u kuşatarak cevap verdiler.

1884 sonbaharında başında Mısır fatihi General Wolseley’nin bulunduğu yedi bin kişilik bir ordu Gordon’ı kurtarmak için yola çıktı ama Hartum’a bile varamadı. 23 Ocak 1885’te kuşatma altındaki Hartum’da direniş sona erdi ve mehdiciler tüm kenti ele geçirdiler. Saldırı esnasında Gordon ve tüm İngilizler öldürüldü. Wolseley ve ordusu, Mısır’a geri çekilmek zorunda kaldı. 1885’in geri kalan kısmında mehdiciler tüm Nil vadisini fethettiler.

Böylelikle dört yıl içerisinde (Dongola’nın kuzeyindeki küçük bir bölge ve Ekvator bölgesi hariç) tüm doğu Sudan’ın ele geçirilmesi üzerine mehdi devleti de kurulmuş oldu.

Mehdi Devletinin İç Sistemi

Mehdi Muhammed Ahmed, Hartum’un ele geçirilmesinden kısa bir süre sonra öldü. Liderlik, onun sağ kolu olan ve halife unvanını alan Abdullah’a geçti.

Bu yeni kurulan devlet, her şeye karşın on üç yıl yaşadı. 1898’de yıkılana dek bu devlet, varlığını düşmanları tarafından her yandan kuşatılmış, abluka altında tutulmuş hâlde sürdürdü. Askerî kampa benzeyen bu mehdi devletinin ana görevi, savunmayı örgütlemekti. Bu amaç doğrultusunda Halife Abdullah, ilkel silâhlardan oluşan bir cephanelik oluşturdu, atölyeler ve tersaneler inşa etti.

Abdullah, aynı zamanda Mısırlıların bıraktıkları gemileri tamir etti, hatta bir de matbaa kurdu. Ordunun örgütlenmesinde ve savaş endüstrisi sahasında tutsak alınmış olan Avrupalıların uzmanlıklarından faydalandı. Slatin, Romolo Gessi ve Lupton gibi Avrupalı isimleri emrinde çalıştırdı. Slatin, anılarında işleri nasıl ihmal ettiklerini, ne tür sabotaj yöntemlerine başvurduklarını, gemi tamiri işlerini nasıl savsakladıklarını, savaş malzemelerinin üretildiği atölyeleri nasıl işlemez hâle getirdiklerini anlatmaktadır.

Dört bir yanı düşmanla çevrili olan (koynunda yılanlar besleyen) devlet, hainlere karşı baskı yöntemine başvurdu.

İlk başta devlet, kimi demokratik özelliklere sahipti. Ordu, köylülerden, göçebelerden ve kölelerden oluşuyordu. Komutanların çoğu asil ailelerden gelmeyen erkeklerdi. Vergiler büyük ölçüde azaltıldı, memurlar ve görevliler genel anlamda züht hayatı yaşıyorlardı. Kadı, bir zanaatkârın eline geçen aylık ücrete tabiydi ve sadece kırk lira alıyordu. Diğer memurların maaşı ise yirmi ilâ otuz liraydı.

Mehdiciler, bireysel servete karşıydı ve evrensel eşitlikten yanaydı. Eşkıyalar ve hırsızlar, sert bir biçimde cezalandırılıyorlardı. Mehdi, müritlerine at binmeyi yasakladı. Gerçek müminlere yürümenin Allah’ı memnun edeceğini söylüyordu. Altının ve mücevheratın beytülmale teslim edilmesine dair emirler çıkartıldı. Beytülmal, Sudan’ın ekonomik hayatını denetleyen ana kurumdu. Düğünde sadece bir koyun kesilebilirdi. Dulken evlenene beş, değilken evlenene on lira başlık parası veriliyordu.

Eşitleyici girişimlerine ve demokratik eğilimlerine karşın temelde yapı itibarıyla köylü hareketi olan bu hareket, Sudan’daki mevcut feodal ilişkileri tasfiye etmedi. Birçok köylü hareketinde karşımıza çıkan karakteristik yapı ve kanunlar burada da etkisini gösterdi. Tarihte gördüğümüz köylü hareketleri, kendiliğinden geliştiği, net bir programa sahip olmadığı, amaçlara dair bir açık bir anlayıştan yoksun olduğu, dikkatle geliştirilmiş taktiklerle kuşanmış olmadığı için neticede yenildiler. Sudan’da köylü hareketi zafer kazandı, ama yok etmek için mücadele ettiği feodal ilişkileri tasfiye edemedi.

Sudan’daki mehdiciliğin bu yönünü Engels de açık bir dille ifade etmektedir.

Mehdiciliği Ortaçağ’da Afrika’da görülen dinî halk hareketleri ile birlikte ele alan Engels, bu hareketleri yoksul göçebelerle zengin şehirliler arasındaki çelişkiler üzerinden okumaktadır:

“Şehir insanı zengindir, lüks içinde yaşar ve şeriatı pek gözetmez. Yoksul, dolayısıyla ahlâk konusunda tutucu olan bedeviler ise bu zenginleri ve zevklerini hasetle ele alırlar. Bunlar, bir peygamberin veya bir mehdinin arkasında toplaşırlar, kâfirleri cezalandırırlar, ibadetin ve gerçek imanın yeniden hâkim olmasını sağlarlar, dönmelerin mallarına el koyarlar. Yüz yıl sonra bu insanlar, kendilerini dönmelerle aynı konumda bulurlar: iman yeniden dirilir, yeni bir mehdi gelir, oyun yeni baştan başlar. İspanya’daki Murâbıtlar ve Muvahhidlerden İngilizleri durdurmayı bilen, Hartum’daki son Mehdi’ye kadar yaşanan hep budur. […] Tüm bu hareketlerin zarfı dindir, ama mazrufunda ekonomik sebepler vardır. Ama bu hareketler, zafer kazansalar bile, eski ekonomik koşulların değişmesine imkân vermezler. Dolayısıyla, eski durum olduğu gibi kalır ve mevcut çatışma dönem dönem yinelenir.” [K. Marx ve F. Engels, On Religion, Moskova, 1966, s. 282.]

Mehdi devleti için de bu tespit geçerliydi. Orada da her şey eskisi gibiydi. Hareketin liderlerinin feodaliteye özgü bir yozlaşma yaşamasından önce yaklaşık bir yüz yıl geçti. Feodal yozlaşma, esasen daha Hartum’un fethinden beş yıl sonra başlamıştı. Züht hayatı yaşayan kadı, bir süre sonra çok sayıda kölenin ve geniş arazilerin sahibi bir isim hâline geldi. Mehdi devleti de köle sahipliğine son vermedi. Köle ticaretini sınırlamaya dönük kimi tedbirler alındı, hepsi o kadar. Erkek köle ticareti yasaklandı. Esir erkekler satılmaz, ama halife ve yardımcılarının evlerinde çalıştırılırlardı. Halife, mahkûmları bel bağladığı başka kabilelere köle olarak verirdi. Kadın köle ticareti devam etti. Bir kurum olarak köle sahipliği muhafaza edildi. Mehdiciler köleleri azat etmediler. Oysa birçok köle, özgürleşecekleri umuduyla mehdici harekete katılmıştı. Bu da sonuçta mehdi devletine karşı bir dizi köle ayaklanmasının yaşanmasına sebep oldu.

Ayaklanma esnasında mehdiciler, zafer kazanacakları birçok savaşın içine girdiler. Bu süreçte kabileler arası bağlılık, ahlâkî ve politik canlanma üzerinden arttı ama zafer sonrası ilişkilerde bozulmaya, ayrışmaya dair emareler görülmeye başlandı. Bazı kabileler, bilhassa Halife Abdullah’ın geldiği Kordofan’dakiler, imtiyazlı bir konuma sahip olurken, Mehdi Muhammed Ahmed’in mensubu olduğu, Nil vadisinde yaşayan kabilelerin durumu kötüleşti. Ganimetin önemli bir bölümü, Kordofan kabilelerine veriliyordu. Nil kabileleri bu durumdan memnun olmadılar ve imtiyazlı kabilelere karşı mücadele içerisine girdiler.

Kendilerini “şerif” olarak niteleyen Mehdi’nin akrabaları, Hartum’da isyan başlattılar. Bu, yozlaşmış feodal liderlere karşı demokratik unsurların harekete geçtiği bir ayaklanmaydı. Ayaklanmaya Nil vadisindeki kabilelerle birlikte marangozlar ve Nil Nehri’nde bulunan, Sudan’a ait gemilerde çalışan gemiciler de katıldı.

Kabilelerarası mücadelenin ve sınıf mücadelesinin zayıflattığı mehdi devleti, dış düşmanlarının da sürekli saldırılarına maruz kaldı.

Vladimir Borisoviç Lutski
1969
Kaynak

26 Ocak 2017

,

Bu Abartı Neden?

Evelyn Williams -Bekleyen İnsanlar

Rıdvan Dilmen’in “evet” yumurtası ardından, sosyal medyada, Fenerbahçe’nin anti-emperyalist(!) tarihi ve neredeyse Papazın Çayırı’ndan Cönk Bayırı’na uzanacak bir hamaset edebiyatı hâsıl oldu.

Bu hamaseti yapanlar, bir de, Rıdvan'ı Fenerbahçe’nin tarihini bilmemekle suçluyor.

Endüstriyel futbolun trilyonluk ayaklarından, özünde anti-emperyalist olmayan bir savaşta, anti-emperyalist addedilen bir takımın geçmişine sahip çıkması gibi absürt bir beklenti var.

Sanırsınız Rıdvan, takımın geçmişine ve savaş yıllarında ne yaptığına bakarak imza attı.

Fener'i, Rıdvan'ı boş verin.

Bu kadar geçmişe meraklıysak, herkes kendi hareketinin geçmişine, liderlerine, ölümü ölümsüzleştiren yoldaşlarına, şimdiki durumlarına ve nereden nereye gelindiğine baksın.

Buradan çıkartacağı sonuç, düzenin referandumuna niye katılmak zorunda olduğumuzun da özeleştirisini oluşturur.

Rıdvan kim, Papazın Çayırı nere? Boş verin bunları.

El sikkesiyle gerdek düşü kuranlar gibi, Rıdvan üzerinden kendi eksiklerimizi gizlemeyelim.

Rıdvan Papazın Çayırı’nı bilmiyormuş! Biz dağları biliyorduk da n'oldu?

Sistemin önümüze koyduğu sandıktayız işte!

OHAL'de için için kederlenin dağlar sizi (bizi) çoktan sildi...

Ferda İlter
26 Ocak 2017

25 Ocak 2017

Trump’ın İslam Karşıtı Kutsal Savaşı

“Müslüman komşularımızın yanındayız”

Başkan olduğu ilk gün yaptığı konuşmada Trump, İslamî terörizmi tek düşman olarak belirledi. ABD’nin güvenliği veya refahı konusunda Rusya ve Çin’in tehdit olduğundan bahis bile etmedi. O kısa ve açık konuşmasında başkan şunu söyledi: “Eski ittifaklarımızı güçlendireceğiz, yeni ittifaklar kuracağız ve medeni dünyayı radikal İslamî terörizme karşı birleştireceğiz, onu yeryüzünden söküp atacağız.” Radikal İslamî terörizmle mücadele konusunda Trump şu tespitte bulundu: “Polis teşkilâtımız ve ordumuz içindeki o harika erkek ve kadınlar koruyacak bizleri. Daha da önemlisi, bizi Tanrı koruyacak.”

Trump’ın Asıl Kastı

Trump’ın İslamî terörizmle ilgili konuşmasında dikkate değer üç husus mevcut. Her bir hususun köklerini tarihte ve akademik yazında bulmak mümkün. Üç husus da ABD ile dünyada barış ve güvenlik konusunda ciddi içerimlere sahip.

İlk husus şu: radikal İslamî terörizm, “medeni dünya”ya yönelik bir tehdit olarak takdim ediliyor. Tarihsel açıdan “medeni dünya” ifadesi esas olarak sömürgecilik döneminde Avrupa uluslarına atfen üretildi. “Medeni olmayan dünya” ise Amerika’daki yerlileri, Afrikalı köleleri ve Asya’daki sömürgeleştirilmiş halkları ifade ediyor. Bugünün standartları açısından “medeni dünya” ifadesini diplomatlar, devlet başkanları ve akademisyenler nadiren kullanıyorlar. Yeni anlayışa göre, dünya farklı kültürle donatılmış bir yer. Bu kültürlerden birisi de yüzlerce yıllık tarihi olan ve tüm kıtalara yayılma imkânı bulan İslam. Trump’ın elli altı Müslüman ülkeyi medeni dünyanın parçası olarak görüp görmediği açık değil.

Konuşmada dikkate alınması gereken ikinci husus, “radikal İslamî terörizm” ifadesinin İslamî şiddetin dinin kendisinden neşet ettiğini dile getirmek için icat edilmiş olması. Buna göre, söz konusu ifade dünyanın farklı kısımlarında Müslüman militanların uğruna mücadele ettikleri jeopolitikayla alakalı her türden somut öfkeden asla kaynaklanmıyor. Bahsi geçen ifade, yeni muhafazakârlar arasında epey yaygın. Bu kesim öfkeye değil, İslam’ın psikolojisine odaklanılmasını istiyor. Örneğin bu ifade, birer Müslüman olarak Filistinlilerin şiddet bağımlısı olduğunu, bir halkın yüzleştiği sefaletle veya işgalle alakasının bulunmadığını söylüyor. Aynı şekilde bu ifade Müslüman bir örgüt olarak Taliban’ın dinden ilham alan bir savaşın iğvasına kapıldığı iddiasında bulunuyor ve şiddetin Afganistan’ın işgaliyle zerre alakası olmadığı üzerinde duruyor. Kampanyası ve ilk başkanlık konuşması esnasında bu ifadeye başvuran Trump, İslam’ın radikal versiyonunun doğası gereği zalimane olduğu fikrini benimsiyor ve tüm sorunlar çözüldükten sonra bile dünya genelinde şiddet için bahaneler bulacağını söylemiş oluyor.

Üçüncü husus ise Trump’ın radikal İslamî terörizmin yeryüzünden sökülüp atılması meselesine bir tür kutsal savaş boyutu katıyor olması ile alakalı. Bu noktada başkan, “polis teşkilâtımız ve ordumuz içindeki o harika erkek ve kadınlar koruyacak bizleri. Daha da önemlisi, bizi Tanrı koruyacak” diyor. Bu, muhtelif uluslar ve halklara, özel olarak radikal İslamî terörizme karşı yürütülen savaşlarda Tanrı’nın ABD’nin yanında yer aldığı iddia ediliyor. Tanrı’nın insanların yürüttüğü savaşlarda belirli bir taraf tuttuğu anlayışı, ister Katolikler, ister Protestanlar, ister Şiiler, ister Sünniler, isterse sağcı Hindular tarafından benimsenmiş olsun, kutsal savaş anlayışının ana ilkesi.

İslamî Terörizmi Anlamak

İslamî terörizmle ilgili, gayet ciddi bir çalışmaya göre, Müslümanlar arasında görülen militanlık tarzı, kaynağını işgal ve istilalar gibi somut jeopolitik sebeplerden alıyor. Müslüman militanlar, ailelerini ve çocuklarını terk ediyor, canlarını veriyor ve güçlü devletlerin gazaplarını üzerlerine çekiyor, çünkü onlar ülkelerinin, kaynaklarının veya yaşam tarzlarının işgal edilme biçimlerine karşı mücadele ediyorlar. Öfke faktörü, terörizmle mücadele denklemine samimiyetle dâhil edilmediği sürece, radikal İslamî terörizmin yatışması mümkün değil.

Radikal İslamî terörizm ifadesi fazla provokatif. Hayırdan çok zarara yol açan, kötü bir söylemin ürünü. Bu ifade, İslam dinini töhmet altında bırakıyor ve Batılı ülkelerde yaşayan sıradan Müslüman ailelere yönelik nefreti tetikliyor. Aynı ifade, ayrıca dinleri iftiraya uğrayan, barışa sevdalı Müslümanların terörizme karşı durmalarına da mani oluyor. Müslüman militanlar ise kendilerine terörist, radikal İslamcı, vahşi, yobaz denmesiyle asla ilgilenmiyorlar.

Amerikalılar dâhil herkesin Müslüman militanların savaş hukukunu açıktan ve kasten ihlal etmelerini eleştirme noktasında haklı sebepleri vardır. Antik tapınakların, sufi mabetlerinin yıkılması, kalabalıkların üzerine kamyon sürülmesi, kentlerin bombalanması ve nükleer soykırım tehdidi elbette eleştirilebilir. Müslümanların İslam’ın herhangi bir versiyonuyla alakası olmayan bu tür kötülükleri açıktan mahkûm etmeye zorlanmaları ise tuhaf bir durumdur.

Tanrı’nın savaşın içine bir biçimde dâhil edilmesi yanlıştır. Yüzlerce yıl Tanrı, şiddetin ve savaşın destekçisi olarak takdim edilmiştir. Trump, Tanrı’nın insanlararasında yaşanan savaşlarla ilgisiz olduğunu göz ardı etmektedir. Onun görmek istemediği diğer bir husus da Tanrı’nın parça tesirli bombaları, kentlerde kullanılan nükleer silâhları asla bağışlamayacağı, bu tür saldırıların asla parçası olamayacağı gerçeğidir.

L. Ali Han
23 Ocak 2017
Kaynak

24 Ocak 2017

Şikago 1969


2016 başkanlık seçiminde Donald Trump, üniversite eğitimi almış beyaz kadınlar hariç, tüm toplum katmanlarından beyazların oyunu aldı. O, bilhassa beyaz işçiler arasında ciddi oy kazandı. Üniversite veya kolej eğitimi almamış beyazların yüzde 67’si ona oy verdi.

Seçim sonrasında yapılan kimi analizlerde, ülkenin sosyal güvenlik ağını zayıflatacak, vergileri zenginler lehine düşürecek politikaları destekleyen milyarder bir işadamına beyaz işçilerin kendi çıkarları aleyhine olacak şekilde nasıl oy kullandığı üzerinde duruldu. Yeni Mutabakat’tan [New Deal] beri Demokrat Parti, işçilerin partisi olarak görülürken, Cumhuriyetçi Parti elitlerin partisi olarak değerlendiriliyordu. Trump, bu hikâyeyi kendi lehine çevirmeyi bildi. 2016 seçimi, meseleleri ayrı kompartımanlara kapattı ve ırkçılık, cinsiyetçilik, yoksulluk ve ekonomik meselelere dair bütünlüklü bir çalışma yürütülmesini imkânsızlaştırdı. Bugün sosyal adalet savunucuları ve Demokrat Parti açısından ana mesele, kimlik politikasının ötesine nasıl geçecekleri ve tüm ırklardan işçilerin oylarını nasıl kazanacakları, buradan da farklı gruplar arasında güçlü bir koalisyonu nasıl oluşturacakları.

Bu konuda gerekli dersi ve ilhamı altmışlardaki toplumsal hareketler veriyor aslında. Bu hareketler, kimlikleri ve meseleleri dikine kesen ittifakların gücünü idrak etmeyi bilmişler. Bu dönemde bugün imkânsız görülecek devrimci bir koalisyon oluşturulmuş: göçmen güneylilerle ve beyaz işçilerin oluşturduğu Genç Vatanseverler isimli grup, Şikago’da sınıfsal sömürüyle mücadele etmek amacıyla Kara Panterler’le birleşmişler.

Peki bu ittifak nasıl oluşmuş? Oradan alınacak dersler, bugünün politik momentine nasıl tatbik edilebilir?

İhtimal Dışı Bir İttifak

İnsan hakları hareketinin yaşandığı dönem sonrası militan Siyah Güç hareketi ortaya çıktı. 1966 yılında Özsavunma İçin Kara Panter Partisi kuruldu. İlhamını Malcolm X ve diğer beynelmilel siyahî düşünce liderlerinden alan grup, örgütlü ırksal zulme karşı potansiyel bir araç olarak silâhlı mücadeleyi benimsedi. Bu, şiddet dışı protesto felsefesinden köklü bir kopuşu örnekliyordu. Grubun büyük bir kısmı Şikago’da idi. Fred Hampton, partinin genç liderlerinden biriydi ve bu kentte yaşıyordu.

Altmışlarda Şikago, yoksulların epey çile çektiği bir yerdi. Siyahlar, melezler ve beyazlar, yoksulluğun, işsizliğin, polis zulmünün, yetersiz barınma imkânlarının ve okul şartlarının, sosyal hizmetlerdeki düşüklüğün çilesini çekiyordu. Her türden zulümle mücadele etmek adına etnik ve ırksal gruplar, kendi sosyal hizmetlerini ve eylemci ağlarını teşkil ettiler.

Bunlardan biri de Genç Vatansever Örgütü idi. Örgütün kurulduğu yer, yerinden yurdundan edilmiş güneyli beyazların yaşadığı, Şikago’nun yukarısında bulunan Hillbilly Harlem mahallesiydi. Birçok örgüt üyesi ırkçıydı ve güneylilerin gururlandıkları Müttefik Bayrağı gibi sembolleri taşıyordu. Ama siyahlar ve Latinler gibi beyaz Genç Vatanseverler ve aileleri de Şikago’da ayrımcılığa maruz kalıyorlardı. Bunun sebebi, onların yoksul ve güneyli olmalarıydı.

Kara Panter Partisi’nin başında kısa süre bulunan Fred Hampton, tüm ırklara mensup yoksulları ve işçileri “gökkuşağı koalisyonu” çatısı altında birleştirmek istedi.

Şikago Panterleri’nin ve Genç Vatanseverler Örgütü’nün eski üyeleri, iki grubun nasıl ilişki kurduğuna dair benzer bir hikâye anlatıyorlar. İki grup üyeleri, diğer grubun toplantılarına katıldılar ve ortak meseleler konusunda birlikte hareket etmeye karar verdiler. Zaman içerisinde Kara Panterler, isyanın uzlaşmak bilmez bir işareti olarak görmeye başladıkları Müttefik Bayrağı’na hoşgörüyle yaklaşmayı öğrendiler. Bu ilişki dâhilinde Panterler’in öne sürdükleri tek şart, Genç Vatanseverler’in ırkçılığı mahkûm etmeleriydi.

Nihayetinde Genç Vatanseverler, Latin Genç Lordlar ve Kara Panterler ile ortak birçok yönlerinin olduğunu gördüler ve buradan da beyazların üstünlüğü fikrini, hatta Müttefik Bayrağı’nı redde tabi tuttular.

Doğal düşman görülen iki grup, ekonomik adalet çağrısı noktasında ortaklaştılar. Black Panther [“Kara Panter”] gazetesinin 9 Ağustos 1969 tarihli nüshasında partinin kurmay başkanı David Hilliard, “Anavatanımızın bağrından çıkmış, bizim saygı duyabileceğimiz tek devrimci örgüttür” diyerek Genç Vatanseverler Örgütü’ne dair hayranlığını dile getirdi. Genç Vatanseverler’le yürütülen çalışmayla ilgili olarak eski Kara Panter Partisi üyesi Bobby Lee ise “Gökkuşağı Koalisyonu sınıf mücadelesinin şifresidir” diyordu.

Sonuçta Illinois Panterleri, siyahî toplumunun muhtelif unsurlarını, Müttefik Bayrağı sallayan güneyli beyaz göçmenleri (Genç Vatanseverler’i), Porto Rikoluları (Genç Lordlar), yoksul beyaz etnik grupları (Ayaklanan Öfke, JOIN Cemaati ve Cemaatlerarası Hayatta Kalma Komitesi), öğrencileri ve kadın hareketini bir araya getirdi. Koalisyon çatısı altında bir araya gelen farklı gruplar gerekli kaynakları buldular ve hizmetlerin temini için ortak stratejiler belirlediler. Devletin ve özel sektörün sağlamadığı yardımlar konusunda çalışmalar yürüttüler. Bu noktada sağlık klinikleri, evsizlerin ve açların doyurulması, ahlaksız ev sahipleri ve polis zulmü ile başı dertte olanlara hukukî yardım sağlanması gibi adımlar atıldı.

2016’da Irk Temelli Ayrımın Açığa Çıkışı

İlk Gökkuşağı Koalisyonu’ndan yaklaşık elli yıl sonra ABD’de seçmenler bugün ırk temelli ayrışmaya uğramış durumda. Donald Trump bile Amerikalı siyahlara “bana oy verseniz, Demokrat Parti’ye sırtınızı dönseniz, ne kaybedersiniz?” sorusunu yöneltmek zorunda kaldı, ama bu tür adımlar hiçbir sonuç vermedi. Siyahî seçmenlerin sadece yüzde sekizi (Latinlerin yüzde 28’i ve Asyalıların yüzde 27’si) oyunu Trump’a verdi. İşçi sınıfının önemli bir kısmı siyahî ve Latin. 2032 yılında işçi sınıfı içinde çoğunluğu beyaz olmayanlar teşkil edecek.

2016 seçimi sonrası esas olarak beyaz işçilere odaklanıldı. Bunların ekonomi düzleminde unutulduğundan ve bu sebeple öfke olduklarından bahsedildi. Oysa Afrikalı-Amerikalıların durumu daha kötüydü. 2007’deki resesyondan beri Afrikalı-Amerikalılar arasında görülen işsizlik oranı Hispaniklerin iki katı, beyazlarınsa iki katından daha fazla.

Hillary Clinton ise çok farklı kesimlerden oy almayı bildi. 2016’da Philadelphia’da düzenlenen Ulusal Demokratik Konvansiyon, geçmişteki Gökkuşağı Koalisyonu’nun yeniden dirilmiş hâli gibiydi, ama bu ambalaj esasen altındaki ırkçılığı gizliyordu. Seçimin en önemli derslerinden biri, ülkenin ırkçılığa ve ayrımcılığa son verme konusunda bir arpa boyu yol alınamadığı gerçeği ile alakalıydı. Donald Trump, esasen bu gerçeği istismar etmeyi bildi.

Altmışlarda Şikago’da Gökkuşağı Koalisyonu’nun üyeleri kimlikleri kesen koalisyonlar kurmanın ne denli güç olduğunu biliyorlardı. Eski Kara Panter üyesi Bobby Lee, Genç Vatanseverler ile yürütülen çalışmaları şu şekilde anımsıyor:

“İttifak kurmak hiç de kolay değildi. Onlara ücretsiz kahvaltılar, halk için sağlık klinikleri gibi ‘halka hizmet’ programlarını oluşturmalarını tavsiye ettim. Bu elemanlarla çalışmak, ekmeğimizi bölüşmek, bilardo salonunda takılmak zorundaydık. Mahallelerine gidip kanepelerinde uzanmaya mecburduk. Onları kendi mahallemize davet ediyorduk. İşte Gökkuşağı Koalisyonu böyle kuruldu, yavaş ve güç oldu ama oldu.”

Birbirine zıt Kara Panterler’i ve Genç Vatanseverler’i bir araya getiren bu koalisyon, gerçekte kurulan etkileşimlerin insanların kendi mücadelelerinin diğer insanların mücadelelerinden esasta pek farklı olmadığını anlamalarını sağladı. Trump, Afrikalı-Amerikalıları hareketine katılmaya davet ederken muhtemelen samimiydi. O, bu türden samimiyetsiz davetlerin süreç içerisinde oluşan gerçek koalisyonlar gibi sonuç vermeyeceğini anlamadı.

Altmışların toplumsal hareketlerinden alınacak bir ders de şudur: ekonomik ve ırksal adalete yol açacak, kalıcı sonuçlara yol açacak değişim, tuğla tuğla örerek, tek tek kişilerle temas kurarak, oldukça yavaş kurulan bir hareket ile birlikte gerçekleşecektir.

Colette Gaiter
9 Ocak 2017
Kaynak

23 Ocak 2017

,

Göze


Sol, Türkiye’nin başında AKP’nin, AKP’nin başında Tayyip isimli birinin olduğunun son üç yıldır farkındadır. Bu anlamda, solun önde ve öncü olma iddiası, bizzat halk eliyle boşa düşürülmüştür.

Sol, Türkiye’nin Ortadoğu’da olduğunun, Ortadoğu’nun bir sarsıntı içinde yoğrulduğunun son üç-beş yıldır farkındadır. Önde ve öncü olma iddiası, bizzat halklar eliyle boşa düşürülmüştür.

Önde ve öncü olma iddiası, tümüyle sistemin sola biçtiği zamansal-kronolojik pay ve rolle alakalıdır. Bu, yüz yıldır geçerli olan bir rol ve paydır. Önde ve öncü olma iddiasının mekânla hiçbir alakası yoktur. Sol, mekânı bilerek veya bilmeyerek, sağına terk etmiştir. O, kendi sağında gizli yanlarını görmektedir.

Bugün AKP, bu sol-sağ ayrımlarını dahi silikleştirmektedir. Bu sebeple solcular, “eğitimde bilimsellikten uzaklaşıldığı” eleştirisinde bulunabilmekte, böylece utanmadan arlanmadan, AKP’ye dek olan eğitimi temize çıkartmakta, onun bilimsel olduğunu düşündüğünü ortaya koymaktadır. Aynı değerlendirme, “faşizm” bahsinde de geçerlidir. Baskı ve zulüm, sanki AKP ile başlamış gibi yapılmakta, bu açıdan AKP dışı sağ ile dirsek teması kurmaya çalışarak güçleneceğini, siyasetin mekânsal boyutuna yerleşebileceğini zannetmektedir. Mekân sağa terk edildiği için, orada öncü ve önde olan ittihatçı damarla ilişki kurulmaktadır. İtilafçı damarın iştirakçi damar olarak yutturulması, mümkün değildir.

* * *

İsrail yetkilileri, Arap piyasasına Türk şirketleriyle açılabileceklerini söylemektedirler. Bu sözün sahiplerinden biri, geçmişte Galataport’u almak isteyen Ofer’dir. En genel anlamda Ortadoğu’da sermayeyle ve devletle kurulan ilişkiler, emperyalizm ve siyonizmin harcıyla yoğrulmak, onların rengini taşımak zorundadır. Kapitalizm, emperyalizm ve devlet, bölgede Lawrence stratejisi ile iş görmektedir. Arap’ın, Kürd’ün, Fars’ın veya Türk’ün gücünü emperyalizmle mümkün görmesi, ciddi bir yanılsamadır. Gene efendiler güçleneceklerdir.

Dar anlamda ülke siyasetinde de her tür kurumsallık, devletin ve sermayenin kurumsallığının harcıyla yoğrulmak ve rengini taşımak zorundadır. Bunun bir süre hayatta kalmak için zorunlu olduğu iddia edilecek, kadrolar bu şekilde oyalanacaktır. Yani Fransız ya da Yunan komünist partilerine benzemek için çabalayanlar, oradaki komünist partilerin ülkeleri yıkılıp kurulurken söz, yetki, karar sahibi olduğu gerçeğini unutmaktadırlar. Bu unutma hali, dolayısıyla bugün devletin ve müesses nizamın parçası haline gelmiş bu tip partilere öykünerek, kurucu, resmi, yüksek siyasetin parçası olunulabileceğine dair bir vehmi koşullamaktadır. Bu vehim çıkışsızdır.

Özetle, dere kenarında görülen ineğe benzemek için şişmek, kimseyi kurbağa olmaktan kurtarmaz. Egemen siyasetin kendisine öykünmek, kurumsallık imkânlarını bulduğunu düşünmek, belirli yanılsamalarla, hayal kırıklıkları ile maluldür. Yani Gambiya’daki durumu burada alaya almadan önce, emperyalizmin oradaki hamlelerine, Afrika’daki genel gidişata bakmak gerekir. Bakılmıyorsa, bu topraklarda emperyalizmin müdahalelerinden medet umanlar, kısa vadede hangi kollarını kaptırdıklarını bile anlamayacaklardır. Buradaki İslam başlığında görebileceğimiz belirli direnç biçimlerinin Batı’dan bakıp küçümsenmesi, “kime benzedin de kendini büyük zannediyorsun?” sorusunu gündeme getirecektir.

* * *

Az olan, çokmuş gibi görünmeye mecburdur. Geçmişte Antalya-İzmir hattında ticareti, kaçakçılığı, komprador ilişkileri yürüten kesimin çok görünme gayretlerini olandan iri gösterme çabası, en genel anlamda solun alamet-i farikası hâline gelmiştir. Devrimi yapmayı değil, önünde sonunda söz konusu hatta emekliliğini geçirmeyi hedefleyenlerin varacakları bir yer yoktur.

Bu ülkede bilim, eskiden olduğu kadar bilimdışıdır, baskı ve zulüm eski aygıtlarıyla köklüdür. Azın çok olma çabasına karşı zaten çok olanın kolektif kavgasını çıkartmak şarttır.

“İran olmayacağız” diye bağıranlar, hep idam edilen bir gencin fotoğrafını paylaşmaktadır. O fotoğraftaki genç, yakın zamana dek Kürd’dü, şimdi birden Azeri olmuştur. AKP beslemesi kişiler ise İran’ın parçalanmasından, yıkılmasından bahsetmektedirler. Mesele, İran değildir; İran üzerinden İslam’ın ve solun liberalizm kavşağında birleşiyor olmasıdır. O kavşağı düğümleyense devrim korkusudur.

Mesele, Marx’ın tespitinden beri azınlığın devrimine karşı çoğunluğun devrimi meselesidir. Azı çok göstermekten başka bir şey bilmeyenlerden öğrenilecek bir şey yoktur. Sokaklarda cumhuriyet balolarını taklit ederek “hayır” kampanyası yürütenlerle yürünürse, düşülecek yer burjuvazinin kucağıdır.

DSİP’liler, işin bu kavşağa çıkan bir yol olarak “hayır” kampanyası dâhilinde AKP tabanına seslenmekten bahsetmektedirler. Oysa burjuva partileri, burjuva anketörleri, burjuva medyası eliyle belirlenmiş kategorilerle iş görmek, sosyalistlerin işi olmamalıdır. Onların mücadelenin dip akıntısından süzülen kendi suyu, o suyun çağladığı kendi gözeleri mevcuttur.

Dev-Yolcu olduğunu söyleyen bir gençle konuştuğumuzda, söylediklerimizi kendi dünyasından okuduğu için şu cevabı vermektedir: “Ne yani, AKP içinde mi çalışalım?” Bu gence kızmanın anlamı yoktur, çünkü ağabeyleri, ablaları ona kırk yıldır CHP içinde çalışmanın devrimcilik olduğunu öğretmiş, bu yalana örgütlemiştir. Devrimcilik, burjuvazinin politik, ideolojik, teorik kavram ve kategorileriyle düşünüp hareket etmek değildir.

* * *

Kapitalizm teoride, emperyalizm ideolojide, devlet politikada belirli bir ağırlığa sahiptir. Her şeyden arınık, salt AKP karşıtlığı, işte o CHP ve Fethullah pratiğinin kana kattığı zehirdir. Bu karşıtlık, kapitalizmi, emperyalizmi ve devleti minder dışına fırlatıp atmıştır. AKP’yi kapitalizmden, emperyalizmden ve devletten soyutlayarak karşıya atanlar, CHP’nin ve Fethullah’ın uşağıdır.

Bu anlamda, Devrimci Proletarya’nın “boykot” çağrısı “işçi” kavramsallığı etrafında dönmektedir, dolayısıyla, salt teorik bir konumlanıştır.[1] Bu idealist tutum gereğince teorik, düşünsel duruşun dünyayı dönüştüreceği düşünülmektedir. Politik devrim toplumsal devrimin örsü altında tuz buz edilmektedir. Toplum, özel küçük burjuva ütopyaların kurduğu cemaat olunca, siyasetten kaçmak için gerekli zemin bir biçimde oluşturulmaktadır.

Mesele, boykot veya hayır önerisini tartışmak değildir. Her şeyden önce solun böylesi bir tartışma yürütecek ne takati ne de hâli vardır. DP’nin “işçi” lafzı, DSİP’in “AKP kitlesi” lafzı kadar soyuttur, gerçek devrimci bir maddiyatla ilişkisizdir. Her ikisi de hâlâ zamansal öncülük konusunda yüz yıldır biçilen pay ve rol dâhilinde bir anlama sahiptir. Yani iki örgüt de mekâna duhul etme konusunda isteksizdir, bu işi ilerleme güçlerine tevdi etmişlerdir.

Salt fabrika mekânına odaklanan, dışarıya körleşen, bütün ideolojiyi ve politikayı oraya mahkûm etmeye çalışan her girişim, sorunludur. Soyut fabrika mekânına karşı, zihindeki “Kürdistan”ın çıkartılması konusunda da benzer bir tartışma yürütülmelidir. Saf, steril ve yüce olduğu düşünülen bir mekâna odaklanmak, zamansal öncülüğün farklı bir boyutudur. Zamansal akıştan etkilenmeyen, soyut bir mekânsal oluş belirlenmekte, insanlar o oluş önünde diz çöktürülmek istenmektedir. Bu, hatalı bir fikriyattır.

“İşçi”, “devrimci”, “Kürd” gibi yücelikler, cücelikle sonuçlanacaktır. Çünkü zaten o oluşa herkesin gelmesi mümkün değildir. Bir kısım İslamcının başyücelik devleti de bugün başcücelik piyonuna dönüşmüştür.

Fanon’un siyahın derisinin üzerine yeni bir deri giyme pratiğine dair eleştirisi, unutulmamalıdır. Fanon’da mücadelenin egemenlere öykünme ile kana karışan zehir üzerinden nereye evrilebileceğine dair yoğun bir eleştiri söz konusudur. Irk ayrımcılığının kudretine benzeyerek yol almaya çalışan pratiğin eleştirisini de Steve Biko’da bulmak mümkündür. “Ne kadar Avrupa’ya, ne kadar ABD’nin eyaletine benziyoruz oysa, bu AKP de nereden çıktı?” sorusunu soranların önce buradaki siyahlıkla, doğululukla, mazlumiyetle nasıl ilişki kuracağını düşünmesi gerekir. Öncülük ve devrimciliğin imkânları, burada saklıdır.

Eren Balkır
23 Ocak 2017

Dipnot:
[1] “Sisteminiz ve Rejiminiz Sürdürülebilir de Düzeltilebilir de Değil”, 20 Ocak 2017, DP.