Değişim
Momentleri
Althusser’in
Marx İçin ve Kapital’i Okumak adlı kitaplarının Paris’in hummalı
politik kültürüne duhul ettiği ve yapısalcı marksizmi Sosürcü semiyolojiye,
batı marksizmine ve altmışlı yıllar boyunca tohumlanan post-marksizme ait bir
dizi eğilime alternatif olarak tespit ettiği günden bugüne yaklaşık yirmi beş
yıl geçti.[1]
O
kısa ömründe yapısalcı marksizm, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan
kuşkusuz en kapsamlı ve tartışmalı, ancak bir o kadar da güçlü bir teorik
projeye dönüştü. Althusser’in, sonrasında dostlarının ve öğrencilerinin yaptığı
çalışma, ayrıca ondan etkilenen felsefecilerden, sosyal bilimcilerden, edebiyat
eleştirmenlerinden ve politik eylemcilerden oluşan heterojen bir grubun ortaya
koyduğu çabalar, insanî kültürlerden teorik sorunlara kadar geniş bir alana
yayılan bilgiye ait muazzam bir hacim oluşturdu.
Onlarca
yıl geçtikten sonra yapısalcı marksizm, bazen verimli bazen de hasmane
polemiklere konu oldu. Çatışma yaşadığı en göze çarpan isimler ve ilgili
düşünsel alanlar şu şekilde sıralanabilir: Derrida’nın fenomenolojik
postyapısalcılığı, Annales Okulu’nun yapısalcı-işlevselci tarihsiciliği,
Deleuze ve Foucault’nun Niçeci postmodernizmi, Lacan’ın Sosürcü psikoanalizi,
Habermas’ın evrensel pragmatizmi ve E. P. Thompson’ın hümanist
tarihsiciliği.[2]
Böylesi
bir “dayanma gücü” gerçekten dikkate değer, çünkü Althusser ve birçok
meslektaşı Fransız Komünist Partisi’nin üyesiydi, dolayısıyla küresel
anti-kapitalist ve anti-emperyalist hareket olarak gördükleri komünizme sıkı
sıkıya bağlıydı. Buna rağmen Avrupa komünizmine yönelik anti-stalinist
savunular ve geniş kitlelerin partiye katılımı kadar “kaba marksizm”e ait
teorik dogmalara yönelik eleştiriler noktasında da birçok Althusser’ci,
altmışlı yıllarda Avrupa ve ABD’deki akademik solda hâkim bir konumda bulunan
sözde batı marksizmine ait teorik öğretilere karşı çıktılar.[3]
Anti-stalinistliğine
ek olarak batı marksizmi, marksist felsefenin -sınıf mücadelesini tarihin
“diyalektik” motoru olarak görmek yerine, ekonomik belirlenim ve “olumsuzluk”
pahasına, “bütünlük”e vurgu yapan- Hegelci yorumunu benimsedi. Batı marksizmi,
kapitalizmin kendi ekonomik çelişkilerini çözdüğü ve politik açıdan geçerli bir
kavram olarak işçi sınıfını tasfiye ettiği sonucuna vardı. Artık kapitalizmi
sömürü değil, “hâkimiyet” sistemi olarak gören batı marksistleri ilk olarak,
kendilerine ait monolitik, temelci bütünlük anlayışlarını tamama erdirip,
ardından da onu yıkmak amacıyla, önce metodolojik bireyciliğe yüzlerini
çevirdiler. “Yabancılaşmış” bireyler ve “maddeleşmiş” kültür, ekonomik
üstünlük, temsili demokrasi ve kitle kültürü aracılığıyla olumsuzluğun
diyalektiğini tüm çıplaklığıyla ezen kapitalist toplumla yüzleşmiş radikal
teorisyenler için açıklayıcı yegâne ilkeler hâline geldi.
Zamanla
kapitalizm daha fazla dayanıklı görülmeye başlandığından, pratiğin daha iradeci
anlaşılışı ve radikal sosyal teorinin daha irrasyonalist temelleri, yani özetle
irrasyonalizm ve iradecilik, praksis kavramı altında birleştirildi. Marksizmi
katiyetle nesnel bir bilim olarak kabul etmeyen batı marksizmi yüzünü Hegel’e,
Marx’ın ilk yazılarına, özellikle Ekonomik ve Felsefî Elyazmaları’na,
muhtemelen “post-endüstriyel” kapitalizmin sınırsız, ama bir o kadar da
yabancılaştırıcı cömertliğiyle uyum içinde gerçekleşen özgürlükçü iradecilik ve
ahlâkî idealizm arasındaki bileşke anlamında, “marksist hümanizm” modasına
çevirdi. Bu neo-anarşizm, Yeni Sol’un hâkim ideolojisi oldu ve radikal aydınlar
arasında Hegel’ci marksizmden Niçeci goşizme (solculuğa) yönelik bir kaymayı
işaretledi. Irkçılığa, cinsiyetçiliğe, emperyalizme, metalaşmaya ve bürokrasiye
yönelik itirazlarında gözü pek olan Yeni Sol, sosyal mücadeleyi basit anlamda
“bireyler” ile “iktidar” arasındaki bir çekişmeye indirgemek suretiyle
sakatlanmış bir orta sınıf reform hareketiydi. İktidarın sınıfsal yapısı ve
ekonomik kökleriyle gereğinden fazla ilgili olan bu hareket, kapitalizmin
hegemonyasına karşı hiçbir zaman ciddî bir mücadele vermedi.
Althusser
ve takipçileri, batı marksizminin teorik zayıflıklarını ve politik
yanılsamalarını kıyasıya eleştirdiler, bir yandan da (“iki ucu boklu değnek”
manasında –çn) iradeciliğin Scylla’sı ile ekonomizmin Charybdis’i
arasında uzanan yeni ve parlak bir teorik hat çizdiler. Bilimsel marksizm
eleştirmenlerinin eleştirilerinden ürkmeden, Altuzerciler, öncelikle ideoloji
ve politikanın görece özerkliği, epistemolojik görecelikçilik, sosyal öznellik
ve pratik, sanat ve edebiyatın üretimi ve kabulü, halkçı-demokratik devlet,
kapitalizm öncesi üretim tarzları gibi marksist olmayanların ve batı marksistlerinin
birbirinden farklı olarak “ortodoks marksizm”i çürütmek için kullandıkları
başlıklara yoğunlaştılar. Hattâ bu noktada, yapısalcı marksistlerin yüzyıl
boyunca marksist gelenek içinde birikmiş olan sorunlara kapsamlı ve oldukça
başarılı bir yanıt verdiklerini söylemek abartı olmaz.
Ancak
Fransız Komünist Partisi’ne yönelik duyduğu o derin umuda paralel olarak ortaya
koyduğu zengin teorik kazanımlarla Avrupa ve dünya komünist hareketlerindeki
yenilenmeyi ve dayanışmayı bağdaştırmak yönünde çaba harcarken Althusser,
kendisini büyük bir kişisel ıstıraba sokan, parti liderliğinden kaçınılmaz bir
kopuşu getiren ve kendi çalışmasının politik güçsüzlüğü karşısında giderek
artan bir hayâl kırıklığına sebebiyet veren trajik bir durumla karşılaştı.[4]
Zoraki
bir devrimci iyimserlik ve avrokomünist politik retoriğin rahatsız edici sesi,
hattâ yapısalcı marksist analizin yaptığı çağdaş kapitalizme yönelik kötümser
değerlendirme bile ayılmayı sağlamadı. Benzer biçimde, Althusser’in stalinizm
eleştirisi ve reform çağrısı, Doğu Avrupa’daki diktatörlüğün acı mirası ve
Sovyetler’in Avrupa komünizmi, özellikle FKP üzerindeki hâkimiyeti ile
didişebilmesi çok zordu. Her dönemeçte FKP liderliği, politik yetersizliğini ve
aşağı tabakalara yönelik güvensizliğini ifşa ediyordu. Mayıs 1968’de parti
liderliği, sıradan bazı imtiyazlar adına, Fransa tarihinin en büyük genel
grevine ihanet etti, yetmişli yıllarda ise seçim stratejisi olarak oportünist
anlamda belirlediği Halk Cephesi de partinin otoriteryan bürokratik yapısına
kayda değer bir etkide bulunmadı. Dahası, FKP’nin inatla bolşevik devrimci
sloganlardan uzaklaşıp ulusal ve demokratik sosyal dönüşümü vurgulayan
avrokomünist kelime haznesine dönmesi, tam da ulusal, reformist stratejinin
uluslararası ekonomik gelişmelerce geçersizleştirildiği bir döneme rastladı.
Sosyalist Parti’nin orta sınıflardan ve işçi sınıfından aldığı desteği ya da
modernizasyon ile özyönetim arasında Mitterand tarafından zorla yapılan
izdivaca karşı gelişen goşist heyecanı bir türlü engelleyemeyen FKP, yetmişli
yıllarda bir kez daha talihsiz bir sapma içine girerek, ırkçı, şovenist
çağrışımları olan sekter bir mavi yaka işçiciliğine geri döndü. Sosyalist
hükümetin reform programının yaşadığı başarısızlığa ve SP içindeki özyönetimci
sosyalizm karşısında neo-liberalizmin muzaffer olmasına rağmen, FKP’nin
seçimlerdeki oy oranları seksenler boyunca, hiç de şaşırtıcı olmayan bir
biçimde, azaldı.
FKP’nin
taktiklerine yönelik itirazına rağmen Althusser’in komünizmi, her durumda hem
iftira hem de Sağ ve Sol’un ilgisizlikleri için elverişli bir bahane sundu.
Toplam çalışmanın içinde bozucu ve sapkın bir unsur olarak mazur görülebilecek
olan Althusser’in komünizmi bir lekeymiş gibi durmakla kalmadı, ayrıca
yapısalcı marksizmin, Althusser’in kendi teorik sayıltı ve metodolojilerine
yönelttiği tahripkâr eleştirileri ihmal etmesine neden oldu. Althusser’in
komünizmi, hâlden anlayan eleştiriler tarafından bile çoğunlukla yanlış yönlere
sevk edildi; yapısalcı marksizmin önemini teyit eden bir dizi önemli çalışma
yayınlandı: Alex Callinicos’un Althusser’s Marxism [Althusser’in
Marksizmi -1976], Ted Benton’ın Rise and Fall of Structural Marxism [Yapısalcı
Marksizmin Yükselişi ve Düşüşü -1984] ve Gregory Elliott’ın Althusser: The
Detour of Theory [Althusser: Teori Sapağı -1987] yapısalcı marksizmin
önemini yeterince kavramaktan uzaktı, çünkü bu çalışmalar Althusser’in teorik
kazanımlarını, onun “marksizmin krizi”ne ve son on yıl süresince solun yaşadığı
aksiliklere politik bir çözüm bulma girişiminin başarısızlığından yeterince
ayrıştıramadılar.
Yetmişlerdeki
kapitalist birikim krizi ve seksenlerde yaşanan küresel kapitalizmin vahşi
yeniden yapılanma süreci, Althusser’e geri dönülmesi ve yapısalcı marksizmin
etrafındaki kuşatmanın kırılması için elverişli bir konum sağladı.
Merkezî
kapitalist ülkelerdeki zenginlikten sefalete doğru yaşanan dramatik kaymayı
izah etmek için post-marksist ve postmodern sosyal teorinin teorik hatalarını
kabul ederek, marksist birer ilke olan ekonomik belirlenim ve sınıf
mücadelesini yeniden gündeme getirmek dışında pek bir şansımız yok. Dahası şu
söylenebilir ki, son on yıl içinde yaşanan olaylar, bugüne dek marksist sosyal
teorinin yenilenmesi için aşılmaz birer engel olarak işlev gören iki
yanılsamanın itibarını azaltmıştır: ilk yanılsama, sınırsız bir cömertliği haiz
insan yüzlü kapitalizm; ikincisi ise, oligarşik bir politik liderlik tarafından
kontrol edilen merkezî ekonomi olarak sosyalizm yanılsaması. Bu iki yanılsama,
günümüz sosyal teorisinde birbirini tamamlayan sayıltılar olarak varlığını
sürdürme konusunda hâlâ ısrarcı; tasfiye edilene dek, her iki yanılsama da
tarihte ve günümüzde yaşanan gelişmeleri kavrama kapasitemizi kısıtlamayı
sürdürecekler.
Çıplak
Krallar: Günümüz Sosyal Teorisinde Hüküm Süren Modalar
Marksizme
yönelik baskı, ona denk düşen ve neo-liberal rasyonalizmden (Rawls, Habermas,
Elster) işlevsel çoğulculuğa (Annales, Geertz, Turner) oradan iradeci
irrasyonalizme (Foucault, Deleuze, Baudrillard) uzanan bir dizi alternatif
geleneğin gündeme gelmesine sebep oldu.[5]
İlk
bakışta birbirinden farklıymış gibi görünen bu eğilimler ortak bir zemini
paylaşırlar. Hepsi de açıklayıcı birer ilke olarak ekonomik belirlenimciliğe ve
sınıf mücadelesine karşıdır ve tabiî ki sahip olduğu önem bakımından
küçültülen, ancak bu geleneklerin az ya da çok temelini teşkil eden marksizme
düşmandır. Bunun yanı sıra, söz konusu hareketlerin her biri, farklı
derecelerde ve kimi zaman vurgu açısından keskin ayrımlara rağmen -son yıllarda
ortaya çıkan kaba örnekleriyle tarihte yaşanan olaylara dönük izahın önünü alan
o post-marksist, postmodern üçlüye- çoğulculuğun, görecelikçiğin ve
bireyciliğin metodolojik ilkelerine başvururlar.
Çoğulculuk,
görecelikçilik ve bireycilik birlikte işleyip birbirlerini takviye ederler,
ancak gene de biz onları höristik amaçlar doğrultusunda ayrı ayrı ele
alabiliriz.
Çoğulculuk,
nedensel belirlenimsizciliğe, yani farklı sosyal olguların eşzamanlılığına,
ancak bir o kadar da bu sosyal olguların görece faydasına ya da nedensel
önemine bakmaksızın, bunlar arasındaki karşılıklı ilişkililiğe ve etkileşime
işaret eder. Sonuç olarak böylesi bir belirlenimsizcilik kaba çoğulculuğa doğru
yozlaşır: bir biçimde her şey diğer her şeyin oluşmasına neden olur, ancak tüm
bunların içinde belirleyici güce sahip tek bir şey yoktur. Her şeyin diğer her
şeyin sebebi olma süreci, ister istemez, “kültür” denen şeyi ve zamanla,
modernizm (bugün de postmodernizm) denilen kültürel durumu üretir.
Görecelikçilik,
bildiğimiz şeylerin kültürümüze nazaran görece olduğunu, tarih hakkında
bildiklerimizin ise kültürler arasındaki iletişim yarığı ile sınırlandığını
söyleyen bilgiyle ilgili tarihselci-yorumsamacı bir yaklaşımdır. Sonuçta bu
görüş, tarihi edebî bir türe ya da çeviri içindeki bir tecrübeye indirgeyen
kaba görecelikçiliğe, kolektif solipsizme (tekbenciliğe) doğru yozlaşır: eğer
bütün olarak bir tarih bilgisi mevcutsa, bu sadece her durumda belirsiz olan ve
iletişim için verilen mücadelenin ötesine geçerek bilimsel izahını amaçlayan
gerçeklere ait ifadelere doğru her türlü hareket girişimini reddeden bir tür
geçerliliğe sahip fragmanların ve izlenimlerin içinde var olabilir.
Bireycilik
insanmerkezcidir; o tarihsel izahın merkezine özerk bir insan koyar ve tarihi
bilinçle bireylerin pratikleri üzerinden kavramsallaştırır. Sonuçta bu tarz bir
“hümanizm” kaba bireyciliğe evrilerek yozlaşır: tarih, kendi biriciklikleri
içinde farklılaşmamış, temel ve bir o kadar da amorf olan “özgürlükler” için
çok başlı ve baskıcı “iktidar”a karşı mücadele veren “insanlar”ın
mücadelesidir.
Bu
ilkelere yönelik itiraz, onların eşitliksizci ve anti-sosyalist entelektüel
hareketlerle işbirliği değil, bu hareketin Anka Kuşu gibi Hegelci marksizmin ve
Yeni Sol’un küllerinden yeniden doğmasıyla ilgilidir. Hem neo-liberal
rasyonalizm, hem de postmodern irrasyonalizm burjuva meritokrasisinin
-sırasıyla ekonomik bireycilik ve romantik bireyselliğin- birbirinden farklı
geleneksel köklerine sıkı sıkıya bağlıdır. Bir yandan, Bentham ve J. S. Mill
nezdinde, politik eşitliğin ekonomik eşitsizliğe “demokratik” anlamda
bağlanması, diğer yandan da, Goethe ve Nietzsche nezdinde, kitle sıradanlığının
ruhun aristokrasisine bağlanması üzerinden biçimlenen bu geleneklere ait
soykütük, sahip oldukları seçkinci düşmanlığın kanıtı olarak görülmesi için
yeterlidir.
İşlevsel
çoğulcu eğilimlerin seçkinciliği sadece bir miktar daha inceliklidir.
Saint-Simon ve Comte’tan Durkheim’a ve Parsons’a dek bu teknokratik gelenek,
seçkinciliği basit anlamda onun varoluşunu inkâr ederek benimsemiş, hâkimiyeti
ve sömürüyü emeğin sosyal işbölümüne ait kooperatif doğası, sosyal yapıların
organik karşılıklı bağımlılığı, politik ve ekonomik yapılarla ilişkide kültürün
özerkliğine ilişkin örtmeceli iddialarla maskelemişlerdir. Seçkinciliği ve
sömürüden muğlâk kaçışı sözsüz olarak kabul etmek, yakın zamanda yaşadığı
dramatik ve genel çöküşün gerçek kaynağı olarak günümüz sosyal teorisindeki Sol
ve Sağ arasında hüküm süren yüzeysel karşıtlığın altında yatan karmaşıklığın
altını çizmiştir.
Özellikle
postmodernizm, sosyal teorideki çöküşte önemli bir rol oynamıştır.[6]
Postmodern sosyal teori, (kültürün özerkliği, sanat ile kitle kültürü
arasındaki sınırların ilgası, bohem avangardın hoşnutsuzlukları ile kültür
endüstrisinin hizmette bulunduğu tüketici kitlesi arasında varsayılan benzerlik
üzerine kurulu) popülist estetikle (Nietzsche’nin yaşamsalcı “İktidar İradesi”
ile Haydegerci fenomenolojinin ontolojik mistisizmine dayanan) neo-anarşist
politik felsefesini birleştirir.
Postmodernizm,
alaycı (kinik) bir uyumsallık ile liberteryan muhalefet arasında bocalar. İlk
eğilim, belki de en iyi ifadesini, sadece epistemolojik görecelikçilik ilkesine
dayanmak suretiyle değil, ayrıca daha radikal biçimde, bu ilkenin ötesine geçip
ontolojik görecelikçiliğe ulaşarak, sosyal oluşumların ve bunların tarihlerinin
nesnel bilgisine ait imkânı inkâr eden Jean Baudrillard’ın çalışmalarında
görülebilir.
Baudrillard’ın
kendi kendine doğup herhangi bir gerçek gösterilenden (ve aynı şekilde
kapitalist üretim tarzına ait zorunluluklardan) çıkan işaretlerin
“hiper-gerçeklik”i fikirler ve nesneler arasındaki anlamlı farklılıkları yok
eder ve eleştiriyle tasdik arasındaki ayrımı siler. Felsefede böylesi bir
radikalizm, politikada sadece eylemsizlik üretir. Baudrillard’ın
“hiper-gerçeklik” kavramı belirli bir betimsel değeri haizse de günümüz
kültürüne yönelik herhangi bir izahta bulunmaz. Aksine Baudrillard’ın kavramsal
binası bu tarz bir izaha mani olur, ancak gene de bunun elde ettiği cazibenin
asıl kaynağı olduğuna yönelik şüpheye itiraz etmek zordur. Er geç, dolaylı ya
da doğrudan, belli bir tasarım ya da varsayım aracılığıyla olsun, postmodernist
kinikler, teoride olduğu kadar toplumda da her şeyin olduğu gibi gittiği
sonucuna ulaşırlar.
İkiz
kardeşlerinin aksine muhalif postmodernizm, politik asinin haşarı retoriğinden
zevk duyar. “İktidar”ın toplum genelinde kendiliğinden üremesi ve yayınımını
ifşa edip ona karşı çıkarken Michel Foucault gibi muhalif postmodernistler,
“post-endüstriyel” toplumda “özgürlüğü” muhafaza etmek için en uygun radikalizm
anlayışını keşfettiklerini iddia ederler.
Ancak
postmodern muhalefet, radikal referanslarını oldukça yüksek bir fiyata satın
alır. Belirli sosyal olguların parçalı “soykütük”leri için “totaliter”
addettiği küresel analizi terk eden postmodern isyan, “direndiği” iktidarı ve
“müdafaa ettiği “özgürlüğü” kutsallaştırarak son bulur. Yeni Sol’a mensup
atalarına göre, hâkimiyetle iktidarın ekonomik eksenini kabullenme konusunda
daha az istekli olan muhalif postmodernistler, tüm iktidar karşıtlığı
biçimlerini tek seferde ve her yerde ad hoc (önceden tasarlanmamış) bir
zemin üzerinden uygulamaya çalışırlar. Temelde bu tarz bir direniş, göreve
içkin çokluğun ve yöntemindeki beyhudeliğin altında kalır. Bitkinlik içine
düştüğü noktada postmodern muhalifler, alaycı ve mezhebi geniş emsallerinin daha
geniş bilgeliklerine teslim olurlar. Sonunda “her şeye diren” anlayışı tersine
dönerek “her şey yolunda” anlayışına dönüşür. Eğer her şey kötü ise, bu,
kötülüğün yüz tutmasından çok önce başlamış bir şeydir ve eğer hiçbir şey tam
anlamıyla iyi değilse, direnmeye değmez.
Seksenlerde
muhalif postmodernlerin evcilleştirilmesi, (Lyotard ve Foucault’nun goşizmden
“Amerikanizm”e kaymaları Baudrillard’ın kariyeri tarafından parodisi yapılan
genel olguya ait ciddî birer örnektir.) Fredric Jameson’ın postmodernizmin
eleştiriden çok çokuluslu kapitalizmin “kültürel mantık”ını yansıttığına dâir
iddiasını kanıtlar. Postmodernist muhalifliğin yetmişlerdeki kısa ömürlü
üstünlüğü daha kapsamlı bir çalışmayı hak etmektedir. Benim önermem, geçici
biçimde, muhalif postmodernizmin çokuluslu kapitalizmin doğum sancılarının
yaşandığı bir sırada sadık bir karşıtlık olarak işlev gördüğü ve temelde Yeni
Sağ’ın ideolojik öteki yüzü olduğu yönündedir. Şurası açık ki, postmodernizmin
anti-marksist ya da post-marksist retoriği oldukça önemlidir. Ekonomik
belirlenim ve sınıf mücadelesinin daha net etkileri, yetmişlerde ve
seksenlerde, postmodern teorisyenlerce inatla reddedilmiştir. Esasında sol ya
da Yeni Sol olanların büyük bir bölümü, radikal harekette ve onun toplumsal
teorisinde hâlâ iş başında olan izlerini takip ederek marksizmi suçlamış, bu
sayede mahvedici yenilgiyi rasyonalize etme imkânı bulmuştur.
Direnişin
anlamsızlaşmasıyla postmodernizm, gerçekliği izahtan çok onu estetize etmekle
ilgili merkezî meşguliyetine tümüyle geri dönmüştür. Bu nedenle postmodern
toplumsal teorinin nihaî mirası, özümseme ve uyumlulaşma olmuştur.
Postmodernizme özgü bohem bireysellik, kültürün özerkliğiyle ilgili işlevsel
çoğulcu iddianın farklı bir türevinin zeminde durması sebebiyle bu sonuç esasen
şaşırtıcı değildir.
Postmodernizmle
işlevsel çoğulculuk arasındaki benzerlik, postmodernistlerin Clifford Geertz,
Victor Turner ve Mary Douglas gibi kültür antropologlarını içermesinde
kendisini ele verir. Bu antropologların kimi görüşlerindeki değeri asla inkâr
etmiyor ve çalışmalarının temelini teşkil eden “kültürün şeyleşmesi” meselesini
istisna olarak bir kenara koyuyorum. Bana kalırsa bu tarz bir şeyleşme,
kültürel olgularla ilgili nedensel izahı kendine tahsis ederek, içeriği
sembolik yapılar ve pratiklere dönük zekice de olsa, yüzeysel yorum ve
tarifleriyle doldurur. Bu, kültürün “özerk”liği ya da bireylerin “özgürlük”leri
ile yola çıkan bu kitabın, her türlü saygın sosyal bilimin yüzleşmek zorunda
kaldığı “neden verili kültürler ve verili bireyler o şekilde hareket ederler?”
gibi merkezî sorulardan kaçındığı bir tartışmadır. Ancak hatırlatıcı mânâda
postmodern kültür antropologları, Durkhaymcı ve Veberci öncellerinin
eksiklerini yeniden üretmek ve örtbas etmek dışında bir şey yapmamışlardır.
Fakat
son yirmi yıl içinde sosyal teorinin çöküşüne katkı sunmak konusunda
postmodernistler yalnız değildirler. Tüm güçleriyle kârlı post-marksist
piyasadan daha büyük paylar koparma konusunda birbirleriyle yarışırken
(pragmatizm, toplumsal sözleşme, karar teorisi vb. gibi) neo-liberal
rasyonalist sorunsallar da yeniden hayat bulmuştur. Jürgen Habermas, John Rawls
ve Jon Elster gibi neo-liberal Sol’un üyeleri, postmodernizmin retoriksel
konumlanma ve gösterişli nihilizmine karşı daha sade ve saçmalıktan uzak bir
seçenek sunma iddiasında bulunsalar da post-marksistlerin çoğulculuk,
görecelikçilik ve bireycilik gibi öncüllerini tehdit etmiş ya da ekonomik
belirlenim ve sınıf mücadelesi ile ilgili tabulara zarar vermişlerdir.
“Rasyonalite”yi,
ister politik mutabakata ait toplumsal anlamda faydalı bir kurgu olarak insanî
iletişimin aşkın bir yapısı biçiminde, isterse temelde eski moda rasyonel seçim
teorisine uygun olarak tarif etsinler, neo-liberaller, olayların neden yaşandıkları
ve bu bağlamda da kültürün “rasyonalite”si ve üretim tarzının hâkim sınıfın
hegemonyası ile ilişkisini izah etmekle postmodern meslektaşları gibi, hiç mi
hiç ilgilenmemişlerdir.
Rasyonaliteyle,
haklarla ve adaletle ilgili günümüzde yürütülen tartışmalarda ürkütücü olan bir
yan mevcuttur.
Sınıf
iktidarı tarafından kirletilmemiş rasyonaliteyi ortak olarak elinde tutan ve
çarpıtmalara açık iletişimle, karar alma süreçleriyle meşgul olan özgür ve eşit
bireylerle ilgili görüşlerin etrafında örgütlenmiş bu tarz tartışmalar, tüm
keyifli hâliyle, bu tarz koşulların kapitalist toplumlarda ele
geçiril(e)meyeceğini bilmezden gelir. Şurası kesin ki, seksenlerin küresel
ekonomik Gleichschaltung’u -zorla hizalama- (ve bu uyanışı takip eden
ideolojik ve politik yeniden yapılanma) ile ilgili bu tarz bir tartışmanın konu
dışı olduğunu söylemek onların çoğalmasını önler. Eğer konu dışı değilse, o
hâlde onların şeffaflaşan ideolojik eğilimlerinin kendi güvenirliğini
azaltacağı kesindir.
Dişlerini
Lukács ve Frankfurt Okulu ile birlikte kıran bir felsefeciler kuşağı, yeni
faydacılarca profesyonel orta sınıfın kendine hizmet eden bir klişesi olarak
konumlandırılan “birey”i hızla tanıyacaklarına şüphe yoktur. Aynı zamanda
onların yeni rasyonalizm içinde neo-klasik ekonomi teorisi, davranış
psikolojisi ve analitik felsefeden rastgele devşirilen eklektik tarih dışı ve
sınıfa kör atavizmlerinden oluşan bir türlüyü kabulleneceklerinden de emin
olunabilir. Onlar, “iletişimsel rasyonalite”, “adalet dağıtımı”, “oyun teorisi”
ve “denge demokrasisi”yle “politik çoğulculuk” gibi Soğuk Savaş’a özgü siyaset
bilimine ait tümüyle seçkinci ve özür dileyici Panglosyan (nahifçe iyimser)
karikatürleri içinde yeni teorik modeller keşfedeceklerdir.
Tüm
meselenin bu olmadığı açıktır. Demokratik meleklere ait görüşlerin
toptancılığını yapıp kapitalist iğnelerin ucunda dans edenler, sadece orta
sınıflara kapı kapı dolaşıp başarı satmakla suçlanabilirler, fakat bunun
onların tüm güçlerinin kaynağı olduğu da görülmelidir.
Hakları
ciddîye almak, eşitliği ciddîye almanın alternatifidir.
Çarpıtmalara
açık iletişim ve adalet dağıtımından söz etmek, ideolojik hegemonyadan ve
ekonomik sömürüden söz etmemek demektir. Karar teorisi ve metodolojik
bireycilik, sınıf iktidarı ve kişisel özerklik mahrumiyeti gibi meselelerden
kaçınmak anlamına gelir. Kolektif düzlemde çeşitli neo-liberal rasyonalizmler,
sosyal teorinin dikkatini nesnelerin gerçekte nasıl oldukları ve bu nesnelerin
eğer olabiliyorsa fiiliyatta asla nasıl o şekilde olamayacaklarına ilişkin
tahminde bulunmak amacıyla nedenini incelemekten uzaklaştırır.
Görünüşe
bakılırsa, seçkinciliği akıl ve ahlâk ile hafifleten akademik makamlar,
ihtiyatlı liberal yatırımcıların akıllarındaki teorik sorumlulukları
denkleştirmekten ziyade, kimi ideolojik değerler temin etmektedirler. Sırası
ile postmodernizm, entelektüel sorumluluğun ipoteği altında olmayan
palavracılık aracılığıyla kısa yoldan kâr elde etme imkânlarını arayan
entelektüel akıncılar için daha cesur girişimci seçenekler sunar.
Tam
da bu noktada Althusser’in değerini düşüren husus da sınıf mücadelesini teori
içinde konumlandırma konusunda gösterdiği cesarettir. Ekonomik belirlenim ve
sınıf mücadelesi gibi açıklayıcı ilkeleri terk etmekle çağdaş sosyal teori,
şeylerin nasıl gerçekleştiğine ilişkin izaha yönelik yükümlülüğünden keyifle
feragat etmiştir. Görece iniş çıkışlı bir refah ve küresel Soğuk Savaş çağı
boyunca bu tarz bir davranış kısmen anlaşılır bir durumdur; küresel tasarruf ve
kısıtlı yeniden yapılanma döneminde ise tam anlamıyla ayıptır. İnsan yüzlü
kapitalizmin çöküşünün ve ona bağlı kimi önemli sonuçlara ulaşan teorik
girişimlerin iflasının ardından, belki de bizim açıklayıcı değer tarafından
güvenilirliğini yitiren ideolojik ürünler vermiş olan ıskartaya çıkmış bağlantı
anlayışlarının yaşadığı değer düşümünü görmeye başlamamız gerekmektedir.
Marksizm
ve İnsanî Kapitalizmin Çöküşü
Sadece
geçerli bir politik ideoloji olarak kapitalist hümanizmin itibardan düşmesini
sağladığı için değil, ayrıca uzman orta sınıfın, ayrı ve görece imtiyazlı bir
sınıf olarak, yurttaşlıkla az çok eş anlamlı bir “yaşam tarzı” olmanın dışında
sahip olduğu varoluşunu yoğun bir refaha taşıması sebebiyle, “müşfik ve
hoşgörülü” bir kapitalizmin yaşadığı başarısızlık, marksist sosyal teorinin
yeniden canlanmasını mümkün hâle getirmiştir.[7] Fiiliyatta üretim araçlarına
sahip olan hâkim sınıfla beyaz ve mavi yakalı işçi sınıfı arasında çelişkili
bir konumda bulunan bu sınıf, bir tür yeni küçük burjuvazidir.
Referanslar,
dereceler ve bürokratik konumlar anlamında sembolik sermaye biçimleri içinde bu
sınıf, geleneksel küçük burjuvazinin şahsî mülkiyetine eşdeğer mallara sahiptir
ve ayrıca aşağıdan (fırsat eşitliği imkânlarını zorlayan işçi sınıfından) ve
yukarıdan (emek gücünü geçersizleştirip vasıflılaştırma konusunda kaygıları
bulunan kapitalist sınıftan) gelen “değerdüşümü” tehditlerine karşı bu malları
şiddetle korur. Ancak çelişkili sınıfsal konumuna rağmen uzman orta sınıf, tüm
saldırganlığı ile kapitalizmi destekler.
Esasında
kapitalist sistemin hegemonyası, büyük ölçüde, gerçekliği bu sınıfın
varoluşunda ifadesini bulan ve yukarı doğru bir hareketlilik yakın bir ihtimal
olarak var olduğu sürece, cazibesiyle işçi sınıfının itaatini güvence altına
alan meritokrasinin ideolojisine dayanır.
Küresel
kapitalizmin yeniden yapılanma süreci, yukarı doğru hareketliliğin yol açtığı
yanılsamaların ve sınırların eskisine göre daha bariz bir hâle gelmesini
sağlamıştır. Yeni küçük burjuvazinin ne (kamu sektörü, medya ve üniversitelerde
yoğunlaşmış bulunan) küçük liberal hümanist hizip, ne de (özel sektördeki
şirket müdürlerinden ve sermayeye profesyonel hizmet sunanlardan müteşekkil)
diğer görece daha büyük bir nüfusa sahip sosyal darvinist hizip, işçi sınıfı
bir tarafa, “halk”tan bile tek kelime söz etmemektedir. Eğer uzman orta sınıfın
darvinist hizbi, büyük bir küstahlık ve kabalıkla, beyaz ve mavi yakalı
işçilere yönelik saldırıya ön ayak oluyorsa, liberal hümanist hizip de bu
saldırının “kaçınılmazlığı”na, hattâ “rasyonelliği”ne ara sıra döktüğü timsah
gözyaşları ile onay vermektedir.
Ekonomik
belirlenim ve sınıf mücadelesini açıklayıcı ilkeler olarak terk etmekle
postmodern ve neo-liberal sol, küresel kapitalizmin yeniden inşa sürecine karşı
direnişe geçmek şöyle dursun, onu anlama becerisini bile gösteremedi. Her iki
kesim de Yeni Sağ’ın tüm utanmazlığı ile ekonomik yurtsuzlaşmanın yol açtığı
korku ve endişeleri maniple etmek için icat ettiği kin politikasına gereken
cevabı veremedi. Görece daha etkili olan “liberal” hizbin yaşadığı ideolojik
travmaya oranla uzman orta sınıfın “radikal” kanadının tecrübe ettiği sarhoşluk
daha sınırlı kaldı. Kapitalizmi eleştirmeyerek, yani işçi sınıfının yaşam
standartlarını mahvedenin “refah devlet”i değil de kapitalizm olduğunu
söylemeyerek liberal politikacılar ve sosyal teorisyenler, yaşanan olaylar
karşısında aptallaştılar. Kapitalizm, öncelikle sömürü ve hâkimiyet
ilişkilerini sürekli genişletip meşrulaştırırken, onun ikincil “işlev
bozuklukları”na onlarca yıl saldıran liberal uzman orta sınıf, refah sürecinin
sonunu izah edecek ölçüde güçlü değildi ve kendilerine yönelen sağcı popülist
kıyım türünden, yakın politik sonuçlardan kaçamadı.
Refah
dönemi boyunca sınıf mücadelesinin ve ekonomik krizlerin sonu, özerklik ve
devletin tarafsızlığı, halkı “özel çıkarlar”dan koruyan kapitalist demokrasi
gibi yanılsamalardan oluşan bir ağ ören liberaller, toptan üretimle koordineli
olarak geliştirilmiş ve müdahaleci bir devlet tarafından istikrarlı hâle
getirilen özel bir kapitalist birikim rejimini meşrulaştırdılar. Yapısalcı
marksistler tarafından “fordizm” olarak nitelenen bu birikim rejimi, İkinci
Dünya Savaşı’nın ardından, savaş öncesi çöküşe geri dönme ve sınıf çelişkisi
gibi korkulardan uzakta doğdu, dahası ulusal pazar içindeki sermayenin
değerlenmesi sürecini hızlandırıp tam istihdam sağlamak, ücretleri artırmak ve
kapitalizm için istikrarlı bir politik mutabakat oluşturmak için hazırlandı.
Öncülüğünü
ABD’nin yaptığı ve savaş sonrasında Avrupa’ya ihraç edilen fordizm, kısa ömürlü
de olsa, emsalsiz bir dönemin başlamasını sağladı. Ancak öte yandan da
şirketlerin zenginliğindeki sersemletici artış, iktidar ve gündelik hayattaki
acımasız biçimde gerçekleşen metalaşma ve para akışının sakatlayabileceği bir
refah sürecini kapitalist metropollerle tanıştırdı. Refah, liberallerin
yanılsama ağına güvenilmesini sağladı ve bu sayede işçi sınıfı, proleter
konumunun verili gerçekliğine dönük inancından vazgeçti. Beyaz ve mavi yakalı
işçiler, ideolojik aygıtların aşılması zor şebekesi ile takviye edilmiş söz
konusu yanılsamayı kabullendiler ve kendilerini “işçi sınıfı”na mensup
üreticiler değil, öncelikli olarak “orta gelirli” (ortadirek) tüketiciler olarak
gördüler.
Sonuç
olarak fordizm, uluslararası kapitalist üretim tarzı içinde biçimlenmiş ulusal
kapitalist bir yapıydı. Kapitalizmin ABD tarafından yönlendirilip Avrupa ve
Japonya’ya Amerika’nın ekonomik üstünlüğü aracılığıyla dayatılan entegrasyonu,
II. Dünya Savaşı sonrası on yılların en temel ürünü olduğunu kanıtladı. Avrupa
ve Japonya’daki iyileşme ile birlikte, sermayenin bakış açısından fordizm,
hızla kapitalist birikimi sakatlayıp “akıldışı” bir nitelik kazandı.
Altmışlarda enflasyonun ve rekabetin sebep olduğu basınç, yetmişlerde işçi
sınıfının yaşam standardı ile sermayenin kârlılığını karşı karşıya getirdi ve
seksenlerde sermaye için ekonomik yeniden yapılanma, diğer herkes için
“tasarruf” anlamına gelen “birikim krizi”ne yol açtı. Ancak fordizmin etrafında
örülen yalanlarla birlikte uluslararası ekonomik kriz işçi sınıfının büyük
çoğunluğunun kapitalizme karşı oy kullanmasını sağlamadı, onlara göre diğer
“makul” sebepler yanında, sorunun esas nedeni “müsamahakâr liberaller” (iş
ahlâkıyla ilişkisi olmayan ehliyetsiz idareciler) ve (çalışkan Amerikalıların
ürettiği zenginliğin rahatlığıyla yaşayan liberaller gibi birer ekonomik
parazit olan) “tembel fakirler”di. Kapitalist yönetici sınıf, fordizmin
mimarları ve yandaşları orta gelirli işçilerin şiddetli, fakat yanlış
yönlendirilmiş dargınlıklarını, ekonomik yeniden yapılanma sürecinin nihaî
kurbanları ve gerçek hedeflerini, özenle seçilmiş ve yegâne ortak paydaları
ekonomik güç yoksunluğu olan politik ve ideolojik günah keçilerinin aleyhine
çevirmeyi başardı.
Üzücü
olan şu ki, sermayenin uluslararasılaşmasıyla seçimlerdeki güçlerinin
önemsizleşip orta gelirlilerin yaşam tarzının yirmi yıl öncesine göre
gerilemesi sonrasında ilk kez Kuzey Amerika ve Avrupa başkentlerindeki
yurttaşların büyük çoğunluğu, dünyadaki tüm Thatcher ve Reagan’ları tarafından
aldatıldığını anlamaya başladı.
İşçi
sınıfının önemli bir bölümünün yaşam standartlarının sürekli olarak düşmesi,
zenginliğin bir avuç kapitalist yönetici sınıf mensubunun eline geçmesi,
bununla birlikte uzman ve idareci sayısının azalması gerçeğine bakıldığında,
kapitalizmle ilgili olarak gerçekleri dillendirmekle yükümlü bir sosyal
teorinin yeniden zuhur etmesi mümkün müdür?
Yanılsamaların
hızla artmasına tanık olan sürecin, sınıfsal kutuplaşmanın verili gerçekliğine
teslim olmasıyla, belki de işçi sınıfının durumunun kabul edilmesi, “halk”ın
çoğunluğunca yaşanan inançsızlığın, utancın ya da öfkenin ürünü olan tepkilerin
anlaşılmasını engelleyecektir. Belki de ekonomik belirlenim ile sınıf
mücadelesinin, onlarca yıl sınıf mücadelesini aksiyomatik düzeyde ilân eden
sosyal teorisyenlerin sözlüğüne tekrar girmesi, kapitalist demokrasiye ait
yanılsamaları ve bu yanılsamaların hızla artmasını görece
geçersizleştirecektir.
Marksizm
ve İnsanî Olmayan Sosyalizmin Çöküşü
Marksist
sosyal teorinin yenilenmesi için ikinci büyük engel, politik iktidarın
demokratik olmayan tekeli aracılığıyla “devlet mülkiyeti”ndeki üretimin
dağılımı ve üretim araçlarını kontrol eden ve yönetici sınıf olan bürokratların
karakterize ettiği toplumların, yani “devletçi sosyalist” diktatörlüklerin
varlığıdır. Sonuçta stalinizmin çöküşü, sosyalizmin basit anlamda üretim
güçlerinin, onların kontrolünü halka vermeden geliştirilmesi meselesi olduğunu
söyleyen anlayışı değersizleştirdi.[8] Aynı zamanda merkezî planlamaya ve
idareye dayalı “komuta” ekonomileri piyasa mekanizmalarına karşı yeterli ölçüde
müreffeh bir seçenek sunamadı. Bu eksiklikler, Soğuk Savaş döneminin askerî
üretimine ait ekonomik geriliklerin ve ihtiyaçların karşısında tümüyle giderilemedi.
Alınacak
dersler çok açık: demokrasisiz bir sosyalizm yalandır ve kimi piyasa
mekanizmalarından yoksun bir sosyalizmin hayatta kalması imkânsızdır. Ancak bu
dersler, sıklıkla işittiğimiz üzere, kapitalizmin üzerine o tarihî kutsal suyu
serpmez: demokrasisiz sosyalizm ve ekonomik iktidarın üzerinde demokratik
kontrolden yoksun piyasa mekanizmaları stalinizmden daha büyük bir yalandır.
Demokrasi
noktasında insanî olmayan sosyalizmin çöküşü, insanî kapitalizmin çöküşünün
öteki yüzüdür: ya demokrasi, üretim araçları ve birikim süreci üzerindeki
demokratik kontrol anlamına gelir ya da artık onun hiçbir anlamı yoktur.
Politik ve ekonomik eşitliğin bulunmaması, daima sömürücü birer unsurdur ve
ekonomik ya da politik iktidarı politik haklar, sosyal işbirliği ve ekonomik
verimlilik gibi konularla maskeleyen tartışmalar, sınıfsal sömürünün
rasyonalizasyonundan başka bir şey değildir.
Üretim
araçlarındaki devlet mülkiyeti sosyalizm için gerekli olabilir de olmayabilir
de, ancak onun yeterli tek koşul olmadığı artık kesindir. Stalinizmin çöküşü,
eşitlikçi ve hümanist amaçlara nazaran anti-demokratik baskı araçlarına öncelik
veren devrimci diktatörlük geleneğinin sonuna işaret eder. Aynı ölçüde önemli
olan bir diğer husus da, bu çöküşün Sovyet tarzındaki merkezî planlamaya dayalı
kumanda ekonomilerinin uğradığı başarısızlığa denk düşüyor olmasıdır.
Sovyetler,
sadece “kapitalizmin üzerinden atlama” ve parti baskısına bağlı kadro
mobilizasyonu aracılığıyla ekonomik gerilikten endüstriyel refaha geçmeye
çalışmamış, ayrıca kapitalist gelişmenin en kötü yönleriyle rekabet içinde
olmuş, dahası bir biçimde kapitalizmi yakalayıp, onu aşmayı becerememiştir.
SSCB’deki ve Doğu Avrupa’daki bolşevizmin çöküşü, Stalin’in “tek ülkede
sosyalizm”inin başarısızlığının ve Marx ile Engels’in geliştirdiği,
kapitalizmi, küresel bir üretim tarzına doğru gelişen bir dünya-tarihsel güç
biçiminde tarif eden anlayışa dönüşün gerekli olduğunun kanıtıdır.
Alman
İdeolojisi’nde Marx ve Engels, “tek ülkede sosyalizm” olasılığına itiraz
ederler. Onlar, hiçbir sistemin kapitalizmden daha fazla üretemeyeceğini
düşünürler, zira hiçbir makul baskı sistemi, işçilerinden daha fazla artı-değer
temin edemez ve hâkim sınıfını bu sömürüyü genişletip sürece yenilikler
kazandırma hususunda zorlayamaz. Kısacası hiçbir sosyal sistem kapitalizmden
daha “totaliter” değildir. Kapitalizmin doğasını anlarken Marx ve Engels,
“yerel bir olay” olarak komünizmin -yani “tek ülkede sosyalizmin- sahip olduğu
görece gerilik ve “sermayenin tahammül edilmesi imkânsız olan güçlerinin
evrenselleşmesi süreci üzerindeki sınırlı etkisi” yüzünden yıkılacağı
kanaatindedirler.
“Komünizm
olasılığı, sınıfsal yapısı hakikî anlamda enternasyonal ve homojen bir küresel
süreç olarak kapitalizmin gelişmesini önvarsayar. Kapitalizm, ayrı ayrı
bireylerin dünya-tarihsel faaliyetlerindeki genişlemeyle birlikte […]
kendilerine yabancı olan […] giderek daha fazla büyüyen ve son tahlilde, bir
dünya pazarına dönüşen bir gücün kölesi oldukları bir küresel süreçtir.” [Marx
ve Engels, Aİ]
Eğer
kapitalizm gerçekte dünya-tarihsel bir güçse ve gelişimi de ulusal olmaktan çok
küreselse, dönüşümü de aynı ölçüde ulusal değil, küresel düzeyde
anlaşılmalıdır. Kapitalizm sadece genel olduğunda, “üretici güçlerin evrensel
gelişimi, tüm uluslarda kendiliğinden “mülksüz” kitleler (evrensel rekabet)
ürettiğinde (ve) her bir ulusu diğerlerinin devrimine bağımlı kıldığında”
parçalanır. (Marx ve Engels, Aİ).
Sunî
bir kıtlık yaratarak gerçek kıtlığın ortadan kaldırılması, zenginlik ve
iktidardaki sınıfsal eşitsizlikleri yeniden üretmek suretiyle toplumsal
üretimin karşılıklı bağımlı hâle getirilip bütünleştirilmesi ve üretken
teknolojinin, krizlere, altüstlere ve ıstıraplara yol açarak gelişmesi,
kapitalizmin iç çelişkileridir. Kapitalizm hasımlarını ortadan kaldırıp, tek
gerçek amacı hâkim sınıfın kârlılığını yeniden tesis etmek olan “yaratıcı
yıkım” âlemi içinde çökmeye başladıkça, bu çelişkiler kademeli olarak daha
akıldışı ve dayanılmaz bir hâl alır. Ancak dünyanın tüm bölgelerindeki
toplumsal varoluşa ait her özelliği tümüyle içerdiği ölçüde kapitalizm daima
ilerici görünecek ve genişleme kadar yıkımla da kendi çelişkilerini geçici
olarak çözebilecektir.
Kapitalizmin
genişlemesi sınıflar mücadelesinden ayrı ele alınamaz. Sınıflar mücadelesi,
ücretlerle kârlar arasında süren bir güç mücadelesidir. Bu mücadele nihaî
olarak üretim araçları ile dağıtımın demokratik kontrolü ile sonuçlanır.
Stalinizmin ve fordizmin çöküşünden öğrenilmesi gereken, mücadelenin artık saf
biçimiyle ulus bağlamında ele alınamayacağıdır.
Proleter
fabrika işçisi, beyaz ve mavi yakalı olarak ayrışmış, daha karmaşık bir işçi
sınıfına yol vermiştir, bu nedenle “Üçüncü Dünya” devrimleri de yerini küresel
düzlemde bütünleşmiş bir üretim gerçeğine ve sınıf mücadelesinin
uluslararasılaşmana-çokuluslaşmasına bırakmalıdır.
Fordizmin
kapitalist ana merkezlerdeki çözülmesinden kaynaklanan zorluklar, bugün
umutlarını günbegün uzman orta sınıfta ve kapitalist üretim ilişkilerinin
dönüşümündeki meşakkatli dönüşümüne kurban edilmiş demokrasi ve refahta arayan
emekçi halkın ıstıraplarından ayrı ele alınamaz. Günümüzde bu küreselleşme
süreci kadar bizim cesaretimizi kıran diğer bir husus da kapitalizmin
çok-uluslu yeniden yapılanma sürecinin nihaî sonucunun demokratik sosyalizmi
bir kez daha masaya, uluslararası düzlemde, ama bu sefer görece daha üst bir
sosyo-ekonomik gelişme ve bütünleşme düzeyinde getirip koyacak olmasıdır. Her
şeyin ötesinde kapitalizmin gelişimi sosyalizm imkânına ait koşulların
gelişimidir:
“Komünizm
tesis edilmesi gereken bir durum ya da gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda
olduğu (olacağı) bir ideal değil, aksine şeylerin bugünkü durumunu ortadan
kaldıran gerçek harekettir.” [Marx ve Engels, Alman İdeolojisi]
Eski
komünist ülkeler kapitalist küresel ekonomiye katıldıkça, televizyon
reklâmlarında sergilenen bolluğun arkasındaki sömürüyü ve demokrasiye dönük
hararetli şevkimizin arkasında gizlenmiş sınıfsal hâkimiyeti kısa sürede
keşfedeceklerdir. Bu ülkelerin yakın geleceklerine dönük daha gerçekçi bir
işareti bugünden almak için Batı Avrupa ya da ABD’ye değil, Türkiye ve
Brezilya’ya bakmak yeterli olacaktır.
Fakat
aslında mesele bu değil: buradaki en önemli husus, kapitalizmin ve sosyal
demokrasinin uluslararasılaşması karşısında duran o muazzam engelin ortadan
kalkmış olmasıdır. Küresel kapitalizmin başlangıcının son kertesinde olduğumuz
fikri karşısında kederlenenler, esasta bizim aynı zamanda sonun başlangıç
noktasına ulaşmış olduğumuz gerçeğinden de cesaret bulmalıdırlar.
Unutmayalım
ki stalinizm, küresel kapitalizmin gelişimi tarafından yaratılmış bir
canavardır. Çözülmesi, tam da Bolşevik Devrim’in niteliğini anlama çabasını
anlamsızlaştırmak için ortaya atılmış, totalitarizm etrafında dönen Soğuk Savaş
retoriğini hiçbir şekilde geçerli kılmamıştır.[9]
Çoğulculuk,
görecelikçilik ve bireycilik, kapitalist toplumlardaki sınıfsal sömürü ve
hâkimiyetin önemini azaltırken, onun zararlı anti-tezi olan totalitarizm,
Sovyetler Birliği üzerinden, kapitalizmin yokluğundan doğan daha yoğun bir
zulme ait ütopya dışı bir fabl tasarlamaktadır. Soğuk Savaş dönemindeki Sovyet
çalışmalarının ve günümüzdeki post-marksist teorinin gerçekleştirdiği
varsayılan ağır eleştiriler arasındaki suç ortaklığının esasta bir değeri
yoktur, çünkü bunlara dönük ısrar, marksist analizin yeniden canlandırılmasının
önündeki en büyük ideolojik engeldir.
Kaba
çoğulculuğun, görecelikçiliğin ve bireyciliğin kökleri, anti-tezi eşitlikçi
demokrasi ve üretim araçlarının kolektif mülkiyeti olan seçkinci özgürlük
anlayışındadır ve özgürlük eksikliği, tarihin sonu ve bireyselliğin kaybı
olarak tasvir edilmelidir.
Eğer
vereceğim ad konusunda bağışlanmam mümkünse, totaliterya, zulmün her yerde ve
hiçbir yerde olduğu, amaç yoksunluğu noktasında tümüyle irrasyonel, ancak
amaçsal uygulamasıyla ilgili olarak dehşet verici ölçüde aklî olan, gerçek
anlamda paradoksal bir boşluk, bir yerdir. En önemlisi, ekonomik sömürü ve
sınıf mücadelesi Totaliterya’da yoktur ve bu nedenle onun hâkimiyetine ait
yapılarına dönük marksist bir analiz devre dışı kalmıştır. Bunun yerini,
“özgürlük” ve “zulüm” arasındaki o maniheist karşıtlığa dayalı izah almıştır.
Bu izahın aslî zemininde duran söz konusu karşıtlık, özgürlüğü ancak yağmacı
meritokrasiyle temin edebilecek bireyin özgürlüğünü mümkün kılan, iktidar için
mücadelenin sonuçsuz olduğunu söyleyen, zulmü “sıradan” kitleleri sömüren
“ehil” elitlerin verdiği hakla gerçekleşen her türden müdahale olarak tarif
eden bir anlayışa dayanır. Elbette bu dünya görüşü uzman orta sınıfın görüşüdür
ve hem liberal hem de muhafazakâr hiziplerce büyük bir şevkle sahiplenilir. Her
iki hizip de diğerini proleterleşme ve işçi sınıfı üzerindeki kendi sınıf
iktidarlarını sorgulama konusunda pek istekli davranmaz.
“Düşünülemeyen”
o Gorbaçev olgusunun ifşa ettiği teorik iflasta bile Totaliterya’nın
oksimoronik (anlamı kuvvetlendirmek için zıt kelimelerin bir araya getirildiği
deyiş tarzına ait) anti-marksist miti, sadece hiçbir şey izah etmediği için
değil -ki hiçbir zaman bir şey izah etmedi- ayrıca profesyonel orta sınıfın en
derin korkusuna (katılımcı demokrasiye ve ekonomik eşitliğe) denk düşüp, onun
en seviyesiz sınıfsal yanılsamasını (sınıfsal çıkarının özgürlük ve adalet
ilkeleriyle tanımlanmış niteliğini) muhafaza etmeyi sürdürmesi sebebiyle
gelişimini sürdürdü.
Modernizm
Anlayışı Üzerine
Althusser’in
düşüncesindeki en az bilinen yön, sahip olduğu modernist niteliktir. Tarihsel
bilginin bilimsel açıdan geçerliliğini savunduğu noktada Althusser,
indirgemecilik-çoğulculuk, nesnelcilik-öznelcilik ve mekanikçilik-iradecilik
gibi karşıt uçlardan başarılı biçimde uzak durarak, marksizme yönelik özgün ve
güçlü bir modernist yenilenme girişiminde bulunur.
Althusser’in
çalışmasını modernist tarih bilimi bağlamında savunurken, ben zorunlu olarak
modernizmin tükendiğini ve aşıldığını söyleyen görüşe itiraz ediyorum ve onu
önceleyen pozitivist, idealist ve tarihselci eğilimlere yönelik modernist
eleştiriyi yeniden tasdik ediyorum.
Tabiî
ki modernizm terimini tarif etmek tartışmalı bir konudur.[10] Genelde o, on
dokuzuncu yüzyıl sonlarından bugüne (ya da en azından altmışlarda
postmodernistlerin ortaya çıkmasına) dek Avrupalı entelektüellerin kültürel
bakış açısına denk düşer. Ancak böylesi bir kavramlaştırma, 1890’tan itibaren
yazılan ya da üretilen her önemli şeyi içermesi bakımından oldukça panoramik
(genellemeci) ve çözümlemeci amaçlar doğrultusunda kendisini neredeyse yararsız
kılması sebebiyle, eklektiktir. Eksiksiz ve yeterli bir modernizm anlayışı
formüle edebilmek için on dokuzuncu yüzyıl sonlarında tam manasıyla yeni olmasa
da, yakın zamanlarda hâkim olan söz konusu entelektüel nitelikleri tanımlamak
gereklidir.
Kübizm,
konstrüktivizm, Sosürcü dilbilim, görecelik kuramı, kuantum mekaniği, Froydcu
psikoanaliz, Joyce’un Ulysses’i, Eisenstein sineması, Brecht tiyatrosu,
Weber, Simmel ve Durkheim sosyolojileri, Frege, Rickert ve Mach felsefeleri
gibi birbirinden farklı olgulara denk düşecek uygun bir tarihsel anlayışı inşa
etmek anlamında modernizm, ontolojik realizm ve epistemolojik formalizmin özel
bileşkesinin damgasını taşıyan bilgi, temsil ve deneyime yönelik bir yaklaşımın
ortak adıdır.
Modernizm,
nesnel dünyanın karmaşıklığını gösterme konusunda giderek yoğunlaşan bir çaba
içinde olmuş, daha da önemlisi, bu yeni karmaşıklığı izah etmek için
modernistler, ampirik gerçekliğin altını çizen soyut yapı ve güçlerin varlığını
belirlemek zorunda kalmışlardır. Onlarsız bilgimizin asla kesin ve tam
olamayacağı nedensel mekanizmaların varlığı on dokuzuncu yüzyıl aklına göre
daha tanıdık olan fiziksel, sosyal ve insanî doğayı açıklamış, sanat ve bilim,
duygu ve akıl, iman ve bilgi, idealizm ve materyalizm, özgürlük ve belirlenim
gibi geleneksel karşıtlıklara ait terimleri değiştirmiştir. Aynı zamanda bu
konudaki temsiliyet süreci modernizmin en temel meşguliyeti olmuştur.
Modernist
felsefeci, sanatçı ya da bilim insanı, nesnel dünyayla ilgili algısını büyük
ölçüde belirleyen biçimsel yapılarla anlam ifadeleri ve bunların üretimini
belirleyen bu belirlenimin dolayımları konusunda daha fazla bilinçli hâle
gelmiştir. Sembolik mantıktan tasarımsal olmayan resme varana dek soyutlama,
gerçekliğe giriş konusunda daha özenli ve esaslı bir katılım imkânı sunmakla
kalmamış, ayrıca bu katılımın yapılandırılmış sınırları, gerçeklik ve bu
gerçekliği kavrama ve onunla iletişime geçme arasındaki boşluğa dönük bir tür
farkındalık talebinde bulunmuştur. Dolayısıyla anlam üretimine uygulanmasıyla
soyut biçimcilik, bilimsel pozitivizmden başlayıp idealist felsefe üzerinden
romantik sanata ve edebiyata kadar uzanan çeşitlilik ve tabiî ki, bu kaynaklardan
ilham alan farklı tarih anlayışları ve politik teoriler içinde kırılmaya neden
olmuştur.
Soyutlama
aracılığıyla modernist gelenek içinde fiilîleşen ontolojik gerçekçilik ve
epistemolojik biçimcilik arasındaki sentez, yüzyıl dönümündeki Avrupa’ya özgü
bir mesele değildir. Ancak bu dönem, soyut biçimciliğin tüm entelektüel ve
kültürel üretim alanlarında hızla hâkim duruma gelmesiyle önemli bir dönüm
noktasını teşkil eder. Günümüzde yürütülen tartışmaların ışığında, bilinçteki
bu iki tarihsel kaymanın somutlandığı iki ayrı noktanın belirlenmesi
gerekmektedir.
İlk
önemli nokta, birleşik bir özne olarak birey aracılığıyla ve onun için
gerçekliğin yaratıldığını ve onun gerçekliğin doğruluğunu dolaysız olarak
kavrama yetisine sahip olduğunu söyleyen amprisist ve romantik görüşlerin
modernist bakış açısını nasıl mahvettiklerini anımsamaktır.
Bu
açıdan bireyin aklî ya da akıldışı olduğu, gerçekliğin akıl ve sezgiden
hangisiyle kavranacağı ya da tarihin ilerici mi yoksa çevrimsel olarak mı
resmedileceğinin çok az önemi vardır: aynı şekilde modernizmin de bu yorumlarla
ilgili olarak kafası karışıktır. Benzer bir tehlike de ampirisist ve romantik
görüşlerin gerçekliği bir bütünlük, yani nihaî anlamına ait birer terim olan
doğa ya da teleoloji olarak kavrama iddiasında bulunmaları ve bunun dışında söz
konusu gerçekliği aklî, yansımacı ya da sezgisel kesinlikle birlikte
anlamalarıdır. Modernizmin karşısında ampirisizm, öznelci pragmatizme ve dil
analizine, romantizm ise estetikçi isyan ve felsefî mistisizme doğru ricat
eder.
Diğer
önemli bir husus da modernizmin tekelci kapitalizm bağlamına, daha kesin bir
belirleme olarak teknolojik bilginin, üretim kapasitesinin ve küresel/ulusal
bütünleşmenin görünüşte yorulmak nedir bilmeyen gelişmesi ile görünüşte dik
kafalılık eden sınıf sömürüsündeki ısrar, sosyalist ve kapitalist demokrasi
yaklaşımları, emperyalist hâkimiyet ve uluslararası hasımların kendi aralarında
yaşadıkları çelişkilerin içine yerleştirilmesidir.
Zemininde
mülksüz ve kültürsüz kitlelerin elitizme karşı yönelttikleri bir saldırıyı
ihtiva eden bu yeni çelişkilerle yüzleşme becerisini, ne aristokrasi geleneği
ile kitlelerin eşitlikçi halkçılığı arasında cereyan eden burjuva mücadelenin
izini taşıyan ampirisist gelenek[11] ne de rekabetçi materyalizme karşı
kültürlü burjuva “hassasiyet”in ödipal isyanı olarak cisimleşen romantik
gelenek ve ondan çıkan dar kafalı ahlâkî hoşgörüsüzlük gösterebilir.
Dolayısıyla
modernizm, kimi zaman kendisine rağmen entelektüel hareketin kapitalist
toplumdaki bariz çelişkilerle akıldışılıkları ifşa etmesiyle, ister istemez,
ilerici toplumsal değişim ve politik solla tanımlı hâle gelir. (Kuralı ispat
eden istisna, Lenin’in modernizme yönelik itirazı ve ampirisist yansımacılık
ilkesine geri dönüşüdür. Althusser, Lenin’in nesnelciliğe ve gerçekçiliğe
yaptığı katkıyı güçlü biçimde müdafaa eder ve onun neo-Kantçı, ampriokritikçi
felsefede mevcut olan öznelci ve görecelikçi eğilimlere yönelik sade ve temelde
doğru bir eleştiri yönelttiğini düşünür. Ancak aynı zaman da Althusser,
Lenin’in felsefeci olmadığını da onaylar ve onun Engels’in doğanın diyalektiği
olarak takdim ettiği marksist felsefeyle birlikte pre-modern, amprisist
epistemolojiyi kabullenişine itiraz eder.)
Bu
nedenlerden ötürü, belirli modernist görüşleri kullanıp çoğulcu, bireyci ve
görecelikçi eğilimlerle kaynaştırmak suretiyle etkide bulunmaya devam eden
amprisist ve romantik geleneklerle ilişkiye geçmek hatalıdır. Soyut ve karmaşık
olsa da bir modernist için yapısal belirlenimlerin dünyada işlerlik kazanması
mümkündür ve nesnel anlamda bunlar gerçektirler. Onların bilgisi sadece mümkün
değil, ayrıca sersemletici bir hızla üretilmeye devam eder. Bununla birlikte,
anlam ile bilginin üretimi ve iletişiminin esasında bulunan yapılanmış
sınırlara duyarlı modernist, epistemolojik görecelikçiliği daha genel bir
ontolojik gerçekçilik ilkesinin emrine verir.
Başka
bir deyişle modernist, bilginin geçerliliği, dolayısıyla verili gidişatı
anlamanın, eleştirmenin ve geliştirmenin, ayrıca sistematik eşitsizliği ve
sömürüyü tasfiye etmenin mümkün olduğu konusunda kanidir. Bunun aksine
amprisist, akılcılık ve romantik akıldışılık, elitizme varana ve epistemolojik
zeminlerde bilginin geçerliliğini tam anlamıyla inkâr edene dek statükoya bağlı
kalır. Kaba çoğulculuk, bireycilik ve görecelikçilik, birlikte ve ayrı ayrı ele
alındığında, toplumsal gerçekliğe ilişkin bilgimizi öznel yorumlara ait
süreksiz fragmanlara indirgemek için modernizmin gerçekçilik ve biçimcilik
arasında gerçekleştirdiği sentezi ayrıştırır. Bu hareketlerin açığa çıkmasıyla
birlikte yegâne tepki, umutsuzluk, öfke ve nihaî olarak, uyumdur.
Benim
argümanım, modernizmin toplumsal olduğu kadar entelektüel açıdan da ilerici
olduğu yönündedir. Yıkıcı olmaktan çok yapıcı olmak ve bilginin olabilirliğini
inkâr etmektense onun üretilmesi üzerinde durmak, modernist ve postmodernist
hassasiyetler arasında var olan ve her ikisinin on dokuzuncu yüzyıl
pozitivizminin ampirisist kibrine yönelik duyduğu antipati tarafından
karartılan temel farkı açığa çıkartır.
Modernizm
anti-ampirisisttir, ancak o, bilimsel devrimin aklî, gerçekçi ve materyalist
geleneğini temel ve derin bir süreklilik olarak muhafaza eder. Modernizmle
kurduğu parazitik ilişkiye rağmen postmodernizmin kökleri, akıldışıcılığın,
yaşamsalcılığın ve hiççiliğin bilim karşıtı geleneğindedir. Neo-liberalizmde
hüküm süren gelenek de budur ve zevahir aksini söylese de, onun esas görüşü
pre-moderndir.
Neo-liberalizm,
amprisisizm molozu içinden anakronizmleri, yeni ileri teknoloji cilâsı altında
saklanan akıl, haklar ve adalet gibi idealist ve bireyci sayıltıları kurtarmak
için uğraşmıştır. Belki de oyunlar ve modeller bugün daha karmaşıktırlar, fakat
bunlar hâlâ yönetici sınıfın çıkarına göre ayarlanmış olarak var olmaktadırlar.
Çünkü neo-liberaller ve onların sınıfsal eğilimlerine yönelik artan bilinç
noktasında yeni olan hiçbir şey yoktur ve hiçbirisinden, ilk neo-liberal Jeremy
Bentham için Marx’ın kullandığı “burjuva aptallığın dâhisi” nitelemesini
geçersiz kılmak için ortada bir sebep de bulunmamaktadır.
Modernizmle
tarihsel bilginin ilişkisinin inceleneceği yer burası değildir; tarihsel
düşünme tarzının on dokuzuncu yüzyıl kültüründe merkezî olduğunu ve modernist
düşünme tarzı ile uyumsuz olan gelenekleri bolca ihtiva ettiğini söylemek bu
noktada yeterli olacaktır. Marx, tarihsel bilgi ile yapısal nedenselliği
ilişkilendiren ilk kişidir, ancak marksist modernizmin önemli ölçüde ekonomik
determinizm ve sınıf mücadelesi ile tanımlanmış olması sebebiyle, onun
kapitalist toplumdaki yönetici sınıflar tarafından kabullenilmesi oldukça
zordur.
Esasında
modernizmin sonuçları, sosyal bilim ve modernizm arasındaki ilişkinin her zaman
politik ve ideolojik fikirler tarafından üst belirlendiği insan bilimleri kadar
hiçbir yerde yıkıcı olmamıştır. Sol’da marksizmin modernist bilimsel
kazanımları birbirinden farklı politik hareketlerin ihtiyaçlarına sürekli
olarak kurban edilmişken Sağ’da, marksizmi itibarsızlaştırıp kapitalist topluma
dönük özür dileyici bir alternatif görüş geliştirilmesine neden olan ezici
baskılar, sosyal teoriyi modernizmin “ötesi”ne geçmeye zorlamıştır.
Bilimsel
tarih anlayışındaki aşınma, aynı zamanda ideolojinin ve politikanın da bir
işlevidir: bugün tarih, edebiyat eleştirmenlerince “kurgulandığında”,
felsefeciler tarafından “modellendirildiğinde” ve tarihçilerce sonsuz sayıda
soykütüğüne bölündüğünde saygın bir nitelik arz etmektedir. Bu tarz tarihler,
eleştirel niyetler aracılığıyla süratle harekete geçirildiğinde bile, kendi
bulgularının bilimsel değerini peşinen reddetmek ve genel yapıların, karşılıklı
ilişkililiklerin ve belirlenimlerin takibini kabullenmemek suretiyle, analizini
değersizleştirirler.
Bereket
versin ki tarihsel düşünme, yakın zamanlarda aralarında Althusser’in de
bulunduğu Fransız yapısalcılığının en önemli simalarından itibaren, daima
modernist bir tarza ait bağımsız yapıcı eleştirinin konusu olmuştur. Bu noktada
Fransız yapısalcılığının Sosürcü dilbilimin çeşitli toplumsal olgulara
uygulanmasından öte bir şey olduğunun hatırda tutulması gerekmektedir.[12]
Yaygın olarak soyut yapısal belirlenimler ve onların epistemolojik önemi ile
amprisist rasyonalitenin eleştirisi ve özerk insanî pratik düzleminde
tanımlanan yapısalcılık, yirminci yüzyılın en önemli modernist hareketi kabul
edilmelidir.
Yapısalcılık[13],
sosyal teoriye belirgin ölçüde bir Fransız lezzeti vermekten daha fazlasını
yapmıştır; Althusser, Lacan, Lévi-Strauss, Foucault, Derrida, Greimas ve
Barthes’in çalışmaları üzerinden insan bilimleri şaşırtıcı denebilecek kadar
kısa bir zaman içinde radikal anlamda dönüşmüştür. Althusser’in marksizmi
yeniden düşünme süreci, tam da bu gelişmelerin merkezinde durur. O, marksist
metinlerde gizil olan ve tek başlarına belirginleşmemiş ya da bunu başaramamış
teorik anlayışları su yüzüne çıkartmakla kalmaz, ayrıca arkadaşlarıyla
birlikte, tarihsel materyalizmi modernist ve bilimsel bir pratik olarak yeniden
dirilten yeni kavramlar geliştirir. Althusser, marksist olmayan modernizmle
marksizm arasında o güne dek var olmamış olan köprüleri kurar.
Belki
de başka hiçbir şey, Sol ve Sağ’la ilgili eleştirileri bu çalışma kadar hayal
kırıklığına uğratmamıştır: komünist düşünürler ve eylemciler, marksist olmayan,
hattâ marksizme düşman kavramlar içermesi, akademik felsefeciler ve sosyal
bilimciler ise marksist sorunsalı, arsız bir üslupla, çoğulculuğa,
görecelikçiliğe ve bireyciliğe yönelik modernist itiraz üzerinde
temellendirmesi sebebiyle, çalışmanın karmaşık yapısını eleştirirler.
Robert Paul Resch
[Kaynak:
Althusser and the Renewal of Marxist Social Theory, University of
California Press, 1992, s. 2-22.]
Dipnotlar:
[1] Kitap oylumundaki incelemeler arasında şu eserleri önerebilirim: Saül Karsz
(1974 -Karsz, Althusser’in tüm yazılarını onun son döneminde sınıf mücadelesine
yönelik vurgusu bağlamına yerleştiren mükemmel bir çalışma ortaya koyar.); Alex
Callinicos (1976 -kitabın, yapısal nedensellik incelemesi mükemmel iken,
Althusser’deki felsefe, bilim ve ideoloji anlayışına ilişkin gayet zayıftır.);
Ted Benton (1984 -Benton, bu çalışmasında Althusser ve eleştirmenlerine dair
iyi bir tartışma yürütür ve bir yandan da yapısalcı marksizm üzerine makul bir
genel değerlendirme sunar.); ve Gregory Elliott (1987 -kitap, Althusser’in
teorik değerlendirmesini onun politikası ışığında, eksiksiz yapar ancak kimi
yerlerde Althusser’in teorisini onun politikasına indirgemekten kurtulamaz.).
Althusser eleştirmenleri arasında Rancière okunmaya en fazla değer olanıdır
(Jacques Rancière-1974). Hirst’in (1979) ve A. Glucksmann’ın (1978) çalışmaları
için de benzer bir yorumda bulunmak mümkündür. Her ne kadar bir Althusser
düşmanı olarak cahilce bir konum alsa da E. P. Thompson da kültleşmiş bir
eserin sahibidir ve muhtemelen hayatın çalışması bu inceleme olmuştur
(Thompson-1978). Ayrıca bkz.: Jean-Marie Vincent vd. (1974). Althusser’in
yayımlanan eserlerinin eksiksiz bir kaynakçası için bkz.: Gregory Elliott
(1987).
[2]
Derrida’nın marksizm, tarih ve Althusser hakkındaki görüşleri için bkz.:
Jacques Derrida (1981); Marksizm ve yapısökümün bütünleştirilmesine yönelik bir
girişim için bkz.: Michael Ryan (1982). Rosalind Coward ve John Ellis (1977)
Altuzerci, Lakancı ve (Barthes’ten Kristeva’ya kadar uzanan) semiyolojik
perspektifin birinci dereceden sentezini gerçekleştirmiştir. Juliet Mitchell
(1974), feminizm ve psikoanaliz arasındaki ilişkiye dayanarak, Althusser ve
Lacan’ı bir araya getirir; ayrıca bkz.: Michèle Barratt (1980). Callinicos,
Althusser’in de haberdar olduğu bir perspektif üzerinden, Deleuze ve
Foucault’nun muhteşem bir muhasebesini yapar (Alex Callinicos (1982). Annales
Okulu’nun bir üyesi olan Pierre Vilar (1973), Althusser ile ilgili benim birinci
bölümdeki ilk notta tartıştığım uzunca bir makale kaleme almıştır; ayrıca bkz.:
Robert D’Amico (1973). Habermasçı kampta yapılan Althusser değerlendirmeleri
her zaman ümit kırıcı olmuştur: Alfred Schmidt’in History and Structure (1981)
isimli eseri gayet yüzeysel bir çalışmadır; John Thompson’ınki görece daha
kapsamlı ve ayrıntılıdır ancak eleştirmeye niyetlendiği kavramların açıklayıcı
gücü karşısında inatla kalın kafalı bir tavır sergiler (1984). Perry Anderson
(1980) E. P. Thompson’ın Althusser karşıtı polemiğine yanıt verir; ayrıca bkz.:
Keith Nield ve John Seed (1979) ve Ted Benton (1984).
[3]
Batı marksizmi ile ilgili yazın oldukça zengindir. Önemli simalara ve akımlara
yönelik kapsamlı bir giriş çalışması arayanlar için seçici bir liste vermek
adına şu çalışmalar önerilir: Martin Jay (1984); Perry Anderson (1976a); Dick
Howard ve Klare Karl (1972); Mark Poster (1975 -Fransa’daki gelişmeler üzerine
paha biçilmez bir değerlendirme); Gareth Stedman Jones vd (1978); David Harvey
(1982); ve Martin Carnoy (1984). Klasik batı marksizminin Marx ve marksizm ile
ilgili yorumları için bkz.: George Lichtheim (1965); Schlomo Avineri (1968); ve
Alvin Gouldner (1982). Muhteşem bir yapısalcı marksist değerlendirme için bkz.:
Göran Therborn (1976).
[4]
Yetmişli yıllarda Althusser’in parti bürokrasisine yönelik yaşadığı hayâl
kırıklığı için bkz.: Louis Althusser (1978a); ayrıca bkz.: Althusser (1978) ve
(1977). Althusser’in 1968 Mayıs’ında yaşanan olaylarla ilgili mektupları şu
çalışmada bulunabilir: Maria Antonietta Macciocchi (1973). Hem parti aygıtına
ait görüşlere yönelik kitle inisiyatifini ve katılımını talileştiren stalinist
örgütlenmeye hem de FKP’nin reformist, parlamenter bir partiye dönüşümüne
itiraz eden Althusser, parti reformu meselesinde “üçüncü yol”u arayan bir kişi
olarak görülebilir. Rancière, (a.g.e.) ve Elliott, (a.g.e.)
Althusser’in politik evrimi hakkında değerli birer çalışmadır.
[5]
Leninist ve Gramşici görüşler ile Altuzerci kampın 1976’da parti tüzüğünden
“proletarya diktatörlüğü” şiarının çıkartılması meselesine yönelik itirazlarda
küçük bir fark mevcuttur. Etienne Balibar, stalinist sapmalar zemininde
gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin, “proletarya diktatörlüğü” ifadesinin
kaldırılmasına karşı çıkar ve ilgili terimin verili parlamenter demokrasinin
sınıfî doğasına ve sosyalizme geçiş sorunlarına politik bir içerikle
odaklandığını iddia eder ve FKP’nin Sosyalist Parti ile ittifak stratejisine
kilitlenmiş bir kör olarak tehlikeli biçimde bu kavramı inkâra yöneldiğini
söyler (Balibar-1977). Balibar’ın iddiaları hiç de yüzeysel değildir; Balibar,
politikanın zenginlerce kontrol edildiği kapitalist demokrasi ile halkın fiilî
olarak iktidarda olduğu sosyalist demokrasi arasındaki temel farklılıklara
vurgu yapar. Haklı olarak, kapitalizmden komünizme geçiş süreci boyunca
devletin sınıf mücadelesinin bir aygıtı olması gerçeğinin asla unutulmaması
gerektiği üzerinde durur. Devrim sonrasında devlet eski seçkinci araçları
parçalamakla yetinmemeli, ayrıca aktif biçimde halk demokrasisine dayanan yeni
biçimleri örgütleyip teşvik etmelidir. Ancak Balibar da leninist devlet
iktidarı anlayışından kendisini kurtaramaz ve devrim sonrası devletin devrim
öncesi toplumun sorunlarını çözeceğine dair Lenin’in yersiz inancına bağlı
kalır. Balibar’ın devrimin üstünlüğüne dair inancındaki potansiyel otoriteryan
tehlikeler Poulantzas’ta da görülür (Poulantzas-1978). Balibar’ın (ve diğer
birçok Altuzercinin) aksine Poulantzas, FKP’ye karşı oldukça eleştirel bir
konum alır. Avrokomünizmin güçlü bir müdafisi olan Poulantzas, proletarya
diktatörlüğüne yönelik itirazı onaylar. Gramsci’ci bir perspektiften hareketle,
devrim sonrası gelişmeler yerine devrim öncesiyle ve devrim sonrası toplumun
demokratik yapısının güvence altına alınması ile ilgilenir. Güvence ona göre,
amacı salt devrimci krizi örgütlemek olmayan, ayrıca verili politik
özgürlükleri genişletip muhafaza etmek olan ideolojik ve politik mücadeleler aracılığıyla
demokratik sosyalizmi hazırlamaktır.
Avrokomünizm
ve FKP içi reform bağlamında yapısalcı marksist kampta hüküm süren leninist ve
Gramsci’ci yönelimler arasındaki farklar Benton’ın eserinde ikna edici biçimde
serimlenmiştir (Benton, Ted. A.g.e.). Avrokomünizm hususunda şu üç
değerlendirmeye bakılabilir: Ernest Mandel (1978 -troçkist bir eleştiri);
Fernando Claudin (1978 -sol-avrokomünist bir bakış açısı); ve Carl Boggs (1982
–post-marksist bir değerlendirme). Fransa’daki genel koşullar ve FKP konusunda
bkz.: George Ross (1982) ve Jane Jenson-George Ross (1984). FKP içinde dönen
tartışmalar için bkz.: Michael Kelly (1982) ve Gérard Molina-Yves Vargas
(1978). Seksenlerdeki gelişmeler hususunda bkz.: J. S. Ambler, (1985); Philip
Cerny ve Martin Schain (1985); George Ross-Jane Jenson (1988); ve Daniel Singer
(1988).
[6]
Neoliberallere yönelik eleştirel değerlendirmeler için bkz.: Alex Callinicos
(1988); D. F. B. Tucker (1980); ve Andrew Levine (1988). Rawls hakkında bkz.:
Allen E. Buchanan (1982); ikna edici bir Habermas eleştirisi için bkz.: Rick
Roderick (1986). Foucault ve Deleuze’ü kitabın dördüncü bölümünde ele alıyorum;
ayrıca bkz.: Callinicos (1982); ve Robert Paul Resch (1989). Stoianovich
(1976), Annales okuluna ilişkin zekice kaleme alınmış bir giriş yazısı yazmış.
İşlevsel açıdan tertiplenmiş sembolik sistemler arasındaki parçalayıcı
yarıklarla ilgilenen Victor Turner (1974) ile kültürel ve semboliğin birliği
ile önceliğini müdafaa eden Parson tilmizi Clifford Geertz (1973), iki
antropolog olarak, birbiriyle hiç alakası olmayan iki ayrı değerlendirme sunuyorlar,
ilgili değerlendirmeler, tüm çıplaklığı ile kendi toplu eserlerinde takdim
ediliyor. Baudrillard, galiba en iyi temsilini gene kendi seçme yazılarında
buluyor (1988); ayrıca Kellner’in Baudrillard ile ilgili özenli çalışmasına da
bakılabilir (1989).
[7]
Bendeki postmodernizmle ilgili fikriyat ilhamını Fredric Jameson’ın
makalelerinden (1984; 1984a; 1987) ve David Harvey’nin kapsamlı, enfes
kitabından alır (1989). Jameson ve Harvey, postmodernizmin ekonomi-politiğine
odaklanır; daha özelde Harvey, kusursuz bir iş ortaya koyarak, postmodernizmin
kültürel mantığını kapitalizmin küreselleşmesi ve ulusal fordist üretim
tarzının çözülüşü ile ilişkilendirir. Muhalif postmodernizmin kendi
mevcudiyetini kavrama beceriksizliği hususunda bkz.: Edward W. Soja (1989).
Ayrıca benim eleştirel makaleme de bakılabilir: Robert Paul Resch (1992).
Postmoderne içkin kültür-estetik tartışmaları için bkz.: Terry Eagleton (1986);
Hal Foster, ed. (1983); Andreas Huyssen (1986); Rosalind E. Krauss (1985);
Brian McHale (1987); Craig Owens (1980); ve Gregory L. Ulmer (1985).
[8]
Fikrimce, uzman orta sınıfın-yeni küçük burjuvazinin sınıfsal konumunu en iyi
ele alan, toplumsal sınıf kavramını yeniden formüle ettiği çalışması ile Erik
Olin Wright’tır (1985; ayrıca bkz.: Wright vd. 1989). Wright’ın çalışmasını
etkileyen isimlerden biri Poulantzas, diğeri de “sömürünün emek teorisi”ni
geliştirmiş olan John Roemer’dir (1986; 1988). “Analitik” marksist olan
arkadaşı Jon Elster’in aksine, Roemer, oyun teorisini ve matematiksel model
inşasını kullanmak suretiyle, marksist sosyal teoriye olumlu yönde katkı sunmuş
bir isimdir. Ancak onun katkısı, teorik gayretinin akıl bağlamında tarih dışı
ve bireyci sayıltılar geliştirmesi sebebiyle sınırlı kalmıştır. Nihayetinde
Roemer, kendi modeline tarihsel-geçişsiz bir boyut katma konusunda isteksizdir
ya da bu konuda bir becerisinin olmadığından söz edilebilir. Yazar, ne
toplumsal öznelliği karmaşık yapısı ile habitusu ne de tekil yapıların
yeterliliği üzerinde yapılandırılmış bütünün matriks etkisi ile ilgilenmiştir.
Analitik marksistler, marksist tarih anlayışına dönük tuhaf bir eleştiri ile
tarih bilimini felsefenin, daha özelde amprisist felsefenin belirli
öncüllerine, yani nominalizm ve metodolojik bireyciliğe tabi kılan
neopozitivist çaba arasında salınıp dururlar. Bu salınım, kısmen, belirli bir
radikalizme cevaz verir; Örneğin Roemer, muhafazakârların karşısına asla hiçbir
neo-pozitivist yöntem ve gayretle çıkmaz. Görece daha temsili düzeyde Jon
Elster (1985), metodolojik bireyciliği ve nominalist amprisizmi marksizme
saldırmak ve esasında neo-liberalizmden farksız olan felsefî konumunu müdafaa
etmek amacıyla kullanır. Analitik marksizme ilişkin eleştirel bir tartışma için
bkz.: Ware and Nielson 1989; Callinicos 1989; and Levine, Sober, and Wright
1987.
Poulantzas
(1975), “yeni küçük burjuvazi”ye mensup uzmanlarla idarecilerin neden işçi
sınıfının değil de sermayenin müttefiki olduğunu izah eder. Bir alternatif
olarak post-marksist yazında üretilmiş olan “uzman orta sınıf” kavramı,
fikrimce, temelden yanlıştır, zira bu kavram, uzmanların idareci olarak
çalıştıkları şirketlerin sahibi olmadıklarını, onların bir biçimde kapitalizme
itiraz ettiklerini ve gene bir biçimde bu şirketlerin sahibi olan kapitalist
sınıfın iktidarının altını oyduklarını iddia eden bir anlayışa tabidir.
Nihayetinde uzman orta sınıfın özerkliği, ekonomik determinizme ilişkin
marksist görüşü çürütmek ve post-endüstriyel ya da post-kapitalist toplumun
“ideolojilerin sonu” ideolojisini meşrulaştırmak için kullanılır. “İdareciler
devrimi”nden dem vuran bu teknokratik görüşün uzun bir tarihi mevcuttur,
muhtemelen en özlü ifadesini Gouldner’de (1979) bulur. İlgili görüş,
editörlüğünü Pat Walker’ın (1979) yaptığı, uzman orta sınıf kavramına dair
makaleleri içeren çalışmada etraflıca incelenmiştir. Uzman orta sınıfın
bağımsızlığına ve anti-kapitalizme ilişkin yanılsama gerçeklik karşısında tel
tel dökülmektedir; bu noktada Barbara Ehrenreich’ın (1990) seksenler süresince
Amerikan orta sınıfının iç hayatına dair tahrik edici değerlendirmesine bakılabilir.
Ortaya koyduğu kimi derinlikli görüşlerine rağmen Ehrenreich da kapitalizmin
orta sınıflar dâhilinde liberallerle muhafazakârlar arasında hüküm süren
kavgayı belirlediğini göremez (belki de görmek istemez). Yazar inatla orta
sınıfların özerkliği üzerinde durur.
[9]
Benim perestroykanın yapısal dinamiklerine ilişkin görüşlerimin temel
dayanakları şu çalışmalardır: Post ve Wright 1989; Lane 1990; Mandel 1989;
Kerblay 1989; Lewin 1988; ve Alec Nove 1983. Nove’un sosyalizm hedefini terk
etmesi ya da verili konjonktürün nesnel imkânlarının üzerinden atlaması
gerekmeyen, bolşevik tipte ekonomilerin hatalarından kaçınması muhtemel,
“uygulanabilir” bir piyasa sosyalizmine dönük pragmatik bir tarif denemesi şu
iki eserle birlikte okunabilir: Carens 1981 ve Miller 1989. Şu iki çalışma ise
Nove’un fikirlerini eleştirmektedir: Mandel 1986 ve 1988. Nove, Mandel’in ilk
makalesine şu makalesinde cevap verir: Nove 1987; ayrıca bkz.: Elson 1988.
[10]
Sovyet çalışmalarında hüküm süren totaliter okul, neredeyse sadece ahlâkî
ayıplama, kelle sayısı, parti iktidarı ve her türden toplumsal davadan ya da
izahtan azade bir zulme odaklanmıştır. Rus Devrimi’nde faal olan sınıfsal
güçlerle ya da halk içinde süren sınıf mücadeleleri ile bolşevizmi proletarya
diktatörlüğünden proletarya üzerinde diktatörlüğe doğru evrilten politik
güçlüklerle hiç mi hiç ilgilenilmemiştir. Troçki’nin “ihanete uğrayan devrim”
yorumu bile, “şeytanî bir dahi” olarak Stalin’e ve parti iktidarının totaliter
olduğuna ilişkin bir kavrayışa yaslanan bir izah lehine, sınıf analizini inkâr
eden bir eğilim içindedir. Yapısalcı marksistler ise öncelikle Stalin sapmasına
vurgu yapan görece daha karmaşık bir izahata yönelirler. Bu izahata göre,
Stalin sapması, üretim güçlerinin gelişimini halk demokrasisinin gelişimine
tercih etmiştir. İkinci olarak, yeni bir teknokratik yönetici sınıfın, devlet
burjuvazisinin zaferi ile sonuçlanan Sovyetler Birliği içindeki sınıflar
mücadelesine vurgu yapılır. (bkz.: Althusser 1976, s. 78-93; ve Bettelheim
1983; 1982; 1978; 1976). Bu çabalar, totaliterizmin dogmalarından kurtulmak
için yollar arayan Anglo-Amerikan akademisyenlerin çabaları ile eşzamanlıdır.
İlgili revizyonizmin yakın döneme ait kimi ürünleri için bkz.: Fitzpatrick
1982; Getty 1985; Viola 1987; ve Kuromiya 1988. Elbette bu çalışmalar
sırtlarını, revizyonist E. H. Carr’ın The Russian Revolution: From Lenin to
Stalin isimli çalışmasında özetlediği on ciltlik Sovyet Rusya tarihine
yaslarlar.
[11]
Realizm ile formalizm arasındaki bağa yönelik yaptığım değerlendirme, önemli
ölçüde John Berger’den (1985) beslenir. Berger’e göre, kübizm, modernizmin
gerçekte özgün bir bileşkesi ve modern deneyim için yeni bir “sentaks”tır.
Benim solun realist modernizmi ile Sağ’ın irrasyonalist ve elitist hareketleri
arasında koyduğu ayrım, ilk bakışta dayanaksızmış gibi gelebilir, ancak bu
noktada okurun dikkatini Peter Bürger’in sanatın toplumsal statüsü ve işlevi
bağlamında, provokatif manada yaptığı avangard tarifine (Bürger 1984) ve John
Willett’in benim konumumu da destekleyen bir yerden, modernizmin 1917-1933
arası dönemde modernizmin siyasetini inceleyen çalışmasına yöneltmek isterim
(Willett 1978). Sanat içre siyaset, her türlü durumda, asla biçimsel bir ölçüt
üzerinden okunamaz, bu, postmodernistlerin “yüksek modernizm”in hatalarına
dönük tarih dışı ayıplama gayretleri içinde uzak durdukları bir gerçektir.
Postmodernistlerin genel eğilimi, iki dünya savaşı arası dönemde ve Soğuk Savaş
süresince Avrupa sanatının toplumsal ve politik bağlamı dâhilinde mevcut olan
derin farklılıkları gizlemek yönündedir. Estetikle ilgili Sağ’ın görüşleri için
bkz.: Jameson 1979; Kaplan 1986; ve Herf 1984. Ayrıca II. Dünya Savaşı sonrası
modernizme yönelik istismar ve onun yerlileştirilmesi hususunda bkz.: Guilbaut
1983 ve Allen 1983. Burada müdafaa edilen modernizm anlayışından görece daha
kapsayıcı bir anlayışın aktarımı için bkz.: Calinescu 1987; 1880 ile I. Dünya
Savaşı arası dönemde zamanı ve mekânı anlama ve deneyimlemede yeni tarzlar
üreten, teknoloji ile kültürdeki şiddetli değişimler için bkz.: Kern 1983.
[12]
Bilimsel devrimin toplumsal/politik bağlamı ve onun felsefî/dinî sonuçlarını
kavrama noktasında James R. Jacob ve Margaret C. Jacob’ın çalışmaları gayet
yaratıcı ve aydınlatıcıdır; bilimsel bilgiyi batı kültürünün ayrılmaz parçası
kılan tarihsel süreç incelemesi için bkz.: Margaret Jacob (1988). Bu çalışmada
ikili, ortak yaklaşımları noktasında, görece daha uygun bir senteze
ulaşmışlardır.
[13]
Yapısalcılık üzerine faydalı bir dizi değerlendirme için bkz.: Hawkes (1977);
Jameson (1972); Culler (1975); Coward ve Ellis (1977); ve Merquior 1986.
Postyapısalcılık ve görece daha geniş bir felsefî-edebî bağlam için bkz.:
Anderson (1984); Dews (1987); Descombes (1980); Eagleton (1983); Lentricchia
(1980); ve Gasché 1986 (Derrida’nın eseri ve felsefî projesi üzerine yapılmış
en iyi çalışma).