30 Ocak 2014

El-Kaide’nin Yirmi Yıllık Planı


11 Eylül’den Nihaî Zafere

Bugün El-Kaide’ye ait olduğu iddia edilen bir stratejik plan, belirli selefî-cihadî muhitlerde dolaşıma sokulmuş durumda. Görünüşe göre El-Kaide, 11 Eylül’deki terörist saldırılar için yapılan hazırlıklarla birlikte 2000 yılında başlayan ve 2020’de tamamlanacak olan yirmi yıllık bir programa uygun olarak, söz konusu planı uygulamaya sokmaya çalışmış.

Genel kanaate göre, El-Kaide’nin kanlı eylemleri rastgele gerçekleştiriliyor ve açıktan ilân edilmiş herhangi bir stratejiden yoksun. Oysa bu kanaat yanlış. “Terörizmle mücadele” eden teşkilâtların El-Kaide ile ilgili olarak temin ettiği belgelere bakılacak olursa, El-Kaide, gayet iyi tanımlanmış hedefleri olan projelere ve uzun erimli stratejik planlara sahip.

Örneğin bir güvenlik teşkilâtı, Suriye’deki çatışmaların başlamasından yaklaşık bir yıl sonra Nusra Cephesi lideri Ebu Muhammed Golani ile Lübnan’daki önde gelen El-Kaideli isimlerden biri arasındaki yazışmaya ulaşmış. Bu yazışmalarda, operasyonlar için yapılan hazırlık sürecinde tüm Lübnan geneline dağılacak, çok sayıda tıp, kimya, bilişim teknolojisi ve telekomünikasyon uzmanının saflara kazanılmasını içeren planların genel çerçeveleri çizilmiş. Suriye’de rejimin yıkılması sonrası cihadî gruplar bu planlar uyarınca hareket edecekler.

İlgili güvenlik teşkilâtının elde ettiği belgelerin açığa çıkardığı biçimiyle, El-Kaide’nin Lübnan ve bölgedeki stratejisi hem sahayla hem de adam toplama ve seferberlikle ilgili özel kimi hedefleri içeriyor.

Planın kimi özellikleri Ürdünlü yazar Fuad Hüseyin’in kaleme aldığı, 2005’te yayınlanmış olan Zerkavi: El-Kaide’nin İkinci Nesli isimli kitapta belirtilmiş. Hüseyin, El-Kaide’nin önde gelen ideologlarından Şeyh Ebu Muhammed Makdisi ve Ürdün’deki Svaka Hapishanesi’ndeki Ebu Musab Zerkavi ile mülâkat yapmış.

Cihadî forumlarında dolaşıma sokulan bir diğer kitap da Cihadı Nasıl Görüyoruz ve Onu Nasıl İstiyoruz. Bu kitap, El-Kaide’nin iktidarı nasıl alacağı üzerinde duruyor ve bu yolda örgütün sahip olduğu hedeflere, planlara ve aşamalara ışık tutuyor. Plan, cihadî faaliyetlerin “ümmetin gücünü artırmak ve ümmetin düşmanlarını terörize etmek” için tüm dünyayı kapsayacak şekilde genişletilmesini öngörüyor. Yedi aşamaya ayrılmış olan plan, yirmi yıllık bir dönemi kapsıyor, 2000’den 2020’ye uzanan bu dönemin sonunda “nihai zafer”in elde edileceği söyleniyor.

2000-2003 dönemini kapsayan ilk aşama “uyanış aşaması” olarak nitelendiriliyor. Bu aşamada New York’taki yılanın başının güçlü bir biçimde ezilmesi suretiyle, “ümmetin yeniden uyandırılması”na odaklanılmış. Bu saldırının amacı, ABD’yi El-Kaide’yi ümmetin lideri hâline getirecek şekilde tepki vermeye zorlamak. İlgili hamle, El-Kaide’nin Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi sonrası “İslam’a karşı haçlı savaşı” olarak nitelediği süreçle tutarlı. Böylelikle Amerikalılar kolaylıkla avlanacak ve El-Kaide virüs gibi her yere yayılma imkânı bulacak. Bu aşama, Amerika’nın 2003’te Irak’ı işgal etmesiyle sona ermiş.

2003-2006 arasını kapsayan dönem “gözlerin açılması” aşaması olarak nitelendiriliyor. Bu aşamada El-Kaide’nin planı, düşmanı sürekli savaş hâlinde tutmak ve öte yandan da üçüncü aşamaya hazırlanmak amacıyla “elektronik cihad” adı verilen çalışma konusundaki becerileri geliştirmek üzerine kurulu.

İlgili aşamaya paralel olarak El-Kaide, Arap ve İslam dünyasının kimi stratejik kısımlarında sessizce genişleme imkânı buldu ve aynı zamanda üçüncü aşamanın da başlamasıyla, komşu ülkelere konuşlandırabileceği bir ordu kurmak için Irak’ı bir üs olarak kullanmaya başladı. Buna ek olarak örgüt, kendisine yönlendirilecek yardım ve zekâtlar aracılığıyla Müslümanlardan para toplama işlerini hızlandırmak amacıyla yoğun bir çaba içine girdi.

2007-2010 arası dönemi kapsayan üçüncü aşama, “ayaklanma ve ayakları üzerinde durma” olarak nitelendiriliyor ve proaktif El-Kaide faaliyetlerini içeriyor. Bu aşama boyunca Irak etrafında, bölge önemli değişikliklere tanık oluyor.

İlkin esas olarak Şam (Büyük Suriye) bölgesine odaklanılıyor ve bu hamle, bir Hadis’in bu bölgenin Irak’ı müteakip ikinci çatışma alanı olacağı şeklinde yorumlanması üzerinden meşrulaştırılıyor. Bu noktada, “bölgenin yeniden biçimlendirilmesi aşamasında Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün mezhepsel devletçiklere ayrıştırılmasına dönük plan”dan bahsetmeye gerek yok.

Ürdünlü gazeteci kitabında Makdisi ve Zerkavi’den alıntı yapıyor ve “Cundu’ş-Şam” olarak isimlendirilen Büyük Suriye’nin oluşturulması fikrinin ta Sovyetler’in Afganistan’ı işgal ettiği günlerde önerildiğini, ama ABD’nin 2001’de Afganistan’ı işgal etmesiyle bu fikrin geliştirilemediğini söylüyor.

Hüseyin’in izahına göre, bu fikrin savunucuları 2005’te Suriye, Lübnan ve Irak’a geri döndü ve bölgede oluşacak her türden fırsat için kendilerini hazırlamaya başladı. İlgili aşamanın sonunda kendisini “ümmetin meşru lideri olarak kuran” El-Kaide, teorik olarak Filistin’deki ve İsrail devletinin sınır bölgesindeki doğrudan operasyonlarını başlatmaya dönük hazırlıklarını tamamladı.

2010-2013 arası dönemi kapsayan dördüncü dönem “ıslah” olarak nitelendiriliyor. İlgili dönem Suriye’deki krize ve Arap Baharı denilen ayaklanma dalgasına denk düştü. Bu dönemde El-Kaide, esas olarak bölgedeki rejimlerin yıkılmasına odaklandı ve bu rejimlere karşı gelişen ayaklanmalara doğrudan dâhil oldu.

Elde edilen belgelere göre El-Kaide, “rejimin Amerikan politikasıyla işbirliği içinde olduğunu ifşa ederek onu halkın gözünde itibarsızlaştırmaya” çalışıyor. El-Kaide planına göre, bu çalışmaya El-Kaide’nin güçlendirilmesi ve Amerikan güçlerine karşı gerçekleştirilen doğrudan saldırılar eşlik edecek. Bu esnada ayrıca “Amerikan ekonomisini hedef alan elektronik saldırılar” gerçekleştirilecek, rejimlere ve onların batılı destekçilerine zarar vermek için Arapların elindeki petrol tesislerine saldırılacak.

Ayrıca El-Kaide, diğer para birimlerini altına endekslemek istiyor ve uluslararası rezerv dövizi olarak altının kullanılması fikrini destekliyor. Buradaki amaç, altına endeksli olmayan ABD dolarının çökmesi.

El-Kaide planına göre, ilgili aşamada ayrıca İsrail devleti içteki çatışma sonucu zayıflayacak, uluslararası desteğini kaybedecek ve İsrail’i koruyan Arap rejimleri çökecek.

2013-2016 arası dönemi kapsayan beşinci aşamada El-Kaide’nin nihaî hedefi olan “halifelik ya da İslam devleti” ilân edilecek. Bu aşamada Anglosakson ekseninin çökmesi ve El-Kaide’nin giderek güçlenmesiyle birlikte, Hindistan ve Çin gibi, Müslümanların yoğun bir çatışma içinde olmadığı yeni dünya güçlerinin ortaya çıkışı ile başlayan birçok uluslararası dönüşüme tanık olunacak.

2016-2020 arası dönemi kapsayan altıncı aşama “topyekûn savaş” dönemi. El-Kaide ideologlarının tahminine göre, 2016 ile birlikte iman ile küfür arasındaki savaş da başlayacak, bu savaş, birçok konuşmasında Usame bin Laden’in dile getirdiği “İslam halifeliğinin kuruluşu” sonrası, tüm imkânların seferber edilmesi suretiyle gerçekleşecek. Bu aşamayı 2020 civarında gerçekleşecek “nihaî zafer” aşaması takip edecek. El-Kaide planlarına göre, bu tarihten itibaren “Müslümanların sayısı bir buçuk milyarı aşacak ve İslam devletinin yetenekleri aşırı derecede artacak.”

Söz konusu stratejinin genel hatlarını çizen belgeler 2005’te yayınlandı. Belgelerin içeriği gerçeklikle kıyaslandığında hedeflerin önemli bir bölümüne ulaşıldığı görülüyor: 2005’te yayınlanan belgelerde de belirtildiği üzere, 2001’de New York ve Washington’a saldırıldı; Irak ve Afganistan “cihad ordusu”nu kurmak için bir üs olarak kullanıldı; sonrasında Suriye’ye girildi ve 2013’te Irak ve Suriye İslam Devleti (IŞİD) ilân edildi. Bu noktada temel soru şu: El-Kaide 2020’de öngördüğü zafere ulaşmak için gücünü artırmayı sürdürecek mi?

El-Kaide Gözüyle Hizbullah

Cihadî internet sitelerinde, Lübnan Direniş Partisi’nin ideolojisini El-Kaide bakış açısından değerlendiren, Hizbullah ve Şii Mezhebinin Yayılması isminde bir kitap dolaşıma sokulmuş durumda. Kitap, ilk olarak Minberü’t-Tevhid ve’l Cihad isimli sitede yayınlandı. Site ağırlıklı olarak El-Kaide ideologu ve aynı zamanda Ebu Musab Zerkavi’nin akıl hocası Şeyh Ebu Muhammed Makdisi’nin fikirlerini aktarıyor.

Kitap, cihadî grupların Hizbullah ile ilgili algısını özetliyor ve bu Lübnanlı Şii partisinin tuzağına düşmemeleri konusunda Sünnileri, özellikle Filistin’dekileri uyarıyor. Şeyh Halime’ye göre, “Hizbullah, uluslararası Şii fesadının Filistin üzerinden sızdığı ana kapı durumunda, Hizbullah dünyada Şiiliği yaymak için Filistin meselesini istismar ediyor.”

Kitabın yazarı Şeyh Abdulmünim Halime, Suriye’de IŞİD’e karşı İslam Cephesi’nden yana saf tutuyor. Bu noktada kitabın Hizbullah’ın Suriye’deki çatışma sürecinde dâhil olmasından yaklaşık on yıl önce, 2002’de yayınlandığını belirtmekte fayda var.

Rıdvan Murteza

27 Ocak 2014

,

Kürd’ün Tasfiyesi

Guardian’daki Nelson Mandela yazısının Abdullah Öcalan tarafından cevaplanması, yerinde. Çünkü yazı, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” diyen, gizli mesajlar içeriyor. Öcalan’ın yazıdaki bir iki cümleden alınıp cevap yazdığını söyleyenler, siyaseten körler. Guardian yazarının yazıyı Öcalan’a yönelik bir mesaj olarak kaleme aldığı açık.

Başyazarın Mandela için söyledikleri, tümüyle Öcalan’la ilgili. Mandela-Öcalan kıyaslaması, bu mesajları aşikâr ediyor. Yazar, “Mandela gerilla mücadelesinde amatördü, şiddetten uzak durdu, hapishaneyi dinlenmek için kullandı, dışarı bir barış güvercini olarak çıktı ve zafer kazandı” diyor. Bu söz, esasen Öcalan’a edilmiş gibi görünüyor. Yazar, aynı zamanda Mandela’nın iktidarının herkesi kucakladığını söylüyor ve PKK’ye “olacaksanız böyle olun” demiş oluyor. Ayrıca, Öcalan’ın PKK’den, PKK’nin de coğrafyadan tasfiye edilmesinin liberal, demokratik, ilerici ve çağdaş dünya için şart olduğunu söylüyor. Aba altından sopa gösteriyor, “olacaksan Mandela gibi ol” demiş oluyor.

Kore’ye ya da Vietnam’a gönderilen ABD askerleri de “biz özgürlük dünyasını korumak için geldik” diyorlardı. Aynı yaklaşım, bugün başka bir biçimde, mızrağını Öcalan’a uzatıyor. O, Soğuk Savaş bağlamına oturtulup iğdiş edilmeye, kenara itilmeye çalışılıyor. Öcalan da kendisinin mazlum bir milletin ortak dili, imgesi olduğunu hatırlatıyor, o “kolonyal şapkalar” altındaki boş kafalara.

“Bu kadar merkeziyetçi, despotik, disiplinli, şiddete meyyal, otoriter, Stalinist, kaba, eğilmez, yekpare, dik ve güçlü olma” deniliyor Kürd’e. Sömürgeci akıl, sömürgeleşmeye karşı çıkan kitlelerin elinden tüm silâhları almak istiyor, yaşanan bu.

Aynı tespitlerin Sovyetler için yapıldığı, tarihten biliniyor. PKK’nin bugün Sovyetler’in yerini aldığı görülüyor. Bazı eski PKK düşmanı sol örgüt mensupları, siyaseten boşa düştüklerinden, kafalarında Sovyetler’in yerine PKK’yi koyarak iş görme yoluna gidiyorlar. Kimi Maoistler, Enverciler ve Sovyetçiler içinse PKK bir dolayımdan ibaret. Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ün geçmişte uzattıkları ellerin tasfiye amaçlı olduğu bugünden bakıldığında daha net.

Guardian yazısından görüldüğü kadarıyla, batıda da egemenler aynı şekilde yaklaşıyorlar meseleye. Onlar da PKK’yi eski düşmanlarından artakalan bir yapı olarak değerlendiriyorlar. Dişleri sökülmüş, rengi beyazlaştırılmış bir “Mandela” imgesiyle Öcalan’ın dövülmesinin nedeni burada.

1968 Ayaklanması, her şeyden önce antisovyetik bir hareket. Sovyetler’in Macaristan ve Prag müdahaleleri sonrası öfkelenen/korkan kitleleri eyleme sokuyor. Geliştirilen tüm argümanlar, ideolojik tezler, Sovyet düşmanı. Tüm eski Sovyet düşmanları sahaya sürülüyor, Sovyetler’den kaçanlara Beatles, uyuşturucu ve seks ikram ediliyor, batı kapitalizminin “artıları” göze sokuluyor, işlerini tamamlayan öğrenci liderleri, teker teker devlet ve şirket görevlerine tayin ediliyor, bu sarsıntı, yirmi yıl sonra meyvesini veriyor ve Sovyetler yıkılıyor.

Guardian, bu 1968’in ellilerde fikrî açıdan yuvalandığı İşçi Partisi’nin bir uzantısı. Oradan kopan gençler, “Yeni Sol” başlığı altında esas olarak ABD’ye ve kapitalizme vururmuş gibi yapıp Sovyetler’e ve sosyalizme saldırıyorlar. Buralarda yetişen gençler, Türkiye’ye gelip aynı çizgide, bir mümessillik açıyorlar, adına da “Birikim” diyorlar. Derginin adı, esasta neyin tasfiye edilmek istendiğini de gösteriyor. Sol-sosyalist birikimi tasfiye etmeyi önüne koyan bu çizginin Altuzercilik siperinden attığı tariz okları, tam da bugün Guardian’ın PKK’de gördüğü şeylerin solda oluşma ihtimallerine saplanıyor. Solun, devrimci hareketin ideolojik-teorik planda akim ve ceset kalmasını sağlıyor. Kuşatma akademiden gerçekleşiyor ve militanlar cahil olduklarına inandırılıp batının liberal solculuğuna kul ediliyorlar. Aynı Altuzerci siper, ikinci Birikimcilik (Teori ve Politika dergisi), bugün PKK’ye “yılan” diyor örneğin.

Birikim, 1968’den miras aldığı yekûn ile sosyalist hareketin karşısına “yapmak-olmak” karşıtlığını çıkartıyor. Eylemin happening’e, eğlenceye dönüştüğü, eylemcinin, militanın, devrimcinin artık aktivist olduğu, “aktivist” demekle batının bireyci-liberal kanadına bağlandığı, kolektifin bireyin kadim düşmanı olarak yıkılması gerektiği düşüncesi 1968’in temel birikimi oluyor. Bu dönemin birikimi bireylere sosyalist olmayı öğretiyor. Bunu da “kolektiflerden uzak durun” diyerek yapıyor. Söz konusu sosyalistlik, anti-komünistlik yaparak mümkün oluyor.

1968, anti-komünist olarak sol faaliyet içinde olmanın teorisini kuruyor. Yapmanın kiri pasına işaret ederek, kendi oluşunu öne çıkartıyor, bu oluşun küçük burjuva niteliğini evrenselleştiriyor. Yapmanın dikey, hiyerarşik, kolektif, disiplinli, örgütlü ve hedefe giden niteliğini tasfiye edip bireysel, özgür, serbest, tekil, biricik ve bağımsız oluşun edebiyatını yapıyor. Özünde aynı hareketin içinde bir isim olan Regis Debray’nin tespitiyle, “1968, Fransa’yı Amerikan yaşam tarzına ve Amerikalılara özgü tüketimciliğe açıyor.” Yeni burjuva toplumunun beşiğini sallıyor ve narsistik bir bireyciliği yüceltiyor.

Bu anlamda, 1968-72 momentini Avrupa açısından 1918-22 momentinin bir devamı olarak görmek mümkün. 1918-22 döneminde Lenin’in Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı duruyor. Devrimi tehdit eden ideolojik-politik yönelimi yargılıyor. Bu kitaba atfen, bugün 1968-72’nin mirasını teorik katta formüle etmekten başka bir şey yapmayan Badiou ve Deleuze gibi isimleri, Lenin’e atıfla, “sağ komünizm: bir ergenlik hastalığı” olarak nitelemek mümkün. Bu damar, günümüzde Marksist olmadan nasıl komünist olunabileceği üzerinde duruyor; tam da Sartre’ın dediği gibi, “anti-marksist bir argüman Marksizm öncesi bir fikrin açık biçimde ihya edilmesinden başka bir şey değil”se, bu isimler önce Lenin, sonra da Marx öncesine dönmekten başka bir şey anlatmıyorlar. Devrimcilerin, Marksistlerin, komünistlerin yapmasını kendi bireysel oluşlarıyla, hâlleriyle kırmaya, tasfiye etmeye çalışıyorlar. Marx’tan bugüne bir şeyler yapmış olan her özne, o oluşun önünde diz çöktürülmek isteniyor. Bu diz çöküş için her gün allı pullu dualar yazılıyor.

Ahmet İnsel’in Guardian’daki yazıyı sahiplenmesi, baştaki, esasında bu yazının Öcalan ile ilgili mesajlar taşıdığı tespitini teyit ediyor. İnsel, Guardian’ın sömürgeci, liberal zihniyetine eklemli olduğunu ifşa ediyor. Bu ifşaat, Bese Hozat’ın “Ermeni lobisi” ile ilgili tespitlerinden sonra kopan fırtınada da açığa çıkmış, Öcalan açıktan, Bese Hozat’a destek vererek, “beni bir tek o anladı” demişti.

Bugüne kadar liberallerin PKK eleştirilerini AKP basını dolayımıyla okuyorduk, görünen o ki, saldırı doğrudan gerçekleşecek ileride.

Gezi Ayaklanması’nı 1968’e sabitlemek, oradan formatlamak isteyenlerin de temel derdi, Kürd hareketi. Bedenin sömürgeleştirilmesinden dem vuranlar da, Kürd’ü liberal bir özgürlükçülüğe kapatmak isteyenler de, kimlikçi siyasetinin bir alt unsuru olarak Kürd’ü ehlileştirmeye niyetlenenler de, kendi kısa erimli siyasî kariyerine Kürd’ü âlet etmeye çalışanlar da bu tasfiyenin dolaylı ya da doğrudan bir parçası. İki gün önce Öcalan’ın uyarılarına rağmen Fethullahçılık yapıp, seçim gündeminde birden Kürdcü olanlar da bu tasfiye sürecine eklemleniyorlar kaçınılmaz olarak. Üstelik bu kişiler, iki gün önce “PKK Kürdistan coğrafyasının öznesi, burayla ne alâkası var?” diyorlardı, bugünse “buranın aslî öznesi odur” diyorlar. Kürd’ün bu hinliği görecek feraseti ve basireti yok zannediyorlar.

HDP, bugün, PKK’nin kendisini tasfiye etmek isteyen “1968”e karşı PKK direnci ile söz konusu 1968 arasında yaşanan bir kavganın sahnesi. Parti içindeki bir kısım sol özne, “Kürdler bizim sayemizde yüzlerini sosyalizme dönüyorlar” diyor, bir kısmı da “işçi sınıfının milliyetçi mengenede sıkıştığını” söylüyor ama nedense çalışma yapmak için Kürd mahallesine gidiyor. Demek ki burada temizlenmesi gerektiği söylenen milliyetçilik, Kürd’ün milliyetçiliği.

Sovyetler’i tasfiye eden 1968’in teoride ve pratikte eleştirilmesi şart. Aynı zamanda Sovyetler’in yıkılması sonrası onun pozitif ya da negatif yerine PKK’yi koyanların bu işlemi de eleştirilmeli. Ekonomi, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler ile ilgili malumatlarına Kürd’ü âlet edenler, sorgulanmalı. Tasfiyeciler tasfiye edilmeli, onlara karşı net bir sınır çekilmeli. Sömürülen işçilerin, halkların ve mazlumların mücadeleleri şeksiz şüphesiz, aslî, temel rahlemiz olmalı.

Eren Balkır
26 Ocak 2014

26 Ocak 2014

, ,

John Bellamy Foster Söyleşisi


Küresel Tekelci Mali Sermaye Çağında Sosyal Demokrasinin Ölümü


Tassos Şakiroğlu

18 Ocak 2014

 

Kapitalist ekonominin giderek derinleşen açmazı ile hızla ivmelenen ekolojik tehdit arasındaki karşılıklı bağlantılara dair bir anlayış geliştirmek, size göre ne kadar acil bir ihtiyaç?

Ekonomik açmaz ile ekolojik tehlike arasındaki karşılıklı bağlantıları anlamanın aciliyeti, insanlığın uzun süre hayatta kalması ihtimali ve dünya nüfusunun tabi olduğu maddî koşulları konusunda oluşan, iç içe geçmiş tehditlerle alakalıdır. Yüzeyde bunlar, ayrıksı hatta taban tabana zıt sorunları temsil ediyormuş gibi görünebilirler. Bu tehditlerin gerçekte birbirleriyle karşılıklı bağlantı içerisinde oluşu, sadece bizim tam da sermaye birikiminde kökleştiği biçimiyle, onları görmeye başlamamız ve üretim alanına nüfuz etmemiz üzerinden aşikâr bir hâl alıyor. Bugün bizleri sıkıştıran ekonomik ve ekolojik krizlerden belirli bir çıkış yolu bulmamız mümkün değildir ki zaten kapitalizmin de bu krizlerden kurtulma yolu bulunmamaktadır.

Mevcut “dönemsel kriz” ile “olağan gelişimsel krizler” arasında belirli bir ayrım yapıyorsunuz. Aradaki fark tam olarak nedir?

İktisadî dalgalanma ile bağlantılı dönemsel ekonomik krizler, sermaye birikim sürecinin doğasında olan bir özelliktir. Tekelci kapitalizm, ayrıca büyüme oranı eğilimi dâhilinde uzun erimli düşüş ya da durgunluk eğilimine tabidir. Yavaş büyüme, bugün olgun kapitalizmde kural hâline gelmiştir ki bu süreç, kısmen kendi doğasında olan kimi tehlikeleri taşıyan ekonominin finansallaşmasının direncine maruz kalmaktadır. Tüm bu olgular, bütün olarak ekonomik ya da “gelişimsel” krizler dediğimiz şeyi bir biçimde kuşatmaktadırlar.

Ancak ayrıca sistemin kendi iç ve dış mutlak sınırlarına ulaştığı tüm üretim tarzındaki yapısal kriz anlamında, “dönemsel kriz” olgusunun tarihindeki belirli geçiş dönemlerinde bu türden krizlerin ortaya çıktığından da bahsedebiliriz. Bu türden bir dönemsel kriz, tüm maddî koşulların, ekonomik ve ekolojik koşulların altının oyulmasında görünür hâle gelir. Bugün dünya genelinde yaşanan çevresel tehlike öylesine yaygındır ki bilim insanları arasında insanlığın uzun vadede hayatta kalacağının şüpheli olduğuna dair bir uzlaşma söz konusudur. Aynı zamanda bizler, ekonomik durgunluk ve finansallaşma ile de yüzleşmekteyiz. Tüm bu koşullar, insanlık tarihinin tüm dönemine ait bir krizi temsil etmektedirler.

Kriz süresince hâkim medya ve haberleşme endüstrisi, politik direniş mücadelelerini karalama ve tasarruf tedbirlerine ilişkin programları meşrulaştırma, toplumsal düzeni muhafaza etme noktasında önemli bir rol oynuyor. Bu konuda elde herhangi bir alternatif var mı?

Kapitalizmin ideolojik gerçekliği nüfuz edicidir. Tam da Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde tespit ettiği üzere, maddî üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, (haberleşme gibi) fikrî üretim araçlarının da genelde sahibidir, dolayısıyla bugüne özel esaslı kimi medya sorunlarımız mevcuttur. Hem geleneksel kitle iletişim araçları hem de profesyonel gazetecilik internet eliyle yürürlükten kalkmaktadır. İnternetin kendisi de ışık hızında tekelleştirilmektedir. Robert McChesney’nin Monthly Review’ün Şubat sayısında çıkacak makalesindeki tespitiyle, Bu da bizim (1) yeni internet tekellerini tekelci sermayenin biçimleri olarak görmemiz ve onların varlık temellerine itiraz geliştirmemiz; ayrıca (2) demokratik bir iklimin güvence altına alınması gerekiyorsa, gazeteciliğe kamusal teşviklere muhtaç olan bir kamu malı olarak muamele etmemiz gerektiği anlamına gelir. Bu da pekâlâ medya isyanının başlangıcını teşkil edebilir. Monthly Review’ün Temmuz-Ağustos 2013 tarihli sayısında da tartışıldığı üzere, solun altmışların başında ortaya çıkarttığı (kökleri ta Bertolt Brecht’in ilk dönem fikirlerine dek uzanan) ama sonrasında unuttuğu kültürel aygıtla ilgili kapsamlı eleştirisini yeniden diriltmesi hayatî önemde bir ihtiyaçtır.

Burada, Yunanistan’da, askerî teçhizat üzerinden dönen milyonlarca dolarlık rüşvetlerle alakalı bir yolsuzluk dalgasına tanık olduk. Eski bakanlardan biri hâlihazırda hapiste. Askerî harcamaların toplumsal maliyeti nedir?

Kapitalist ordunun toplumsal maliyeti, eşitsizlik, sömürü, atıklar, yıkım, her yere nüfuz eden yolsuzluk ve tüm toplumların belirli bir sınıf eliyle gözetime tabi tutulması, insanların ölmesi ve yaratıcılığın kaybı türünden kalemleri içeren kapitalist üretim tarzının mevcut maliyetinin bizatihi kendisi kadar büyüktür. Ordu, emperyalist dünya ekonomisinin sağ salim işlemesi, bu amaçla değişimin savuşturulup baskının sürgit devam ettirilmesi için kullanılan bir araçtır. Dolayısıyla militarizme ve emperyalizme yönelik muhalefet, küresel direniş hareketinin ilk şartıdır.

Refah devletinin yıkılması ve neoliberalizmin hâkimiyeti üzerinden düşünüldüğünde, kapitalizmin mevcut krizi sosyal demokrasiyi ne tür bir konuma sürüklemektedir?

Neoliberalizm, küresel tekelci-finans kapital çağında sosyal demokrasinin ölümü demektir. Sosyal demokrasi, genel kabule göre, “insanî yüzlü kapitalizm”dir. Bugün mevcut sistem, böylesi bir iddiaya sahip olmak için bile herhangi bir alan açmamaktadır. Eleştirisini kapitalizm yerine neoliberalizme yönelten solun yüzleştiği temel tehlike, bu yaklaşımın mevcut gerçekliklerin tanınması ve her türden hareketin somut bir hedef olarak gerçek bir sosyalizme muhtaç olduğu gerçeğinin kabul edilmesi yerine, sosyal demokrasiyi restore etmeye dönük nahif bir arzuyu sıklıkla gizlemesidir. Elbette bu, reformlar için mücadele etmeye son vermemiz gerektiği anlamına gelmez, aksine bugün reformlar, köklü toplumsal dönüşüm için gerekli stratejilere bağlanmalıdırlar. İkisinin arasında bir şey ya da üçüncü bir yol yoktur.

Daha önce “mevcut yapısal kriz bağlamında marksist analizin dirilişine dair güçlü deliller var” demiştiniz. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Bir seferinde Jean-Paul Sartre, “anti-marksist bir argüman, marksizm öncesi bir fikrin açık biçimde ihya edilmesinden başka bir şey değildir.” demişti. Burada Sartre, tarihsel materyalizmin mazlumların devrimci insanî hareketi olması sebebiyle, herhangi bir ileriye dönük mücadele dâhilinde, onun aşılmasının imkânsız olduğunu söylemiş oluyordu. Marksist analizin dirilişi, tarihin dünyayı sadece anlamakla yetinmeyip onu değiştirmesi gereken kolektif mücadelenin geri dönüşünün kaçınılmaz bir ürünüdür.

Kaynak

, ,

Doğu Halkları Kurultayı Manifestosu


Resim yazısı: “Fehle [işçi] ve kendliler [köylüler] mukhem [sağlam] ittifâklarıyla zâlimleri mahv itdiler. Fehle ve kendliler ittifâkını daha da muhkemlendirmek bizim borcumuzdur! Bütün dünya işçileri birleşiniz!


Azerbaycan’ın başkenti Bakû’de 1 Eylül 1920 tarihinde Doğu halkları temsilcilerinden oluşan bir kurultay toplanmıştır. Kurultayımıza aşağıdaki ülkelerden 1891 delege katılmıştır: Türkiye, İran, Mısır, Hindistan, Afganistan Belucistan, Kaşgar, Çin, Japonya, Kore, Arabistan, Suriye, Filistin, Buhara, Hive, Dağıstan, Kuzey Kafkasya, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcüstan, Türkistan, Fergana, Kalmuk Özerk Bölgesi, Tatar Cumhuriyeti ve Uzak Doğu Bölgesi.

Doğu Halkları Kurultayı, Komünist Enternasyonal’in çağrısı üzerine yapılmıştır. Her köylünün ve emekçinin Komünist Enternasyonal’in ne olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. O, amacı zenginlerin iktidarını yıkmak ve herkes için eşitlik getirmek olan, işçilerin, köylülerin ve komünistlerin oluşturduğu bir birliktir. Ağustos 1920’de Moskova’da toplanan Komünist Enternasyonal İkinci Dünya Kongresi’nde şu ülkeler temsil edilmiştir: Amerika, Britanya, Fransa, Avusturya, İtalya, İspanya, Polonya, Bohemya, Yugoslavya, Macaristan, İsviçre, Belçika, Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Bulgaristan, Türkiye, İran, Hindistan, Çin, Japonya, Kore, Hintçini, Gürcüstan, Azerbaycan, Ermenistan, Hive, Buhara, Afganistan, Arjantin, Rusya, Ukrayna.

Komünist Enternasyonal, sadece zenginin fakir üzerindeki iktidarına değil, bazı halkların başka halklar üzerinde tesis ettiği iktidarlara da son vermek istemektedir. Bu amaçla, Avrupa ve Amerikalı işçiler köylüler ve Doğu halklarına ait diğer emekçi unsurlarla birleşmelidir.

Doğu Halkları Temsilcileri Kurultayı, sömürüye ve zulme maruz kalan herkesin kurtuluşu için, bu birliğin gerçekleşmesi yönünde çağrıda bulunur.

Doğu Halkları! Altı yıl önce Avrupa’da korkunç bir katliam yaşanmış, üç buçuk milyon insanın öldürüldüğü savaşta yüzlerce büyük şehir ve binlerce yerleşim merkezi yok edilmiş, Avrupa ülkeleri yıkıma sürüklenmiş, tüm halklar eşi benzeri görülmemiş bir açlığa mahkûm edilmiştir.

Avrupa’da bu büyük çatışma bugüne dek gelmiş, Asya ve Afrika’yı kısmî olarak etkilemiştir. Savaş, Avrupalı halklar arasında yaşanmış, Doğulu halklar bu savaşa asgarî düzeyde dâhil olmuşlardır. Hükümdarları tarafından aldatılan yüz binlerce Türk köylüsü, Alman emperyalizminin çıkarları adına hareket etmiş, iki-üç milyon Hintli ve Zenci, İngiliz ve Fransız kapitalistler tarafından köle olarak satın alınmış ve kendilerine yabancı ve ırak olan Fransa topraklarında hiç anlamadıkları, kendileriyle ilgisi olmayan Fransız ve İngiliz banker ve sanayicilerin çıkarları adına ölüme gönderilmiştir.

Fakat Doğu’daki ülkeler bu devasa çatışma ortamından uzak dursalar da önemli rol oynamış ve savaş her ne kadar Avrupa ülkeleri arasında cereyan etmişse de Batılı ülke ve halklarla ilişkili olmaktan çıkmış, Doğulu halkları ve ülkeleri de içine çekmiştir. Savaşın esas hedefi, Dünya’nın, özellikle Asya’nın, yani Doğu’nun paylaşılmasıdır. Savaşın asıl amacı, Asya ülkelerine kimin hâkim olacağına ve Doğu halklarını kimin köleleştireceğine karar vermektir. Savaş, temelde İngiliz ve Alman kapitalistlerinden hangisinin Türkiye, İran ve Mısır’daki işçi ve köylüleri soyup soğana çevireceği ile ilgilidir.

Dört yıl süren vahşetin ardından zafer Fransa ve Britanya’nın olmuştur. Alman kapitalistleri yıkıma uğramış ve onlarla birlikte Alman halkı da eziyet çekmeye başlamış ve açlığa mahkûm olmuştur. Yetişkin nüfusunun neredeyse tamamı yok olan, tüm sanayisi zarar gören muzaffer Fransa, savaş sonrasında kan kaybetmiş ve güçsüzleşmiştir. Bu muazzam katliamın ardından sadece Britanya, Avrupa ve Asya’nın tek efendisi olarak yeniden doğmuştur. Avrupa’da sadece Britanya, Hintli ve Zenci halklar gibi köleleştirilmiş halkların ellerini kollarını kullanmak suretiyle savaşı sürdürebildiğinden, sürecin sonunda güç toplayarak çıkmış, zulmettiği sömürgeleri kullanarak muzaffer olabilmiştir.

Savaşın tek galibi ve Dünya’nın yarısının tek efendisi olarak Britanya, savaşı başlatmasındaki asıl hedefleri uygulamaya koymuş, Asya ülkelerindeki hâkimiyetini pekiştirmek ve tüm Doğu halklarını bütünüyle ve nihaî olarak köleleştirmek amacıyla hareket etmeye başlamıştır.

Hiçbir engelle karşılaşmayan ve kimseden korkmayan bir avuç açgözlü bankerin-kapitalistin tepesinde durduğu İngiliz Devleti, ar namus nedir bilmeden, Doğu ülkelerinde yaşayan işçi ve köylüleri açıktan köleleştirmeye çalışmaktadır.

Doğu halkları! Britanya’nın Hindistan’da neler yaptığını, milyonlarca işçi ve köylüyü dilsiz yük hayvanına dönüştürdüğünü biliyorsunuz.

Hint köylüsü, kendi hayatını sürdürmek için yeterli olmayacak bölümü aldıktan sonra kalan kısmı İngiliz hükümetinin eline teslim etmek zorunda kalıyor. Hintli işçi, İngiliz kapitalistlerinin fabrikalarında sefil koşullara rağmen çalışıyor ve eline bir avuç pirinç bile geçmiyor. Her yıl milyonlarca Hintli açlıktan ölüyor, milyonlarcası, daha fazla zengin olmak isteyen İngiliz kapitalistleri tarafından sürüldükleri orman ve bataklıklardaki ağır iş koşullarında telef oluyor.

Milyonlarca Hintli, oldukça zengin ve verimli anavatanlarında bir lokma ekmek bulamadığı gibi bir de İngiliz Ordusu’na kaydedilip ülkelerini terk ediyor, Dünya’nın dört bir ucunda tüm halklara karşı Britanya safında savaşmaya zorlanıyor. İngiliz kapitalistlerinin bitmek tükenmek bilmeyen zenginliği için kanlarını ve hayatlarını veriyor, onların devasa kârlarını arttırıyor, ama hiçbir insan hakkından istifade edemiyor: onlara hükmeden İngiliz subaylar, ölü Hintliler üzerinden et bağlayan İngiliz burjuvazisinin küstah veletleri onlara insan muamelesi yapmıyor.

Bir Hintli, İngiliz’le aynı masaya oturmaya cesaret edemiyor, aynı semtte oturamıyor, aynı trene binemiyor, aynı okula gidemiyor. İngiliz burjuvazisi, onları insanî hiçbir duyguya sahip olmayan ve herhangi bir talepte bulunamayacak birer parya, köle ya da yük hayvanı olarak görüyor. Hintli işçi ve köylülere ait her türlü talep ve öfke ifadesi acımasız bir kitlesel kıyımla cevaplanıyor. Ayaklanan Hint köylerinin sokakları yüzlerce cesetle kaplanmış, sağ kalanlar ise alay konusu yapmak amacıyla karınları üstünde sürünmeye zorlanmış, köle sahiplerinin çizmelerini yalamaya mecbur edilmiş.

Doğu Halkları! Britanya’nın Türkiye’de neler yaptığını biliyorsunuz. Britanya, Türkiye’ye büyük ölçüde Osmanlı Türklerinin ikamet ettiği Anadolu’nun üçte birini bırakan, ülkenin sanayi kentlerini kendisi de dâhil, Fransa, İtalya ve Yunanistan’ın mülkiyetine geçiren, öte yandan da Türkiye’yi Osmanlı’nın evvelden Britanya’ya olan borçları bağlamında sürekli ödeme kıskacı içinde boğan bir barış anlaşması önerdi.

Türk halkı, kendisini yok edecek böylesi bir barış anlaşmasını reddedince İngilizler, Müslümanlar için kutsal olan İstanbul’u işgal etti, Türk Parlamentosu’nu dağıttı, en iyi üyelerini öldürdü, halk liderlerini tutukladı ve yüzlercesini de Malta Adası’na, oradaki eski büyük kalenin karanlık ve rutubetli zindanlarına hapsetti. Şimdi İstanbul’a İngilizler hükmediyorlar: Türklerden alabilecekleri her şeyi, bankalarını, paralarını, fabrikalarını, tren yollarını ve gemilerini aldılar, Anadolu’ya tüm girişleri kapattılar, bunun yanı sıra, Türkleri kendi fabrikalarından mahrum edip onları Avrupa’dan ürün tedarik edemez hâle getirdiler. Tüm Anadolu’da tek parça mal bulunmuyor, herhangi bir ürüne rastlanmıyor. Türk köylüsü, gömleksiz yaşamaya ve toprağı tahta bir sabanla sürmeye mecbur ediliyor.

İngilizler, Yunanistan’ı İzmir’i işgal etmek için kullandılar, Fransızlar Adana’yı ele geçirdiler ve sömürgeci birlikler Bursa ve İzmit’e girdiler. Onlarca yıldır aralıksız süren savaşlar yüzünden eziyet çeken ve harap olan Türk halkı her taraftan kuşatılarak tüketilmeye çalışılıyor.

İngilizlerin işgal ettiği bölgelerde Tük halkı olağan biçimiyle aşağılanıyor, onlarla alay ediliyor. İstanbul’da İngilizler, tüm okulları ve üniversiteleri ele geçirdiler ve onları kışla olarak kullanmaya başladılar, tüm Türk eğitimini iptal ettiler, tüm gazeteleri kapattılar, tüm işçi örgütlerinin kapısına kilit vurdular, zindanları Türk yurtseverleri ile doldurdular ve şehri İstanbul sokaklarında fes giyen herkesin kafasına gördükleri yerde vuran İngiliz polisinin yetkisine teslim ettiler.

Eğer bir insan fes giyiyorsa ve o kişi bir Türk ise, o zaman o kişinin aşağılık bir yaratık olduğuna kanaat getiriliyor ve onun köpek muamelesi görmeyi hak eden bir parya, köle ya da yük hayvanı olduğu düşünülüyor.

Türkiye’de işgal ettikleri bölgelerde İngilizler Türklere köpek gibi davranıyor, onları zorla çalıştırıyor, gerektiğinde cezalandırıyor, her türlü hileye başvuruyor, Türkiye’nin fethedilmiş bir ülke olduğunu göstererek, Türklerin İngilizlerin zenginleşmesi için çalışan yük hayvanlarına dönüşmesini istiyorlar.

Doğu Halkları! Britanya, İran’a neler yaptı? Köylülerin Şah’a ve toprak ağalarına karşı başlattığı ayaklanmayı bastırıp binlerce İranlı köylüyü asarak ya da vurarak öldürdükten sonra İngiliz kapitalistleri Şahın ve toprak ağalarının elinden alınmış olunan hâkimiyeti onlara geri iade etti, köylülerin elindeki toprak ağalarına ait toprakları ele geçirerek köylüleri yeniden serfliğin içine gömdü, onları tekrar mülkdar haklarından mahrum olan birer rayata dönüştürdü.

Ardından, rüşvetçi Şah Hükümeti’ni satın alan İngiliz kapitalistleri, ihanet yüklü bir anlaşma sonucunda İran’a el koydular ve tüm İran halkının mallarını mülkiyetine geçirdiler. Ellerini İran’ın bütün zenginliğine uzattılar, aldatılmış Hintli askerlerin (sepoy) oluşturduğu garnizonlar kurdular ve köleleştirdiği İran’a işgal toprağı, sözde bağımsız olan İran halkına da köle muamelesi yapmaya başladılar.

Doğu Halkları! Britanya Mezopotamya ve Arabistan’a ne yaptı? Bu Müslüman ülkelerini alelacele sömürge ilân etti, yüzyıllardır bu topraklara sahip olan Arapları ülkelerinden sürdü, Dicle ve Fırat’ın en verimli vadilerine, halkın yaşamak için muhtaç olduğu geniş otlaklara, Musul ve Basra’daki zengin petrol yataklarına el koyarak Arapları tüm hayatî araçlardan mahrum bıraktı ve onları açlığa zorlayarak kendisi için çalışan kölelere ve işçilere dönüştürdü.

Britanya, Filistin’e ne yaptı? Orada ilkin İngiliz-Yahudi kapitalistlerinin çıkarları adına hareket ederek Arapları topraklarından attı ve bu toprakları Yahudi yerleşimcilere verdi, sonra da Araplardaki hoşnutsuzluğu yatıştırmak adına onları Yahudi yerleşimcilere karşı kışkırtarak toplumlar arası anlaşmazlıkların, düşmanlıkların ve nefretin ilk tohumlarını atmış oldu ve bu sayede de ülkeyi yönetmek için her ikisine hükmederek onları zayıflattı.

Britanya, Mısır’a ne yaptı? Orada tüm yerel nüfus, seksen yıl boyunca, köle emeği kullanarak devasa piramitler inşa eden Mısırlı firavunlarınkinden daha ağır ve yıkıcı olan İngiliz kapitalistlerinin ağır boyunduruğu altında inleyip durdu.

Britanya, Çin’de ne yaptı? Britanya, diğer ortağı emperyalist Japonya ile birlikte, bu muazzam ülkeyi sömürgeleştirdi, 300 milyon insanı afyonla zehirledi ve onlara zulmetti (İngiliz Hükümeti 1840-42 arasında yaşanan Afyon Savaşı’nın sonucunda elde ettiği zaferi, afyonun yasak olduğu Çin’i İngiliz Hindistan’ından ilâç ihraç etmeye zorlamak ve çeşitli ekonomik haklara kavuşmak için kullandı. -çn.) Japon birliklerinin uyguladığı emsalsiz vahşet, devrimciliğin mayalanmasını sağladı. Halkın söküp attığı eski müstebitleri yeniden güçlendirerek, milyonlarca Çinlinin hürriyetlerine kavuşmalarını önlemek için çabaladı ve onları istibdadın boyunduruğu altında tutmak suretiyle, zulüm ve sefaleti sürdürme imkânı bulmuş oldu.

Britanya, bin yıllık kültürü ile ışıldayan Kore’ye ne yaptı? Japon emperyalistlerinin eliyle ülkeyi parçaladı, bugün ülke ateş altında ve Kore halkı, kılıç zoruyla İngiliz ve Japon kapitalistlerine teslim olmuş durumda.

Britanya, Afganistan’a ne yapıyor? Emir’in hükümetine rüşvet vererek halkı azamî köleliğe, sefalete ve cehalete mahkûm ediyor, ülkeyi çölleştirmek için uğraşıyor, bu çölün Britanya’nın zulmettiği Hindistan’ı her türlü saldırıdan korumasını istiyor.

Britanya, Ermenistan ve Gürcüstan’a neler yapıyor? Satın aldıkları altının verdiği güçle Taşnak ve Menşevik Hükümeti, esaret altına aldığı işçi ve köylüleri terörize ederek onlara zulmediyor, onları burjuva esaretinden kurtulmuş olan Azerbaycan ve Rusya halklarına karşı savaşmaya zorluyor.

Emperyalist Britanya, Türkistan, Hive, Buhara, Azerbaycan, Dağıstan ve Kuzey Kafkasya içlerine kadar nüfuz edebiliyor ve ajanları her yere saldırarak, mazlum halkların kanı ve teri pahasına elde edilen İngiliz altınını cömertçe dağıtıyor. Bu ajanlar, her yerde henüz yeşermekte olan devrimci hareketlerle mücadele etmek için tiranların, müstebitlerin, hanların ve toprak ağalarının safını tutuyorlar, ne pahasına olursa olsun halkları zulme, yokluğa, sefalete ve cehalete mahkûm etmek için uğraşıyorlar.

Zulüm ve yıkım, yokluk ve cehalet, Doğu halkları arasında emperyalist Britanya’nın zenginleşmesine hizmet ediyor.

Doğu Halkları! En geniş, en zengin ve en verimli topraklar size ait; tüm insanlığın beşiği olan bu topraklar sadece kendi insanını değil, tüm Dünya nüfusunu besleyecek niteliktedir. Ancak tam tersine her yıl on milyon Türk, İranlı ve Hint işçi ve köylüsü bir lokma ekmek ya da bir iş bulmak için geniş ve verimli vatanlarından çıkıp yabancı ülkelerde yaşama imkânları bulmaya çalışıyor.

Bunu yapmalarının nedeni, toprak, para, bankalar, fabrikalar ve atölyeler dâhil her şeyin İngiliz kapitalistlerinin mülkiyetinde olmasıdır. Halklar kendi vatanlarının efendileri değildirler, hiçbir şeyi yönetmeye cesaretleri olmadığı gibi, yabancılar, yani İngiliz kapitalistleri tarafından yönetilmektedirler.

Bugüne dek yaşanan budur. Savaştan önce emperyalist Britanya neyse savaştan sonra da odur. Alman, Fransız ve Rus emperyalist yağmacıları kılığında çeşitli rakipleri olduğu dönemde, av hayvanından tepki göreceğinden korktuğu için Doğu ülkelerinin sırtına pençesini geçirmeye çekiniyordu. Ancak şimdi tüm rakiplerini yenip onları güçsüz bırakan emperyalist Britanya, Avrupa ve Asya’nın tek efendisi olur olmaz, Britanya’ya hükmeden kapitalistlerin iştahları kurtlar gibi kabaracak ve sınır mınır tanımadan, utanma nedir bilmeden, obur dişlerini ve pençelerini Doğu halklarının kanayan gövdesine geçirecektir.

İngiliz sermayesi, Avrupa’da kısılıp kaldığını, yeterince büyümesine rağmen yatırım yapacak yer bulamadığını düşünmektedir: bunun yanında devrimci bilinç aracılığıyla aydınlanan Avrupalı işçiler kötü birer köle hâline gelmişlerdir: hiçbir şey için çalışmak istememekte, sadece iyi ücret talep etmektedirler. Sermayenin geniş bir hareket alanı bulabilmesi, daha iyi kâr elde edebilmesi, Avrupalı işçilerin ağzına bir parmak bal çalarak onlardaki devrimci ruh hâlinin yok edilebilmesi ve eğer mümkünse, emekçi kitleleri yönlendiren liderlere rüşvet verilmesi için İngiliz sermayesi taze topraklara, taze işçilere, yani oy hakkı gibi haklardan mahrum olan kölelere ihtiyaç duymaktadır.

Dahası, İngiliz kapitalistleri, bu taze toprakları Doğu’daki ülkelerde bulduklarını ve bu haklardan mahrum, sesi çıkmayan işçi kölelerin Doğulu halklar olduğunu düşünmektedirler.

İngiliz kapitalistleri, Türkiye, İran, Mezopotamya, Arabistan ve Mısır’ı ele geçirmek, bu sayede de borç batağına batmış, fukara köylülerden cüzî miktarda paralar karşılığında toprakları satın alıp herkesi bu topraklardan sürmek niyetindedirler. Tek amaçları, bu toprakları malikâne ve plantasyonlara dönüştürmek ve topraksızlaştırılan Doğulu köylüleri işçi köleler olarak çalıştırmaktır. Türkiye, İran ve Mezopotamya’da açlık ve sefalet içindeki Türk, İranlı ve Arap emekçilerin ucuz emeğini sömürerek fabrikalar kurmak, demiryolları inşa etmek ve madenleri işletmek istemektedirler. Fabrikaların ürettiği ucuz ürünler aracılığıyla, Doğu’daki şehir nüfusunun büyük bir bölümünü teşkil eden zanaatkârları ve yereldeki milyonlarca el işçisini yok etmek ve onları işsiz bırakmak suretiyle sokaklara fırlatıp atmak niyetindedirler. Ticaretle uğraşan büyük şirketler kurarak yereldeki küçük ticareti yok etmek, onları sokaklara, emek-gücünü satmaktan başka tercihi olmayan proletaryanın saflarına fırlatıp atmak istemektedirler.

İngiliz kapitalistleri, tüm köylülerin, zanaatkârların ve tüccarların ekonomik faaliyetini yıkıma sürüklemek ve onları kendi plantasyonlarında, fabrikalarında ve madenlerinde aç köleler olarak çalışmaya mecbur etmek için Doğu halklarını proleterleştirmek niyetindedirler. Bunu gerçekleştirerek insanların sağlığını tahammül ötesi emek koşulları ile mahvedip onları ölüme mahkûm etmek ve Doğu’nun köleleştirilmiş halk kitlelerinin kanını ve terini emmek istemektedirler. İşçilerin teri ve köylülerin kanı onlar için artık değer, kâr ve ışıl ışıl yanan altın anlamına gelmektedir. İşte budur, Britanya’nın Doğulu halklar için hazırladığı gelecek.

Sadece kırk milyonluk bir nüfusa sahip olan Britanya’da zalimler, nüfusun sadece kırkta biri ve geriye kalan 39 milyonu ise mazlum, sömürülen işçi ve köylüler oluşturuyorlar, oysa bu ülke, Dünya’nın neredeyse yarısından fazlasını teşkil eden ve 800 milyonluk nüfusa sahip olan Doğu’yu köleleştirmek istiyor. Bir İngiliz burjuvazisi 39 İngiliz işçisini, buna ek olarak, İran, Türkiye, Mezopotamya ve Mısır’da 2.000 işçi ve köylüyü kendi adına çalışmaya zorluyor. Sonuç olarak 2040 aç ve cefalı insan, hayatın hiçbir güzelliğinden istifade edemeden, bir asalak, yani bir İngiliz kapitalisti için çalışıyor. Bu türden bir milyon sömürücü, İngiliz banker ve sanayici utanma, vicdan ve korkudan mahrum olarak bu amaç doğrultusunda hareket ediyor. Ellerinde daha fazla kâr için sınırsız bir susuzluk ve açgözlülükten başka bir şey yok! 800 milyon insanın yaşadığı yıkım, açlık, kan, ölüm ve zulüm onlar için bir şey ifade etmiyor. Tek mesele kâr, tek hedef daha fazla kazanç! Bu kâr ve kazanç uğruna İngiliz emperyalistleri, Doğu halklarının boğazına sıkı sıkıya sarılıyorlar ve yeniden onlar için karanlık bir gelecek tasarlıyorlar. Tam bir yıkım, sürekli kölelik, haksızlık, zulüm ve sınırsız sömürüden oluşan bir gelecek; Britanya’daki hükümet iktidarda kaldığı, emperyalist Britanya gücünü muhafaza ettiği ve Doğu ülkelerindeki hâkimiyetini sabitleştirdiği takdirde Doğu halklarını böylesi bir gelecek bekliyor. Bir avuç sefil İngiliz banker, Doğu’nun milyonlarca işçi ve köylüsünü mahvetmek için uğraşıyor.

Ancak bu gerçekleşmemelidir!

İngiliz kapitalistleri, emperyalist Britanya’nın efendileri karşısında, tüm Dünya’yı ve insanlığı her türlü sömürü ve zulümden kurtarmayı amaç olarak belirlemiş Komünist Enternasyonal’e ve devrimci işçilerin birliğine ait kızıl bayrak altında birleşen Doğu’nun işçi ve köylülerinin örgütlü gücü yükseliyor.

Birinci Doğu Halkları Temsilcileri Kurultayı, tüm Dünya’ya ve Britanya’nın kapitalist efendilerine şunu ilân ediyor: bu olmayacak! Siz köpekler, Doğu halklarını mahvedemeyeceksiniz, siz bir avuç zalim, yüz milyonlarca Doğulu işçi ve köylüyü kör olası köleliğe mahkûm edemeyeceksiniz. Yutabileceğinizden daha büyük bir parçayı kopardınız, ama bu lokma sizi boğacak!

Doğu halkları, uzun bir zamandır cehaletin karanlığı içinde kendi baskıcı efendilerinin ve yabancı kapitalist işgalcilerin esareti altında ilerleme kaydedemediler. Fakat Dünya genelinde yaşanan çelişkinin gümbürtüsü ve Rusya’daki Doğulu halkları yüzyıllık kapitalist köleliğin zincirlerinden kurtaran Rus işçi devriminin sebep olduğu fırtına, halkları yüzlerce yıllık uykudan uyandırarak onların ayağa kalkmalarını sağladı.

Onlar uyanıyorlar ve cihada, gazavata kulak veriyorlar: bu çağrı bizim çağrımızdır! Bu çağrı, Komünist Enternasyonal’in bayrağı altında toplaşan Batı devrimci proletaryası ile birleşen Birinci Doğu Halkları Temsilcileri Kurultayı’nın çağrısıdır. Bu nedenle, tüm Doğu halklarına mensup emekçi kitlelerin temsilcileri olarak bizler: Hindistan, Türkiye, İran, Mısır, Afganistan, Belücistan, Kaşgar, Çin, Hintçini, Japonya, Kore, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Dağıstan, Kuzey Kafkasya, Arabistan, Mezopotamya, Suriye, Filistin, Hive, Buhara, Türkistan, Fergana, Tataristan, Başkırtistan, Kırgızistan vd. aramızda kurduğumuz, kırılması mümkün olmayan birlik dâhilinde, bizim halklarımızı cihada çağıran Batı devrimci işçileri ile birleştik. Şimdi diyoruz ki:

Doğu halkları! Hükümetlerinizden sık sık cihat çağrısı duydunuz ve sizler de bu çağrılara kulak asarak Peygamber’in yeşil bayrağı altında bir araya geldiniz, ancak sadece kendisi için yol arayan efendilerin çıkarlarına hizmet eden tüm o cihatlar hileliydi; sonuçta siz, işçi ve köylüler söz konusu savaşların ardından daima kölelik ve yokluk içinde kaldınız. İyi şeyleri hep başkaları için elde ettiniz, ama onların hiçbirisinden kendiniz için tat alamadınız.

Şimdi biz, sizi Komünist Enternasyonal’in kızıl bayrağı altında, ilk kez kendi varlığınız, hürriyetiniz ve kendi hayatınız için gerçekleştirilecek gerçek bir cihada çağırıyoruz!

Avrupa’daki son güçlü emperyalist yırtıcı hayvan olan Britanya, karanlık kanatlarını Doğulu Müslüman ülkelerin üzerine doğru açıyor, Doğu halklarını kölelere ve ganimete dönüştürmek istiyor. Kölelik! Korkunç bir kölelik, yıkım, zulüm ve sömürü Britanya tarafından Doğu halklarına taşınıyor. Doğu halkları kendinizi bundan kurtarın!

Kafanızı kaldırın ve bu av hayvanına karşı dövüşün! Tek bir beden olarak işgalci İngilizlere karşı cihada katılın!

Ayağa kalkın, Hintliler açlıktan ve tahammülü zor köle emeğinden bıkıp usandılar!

Ayağa kalkın, Anadolu köylüsü vergiler ve tefecilik yüzünden yıkılmış durumda!

Ayağa kalkın, İranlı köylüler (rayat) mülk sahipleri (mülkdar) tarafından eziliyorlar!

Ayağa kalkın, Ermeni emekçi kıraç tepelere sürülüyor!

Ayağa kalkın, Araplar ve Afganlar çölün kumları içinde kayboluyorlar ve İngilizler tarafından Dünya’nın geri kalan kısmı ile ilişkileri kesiliyor!

Ayağa kalkın ve ortak düşmanımız olan Britanya emperyalizmine karşı savaşın!

Cihat bayrağını yükseltin!

Bu, Doğu halklarının kurtuluşu, insanlığın zalim ve mazlum halklar biçiminde ayrışmasına son verilmesi ve konuştuğu dil, sahip olduğu deri rengi ve inandığı din ne olursa olsun, tüm halk ve ırklar arasında gerçekleşecek tam eşitlik için verilen bir cihattır.

Ülkelerin gelişmiş-geri kalmış, bağımlı-bağımsız ya da metropol-sömürge olarak ayrışmasına son vermek için cihada!

Tüm insanlığı kapitalist ve emperyalist boyunduruktan kurtarmak, bir halkın diğeri üzerinde uyguladığı her türlü zulüm ve insanın insana uyguladığı her türlü sömürü biçimine son vermek için cihada!

Avrupa’daki kapitalizmin ve emperyalizmin son kalesine, deniz ve karadaki korsan ve haydut ağına ve Doğu halklarına zulmeden yaşlı İngiliz emperyalizmine karşı cihada!

Tüm Doğu halklarının, Britanya’nın köleleştirdiği milyonlarca Doğulu işçi ve köylünün hürriyeti, bağımsızlığı ve mutluluğu için cihada!

Doğu halkları! Bu cihatta Doğu’nun tüm devrimci işçileri ve tüm mazlum köylüleri sizinle birliktedir. Onlar, sizinle birlikte kazanacak, sizinle birlikte savaşıp, sizinle birlikte öleceklerdir.

Bunu ilk defa Doğu Halkları Temsilcileri Kurultayı söylüyor. Yaşasın Doğulu ve Batılı işçi ve köylülerin birliği, yaşasın sömürüye ve zulme maruz kalan tüm emekçilerin birliği! Yaşasın birleşik hareketin savaştaki kurmay heyeti, Komünist Enternasyonal!

Emperyalist Britanya’ya karşı Doğu halklarının ve tüm Dünya emekçilerinin başlattığı cihat söndürülemez bir yangına dönüşsün.

Başkanlık Kurulu Onur Üyeleri

Radek (Rusya), Béla Kun (Macaristan), Rosmer (Fransa), Quelch (Britanya), Reed (Amerika), Steinhardt-Gruber (Avusturya), Jansen (Hollanda), Şablin (Balkan Federasyonu), Yoşiharo (Japonya).

Kurultay Başkanı Zinovyev.

Başkanlık Kurulu Üyeleri

Ruskulov, Abdürraşidov, Kariyev, (Türkistan); Mustafa Suphi (Türkiye); Wang (Çin); Karid (Hindistan); Mollabekcan, Rahmanov (Hive); Muhammedov (Buhara); Korkmazov, (Dağıstan); Digürov (Terek Bölgesi); Aliyev (Kuzey Kafkasya); Kotsanyan (Ermenistan); Nerimanov (Azerbaycan); Yenikeyev (Tatar Cumhuriyeti); Amur-Sanan (Kalmuk Cumhuriyeti); Maharadze (Gürcistan); Haydar Han (İran); Ağazâde (Afganistan); Narbutabekov (Taşkent); Mahmudov (Fergana); Tahsin Bahri, Hafız Mehmet (Anadolu); Kuleyev (Transkafkasya); Niyaz Kulu (Türkmenistan); Kara Taci (Semerkant); Nazır Sıtkı (Hindistan); Sedadceddin Kardaşoğlu (Dağıstan); Elçiyev, Musayev (Azerbaycan); Azim (Afganistan); Abdülayev (Hive).

Ostrovski, Kurultay Sekreteri.

[Kommunistichesky Internatsional, (“Komünist Enternasyonal”), Sayı: 15, 20 Aralık 1920. Giriş mahiyetindeki ilk beş paragraf Sorkin’in çalışmasından alındı: G. Z. Sorkin, Pervyy s’ezd narodov vostoka (“Birinci Doğu Halkları Kurultayı”) Moskova, Doğu Edebiyatı Yayınevi, 1961, s. 57-8: Bu paragraflar, manifestonun Narody Vostoka’daki (“Doğu Halkları”) ilk baskısında yer alıyor ama Komünist Enternasyonal dergisinde yer almıyor.]

20 Ocak 2014

,

Walter Benjamin’in “Brecht Üzerine Tezler”i


İngilizceye ilk kez çevrilen bu dört kısa paragraf, Haziran 1930’da Frankfurter Rundfunk’ta (Frankfurt Radyosu’nda) yayınlanan radyo konuşması “Bert Brecht”in deşifresi yanında dosyalanmış bir kâğıda Walter Benjamin’in el yazısıyla karaladığı bir metindir. İçerik itibarıyla bu paragraflar, ilgili döneme ait “Yıkıcı Karakter”, “Karl Kraus” (her ikisi de 1931 tarihli) ve “Deneyim ve Sefalet” (1933) isimli diğer metinlerde geliştirilen fikirlere benzemektedir, ancak burada Benjamin, sefaleti “yeni barbarlık” ya da “insaniyetsizlik” olarak tanımlamakta ve kendi “teorik temeller”ini genişletmektedir.

“Fikir yoksuldur (verarmt)” önermesi, sosyal açıdan gerçekleştirilebilir, üretken bir eksiksizlik, tatbik edilebilirlik anlamında pragmatik kavramlar kümesi içine yerleştirilebilecek bir iddiadan ibarettir. Mevcut düzene yönelik çetrefilli bir suç ortaklığının, özel görüşler zenginliğinin tasfiyesi olarak mücadele tam da doxa’ya (kanaate) karşı konumlandırılır. Etkin tefekkür kargaşa üretir, o, araç-amaç rasyonalitesi değil, sonuçların zenginliği ile ölçülen kamusallıktır.

Brecht Versuche’de, kendi yarattığı “düşünür” Bay Keuner’i okurlara takdim eder. Yaptığı radyo konuşmasında Benjamin şu açıklamayı yapar:

“Şimdi Bay Keuner dikkatini sorunlar, teoriler, tezler ve dünya görüşlerindeki bolluğun bir kurgudan ibaret olduğunu göstermeye verir. Tüm bunlar birbirlerini iptal ederler, bu iptal etme ne kazaradır ne de fikrin kendisinde temellendirilmiştir; aksine bu olgunun ardındaki gerçek, düşünürleri görev yerlerine dağıtan insanların çıkarlarına dayanır.”(2)

Mevcut tefekkürün önerdiği cevaplar, “gelgitin getirip bıraktığı çamur”, sadece bir avuç insanın istifade ettiği “filtresiz zenginlik”i teşkil eder. “Deneyim ve Sefalet”te bu zenginlik, “bataklık” şeklinde betimlenmiş ve baskıcı bir unsur olarak tanımlanmıştır. Her şey içerilir ve suç ortaklığı dışarı atılmalı, böylelikle yoksullaştırılmalıdır. Fiilîleşme adına “düşünür, mevcut olan birkaç tatbik edilebilir düşünce ile işe koyulmalı, yazar, sahip olduğumuz birkaç formülle çalışmalıdır.”(3)

Bu noktada Benjamin’in karşıt-anlayışının özü “alıntılanabilirlik”tir (Zitierbarkeit). Bu anlayışın “özgünlüğe” dönük itirazında geliştirdiği veciz formüle yönelik kilit unsur şudur: “Brecht’in tespitiyle: en azından artık insanlar, kendi başlarına düşünmeye ihtiyaç duymadıklarında kendileri hakkında düşünebilme yetilerini de yitirmiş olurlar.” Keuner’e göre, her şeyi bir başına (ganz allein) yapma konusunda ısrar ediyorsa, o kişi ancak ‘kulübeler’ inşa etme becerisine sahip olacaktır.”(4)

Bir başka Keuner hikâyesinde, “Tanrı Var mı Yok mu Sorusu”nda şu tespite rastlarız:

“Bir adam Bay K.’ye Tanrı’nın olup olmadığını sormuş. Bay K. de, “sana bu soruya alacağın cevaba göre davranışının değişip değişmeyeceğini düşünmeni tavsiye ediyorum. Eğer değişmeyecekse, o vakit o soruyu unut gitsin. Eğer değişecekse, senin hâlihazırda Tanrı’ya ihtiyaç duyduğunu söyleyebilirim.”(5)

Buradan ve ayrıca Benjamin’in yeni Kantçı kökenleri üzerinden bakıldığında, üretken metafizik üzerine vurgusu ile “Geleceğin Felsefesinin Programı Üzerine” isimli ilk dönemine ait yayınlanmamış makalesinde açık biçimde aktarılan pragmatizme yakınlığını görebilmekteyiz.

Eğer William James, özel inançların metafiziğine ait “deneysel terimlerdeki peşin değeri” sorguluyorsa, o vakit geç dönem Benjamin’in de fikirlerin devrimci değerini aradığını iddia etmek mümkündür: yanlışlanmadan mevcut statükoyu sekteye uğratan nedir? İki ayrı talep vardır burada. Böylesi bir muhakeme üzerinden tarih anlayışının yoksullaşması gerekir: ondaki ilerleme fikri tasfiye edilmelidir. Süslü püslü bakış açıları için özel eldeki zenginlik olarak “mesihî” olanın temellük edilip edilemezliği ya da bugün itibarıyla tatbik edilip edilemezliği meselesi bir diğer külli meseledir.

Andrew McGettigan
Mayıs-Haziran 2013
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Walter Benjamin, Selected Writings, Cilt 2: 1927–1934, Harvard University Press, 1999, s. 365-71.

[2] A.g.e., s. 368.

[3] A.g.e., s. 370.

[4] Bertolt Brecht, Stories of Mr. Keuner, çev.: Martin Chalmers, City Lights, San Francisco, 2001, s. 13.

[5] A.g.e., s. 14.


Teorik Temellere Dair

Brecht Üzerine Tezler

Walter Benjamin

 

Bazı fikirler teorik temellere dairdir. Sistematik bir dizilim içinde geliştirmek yerine onları görece müsait olan tezler formunda sunmak daha uygun olacaktır:

1. Tez: Bir toplumda gerçekleştirilebilir olanlar dışında her fikir imha edilmelidir. Açıklama: Hakikat gezginlikle, anlaşılır olanı toplayarak, üst üste yığarak ya da her şeyin ötesinde, elde edilmiş sonuçların üzerinde dolaşarak güvence altına alınamaz. Tefekkür, her aşamada ve her noktada, her daim gerçeklikle tekrar tekrar yüzleşmek zorundadır.

2. Tez: Kendi sınırına bağlı olarak, fikrin bugüne bağlı olduğuna ilişkin önyargıdan kopmak önemli bir husustur. Tüm bakış açılarının düşünülmesi, tüm itirazların kapalı biçimde incelenmesi, her sonucun bütün olarak tek tek savunulması türünden, fikrin bütün resmî talepleri doğruya, başka bir deyişle üretken olana ve eksiksizliğe kapı açmaz. Dahası bu türden otantik bir eksiksizliğin güvencesi, sosyal gerçeklikle tefekkür arasındaki en yakın akla yatkın bağlantıdır. Eksiksiz fikir, sosyal sonuçlar dâhilinde zengin olan fikir demektir. Esasında hem hayat hem fikir bakımından “eldeki sonuçlardaki zenginlik”tir.

3. Tez: Fikir yoksullaştırılmalıdır, toplumsal açıdan gerçekleştirilebilir nitelikte olmalıdır. Brecht’in tespitiyle: en azından artık insanlar kendi başlarına düşünmeye ihtiyaç duymadıklarında kendileri hakkında düşünebilme yetilerini de yitirmiş olurlar. Ancak etkin bir toplumsal fikir elde etmek için insanlar sahip oldukları yanlış ve çetrefilli zenginliği, yani özel değerlendirmeler, bakış açıları, dünya görüşlerinden oluşan zenginliği, kısacası mevcut görüş zenginliğini terk etmek zorundadırlar. Burada biz, tam da iki bin yıl önce Sokrates’in doxa’ya karşı hakikatin çıkarı dâhilinde geliştirilmiş olan görüşe karşı verdiği mücadelenin aynısına işaret etmiş oluyoruz.

4. Tez: Görüşler özgürce edinilir, yani toplum bireylere kati görüşleri zorla dayatmaya çalışmaz; bunun yerine toplum, özel bakış açıları ve kanaatlere yönelik eksiksiz kayıtsızlığını kati biçimde beyan eder. Geçerlilikle ilgili son iddia henüz sınanmamıştır. Görüşlerin tatbik edilirliği komünal yapının ilgilendiği yegâne şeydir.

Çeviren: Andrew McGettigan ve Sami Hatib




16 Ocak 2014

,

Mısır Nereye?


Mısırlılar bugün iki ilaha tapıyorlar, hayatın yaratıcısı olarak Allah’a ve o hayatı örgütleyen olarak Devlet’e. Her ikisi çoğunlukla firavun formunda bir araya gelir, sonrasında ayrışır ama ortak plasentası sıkı sıkıya birbirine yapışık durur. Devlet, Nil’in akışının örgütlenmesine ve muhafaza edilmesine muhtaçtır. Her şeyden önce Mısır “Nil’in sunduğu bir armağandır.”

Mısırlılar 30 Haziran 2013’te, seksen yıldır devletin dışında kalmışların devletin bağrının nasıl terk edileceğinin öngörülemeyecek bir macera olabileceğini keşfettiler. Kurumlardaki yozlaşma ve tiranlığa karşın devlete geri dönmek, ne yapacağı bilinmeyen kalabalıkların peşinden sürüklenmekten daha güvenli ve muteber.

2011’in başında Müslüman Kardeşler’in çıktığı zirveden inmesi ve iki buçuk yıl sonra dipsiz bir uçuruma sürüklenmesi ancak yetersizlik ve kırılganlıkla ilgili olabilir. Onun imajını lekeleyen medyadan ya da ona karşı yürütülen savaşın Katar dışında tüm Körfez ülkelerince finanse edilmesinden söz etmek, konuyla ilgili yorumlara pek bir şey katmıyor. Her şeyin ötesinde İhvan’ın ikna edici bir seçenek sunamaması, depreme benzer bir etkiye yol açan yıkılışının arkasındaki ana neden. İhvan, neredeyse batının önemli bir yardımcısı hâline gelmişti. Mebzul miktarda kadroya sahipti ama bu kadrolar nitelik açısından zayıftı. Hareket sakallı bir kapitalist olmak dışında bir şey sunmadı ve belirli bir sosyoekonomik model üretemedi. İhvan kolektif bir diriliş projesi geliştiremedi.

Bu nedenle ordu yol ayrımına dek bu ülkelerle birlikte yürümeye mecbur. İhvan, karşı-devrimci rejimlerin verili sınırları içinde, geniş ve güvenli bir biçimde finanse edilmiş bir örgüt inşa etmek için kırk yılını harcadı. Hareket, Mısır’ın Temmuz Devrimi’ndeki imajını kolektif bilince kazıma noktasında muazzam bir katkı sundu. Bu da onun Hüsnü Mübarek’in yerini almaya hazır iktidar olduğunu teyit etti. Sonra iktidarı aldı: Mübarek devrildi ve İhvan iktidar için hazırdı. Bu süreç, Washington’un Sünni cihadcılık, İran-Şia ve Arap milliyetçiliğine karşı bir panzehir olarak İhvan’ı güçlendirmeye ilişkin yaklaşımı ile perçinlendi. İhvan, İsrail ile “Amerikalı” bir aracılığın birlikte ilerlemesi için en uygun unsurdu.

Washington, İhvan’ın dışarıdan görülen imajının içeriyi pek yansıtmadığının farkında değildi. 2013 başında bu farklılığı hissetmeye başladı ve İhvan’la mücadeleye girişti. Bütün olarak toplum devleti bekleyemezdi, bu nedenle 30 Haziran’da kitleler hâlinde alanlara döküldü.

O tarihten beri ufukta şu türden ilginç bir manzara beliriyor: sokak Nasırcılaşacak, seçkinlerse giderek daha fazla Sedatçılaşacak. Bunlar, baki kalması imkânsız olan, tuhaf bir karışım meydana getirdiler. Her ikisinin arasında duran ordu ise oturup bekliyor ve seçeneklerini görerek, “kavga”nın taraflarından birini seçmekten kaçınıyor. Özelde bunun nedeni, Mısır ekonomisinin şarampolün dibine yuvarlanmak üzere olması. Sina’da güvenlik delik deşik, burası neredeyse Mısır’ın Kandahar’ı olmak üzere, batıdaki sınırları boyunca eli silâhlı insanlara sıkça rastlanıyor. İhvan sokaklara dağılıyor ve silâha sarılıyor.

Ordu, İhvan ile birlikte var olmaya dair umut besleyen ABD’nin senaryosundan sapmış durumda ve bölgede taktiksel müttefikler buluyor. Bunlar, İhvan’ın merkezî bir Arap ülkesindeki hâkimiyetini varoluşsal tehdit olarak görenler, özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’teki yöneticiler. Bu ülkeler, Mısır’ın batmasını ya da çıkmasını değil, sadece suyun yüzünde kalmasını istiyorlar. Batması ya da çıkması bu ülkeler için tehlike demek. Bu nedenle ordu yol ayrımına kadar onlarla birlikte yürüyecek.

Anayasaya evet diyerek İhvan tümüyle mağlup edilmiş oldu. İhvan’ın mağlubiyeti apaçık çağrıya karşın pek güvenli bir durum değil, ancak toplumun bunu dile dökmesi ve İhvan’ı önceki on yıllardaki duruma gerisin geri itmesiyle İhvan belli ölçüde aşağılanmış oldu.

Abdülfettah Sisi’nin cumhurbaşkanı olmasıyla ekonomin yarısını kontrol eden ve şiddet üzerindeki tekelini uygulamaya sokan askerî seçkinler cihadçıların tehdidi altında. Bugün İhvan üyelerine silâhlanma çağrısı yapıyor. Ülke zor bir dizi tercihle karşı karşıya: Enflasyon yüzde kaça çıkacak? Silâhlanan insanlarla ne yapılacak? Bölgeyi kuşatan sarsıntı içinde Mısır’ın konumu nedir? Uluslararası planda kime bağlanılacak ve kaderimizle nasıl yüzleşeceğiz?

Nasırcı-Sedatçı ittifak dağılacak. Sorulması gereken soru şu: bundan kim istifade edecek? Mantığa göre, Mısır’ın geniş dokunulmazlık alanına güvenle girmesi ancak modern bir Nasırcılık üzerinden mümkün. Ancak bağımlılık politikasına dair çıkarların kalıntıları bu eğilime sonuna kadar direnecekmiş gibi görünüyor.

Cevap Sisi’de.

Kemal Halef Tevil