İsrail’in
Filistin, Lübnan, Suriye ve Yemen’den sonra İran’a saldırmasıyla birlikte hayli
tuhaf bir tartışma başladı.
Saldırganın
saldırı coğrafyasının genişliği bile tartışmayı bitirmeliydi aslında. Oysa öyle
olmadı: İran ile İsrail’i aynı kefeye koyan mı dersin; İsrail ile İran’ın
aslında “danışıklı dövüş” yürüttüğünü söyleyen mi; yoksa İsrail’in Gazze’deki
katliamdan dünya kamuoyunun dikkatini uzaklaştırmak için bir “oyun” olarak
İran’a yöneldiği mi…
Artık
“ahir zaman”da yaşıyoruz. Emperyalizme dair derin bir kavrayışı olmasını
beklediğimiz kimi solcular dahi, terazinin bir kefesine “soykırımcı” İsrail’i,
diğer kefesine “idamcı” İran’ı koyuyor, “emperyalistler arası savaşta taraf
olmama”, “işçi-emekçi halk cumhuriyeti” çağrısı yapıyor. Bu arada ne hikmetse,
bu üçüncü yolcu “halk cumhuriyeti”nin esas muhatabı İsrail değil, İran
oluyordu.
Sosyal
medyada acayip bir gönderiye rastladım: Bu “üçüncü yol” savunucularından biri,
Türkiye’deki komünistlerin muhatabının İran’da “komünistler ve halklar”
olduğunu söylerken, İsrail’de muhataplık “halklar”dan uzaklaşarak, sadece
“komünistlere” yöneliyordu. Demek ki İran’da “halklar” vardı ama İsrail’de
yoktu.
“Emperyalist
savaşı iç savaşa dönüştürme” çağrısı, İran’da çalışıyor ama İsrail’de pek
çalışmıyor gibiydi: Pejoratif “rejim” sözcüğü, ancak Suriye gibi, İran gibi
ülkelere yakışıyordu; zinhar İsrail gibi bir ülkeye değil.[1] İran’ın “faşist
bir burjuva devlet” olduğunu bile sosyal medyanın dehlizlerinden öğreniyoruz.
Her
gün yeni bir bilgi!
Soldaki
bu tartışmanın daha “derin” görünen versiyonları da var. Bunlardan biri,
İsrail’de de “sivillerin” yaşadığı iddiası. 2 yaşındaki bir İsrailli bebeğin
“sivil” olup olmadığının tartışılacak hali yok. Öte yandan “sivil” olmak,
başkasının toprağında hak sahibi olmak anlamına gelmiyor.
Bunun
daha ince hali, “İsrail halkı” hakkında yazılanlar. Bir “halka” (herhalde
Yahudi halkı kastediliyor) sahip olduğu için meşru kabul ediliyor olmalı,
İsrail adı verilen entite.
Barış
Yıldırım şöyle yazmış:
“Sanıyorlar ki İsrail’de
halk olmadığını iddia ettiklerinde acayip anti-İsrail oluyorlar. Aslında tam
tersi: Orada 10 milyonluk çoluk çocuk kadın erkek işgalci bir ordu olduğunu
varsaymak tam da İsrail’in kafalara aşılamak istediği Siyonist bir fikir.”
Ezberlere
sahip olmak, her zaman kötü bir şey değil. Örneğin ABD’den hayırlı bir şey
gelmeyeceği ezberi iyi bir ezberdir; faşistlerden iyi bir şey beklememek
gerektiği iyi bir ezberdir; gerici fikirlerin ezilenlerin kurtuluşuna hizmet
etmeyeceği ezberi iyi bir ezberdir; halkların kardeşliğini, emekçilerin
birliğini yüce tutmak, solun asla vazgeçemeyeceği bir ezberdir.
Ne
var ki ezber, cehaleti örtmek için kullanılamaz.
Yıldırım
devam ediyor:
“Bu tür fikirler, sol
liberalizmin Türkiye’de yaygınlaşmasının ürünü. Bir yandan ‘Türklük
sözleşmesi’, ‘Bu halkın topu soykırımcı’, ‘Türk halkı faşist’ falan gibi özcü
fikirlere, öte yandan ‘Devlet=Halk’ demagojisine o kadar inandılar ki 10 milyon
insanı düşman sanıyorlar.”[2]
Ortada
hiçbir benzerlik yok; ezber, cehaletin ürünü. Ya da daha kötüsü, cehalet işine
geliyor; somut duruma uyarlanamayan ezberler, “sevmiyorum ama bilgili biri”
denmesini sağlıyor.
Ama
önce dört işlem: İsrail’in resmi nüfusu gerçekten 10 milyon civarında. Bunun
aşağı yukarı yüzde 20’si ise “Arap” olarak kabul ediliyor (Siyonist anlatıda
“Filistin” veya “Filistinli” diye bir şey yok, “Arap” var). Bunlar, Nekbe’den
sonra “İsrail”de hasbelkader kalabilenler, 1966’ya kadar askeri yönetim altında
yaşayanlar ve onların çocukları, torunları.
İyi
de kalan 8 milyon kimlerden oluşuyor? Örneğin İsrailli çifte vatandaşların
sayısı, istatistikler yayımlanmadığı için kesin olarak bilinmiyor. Dünya
çapında Yahudileri İsrail vatandaşı yapma misyonu edinen bir şirket olan WRAI,
%10 civarında bir nüfustan bahsediyor. Amerikan yayını CBS, 1948 yılında
devletin kurulmasından bu yana, 3,3 milyondan fazla göçmenin İsrail’e
taşındığını, bunların yaklaşık 1,5 milyonunun 1990 yılından sonra geldiğini
yazıyor. Bunların kahir ekseriyeti, İsrail’e kitlesel Yahudi göçüne izin
vermeyen Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra, eski sosyalist ülkelerden
göçenlerden oluşuyor. Siyonizmin “Doğu Avrupalı” kökenine uygun bir “aliya”
olarak görebiliriz.
Dahası,
bir anayasaya sahip olmayan İsrail’de, “Geri Dönüş Yasası” olarak bilinen yasa
ile, dünyanın herhangi bir ülkesinin vatandaşı olan Yahudiler, İsrail vatandaşı
olabiliyorlar. Örneğin Kanada vatandaşı bir Yahudi, Filistin’e gelip “vatandaş”
olabiliyor.
Solculuk
adına, “Ne var bunda? Sınırsız, sömürüsüz bir dünya istiyoruz işte!” diyen
çıkar mı, bilmiyorum.
Ama
bunun, yerleşimci sömürgecilik olarak bilinen yapıya birebir uyduğunu
söyleyebilirim. Dolayısıyla, İsrail’de sivil var mı, yok mu türünden skolastik
bir tartışma yerine, siyonizmin köküne inmenin çok daha faydalı olacağına
inanıyorum. Bu kök, güncel olarak İran ile İsrail’in birbirine neden
eşitlenemeyeceğinin, birinin diğerine karşı silahlı direnişinin neden meşru
olduğunun ipuçlarını da barındırıyor.
Siyonizmin
Yahudi milletinin “milli kurtuluş” hareketi olduğuna dair iddia, İsrail’de bir
“halk” yaşadığına ilişkin tezin de temel kaynağıdır. Oysa siyonizm, burjuva
devrimlerinin damga vurduğu milli-liberal bir kurtuluş hareketi değil,
emperyalist çürümenin damga vurduğu irrasyonel-dekadan sömürgeci dönemin bir
ürünüdür.[3] Siyonizme damga vuran bu nitelik, 1948 ile başlamamıştır: Ta
Theodor Herzl’den itibaren, hatta Filistin’deki ilk siyonist yerleşimlerden bu
yana siyonizmi belirleyen milli kurtuluş değil, yerleşimci sömürgeciliktir.
Siyonist
sömürgeciliğin diğer klasik sömürgecilikten farklı özelliklere sahip olmasının
nedeni, toprak ve işgücü piyasaları söz konusu olduğunda Filistin’de verili
bulduğu olumsuz koşulları telafi etmek istemesinden kaynaklanır. Siyonistler
açısından mesele, Filistinlileri kendi toplumlarından dışlayacakları mı
(segregasyon), yoksa onları kendi toplumları içerisinde bağımlı bir iktisadi
“kast” haline mi getirecekleri idi.
Gerşon
Şafir, siyonizm ile sömürgeciliği kıyasladığı makalesinde, siyonist
sömürgeleştirmede deneme-yanılma yöntemine işaret eder: Önce Fransız tipi
kolonizasyon, sonra Prusya tipi “iç kolonizasyon” (piyasa merkezli değil,
devlet kaynaklı toprak dağıtımı).
Sömürgeleştirmede
üç kritik unsur toprak, emek ve demografi olarak öne çıkar. İsrail devletinin
kuruluşunda kritik bir rol oynayan Yişuv ve onun bağlı olduğu “İşçi Siyonizmi”
(Labor Zionism), Yahudi işgücü ile Filistinlileri tamamen ayırmaya
(“kast sistemi”) dayanıyordu (1967’den sonra bu durum değişmeye başladı.
Siyonist işçi sendikası Histadrut, 100 binin üzerinde “yurttaş olmayan
Filistinlileri” de işgücü piyasasına dâhil etmeyi kabul etti). İşçi Siyonizmi,
işgücü eksklusivizmini (dışlayıcılık) teritoryal sınırlama ile kabul ediyordu.
Sonrasında bu eksklusivizm tekrar gündeme geldiğinde teritoryal sınırlama da
ortadan kalkacaktı.[4]
David
Ben-Gurion’un biyografisini yazan Tom Segev, İşçi Sosyalizmindeki sözümona
işçiciliği şöyle tarif ediyor:
“Arapları iş yerlerinden
kovup onların yerine Yahudileri yerleştirmek için yürütülen kampanya ‘emeğin
fethi’ olarak adlandırıldı. Bu terim Şlomo Zemah tarafından icat edilmişti.
Ben-Gurion ve diğerleri, Arap işçilere Kutsal Kitap ve dini çağrışımlar içeren
bir terim taktılar: avodah zara, kelime anlamı ‘yabancı işçi’ olmakla
birlikte, kökeni Yahudi dini metinlerinde bulunan ve Yahudi halkı için yasak
olan ‘putperestlik’ anlamına geliyordu. Ben-Gurion ve arkadaşları, ‘emeğin
fethi’nden bahsettiklerinde, aslında ülkenin fethini kast ediyorlardı.” (s. 83)
Tarihçi
Ilan Pappé de siyonizmi “konvansiyonel olmayan bir sömürgecilik” biçimi olarak
görüyor. Filistin’i kolonize etmek isteyen başkaları da olmuştu: Hıristiyanlar
(Basel Misyonu) ve Almanlar. Peki Filistinliler ne olacaktı? Örneğin
Filistinlileri sürmek yerine sömürmeyi önerenler vardı. Lord Laurence Oliphant,
ki daha sonra siyonist hareket üzerinde önemli etki bırakacaktı, Ürdün
bölgesinde Filistinlileri rezervasyonlarda hapse tıkmayı tavsiye ediyordu.
Siyonizmi
“sömürgeci” bir olgu olarak nitelendirenlere karşı öne sürülen başlıca
argümanlardan biri, siyonizmin bilinen bir anavatanı veya metropolü olmadığı
için sömürgeci olamayacağıdır.
Fakat
Pappé, siyonizmin sıradan kolonilere kıyasla “uydu” statüsü olduğuna, yani
temelde Büyük Britanya ile geliştirdiği karmaşık ilişkilere işaret eder. Yahudi
milli yurdu, Britanya imparatorluğunun desteği sayesinde kurulmuş ve ayakta
kalabilmişti. Londra aksini isteseydi, Yahudi devleti hiç kurulmazdı.
Britanya’nın nihayetinde benimsediği strateji, Filistin’de bir Yahudi
topluluğunun yavaş yavaş kurulmasını desteklemek ve bunun yeni bir İngiliz-Arap
Orta Doğu siyasi sistemine entegre edilebileceğini ummaktı. (s. 628)
Pappé’yi
destekleyen tarihi kayıtlar da bulabiliyoruz. Hem de hiç beklenmedik birinden:
Filistin’de Yahudi yurdunun mucidi (ve korkunç bir antisemit!) İngiliz Lord
Arthur Balfour, ABD’li ateşli siyonist Yargıç Brandeis ile mülakatında bu
gerçeğe işaret ediyor. Üç sene önce çevirdiğim bir makaleye düştüğüm dipnottan
aktarıyorum:
“Mülakatın
çevirmediğim kısımları da önemsiz değildir. Örneğin Yargıç Brandies’ın Siyonist
programın tamamlanabilmesi için yerine getirilmesi gerektiğini düşündüğü üç
koşul bugün bile çok kritiktir: 1) Yalnızca Filistin’de bir Yahudi yurdu
kurulmamalıdır, Filistin bir Yahudi yurdu haline gelmelidir; Yargıç’a göre, bu
ilkeye zaten Balfour Deklarasyonu ve Paris Barış Konferansı bağlılığını teyit
etmiştir. 2) Yahudi Filistin’e ekonomik hareket alanı sağlanmalıdır; sağlıklı
bir toplumsal yaşam için kendi kendine yeterlilik gerekmektedir, bunun için
Filistin’de küçük bir bahçeye değil, münasip hudutlara ihtiyaç vardır. Bu da,
Brandies’a göre, Kuzey’deki su kaynaklarının kontrolü demektir. 3) Brandies,
kuşkuya yer bırakmayacak şekilde konuşmaktadır: Gelecekteki Yahudi Filistin,
sağlam bir ekonomik yaşamın kalbinde yer alan toprağı ve doğal kaynakları
kontrol etmelidir. Yaratılan ve yaratılacak değerler, özel kişilerin ellerine
değil, Devlete gitmelidir. Söylemeye gerek bile yok, Lord Balfour bu üç koşulla
da tamamen hemfikirdir. Üstelik Balfour, Filistin’de Siyonizmin ‘ulusların
kendi kaderini tayin hakkı’ çerçevesinde değerlendirilemeyeceğini de itiraf
etmektedir; Siyonizm, bir bölgede zaten var olan bir topluluğun kaderini tayin
etmesi değil, bilinçli bir şekilde yeniden oluşturulan ve gelecekte sayısal
çoğunluğu ele geçirmesi hedeflenen sömürgeci bir inşa faaliyetidir.”
Altını
çiziyorum: Britanya ve siyonist yardakçıları açısından mesele, Filistin’de bir
Yahudi yurdu kurulmasından ibaret değildir; hedef, en başından itibaren,
Filistin’in judaize edilmesi, Filistin’in bir Yahudi yurdu haline
getirilmesidir.
Elbette
ilk hedefe de itiraz etmek mümkün; ama ilki ile ikincisi arasında fark, millet
inşası ile sömürge inşası arasındaki farka da işaret eder.
Yani
Filistin emeği ile Yahudi emeğini ayrıştırmak; Filistin topraklarına el koymak;
ve Filistinli köylüleri tehcir etmek, aynı soruna verilmiş cevapların farklı
isimleriydi. Hatta tehcir, emek ve toprak sorununun bir türevi olarak bile
görülebilir.
Öte
yandan bu, David Ben-Gurion’un merkezinde yer aldığı siyonizm ile Ze’ev
Jabotinski’nin merkezinde yer aldığı siyonizm (“revizyonizm”) arasındaki farkın
sınırlarını da belirler. İngiliz hükümeti, siyonist projenin liderlerini
iktisadi olarak kendi kendilerine yetmeleri için teşvik etti ve doğal
kaynakları onlara emanet etti. Bu şekilde siyonist ekonomi, toprak ve işgücü
piyasası gibi Filistin ekonomisinden ayrıştırıldı ve bir Yahudi iktisadi
bölgesi yaratıldı. “İşçi Siyonizmi”nin kontrol ettiği Yişuv, bu ayrıştırılmış
işgücü piyasasının belkemiği, sömürgeci faaliyetin odak noktasıydı.
Ne
var ki Nur Masalha, Yişuv politikası için şu tespiti yapıyor: Tek tip olmaktan
uzak olsa da, Filistin’deki “Arap sorunu”nun çözümüne ilişkin temel varsayımlar
genel olarak ortaktı ve temel farklılıklar taktik, retorik ve üslup
düzeyindeydi.
İşçi
Siyonizminin ana kollarından, Ben-Gurion’un kurucusu olduğu Mapai lideri Berl
Katznelson, Filistinlilerin tehcirinden (“transfer”) konuşurken, açıkça
Filistinli kiracı çiftçileri tekil olarak zaten her gün topraklarından
ettiklerini, ama bunun daha sistematik ve ulusal çapta uygulanmasını
istediklerini (“zorunlu transfer”) dile getiriyor.
Masalha,
bazı “marjinal” iki uluslu çözüm savunan gruplara rağmen, siyonizm içindeki ana
bölünmenin İşçi ve Revizyonist hareketler arasında olduğuna işaret ediyor.
Transürdün’ü de Filistin’e dâhil etmek için İngiliz mandasının “revizyonunu”
savunan Revizyonizm, Yişuv’a egemen İşçi Siyonizminin “pragmatik, aşamalı ve
esnek” yaklaşımının aksine, maksimalist ve uzlaşmaz tutumuyla tanındı.
Ne
var ki, yine Masalha vurguluyor, bu iki akımın “Arap sorunu”na ilişkin nihai
çözümler konusunda aralarında çok az fark vardı.
Hatta
Jabotinski ve Revizyonizmin (bugünkü Likud’un atası), Ben-Gurion ve İşçi
Siyonizmine göre çok daha açık sözlü olduğunu kabul etmek gerek. Jabotinski
şöyle diyor, Masalha aktarıyor:
“Siyonist kolonizasyon, en
kısıtlı haliyle bile, ya sona erdirilmeli ya da yerli halkın iradesine karşı
gelinerek sürdürülmelidir. Bu kolonizasyon, bu nedenle, yalnızca yerel halktan
bağımsız bir gücün koruması altında, yerli halkın aşamayacağı demir bir duvar
arkasında devam edebilir ve gelişebilir. Bu, Araplara karşı politikamızın
tamamıdır. Bunu başka bir şekilde ifade etmek ikiyüzlülük olur.” (s. 28)
Sonra,
eski İsrail Cumhurbaşkanı Hayim Vayzman’ın görüşleri var. 1937’de yayımlanan ve
Britanya’nın “bölünme”yi ilk kez zımnen kabul ettiği metin sayılan Peel
Komisyonu raporu yayınlandıktan sonra Vayzman, “Arap sorununa temel çözüm”
olarak adlandırdığı siyonist seçeneklerin ikiye indirgendiğine işaret ediyordu:
Birincisi, bölünmeyi reddeden ve “transferi” (yani tüm Filistinlilerin
tehcirini) talep eden maksimalist bir yaklaşımdı. İkincisi ise, kısa vadeli ve
taktiksel bir temelde bölünmeyi kabul eden, karşılığında ise tam olmasa da
önemli ölçüde “transferi” öngören pragmatik bir yaklaşımdı.
Nitekim
Tom Segev, Ben-Gurion ile Jabotinski arasındaki farkı şöyle tarif eder:
“Jabotinski, Ben-Gurion’un
Marksist olduğundan daha fazla faşist değildi. Ben-Gurion, Jabotinski’den daha
az milliyetçi veya militarist değildi. Siyonist hareket içindeki sağ-sol
ayrımı, büyük ölçüde temel değerlerden ziyade tarz ve çalışma biçimleriyle
ilgiliydi. Büyük resimde, bu fikirlerden çok iktidar mücadelesiydi. Jabotinski,
liberal demokratik fikirleri ve serbest piyasayı benimsemişti, fakat devlet
destekli kalkınma ve yerleşim projelerini reddetmiyordu; Ben-Gurion, kendini
sosyalist olarak tanımlıyordu, fakat özel teşebbüsü reddetmiyordu. O aslında
bir sosyal demokrattı.” (s. 256)
İsrail
“halkını” oluşturan süreç, az çok bu iki yaklaşımın “kavgası” ile belirlendi.
Üstelik,
nihayetinde, Jabotinski’nin çizgisinin -eşyanın tabiatı gereği- galebe çaldığı
bile söylenebilir. Jabotinski’ye göre, Filistinlilerle, Yahudilerin çoğunluğu
oluşturacağı ve sonunda bir devlet kurmasına izin veren bir anlaşma imzalamak ki
bu, 1920’lerde ve 1930’ların başında İşçi Siyonizmi grupları tarafından açıkça
savunuluyordu, ne mümkün ne de arzu edilebilirdi. Aksine, Jabotinski için, bir
çatışma doğal ve hatta kaçınılmazdı. Ürdün Nehri’nin her iki yakasında Yahudi
egemenliğini ancak Yahudi silahlı garnizonunun oluşturduğu bir “demir duvar” güvence
altına alabilirdi.
Meir
Bar-Ilan, bunu çok daha açık sözlü bir şekilde dile getiriyordu:
“Siyonizmin temeli, İsrail
topraklarının bizim olduğu ve Araplara ait olmadığıdır. Bunun nedeni, onların
geniş topraklara sahip olması ve bizim ise çok az toprağa sahip olmamız
değildir. Filistin’i talep ediyoruz çünkü o bizim ülkemiz.” (Masalha, s.79)
Tüm
bunlar akılda tutulduğunda, şu sonuca varırız: Fransızlar Cezayir’de,
İngilizler Hindistan’da, Almanlar Polonya ve Ukrayna’da ne kadar “halk”
idilerse, siyonist yerleşimciler de Filistin’de o kadar “halk” sayılmalılar.
Siyonist rejimin nasıl yıkılacağı/yıkılıp yıkılamayacağı, nükleer güce sahip
sömürgeci bir gücün salt askeri taktiklerle geriletip geriletilemeyeceği,
sömürgeciliğe karşı savaşlarda “metropol”deki iç gerilimlerin nasıl
yönetileceği ve ittifakların nasıl şekillenmesi gerektiği türünde tartışmalar
önemsiz değil.
Ama
önce her şey yerli yerine oturmalı. 20. yüzyılın belki de en kanlı sömürge
savaşlarının birinden yenilgiyle çıkan ülkenin komünist partisi, barbarlığı
durdurmakta başarısız olduğu için kendisini de eleştirdiği bir bildiride
şunları yazıyordu:
“‘Göze
göz’ kuralı geçerli olsaydı, Alman halkının hali nice olurdu?”[5]
“En
azından, sitem edebilecekleri bir ‘halk’ vardı” diyerek kendimizi avutuyoruz.
Erman Çete
18 Haziran 2025
Dipnotlar:
[1] Lenin’in “Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme politikası”nda, savaşın
emperyalistler arasında olduğu mesajı açık değil mi? İsrail ile İran arasındaki
savaş, acaba hangi emperyalistler arasındaki savaşa işaret ediyor? Örneğin Çin
ve Rusya emperyalistse, İran nasıl bir “bağımlı” ülke ki, bu “emperyalistler”,
İran’ı askeri olarak kurtarmak için parmaklarını kıpırdatmıyorlar? Kavramların
üzerinde tepinmek neyse de, hakikatin üzerinde bu denli tepinmek de mi
“post-truth” çağına ait? Bir de, Los Angeles’ı görenler, neden ABD’de “iç
savaş” çağrısı yapmaktan imtina ediyorlar?
[2]
Yazının ruhu zaten bu olduğu için dipnot düşüyorum: Araplar, Farslar, Kürtler,
Türkler veya Filistin’in, Yemen’in, Irak’ın Yahudileri, Orta Doğu’nun otokton
halklarıdır ve bu topraklarda milli ve/veya dini haklara sahiplerdir. Siyonist
yerleşimcilerin böyle bir hakkı yoktur. O nedenle, özellikle Kürt halkı söz
konusu olduğunda, Kürdistan ile İsrail’in adını yan yana anmak, hassaten
Barzani yanlısı Kürt milliyetçilerinin en büyük basiretsizliklerinden
sayılmalı.
[3]
Aslında bir süredir, siyonizmin bu emperyalist çağa özgü mitsel niteliklerini
yazmak için fırsat yaratmaya çalışıyordum ama bir türlü elim gitmedi. Şimdilik
sadece şunu not ediyorum: Siyonizmin kurucusu babası Herzl’in Niçeci
“aristokratik isyan” ile ilişkisi giderek daha fazla deşiliyor. Herzl’in
Avrupa’daki Yahudiye atfedilen “marjinalliğe” yanıtı, Niçeci bir “üst
insan/Yahudi” kurgusu olarak beliriyor: Yahudi yığının üzerinde yükselen,
varoluşsal sınırları zorlayan bir birey. Herzl’ın dostu ve yoldaşı Max Nordau,
tıpkı Nietzsche gibi, Avrupa kültürünün “dejenere” olduğunu düşünüyordu. Herzl
de en nihayetinde özgür, yaratıcı ve gururlu “otantik” Yahudinin Avrupa
dışında, Siyon’da yaratılacağı sonucuna varmıştı.
[4]
Siyonizmin, tıpkı diğer sömürgeci girişimler gibi, bünyesinde güçlü bir
“kolektivist” damar barındırması, onu sosyalist yapmaz. Sanayileşmenin
risklerinden ve getirdiği kötülüklerden kurtulma, kent yerine kıra mistik bir
özlem duyma, belli-belirsiz bir tarımsal ütopyaya sarılma veya toprakla haşır
neşir olmayı sanayiye üstün tutma, “emeğe” yapılan övgü… Bunların hepsi,
sömürgeci unsurlarda yerleşik özellikler olarak öne çıkar. Nahum Gross, 1990
tarihli makalesinde, kırdaki tarımsal siyonist yerleşimlerin bel kemiğini
oluşturacak kooperatif birliklerin kurulmasının kapitalist şirketlerin yerini
alacak bir uygulama olduğuna işaret eder. Pappe’ye göre bu, “siyonist
sosyalizm” gibi düşüncelerin doğru olmadığını gösteriyor. Ernest Gellner ve Gerşon
Şafir de erken dönem “siyonist sosyalizmi”, düşmanca koşullarla çevrili
siyonist hareketin taktik bir hamlesi olarak değerlendirir.
[5]
Almanya Komünist Partisi (KPD), uzun yıllar boyunca yeraltına itilmesine
rağmen, Hitler’in düşüşünün ardından Kızıl Ordu’nun kurtardığı bölgelerde
bildiri yayınlayan ilk partiydi. Bu söz de 11 Haziran 1945 tarihli “Alman
Komünist Partisi Merkez Komitesi Bildirisi” başlıklı metinde geçiyor. Belgenin
tamamını yakında çevirmeyi umuyorum.
Kaynakça:
Gershon Shafir, “Zionism and Colonialism: A comparative approach”, The
Israel/Palestine Question: A Reader içinde, Yayına Hz.: Ilan Pappé, 2007,
Routledge, s. 81-96.
Ilan
Pappé, “Zionism as Colonialism: A Comparative View of Diluted Colonialism in
Asia and Africa”, South Atlantic Quarterly 107:4, Sonbahar 2008, s.
611-633.
Jacob
Golomb, “Thus Spoke Herzl: Nietzsche’s Presence in Herzl’s Life and Work”,
The Leo Baeck Institute Year Book, Cilt 44, Sayı 1, Ocak 1999, s. 97–124.
Nur
Masalha, Expulsion of the Palestinians: The Concept of “Transfer” in Zionist
Political Thought 1882-1948, Institute for Palestine Studies, Washington,
D.C., 1992.
Tom Segev, A State at Any Cost: The Life of David Ben-Gurion, çev. Haim Watzman, Farrar, Straus and Giroux, 2019, New York.