31 Ocak 2022

, , ,

Yurtseverlik

“Tezat” kelimesinin sözlükteki anlamı, çelişme, karşıtlık, tutarsızlıktır. Ülkemizdeki sol sosyalist hareketleri tanımlamak için belki de kullanılacak en güzel terim bu.

Bizim ülkemizdeki sorunlara değinmeden önce, Lübnan gezimdeki edinimlerimden bahsetmek istiyorum kısaca. 

Refik Hariri havalimanından çıktığınızda yol boyunca karşınıza Kasım Süleymani, Bedrettin, İmad Muğniye gibi şehitlerin posterleri ve Filistin direnişini simgeleyen afişler çıkıyor. İlk başta içinizde, Lübnan’ın tamamının bu şekilde olduğu yönünde bir his uyanıyor. Ama hayır, bu sadece Dahya bölgesi, yani Hizbullah’ın kontrolündeki bölge. Stadyumu geçip yavaş yavaş Hamra’ya ulaştığınızda Batılı şirketlere ait banka gökdelenlerini görürsünüz. Ve yine Ortadoğulu ve batılı zenginlerin yaşadığı lüks rezidanslar sonu yokmuş gibi tepenizde uzanır. Caddelerde lüks araçları görmek hiç şüphesiz şaşkınlığa yol açar. Çünkü sanayisi yoktur Lübnan’ın, endüstriyel bir gelişmeye sahip değildir. “O zaman bu lüks araçlar ve lüks gökdelenler kimlerin?” sorusu belirir akılda.

Lübnan farklı din ve çok sayıda mezhebe ev sahipliği yapan dünyadaki tek ülkedir. Ama sınıflandırırsak iki farklı kitle ortaya çıkar: biri Hizbullah kontrolündeki Emel hareketi yani Lübnan Yurtsever hareketi, diğeri ise Batı yanlısı Amerikancı kitle. Hamra ve diğer zengin bölgelerde yaşayanlar Batı yanlıları ve çok lüks bir yaşama sahiplerdir. Filistin kamplarının olduğu, çoğunluğu yoksul insanların yaşadığı Güney Beyrut ve Dahya ise Hizbullah’ın bölgesidir.

Hamra’da üzerlerinde UN (Birleşmiş Milletler) yazılı cipler çokça vardır. Ama bu araçlar belli bir bölgede gezinir. Güneş gözlüklü akıcı İngilizce konuşan batılı UN çalışanları hemen dikkatinizi çeker.

Ağır silahlarla donatılmış Lübnan ordusu askerleri UN çalışanlarına karşı çok samimidir. Neden mi?

Çünkü UN’in oradaki amacı, İsrail’i korumak ve Hizbullah ile birlikte gelişen güçlenen yurtsever hareketi bitirmek. Zengin sınıfı yurtsever direnişe karşı beslemek ve ayakta tutmak. Ama bunda başarısız oldular. Zengin sınıf yaşantısıyla meşgul olurken, yoksul sınıf her geçen gün artan sefalet karşısında direniş saflarına yöneldi. Özelikle Sünni mezhepten kişilerle konuştuğunuzda “ülkedeki sıkıntının ve sefaletin sebebi Hizbullah” der. “Çünkü Hizbullah var olduğu sürece Batılı ülkeler yardım etmek istemiyormuş ama yine de Hizbullah’a katılım çok” diye de ekliyorlar. “Şiiler mi katılanlar?” diye sorduğumda ise, “Hizbullah Şii bir hareket ama Sünniler de, Hristiyan solcularda katılmaya başladı?” cevabını verdiler hep. Ve bu da gösteriyor ki Lübnan yurtsever direnişi her görüşten ve insandan oluşuyor. Direnişin çekirdeği Şiiler gibi gözükse de aslında temelinde Lübnan Komünist hareketi vardır.

Lübnan iç savaşında işgalcilere ve işbirlikçilerine karşı ilk ayaklanan Lübnan Komünist partili gençlerdi. Hizbullah’ı basit tabirle “dinci bir yapı” olarak yorumlamak tamamen yanlıştır. Hizbullah, dinî ve Marksist kurtuluş teorisinin vücut bulmuş hâlidir.

2000’lerden itibaren Lübnan’a baktığınızda Emperyalistlerin ve Siyonistlerin işgal girişimlerini ve onlara karşı zafer kazanan yurtsever direnişi görürsünüz. Bir tarafta ilahiler çalınırken, bir başka tarafta Sovyet ulusal marşı kulağınıza gelir, çok şaşırmıştım duyduğumda. Evet bize yabancı bu tür şeyler. Ama diğer uluslara normal, örneğin Nikaragua’da Sandinist devrime en büyük katılımlar Kilise ayinlerinde olmuştur ve birçok rahip devrime destek verdikleri için katledilmiştir.

Lübnan yurtsever direnişi içerisinde Şii’sini, Sünni’sini, Ortadoks’unu, Katolik’ini, Solcu Dürzi’leri ve komünistleri barındıran devasa bir hareket. Bundandır ki Lübnan işgal edilemiyor ve Lübnan bugünün Vietnam’ı.

Ülkeyi işgal etmek isteyenlerin canına okuyor. Ekim 2021’de Beyrut limanındaki patlamayı soruşturan yargıç Bitar, delilleri çarpıtarak Hizbullah’ın önde gelen isimlerini davaya katıp soruşturmayı batının istediği biçimde sürdürmeye kalkışması ve patlamada Hizbullah’ı hedef göstermesi sonrası adalet bakanlığı binasına yürüyüş gerçekleştiren Emel Hareketi üyelerine keskin nişancılar tarafından ateş edilmiş, ardından yurtsever direniş sokağa inmiş ve kısa sürede Beyrut’un birçok bölgesinde kontrolü ele almıştı. Hizbullah sokağa inerek Batılı ülkelere ve onların yanlılarına direnişin gücünü göstermiş ve ne pahasına olursa olsun emperyalizme geçit vermeyeceklerini açıklamıştır.


Gelelim bize.

İki hafta kadar önce sol sosyalist hareketin önde gelen temsilcileri HDP’nin çağrısı doğrultusunda bir araya geldi. Ve yaptıkları görüşme sonrası üçüncü bir ittifakın temellerini attıklarını açıkladılar. Demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi naralar attılar. İttifaka ise “Yurtsever” adını verdiler. Şaka gibi. En ufak bir korku, düşmanda en ufak bir tedirginlik havası estiremediler. Artık gün gibi açık ki aşırı sağ ülkede kontrolü ele geçirmiş durumda, devletin her kademesine hâkimler, silahlı ve ekonomik güçleri doruk noktasında, suç örgütleri ile sokaklara hükmediyorlar. İstedikleri gibi adalet dağıtıyorlar. Onlar bu kadar güçlüyken, birkaç kişi kendilerini devrimci mücadelenin sahipleri gibi gösterip gündeme gelme peşinde. Her ne kadar kendilerini naza çekseler de hemen hemen hepsinde HDP safına geçip daha öncekiler gibi milletvekili olma aşkı var.

Biz Avrupa devletleri gibi gelişkin bir ekonomiye de demokrasiye de sahip değiliz. Haliyle, bizim gibi ülkelerde orman kanunları yürürlüktedir. “Güçlü zayıfı ezmeli” stratejisi hâkimdir. Bu doğrultuda aşırı sağ, sola karşı tüm şiddetiyle saldırırken, tutuklamalar ve infazlarla devrimciler yok edilirken “demokrasi, sağduyu” mesajları vermek işbirlikçiliğin en somut örneğidir.

Yüzyıllık bir geçmişi olan Türk solu ne yazık ki Mustafa Suphi ve yoldaşlarının mirasını yarınlara taşıyacak iradeye sahip değildir. Seksen sonrası gelişen Kürt hareketi ajitasyon ve batının desteğiyle güçlenerek, sınıf mücadelesini kendi eksenine alıp, devrimin ancak kendilerinden geçtiği tezini vurgularken, kendilerinden olmayanları “faşist, devletin yardakçısı” olarak nitelemektedir. Kitlesi olmayan sol hareketler ise taban oluşturmak için Kürt sorununu şahsi bir mesele gibi ele almaktadır.

Oysa bütün ezilenlerin kurtuluşu sosyalizm iken, ancak ve ancak devrim ortak bir şuurla gerçekleşebilir iken taraflı hareket etmek ve şahsi çıkarları ön planda tutmak düşmana güç kazandırmaktan başka bir işe yaramaz.

Devrimci mücadele yok hükmünde, sol tezat içinde, medeti Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi sağ kökenli liberal kişilerde arıyor. Sol sosyalist mücadeleye önderlik edecek kişi ve hareket yok.

Lübnan direnişi, Kuzey İrlanda’da seçimleri kazanan IRA’nın siyasi kanadı Sinn Fein, Nikaragua’da yönetimi ele geçiren Sandinistalar, Kolombiya Halk Cephesi, Meksika Zapatista kurtuluş hareketi, Küba gibi emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşan, direnen hiçbir hareket ve ülkeyle Türk solunun bağlantısı yok. Tamamen dünya emek mücadelesinden kendisini izole etmiş, içeride işbirlikçi tutumuyla az da olsa var olan devrimci insanları zafere olan inancından kopartmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bize Lübnan yurtsever direnişi gibi bir hareket lazım. Gerektiğinde düşmanı iliklerine dek korkutan. Yoldaşlarına zaferi yaşatan. Umutsuzlara umut olan.

Can Şahin
30 Ocak 2022

30 Ocak 2022

,

Meth

Teori ve Politika, “Kızıl Bayrak yazarı H. Fırat, burjuvazinin bir kesiminin ardında saf tutmanın teorik-tarihsel gerekçesi olarak bugün de Marksizm civarında bütün canlılığıyla yaşayan bir burjuva cumhuriyetçi eğilimin reddinin Marksist örneğini sunuyor” diyor[1], oysa kendisi, o burjuva cumhuriyetçi eğilimi savunuyor, ezilenleri o eğilime kul etmeye çalışıyor, bu eğilim için teorik-tarihsel gerekçeler uyduruyor. 

Son on yıldır CHP güzellemesi yapmakla meşgul olan dergi, ittifaklar konusunda yapılan tartışmaya sunduğu katkısında da dolaylı olarak CHP’yi işaret ediyor, bunun için İbrahim Kaypakkaya’nın kasketini çıkartıp yerine kalpak geçirmeye çalışıyor. Özünde dergi, devletin kendisine verdiği görevi yerine getiriyor.

Kızıl Bayrak güzellemelerinin sebebi ise bölme ve tasfiye sırasının bu örgüte gelmiş olması. Yirmi beş yıl önce çıkarttığı taslak metinde H. Fırat’a “sen aptalsın, bizim yazdıklarımızı anlamazsın”[2] diyen TP, bugün H. Fırat’ı göklere çıkartıp budünyadan kovmaya çalışıyor. Çengel atıyor, boncuk dağıtıyor, fikri ayrışmaya itip örgütü çatlatmaya gayret ediyor. Yeni dönemin Türkiyesi ve siyaset, bu tür acentelerle ilerliyor.

Çünkü doğru yanlış, az çok, belirli bir sınıf çalışmasını öne alan bir örgütten söz ediyoruz. Bu örgütün cumhuriyet ideolojisini sorgulaması, birilerini rahatsız etmiş olmalı. O ideoloji, kimilerinin altına araba, arabasına benzin koyuyor, tüm işçi direnişlerini o kişilere gezdirtiyor. O kişiler, sonra CHP’ye oy topluyorlar. Devlet, bu sayede ayakta kalabiliyor. Sosyalist hareketin sinir uçları bu sayede köreltiliyor. Bu şekilde hareket, sermayenin ve devletin dişine uygun kıvama getiriliyor.

* * *

Meth, “fakirlerin kokaini” olarak anılıyor. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ilkin askerler arasında yaygınlaşıyor. Bugünse Tayland, Tayvan gibi yerlerde işçilere dağıtılıyor. Aşırı dopamin salınımına sebep oluyor, sonra o kaynağı kurutuyor, kendisine bağımlı kılıyor. Derin umutsuzluğa sürüklüyor. Önce ayakları yerden kesiyor, sonra ayakları işlemez kılıyor. Tıpkı küçük burjuva sol gibi.

Yukarıda bahsi edilen acenteler, meth türü bir işleve sahip. Halk hareketi, işçi hareketi ve sosyalist hareket, bu acenteler eliyle uyuşturuluyor. Sinir uçları törpüleniyor. Adına müesses nizam, iktidar veya devlet denilen mekanizma, bu acenteleri sinir uçlarını yok etmek için kullanıyor.

Yüz yıldır devlet ve sermaye, içe yerleştirdiği ekipleriyle yol alıyor. Küçük burjuva, bu işleri üstleniyor. Herkesi kendisine mecbur ediyor, hareketle mülkiyet ve rekabet üzerinden ilişki kuruyor, işin başı ve sonu olma kararlılığı sebebiyle ne işi örgütleyebiliyor ne de işe örgütlenebiliyor. Meth türü uyuşturucuları en çok küçük burjuvazi pazarlıyor.

* * *

Bir kazık çakılıyor. O kazığın bir ucunda demokrasi, diğerinde cumhuriyet duruyor. Kazığın hangi tarafının toprağa çakılacağı konusunda boş bir tartışma sürüyor. Buna da “siyaset” deniliyor. Ne demokrasinin ne de cumhuriyetin Marksizm düzleminde eleştirilmesine izin veriliyor. Marksizm, ikisine asla dokunamıyor.

O kazık, kabile putları türünden bir kutsiyete, paganlara has bir dokunulmazlığa sahip. Herkes etrafında dönüyor. Tavaf ediyor. O demokrasi ucunu veya cumhuriyet ucunu, halk, işçi ve ezilen adına eleştirenler, o kazığın dibine gömülüyorlar. Halktan, işçiden, ezilenden kurulacak demokrasiye ve cumhuriyete asla inanmıyorlar. Bütün teori, ideoloji ve politika, o kazığa göre inşa ediliyor, şekillendiriliyor. Mutlak ve kutsal kabul edilen kazığı koruma işini, gene küçük burjuvalar üstleniyor.

Kazığı, eksiği-yanlışı ile (pratikte) Müslümanlar ve Kürdler eleştiriyorlar. Oraya bağlanmak isteyenler, meseleyi demokrasi ve cumhuriyet içinden ele alıyorlar. Kürdler cumhuriyeti; Müslümanlar demokrasi kurgusunu eleştiriyorlar, nereyi eleştiriyorlarsa, oradan bağlanıyorlar. Kimi solculara da din ve millet eleştirisi üzerinden, o kazığı savunmak ve Müslüman’la Kürd’ü kazığa döve döve bağlamak düşüyor. Kazık, demokrasi ve cumhuriyetin sahipleri adına koruma altına alınıyor, Kürd ve Müslüman, bu yüzden dövülüyor.

Kazığı savunanların Müslüman’a ve Kürd’e yönelik tepkilerinde haklı oldukları yanlar var elbette. Bu iki pratik eleştiri, sorumlulukların ve işin üzerinden atlıyor. Sorumluluk almak ve çalışmak istemeyenler, Müslüman’ın ve Kürd’ün kimi ellerde yavanlaşan eleştirilerine bağlanıyorlar. Ama boş gösteren olarak sol da Müslüman ve Kürd içerisinde yanan ateşten kaçmanın adı hâline geliyor. O da oradaki sorumluluğu ve işi görmüyor. Küçük burjuvalar arası didişmeler, halkı, işçiyi ve ezileni zerre ilgilendirmiyor. Sınıf mücadelesi, saf, steril, gerçekten kopuk, gayrı maddi bir âlemde gerçekleşmiyor. Somutta karşılıklar bularak ilerliyor. Teori, ideoloji ve politika, bu mücadeleden münezzeh değil.

* * *

Halkın, sınıfın ve ezilenin sinir uçlarını uyuşturmak için bizzat devlet eliyle kurulmuş olan partinin yöneticisi olarak Aydemir Güler, “Mustafa Suphilerin bağımsızlık, laiklik ve cumhuriyet için dövüştüğünü”[3] söylüyor. Bugün kendi aldığı küçük burjuva konumu tarihsel zemine oturtmaya çalışıyor. Bunu da herkesi kandırarak yapacağını sanıyor.

“Gelmeselerdi, miras olmazdı” diyor. Oysa Güler, 2004 civarı Habertürk TV’ye çıktığında, o günlerde birilerine mesaj yollamak adına, “Suphiler ölmeye geldiler, biz ölmek değil, yaşamak istiyoruz” diyordu. Bu yalvarmanın karşılığını aldı, devlet, partiye gerekli icazeti verdi. Gülerler de bilimcilik diniyle kutsanmış steril ve tatlı hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiler.

O günden beri TKP, esasen resmi TKP’nin boşluğunu dolduruyor. Mustafa Suphilerin örgütlendikleri ulusal kurtuluş davasından da örgütlemek istedikleri toplumsal kurtuluş kavgasından da fersah fersah uzakta duruyorlar. Ne ulusla ne de toplumla alakaları var. Alakayı, bağı sadece sermaye ve devlet tayin ediyor. Sermaye ve devlet istedi diye semtevleri açılıyor, halk istediği için değil. Çünkü parti, halktan nefret ediyor. O nefret, en çok da pandemi döneminde açığa çıktı.

Güler ve partisi, anakronizme kayarak, "Suphilerin bağımsızlık, laiklik ve cumhuriyet kavgası verdiği" yalanına sarılıyor. Oysa Suphiler, bu üçlünün sınıfsal-politik anlamını öğreten bir coğrafyadan geliyorlar. Üç kavram, sütten çıkmış ak kaşık olarak ele alınıyor, o kaşıklar, sonra bir burjuvazinin, bir devletin tabağına sallanıyorlar.

TKP, devletin kazığı etrafında dönmeye alışkın olduğu için, bağımsızlığın devletle, laikliğin sermayeyle ilişkisini görmüyor, sorgulamıyor. Cumhuriyetin ilk döneminde yapılanları sınıf dışı kabul ediyor, sorgulanamaz kılmaya çalışıyor. Devleti ve sermayeyi aklamak, halkı, sınıfı ve ezileni onlara bağlamak için var.

TİP, bu konuda daha acul ve istekli. Utanma nedir bilmeden, “Burjuvazyanın parlamenterizm vasıtasıyla mağlup edilmesinin bir ütopya olduğu tarih ile sabit oldu. Burjuvazya ile uyuşup yaşayarak fakir halklara hayırlı hidmetlere çalışmak üstad-ı âzam Karl Marks’a ihanetten başka bir şey değildir”[4] Suphi’yi meclis koltuklarından anabiliyor. Görevini ifa ediyor.

* * *

“Mustafa Suphilerin öldürülmesi emrini kim verdi?” türünden polisiye sorulara önem vermemek gerekiyor. Bu soruya solun ekseriyeti, artık “Enver Paşa” cevabını veriyor. Bu bilgiyi nasıl oluyorsa, bir valinin oğlu, "gazeteci-tarihçi" Murat Bardakçı’dan alıyor. İttihatçılarla Kemalistler arasındaki ayrım ile ilgili tespit üzerinden Suphilerin katiline ulaşıyorlar. Dönemin Trabzon valisinin kimin adamı olduğunu sorguluyorlar, ama o valiyi kimin hangi dönemde işbaşına getirdiğine bakmıyorlar.

Bizzat emri kimin verdiğinin bir önemi yok. Suphileri, bugün Aydemir Güler’in müdafaa ettiği “bağımsızlık”, “laiklik” ve “cumhuriyet”in sahipleri katletti! O sahiplerle mücadele etmeyenin bu gerçeği görmesi, göstermesi mümkün değil. Bugün bilimin sahiplerini sorgulamayanların, bu üç kavramın gerçek sahiplerini sorgulamaları beklenemez.

Bugün metal işçisine esaret ve teslimiyet sözleşmesini dayatan sendikanın yönetiminde olan resmi TKP’liler, Suphilerin dişini sökmek için uğraşıyorlar. Pürüzleri, o efendiler için temizlemek için çalışıyorlar. Ruhi Su’nun Onbeşler ile ilgili bestesini ninni formuna kavuşturup spotifaylaştıranlar, sinir uçlarını köreltmek için varlar.

* * *

Sinir uçları köreldi. Artık sol sosyalist hareket, eskiden verdiği doğal tepkilerden bile uzaklaştı. Halktan, işçiden ve ezilenden bağımsızlaştı, laikleşti, kendi özel cumhuriyetini inşa etti. Bugün bağımsızlığını, laikliğini ve cumhuriyetini kime borçlu olduğunu düşünüyorsa, ona hizmet ediyor. Artık tek derdi, beka. 

Baş olacağı düşünülen ayaklar yerden kesilmiş. Küçük burjuva şefler, şimdilerde Meth’averse âlemlerinde şarkı söyleyip içki içerek devrim yapmanın hayalini kuruyorlar. Halkın, işçinin, ezilenin somut, maddi ve gerçek derdine örgütlenecek irade ve fikir kalmadı.

Eren Balkır
30 Ocak 2022

Dipnotlar:
[1] “Tvitler”, 30 Ağustos 2021, TP.

[2] “H. Fırat adlı, büyük giyim firmalarının çizgilerini taklit ederek Anadolu’ya pazarlayan Mahmutpaşa eşrafı tarzında, ikinci sınıf sosyalizmcilik modasının bir kesimde temsilcisi olan ve fason teori üretmeye kalkışan yazar” [Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra, “Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı”, Nisan 1993, TP.]

[3] Aydemir Güler, “On Beşleri Hatırlamak”, 29 Ocak 2022, Sol.

[4] Mustafa Suphi, “Türk İştirakiyyun Kongresi Nutku”, 22 Temmuz 1918, İştiraki.

29 Ocak 2022

,

Mustafa Subhi Rusya’da

Türk enternasyonalisti, Türk Komünist Partisi kurucularından Mustafa Subhi Mevlevizade’nin faaliyetleri birçok defa araştırmacıların ilgisini çekmiştir.[1] Yine de hayatının kimi sayfaları ortaya çıkarılamamıştır. Bu [dönem] özellikle Subhi’nin Fransa’daki faaliyetleri ve Fransız sosyalistleriyle ilişkisi, Çarist hükûmet tarafından Türk vatandaşı olarak 1. Dünya Savaşı’nda Uralsk’taki devrimci faaliyetleri vb.’dir. Arşiv dokümanlar ve süreli yayınlar ile Subhi’nin yaşamını ve 1914-1915’te Türkiye’den Kırım’a ve Kaluga’ya geçişini aydınlatmaya çalışacağız.

Subhi’nin sosyal faaliyetleri Fransa’da Sorbonne Sosyal Bilimler Fakültesi’ndeyken başladı. Yurduna döndükten sonra İstanbul’da ders verdi, muhalif İfham gazetesini bastı, Millî Meşrutiyet Fırkası grubunun bir üyesiydi.[2] 1913’te, Genç Türk hükûmetinin siyasetini eleştirdiği için Enver Paşa, Subhi’yi tutuklatıp o dönemin mevcut düzeninde birçok muhalifin yattığı Türk Bastille’ine, Sinop Kalesi’ne sürdü. Bu kalede mahkûmların durumu biliniyordu, özellikle Sinop’taki Rus konsolos yardımcısı V. Cuiçi’nin İstanbul’daki başkonsolosluğa ve St. Petersburg’daki Dış İşleri Bakanlığı 1. Departmanı’na yazdığı raporlarında [bu görülüyordu]. 15 Haziran 1913’te (bu ve sonrasında eski tarihle) konsolosluğa ve 24 Haziran’da dış işlerine yazdığı raporda Vezir Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesine dahiliyet dolayısıyla 600 şüphelinin Sinop’a sürüldüğü ve içlerinde bir yüksek öğrenim [“liseum”] profesörü M. Subhi’nin olduğunu bildiriyordu.[3] Konsolos yardımcısı, hepsinin mahkemesiz sürüldüğünü, 17’sinin -tanınmış yetkililer ve görevliler- şehirde denetim altında tutulduğunu not etti.

1914 baharında bir grup siyasi tutsak Sinop’tan kaçtı. Şehirde yaşayan birkaç tutsak nispeten daha hürdü. Kaçışı organize edenler onlardı. Rusya’dan dönen taka sahibiyle anlaşarak 24 Mayıs gecesi kayıkla denize açıldılar ve kendilerini ayın 29’unda Balıklava’ya ulaştıran takaya geçtiler. Daha sonradan 14 firari, güvenle Sivastopol’a ulaştı.[4] Birkaç Kırım ve St. Petersburg gazetesi, firar hakkında sansasyonel haberler yaptı. Nitekim, 30 Mayıs’ta Kırım Habercisi [Krymsky Vestnik, Крымский вестник] Subhi’nin bir askeri yoldaşı ile birlikte gazetenin yönetim merkezini ziyaretini haber verir. “Sivastopol’da Türk siyasi sığınmacıları” isimli bir haber yayınladı. Subhi, firarın koşullarından, Türkiye’de Jön-Türk rejimine ve onların gelecekteki planlarına dair muhalif fikirlerinden bahsetti. Aynı gün Sivastopol’dan aldığı bilgiyle Petersburg’da çıkan Söylev (Речь) gazetesi, firariler hakkında ufak bir haber bastı. Haklarında daha etraflı bilgi 31 Mayıs tarihli Petersburg Habercisi [Petersburg Kuriyer, Петербургский курьер] ve daha sonrasında ise Kazan [Казань] gazetesinde verildi.

Yerel yetkililer de ayrıca firarla ilgilendi. 29 Mayıs’ta belediye başkanına sığınmacıların gelişini bildirip haklarında takip başlatılmasını istedi. Petersburg’da ve Sivastopol’da kalmalarına itiraz etmediler ama devrimcilerin olup olmadığını öğrenmek istediler.[5] Sivastopol Jandarma Ofisi kaçanlar arasında Türk Genelkurmayı görevlileri, eski yetkililer, büyük tüccarlar, iki işçi ve -Van Genel Valisi’nin oğlu, bir muhalefet gazetesinin editörü- bir profesörün olduğunu öğrendiler.[6] Firariler, “Kazan” kahve dükkânında durakladılar, arkalarında gizli polis takibi vardı.

Subhi, yerel gazete bürolarını ziyaret etti, arkadaşlarıyla birlikte Bahçesaray’da şehrin manzara yerlerini inceledi, arkadaşlarıyla bir bankaya uğradı. Bir Bahçesaray gazetesi muhabiriyle yaptığı söyleşide, büyük bir çoğunluğu tüccarlar ve eski yetkililerden müteşekkil her vilayetten büyük sayıda siyasi tutsağın Sinop’ta olduğundan söz etti. Eskiden 1908 Jön-Türk Devrimi sonrası hayata geçen siyasi parti ve cemiyetlerin üyeleri olduklarını ve şimdi Jön-Türk iktidarının siyasetine muhalif olduklarını, devrimi derinleştirmek ve halkın durumunu geliştirmek için mücadele ettiklerini söyledi. Subhi, liderleri emekçi halka ve ulusal azınlıklara düşmanca tavır takınan ve dış politikada siyasetleriyle Türkiye’nin yarı-sömürge durumunu daha da kötüleştiren Jön-Türk Devrimi’nin ilgisizliğinden memnuniyetsizliklerini belirtti.[7]

Sivastopol Jandarma Ofisi yönetiminin bir raporuna göre, Temmuz 1914 başlarında Bakü’ye gitmek üzere ayrıldı.[8] Kısa süre sonra Bakü gazetelerinin birinde “Türkiye’nin Menfaat ve Selâmeti” isimli yazısını yayınladı.[9] Ayrıca Rusya’nın Dünya Savaşı’na dâhil oluşunun ilk günü 1 Ağustos’ta Kırım ve Kafkasya gazetelerinde de tekrar basıldı. Türk egemenlerinin Türkiye’yi Kayzer Almanyası’nın safında savaşa sokma niyetlerinden söz etti. Subhi savaşa dair tutumunu ve birtakım sosyal sorunları ortaya koydu ve bunları cevaplandırmaya çalıştı. Türkiye’de seferberlik ilanına ilişkin Türkiye’nin Avrupa savaşına girip Yunan problemini zor yoluyla çözüp çözmeyeceğini sordu. Yalnız Yunan meselesinin değil, diğer ciddi meselelerin de Avrupalı devletlerin dâhiliyeti olmadan, Türkiye’nin meseleyi çözemeyeceğini belirtti. Türkiye ne yapmalıydı, Üçlü Anlaşma [İttifak] safına mı, Antant [İtilaf] safına mı girmeliydi? Hiçbiri, Subhi herhangi bir askeri ittifaka dâhiliyetin zorluklarla dolu olduğuna inanıyordu. Ülke, savaşı değil, halkın yaşantısını geliştirmeyi düşünmeliydi. Türkiye için barış ne kadar uzun sürerse, o kadar iyiydi. Yazar, ülkesinin henüz geçmiş savaşlardan (İtalyan-Türk [Trablusgarp] 1911-1912 ve Balkan 1912-1913) toparlanamadığını, ekonomisinin daha yeni yeni yaralarını sarmaya başladığını, ülkenin Fransa’ya olan borcunu henüz ödemediğini ve bankaların işlerini henüz yoluna koymadığını belirtti. Türkiye Avrupa katliamına dâhil olmamalıydı. Ülkenin savaşan taraflardan birisine katılması halkın çıkarlarına zarar verirdi. Nihayetinde, hiçbir Avrupalı devlet Türkiye’ye ayakları üzerinde doğrulmasında yardım etmemişti. Onun sonucu: Yurdunun menfaati için ülkenin tarafsızlığa ihtiyacı vardı.

Daha henüz 1918’de Subhi, Sovyet hükûmetinin barış kararı ve dünya savaşının Leninist değerlendirmesiyle tanıştığında, tekrar Türkiye’nin savaşa katılmasının sonuçları üzerinde eğildi, ama [bu sefer] meseleyi pasifist bir konumundan değil, sınıf konumundan, devrimci konumdan ele aldı. Makalelerinde Rusya ve Türkiye tarihini karşılaştırarak geçmişlerinde ortak özellikler buldu ve yurdunun devrimci Rusya’nın yaptığı yoldan savaştan çıkmasını istedi. Almanya’nın müttefiki olarak Türkiye Kafkasya’da Rusya’ya karşı askeri operasyonlar yürüttü, birçok Türk askeri kendisini Rus esaretinde buldu. Subhi, hemşerilerinin yaşamları ve yaşam standartları ile ilgilendi. Batum’a ziyareti bir tesadüf değildi.[10] Kısa süre sonra yetkililerin emriyle Sarıkamış’tan, Artvin’den, Tiflis’ten, Sohum’dan, Batum’dan, Nahçivan’dan, Gagra’dan, Gudauta’dan ve Tuapse’den Türk savaş esirleri cephe hattından uzağa, Rusya’nın derinlerine sürüldüler. Aynı dönemde Rus hükûmeti, bütün Türk vatandaşlarını gözaltına almaya karar verdi. Subhi ve yoldaşları bunların arasındaydılar. 22 Ekim 1914’te 975 savaş esiri Kaluga’ya gönderildi.[11] Kasım başlarında Kafkasya’dan bir tren geldi. Subhi’ye ayrı bir sivil gözaltı olarak yaşama şansı tanınmıştı. İlk başta Starom Torg’da Orlov Podvorya’sına yerleşti, daha sonradan Blagoveşçenskaya Caddesi’nde bir apartmana taşındı.

Kaluga ilindeki Türk savaş esirleri, Moskova-Kiev Demiryolu Hattı’nın onarımında, pomeşçik mülklerinde, ekonomide ve Kaluga’nın kendisinde çalıştırıldılar. 1 Ocak 1915 itibariyle [Kaluga’da] 2000’i aşkın savaş esiri vardı.[12] Oblast arşivi kaynakları, Subhi’nin Kaluga valisine 29 Kasım 1914 ve 26 Temmuz 1915 tarihli dilekçelerini içermektedir. Subhi, İstanbul’da yüksek öğrenim enstitüsünde profesör olduğunu, politik ekonomi öğrettiğini ve aynı zamanda Jön-Türk yönetimine muhalif olan Türkiye’de yaşayan diğer halklar için idari özerklik savunan İfham gazetesinin direktörü olduğunu yazdı. Devamla bazı otobiyografik bilgiler verdi, Sinop’a sürgününden ve Batum’da gözaltına alınışından bahsetti[13], kendisinin ülkeyi felaket getiren bir savaşa sürükleyen Jön Türk hükûmetinin ilkeli bir muhalifi olduğunu ve Kafkasya gazetelerinin sayfalarında bu politikaya karşı çıktığını söyledi. Aynı zamanda anlaşılır sebeplerden dolayı kendi ülkesindeki sosyal ve siyasi faaliyetlerini gizledi. Sıkışık ekonomik durumundan söz edip kendisine bir siyasi sığınmacı için koruyucu pasaport ve bir geçim kaynağı sunulmasını istedi.

Kaluga valisi, Polis Departmanı’na bir araştırma talebi gönderdi, ayrıca polise başvuranın gerçek durumunu saptamasını istedi. 12 Ağustos 1915’te pristav [mübaşir] Subhi’nin 30 yaşında, bekâr olduğunu, ayda 15 ruble verdiği eşyalı bir odada kaldığını, Fransızca dersi verdiğini ve bundan 25 ruble kazandığını valiye bildirdi. Bu nedenle ödeneğin kendisine verilmesi reddedildi ve anlaşılan o ki pasaport meselesi mevzu bile edilmedi.[14] 9 Eylül 1915’te Kaluga valisi, St. Petersburg’dan Türk savaş esirlerinin ve sivil Türk tutukluların Uralsk’a gönderilmesi istenen bir telgraf aldı. Bir hafta sonra 741 kişi Kaluga’dan sürüldü. Bunların arasında Subhi de vardı.[15]

Urallar’da Subhi, devrimci Marksizme bir yönelim yaşadı. İşletmelerde esirlerle-emekçilerle çalışarak devrimci hadiselerin bir katılımcısı oldu, Rusça çalıştı, Urallar’ın Bolşevikleriyle temasa geçti, savaş esirleri arasında devrimci propaganda yürüttü ve 1915’te RSDİP saflarına katıldı.[16] Urallar’da Petrograd’da silahlı ayaklanmanın başarısını ve Geçici Hükûmet’in devrilişini haber aldı.

Subhi’nin yurdunun kaderine ve savaşın ne getirdiğine dair düşünceleri, Sovyet Rusya’da kendisinin redaktörlüğünü yaptığı Moskova’da NARKOMNATS’ta basılan Türk enternasyonalistlerinin organı Yeni Dünya (“Eni Dunya”, Ени дюнья) gazetesindeki makalelerine yansıdı. Daha sonradan kendisi Moskova’da, Kazan’da, Kırım ve Taşkent’te çeşitli parti görevlerini yerine getirdi ve Ukrayna’da Denikin’e ve Petluryacılara karşı savaştı.

Yeni Dünya, Sovyet hükûmetinin onun tarafından çevrilen dokümanlarını yayınladı, Brest-Litovsk barış konuşmalarında Kafkasya’nın bir kısmının Türkiye’ye teslimini öneren Jön-Türkler’in fetihçi emellerini ortaya çıkardı. Emperyalist müdahale ve iç savaş yıllarında Subhi, diğer enternasyonalistlerle birlikte, Sovyet iktidarını savundu. O, Komintern’in 1. Kongresi’nin delegelerinden birisiydi, başkanı seçildiği Türkiye Komünist Partisi 1. Kongresi’ni Eylül 1920’de Bakü’de örgütleyenlerdendi.

1921 başlarında Subhi yurduna döndü ama diğer arkadaşlarıyla jandarmalar tarafından yakalandı, öldürüldü ve Trabzon civarlarında denize atıldı. O kısa hayatı çok trajik bir şekilde sonlandı.

N. A. Subayef

[Kaynak: “Mustafa Subhi Rusya'da”. Subayev, N. A.. ["Мустафа Субхи в России". Субаев, Н. А.. Вопросы истории. 1983. №.: 5. SS: 173-175.; ayrıca transkripsiyon metin için bkz.: Libmonster.]

Dipnotlar:
[1] Nafigov, D. “NARKOMNATS Merkezi Müslüman Komiserliği'nin Faaliyetleri” Sovyet Doğu Araştırmaları, 1958, N. 5 [Нафигов Д. Деятельность Центрального мусульманского Комиссариата при Наркомнаце. - Советское востоковедение, 1958, N 5]; ag yazar. “Mollanur Vahidov”. Kazan. 1960 [его ж е. Мулланур Вахитов. Казань. 1960]; Ludşuveyt, E. “1918 Yazında Moskova'da Sol Türk Sosyalistleri Konferansı” içinde: Doğu Seçkisi Cilt II. Erivan, 1966. [Лудшувейт Е. Конференция левых турецких социалистов в Москве летом 1918 года. В кн.: Востоковедческий сборник. Т. II. Ереван. 1966]; Subayev, N.-Hamidullin, F. “Mustafa Subhi Tataristan’da, 1918-1919”. Asya ve Afrika Halkları, 1969 N. 2 [Субаев Н., Хамидуллин Ф. Мустафа Субхи в Татарии в 1918 - 1919 гг. - Народы Азии и Африки, 1969, N 2]; Patlacan, E. "Mustafa Subhi’nin biyografisinden”. Bugünkü Asya ve Afrika, 1970 N. 11 [Патлажан Е. Из биографии Мустафы Субхи. - Азия и Африка сегодня, 1970, N 11]; Hayrettinov, R. “Terek [Türk?] enternasyonalistler” içinde: Koreşteşler [?]. Kazan. 1972 [Хайретдинов Р. Терек интернационалисты. В кн.: Корэштэшлэр, Казань. 1972]; Subayev, N. A. “Tarihi bir kaynak olarak Türk enternasyonalistlerinin organı “Yeni Dünya” (1918-1919)". Asya ve Afrika Halkları, 1975, N. 2 [Субаев Н. А. Орган турецких интернационалистов "Ени дюнья" как исторический источник (1918 - 1919). - Народы Азии и Африки, 1975, N 2]; Vodnov, V. A. “Mustafa Subhi’nin siyasal faaliyetlerinin başlangıcı”. Asya ve Afrika Halkları, 1982, N. 5 [Воднёв В. А Начало политической деятельности Мустафы Субхи. -, Народы Азии и Африки, 1982, N 5]; Akıncı, A. “Öldürülmelerinin 47-inci yıldönümü münasebetiyle MUSTAFA SUPHİ’leri anıyoruz”. Yeni Çağ, 1968, N. 1 (43); Mete Tunçay “Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925)”. Ankara. 1967.; “Ölümsüz Savaşçı Mustafa Suphi”. İstanbul, 1978., vd.

[2] Rozaliyev, Yu. N. “İnanmış enternasyonalist” içinde: “Mücadeleye Adanmış Yaşam”. 1964. s. 510 [Розалиев Ю. Н. Убежденный интернационалист. В кн.: Жизнь, отданная борьбе. М. 1964, с. 510.]

[3] Rus Dış Politikası Arşivi (AVPR), f. Politarşiv, op. 1, d. 1212, pp. 142 - 143. [Архив внешней политики России (АВПР), ф. Политархив, оп. 1, д. 1212, лл. 142 - 143.]

[4] TSGAOR SSSR, f 102, 1914, d. 300"b", ll. 9, 10, 17. [ЦГАОР СССР, ф 102, 1914 г., д. 300"б", лл. 9, 10, 17.]

[5] A.g.e., ll. 9, 10.

[6] A.g.e., ll. 15, 17.

[7] Tercüman [Терджеман], Bahçesaray [Бахчисарай], 8.VI.1914.

[8] TSGAOR USSR, f. 102, 1914, d. 300 "b", l. 17 [ЦГАОР СССР, ф. 102, 1914 г., д. 300"б", л. 17.]

[9] İkbal [Икбаль], Baku [Баку], 1.VIII, 1914.

[10] Batum Haberleri [Батумские вести], 4.Х.1914. Bu sayı bir gazete çalışanıyla Subhi’nin Türkiye’nin savaşa katılmasına dair bir mülakat içeriyor.

[11] Kaluga Bölgesi Devlet Arşivi, f. 783, op. 1, d. 1091, l. 17 [Государственный архив Калужской области, ф. 783, оп. 1, д. 1091, л. 17.]

[12] A.g.e., D. 1185, l. 10.

[13] A.g.e., t. 32, op. 4, d. 1503, ll. 249, 254.

[14] A.g.e., L. 311.

[15] aynı yerde, op. 1, d. 1090, l. 195.

[16] Hayrettinov, R. A.g.e., s. 85. [Хайретдинов Р. Ук. соч., с. 85.].

28 Ocak 2022

,

Mustafa Subhi

Tanınmış Sovyet yazarı P. Pavlenko’nun[1] (Paris Komünü kahramanları ile ilgili eseri) Barikatlar’ın kısmında Mustafa Suphi'nin ismi, Komünist Enternasyonal'in zamansız bir şekilde ölümle karşılaşan savaşçıları Fin Jokinen, Fransız kadın Labourbe, Estonyalı Lander, Amerikalı Reed, Koreli Hoya ve İranlı Eminbeyli'nin isimleri yanında yer alır.[2] Türk Mustafa Subhi, haklı bir şekilde onların yanında yerini aldı: O, Enternasyonal Komünizmin sancağı altında savaştı ve zafer için canını verdi.

Yoldaş Mustafa Subhi, İstanbul'un bir entelektüel ailesinde doğdu.[3] Babası[4] İstanbul'daki rüştiyelerden birinde ders vermekteydi. Mustafa Subhi eğitimini Türkiye'de aldı[5], daha sonradan Paris'e gitti ve orada Sorbonne Üniversitesi'ne girdi. Mezuniyetinden sonra yurduna döndü ve İstanbul Üniversitesi'nde profesör olarak atandı.

Mustafa Suphi devrimci faaliyetine henüz daha öğrenciliğinde başladı.[6] Türk gençleri ve işçileri arasında devrimci faaliyette bulundu. İstanbul'un sosyalist basınında (İfham gazetesi editörüyken)[7] yaklaşmakta olan emperyalist savaşa karşı şiddetle karşı çıktı. Türkiye'nin monarşist hükûmeti Subhi'ye zulmetti, onu tutuklatıp Sinop hapishanesine hapsetti. Lakin 1914'te, savaşın daha ilk günlerinde, ateşli devrimci hapisten kaçtı ve sıradan bir tekneyle Karadeniz'i cesurca geçip oradan Kafkaslar'a hareket edeceği Sivastopol'a çıktı.

Suphi, Rusya'da uzun yıllar kaldı. Burada komünist dünya görüşünü oluşturdu, burada, iki devrimin de deneyimiyle bir Bolşevik olarak çelikleşti.

Suphi devrimci propagandayı bırakmadı. Tümden yönetici sınıflarınca emperyalist bir savaşa sürülen Türk emekçilerinin çıkarlarıyla ilgilendi, İkbal gazetesinde savaşın anlam ve amacını açıklığa kavuşturan bir dizi makale yazdı. Bu gazete Kafkaslar'da çıkmaktaydı. Bu makalelerden “Türkiye'nin Menfaat ve Selâmeti”[8] başlıklı olanı, Kırım’da (Bahçesaray) yayınlanan Tercüman gazetesinde 3 Ağustos 1914'te tekrar basıldı.

“Söylediklerimin hepsini özetlersem: Türkiye'nin menfaat ve selameti bu dehşetli davaya koşulmamaktır. Buna ahden bir mecburiyeti de yoktur. Bitaraf kalması ise hem menfaati, hem de altı yıllık siyaseti muktezasıdır. Türkiye'nin bu muktezaya göre, hareket edeceğinden ümid varım. Türkiye, böylece hem öz millet ve kuvvetini boş yere hare ve israftan çekinen [bir devlet olur].”[9]

Çarist hükûmet, ilk başta Mustafa Subhi gibi büyük bir akademisyen ve politikacının Türkiye'den Rusya'ya sığınmasına ferah bir şekilde karşılık verdi. Rusya'yla savaşa giren Türkiye'ye karşı Mustafa Subhi'nin kalmasından faydalanabileceğini düşündü. Ama Çarist politikacılar hayal kırıklığına uğradı.

Yoldaş Subhi, Kafkaslar'dan Urallar'a geçti. Burada bir grup tutsak Türk askeriyle tanıştı. Subhi yoldaş, onların arasında devrimci faaliyete başladı, sosyalizm idealinin ve savaş yağmacılığına karşıtlığın propagandasını yaptı. Subhi'nin faaliyetlerinin niteliğini öğrenince Çarist yetkililer onu takip ettiler ve yakaladılar. Yekaterinsburg (şimdi Sverdlovsk) şehrinde bir hapishaneye hapsedildi.[10]

Kısa bir süre sonra Şubat burjuva demokratik devrimi patlak verdi. Devrim, Subhi yoldaşı hapisten kurtardı. O, derhal savaş esirleri arasından birkaç şehirde sol-sosyalist gruplar oluşturma faaliyetine devam etti. Daha sonradan bu gruplar temel alınarak komünist örgütler teşekkül edildi. Ekim arifesinde Subhi yoldaş Moskova'ya gitti ve burada Büyük Sosyalist Devrim’e iştirak etti. Rusya'nın Türki dilli emekçilerinin devrimci aydınlanmasında aktif bir şekilde yer aldı. 1918'de Subhi yoldaş, Milliyetler Halk Komiserliği'nde ilk Türk komünist gazetesi Noviy Mir’in [“Yeni Dünya”] ) yayınlanmasının sorumlusu oldu.

Subhi yoldaşın editörlüğünde gazete, Türk savaş esirleri üzerinde hızlı bir şekilde otorite kurdu. Mustafa Subhi yoldaşın usta ve keskin kalemince yazılan detaylı bilgilendirici makaleler, o dönem için Türk hükûmetinin bir dizi karanlık eylemini göz önüne serdi.

Yoldaş Subhi'nin rehberliği ve inisiyatifinde gazetede bir uluslararası propaganda departmanı oluşturuldu. Etkisi hızlı bir şekilde, aynı zamanda diğer milliyetlerden emekçiler üzerinde de yayıldı. Komünist Manifesto, Lenin'in Kısa Biyografisi, RSFSC Anayasası, Komünist Parti (Bolşevikler) Programı, Ücretli Emek ve Sermaye, Bolşevizm Nedir?, Sovyet İktidarı Nedir?, V. İ. Lenin'in Tezleri, Proletaryanın Mevcut Devrimdeki Görevleri Üzerine ve bir dizi başka eserler de Türki dillere çevrilip basıldı.[11]

Enternasyonal skalada etkin olarak Subhi yoldaş, Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongresi'nde yaratılmasında yer aldı (Mart 1919), Komintern Yürütme Komitesi'ne seçildi.[12] Ama o yılın Nisan'ının sonunda Kızıl Ordu, İngiliz-Fransız müdahalecilerini Kırım'dan sürdüğünde, Subhi yoldaş yarımadaya geldi. Onunla birlikte Türk dilini iyi bilen 15-20 komünist de geldi. Parti ve Sovyet organlarının kararları uyarınca Yeni Dünya gazetesi Simferopol'a taşındı. Burada aynı zamanda Mustafa Subhi tarafından düzenlendi.

Simferopol'a gelişinin ardından Subhi, Bolşevik Partisi Bölge [Oblast] Komitesi’nde [Obkom] Müslüman Bürosu'nun başkanı olarak çalıştı. Onun yönetiminde Yeni Dünya gazetesi, Kırım Tatarları arasında komünizm fikrinin yayılmasında, Sovyet inşasının her yönden parıldamasında, karşı-devrimci milliyetçilere karşı mücadelede etkin bir rol oynadı.

Subhi yoldaş, mevzu bahis gazetenin sayfalarında keskin ve usta kalemiyle yazılmış geniş emekçi kitleleri sosyalist inşa çalışmasına aktifçe katılmayı çağırdığı makaleleriyle belirdi. Kısa bir süre içinde Mustafa Subhi yoldaş, Kırımlı emekçiler üzerinde engin bir otorite elde etmeyi başardı.

Mustafa Subhi yoldaş ve yoldaşlarının gelişinin ardındaki ilk günlerde biz, Simferopol'un bir grup emekçi Tatar genci onları ziyaret ettik. Subhi yoldaş orada değildi, o yüzden oradaki diğer komünistlerle konuştuk. Konuşmamız, kapıyı birden açan 35-40 yaşlarında güçlü yapılı bir adamın belirmesiyle kesildi.

“Akkiy yoldaş”, dedi.

Bütün konukların yüzünde bir hayranlık ve saygı ifadesi belirdi.

İçeriye giren adamın siyah saçları ortadan iki eş parçaya ayrıktı ve kelebek gözlüğünün küçük camları ardından zeytin gibi kara zeki gözleri bakmaktaydı. Bu, ince bez pelerin ve bot giyinmiş, uzun ve sağlıklı adam, Mustafa Subhi yoldaştı.

“Akkiy yoldaş, Bölge Komitesi'ne gidiyorum, bir saat içerisinde dönerim.” dedi ve bizi fark ederek bir adım yaklaştı.

Çavuş yoldaş bizi onunla tanıştırdı:

“Subhi yoldaş, şehrin gençleriyle tanış.”

“Memnun oldum”, dedi Subhi ve sıcak bir şekilde bizi karşıladı. “Ziyaretinize çok memnun oldum yoldaşlar. Gençleri severim. Buraya gelir gelmez ilk arzum, gençleri toplayıp onlarla bir konferans yapmaktı. Umarım, hepinizle daha sonradan tekrar karşılaşır ve daha geniş bir görüşme yapar ve görevlerimiz hakkında konuşuruz.”

Subhi kısa süre sonra sözünü yerine getirdi. Onun inisiyatifinde ve aktif katılımında Mayıs başlarında Kırım emekçi Tatar gençliği için ilk siyasi kurslar açıldı. Bu kısa kurslarda (ki bir-bir buçuk ay sürdüler) Mithat Rafetof, Ali Badaninski ile birlikte ayrıca Mustafa Subhi de ders verdi.

Bu kurslarda yaklaşık 25-30 kişi eğitim gördü. Kursların sonunda Kırım'da çeşitli komiserliklerde çalışmak üzere gönderildiler.

Daha sonradan Subhi yoldaşın inisiyatifiyle gençlik için Kırım Haberleri adıyla bir gazete teşkil edildi. Bu gazetenin sadece üç sayısı gün ışığına çıktı.

Subhi yoldaş, sıkça yürüyüşlerde ve toplantılarda konuştu. Subhi yoldaş tarafından verilen dünyada durum, din-karşıtlığı teması vb. üzerine açık ve derin bilgilendirici dersler ve raporlar, Simferopol şehrinin geniş emekçi kitlelerini her daim ilgisini çekti.

Subhi yoldaş tarafından Mayıs 1919'da yapılan bir konuşmayı hatırlıyorum.

Simferopol “rüştiye” okulu (şimdi 12. Tatar Okulu) bahçesi, yürüyüş için toplanan kitleyle dolmuştu. Kürsüde M. Subhi yoldaş din karşıtı bir rapor okudu. Bilimsel verilerle silahlanarak dinin zararlarını kanıtladı ve ruhbanları teşhir etti.[13] Bütün dinleyicilerin dikkati Subhi yoldaşın raporuna kitlenmişti. Yürüyüşte Simferopol'un en seçkin mollaları da vardı ama tek biri bile bir tek söz söylemeye cesaret edemedi.

O sırada komünist Dost-Mambet Hacı elini kaldırdı ve haykırdı:

“Kahrolsun dindarlık!”

Bu sözleri işiten mollalardan birisi yekinip sandalyesinden fırladı ve kalabalığa dönerek konuştu:

“Cemaat! Bunların hepsi ateisttir, imansızdır. Uçurumun en dibine gelmişlerdir. Sizleri doğru yoldan çekip çıkararak imansız Bolşevikler yapmak istiyorlar. Bunların sopayla defedilmesi gerekmektedir.”

Subhi yoldaş, histerik yakarmaları dinene kadar bekledi ve tekrar yerini alarak bir dinin temsilcisi olmasına rağmen inancının doğruluğunu kanıtlayabilecek bilimsel, ikna edici tek bir gerçeği bile dile getiremeyen ve getiremeyecek olan, bağırıp çağıran mollayı işaret etti ve karakteristik coşkunluğuyla devam etti:

“Yoldaşlar, dinî inanç perdesi ardına bürünüp halkı arsızca kandıran bu gibi karşı-devrimci düzenbazlara karşı devrimin nihai sözü, kafaya tek bir kurşun olacaktır!”

Son sözler, molla bilincini kaybedip yere düştüğü anın neredeyse ramağında söylenmişti. Bir iki kişi, onu kalabalığın arasından çekip çıkardı.

Subhi yoldaşın faaliyeti, Sovyet ve parti inşasının birçok yönünü etkiledi. Onun 1919 yazında Kırım'daki kısa konaklayışı Kırım Cumhuriyeti tarihinde parlak bir iz bıraktı. Haziran 1919 sonlarında Kızıl Ordu, geçici süreliğine Kırım yarımadasını terk etti. Ayrıca Subhi yoldaş da Kırım'dan ayrıldı.

Bir buçuk yıl geçti. Ocak 1921'de Mustafa Subhi, 16 komünistle birlikte muteber amaçlarını yerine getirmek için, yurtlarının emekçilerinin kapitalist kölelikten kurtulması için Kafkaslar'dan Türkiye'ye yola çıktı. 1920 devrimi sonrası iktidara gelen Türk burjuvazisi, Subhi yoldaşın [ülkeye] girmesine izin verdi. Ama bu benzersiz bir ihanetti. Komünistlerin Türk topraklarına ayak basmasından itibaren kendilerine karşı provokasyonlar başladı. Türk burjuva milliyetçileri komünistlere karşı her yerde suçlu çeteleri diktiler. Polis, bir eliyle peşlerine katil takıyor, diğeriyle “koruyor”du. Hükûmet seçkinleri de aynı şekilde davranıyordu.

Komünistler Trabzon'a vardığında onları limana yönlendirdiler, silahsızlandırıp birkaç altıpatlarlarını da aldılar ve zorla onları bir takaya yerleştirdiler. Taka derhal yola çıktı. Arkalarından silahlı adamlarla dolu başka bir taka geldi. Komünistler bağlanıp vahşice süngülendi ve denize atıldılar.

Ertesi gün Türk hükûmetinin gazetesi "Türkiye'de ölüm cezası yok" başlığıyla komünistler grubunun ölümüne ithafen ikiyüzlü bir makale çıkardı.

Nitekim Türk burjuvazisi, Türk ulusunun en iyi evlatlarını, içlerinden en bilge ve parlak zihinli olanını katletti: Mustafa Subhi.

Kırım'da Mustafa Subhi ismini taşıyan sokaklar, (Simferopol'da) sinema salonları, (Kerç'te) kulüpler, (Yalta'da) sanatoryumlar, (Kuybışev rayonunda) kolhozlar ve diğer kuruluşlar vardır.

Tutarlı bir Marksist ve büyük bir devrimci, yetenekli hatip, örgütçü ve yazar Mustafa Subhi yoldaşın Komintern'in sancağını yüklerde taşıyan parlak anısı, Kırımlı emekçilerin yüreklerinde mukaddes bir yere yerleşmiştir.

İ. Nuriyef

[Kaynak: “Mustafa Subhi”. Nuriyev, İ. “Sovyet Kırımı için can verenlerin anısına, 1918-1920: Makaleler ve Hatırat Derlemesi” [“МУСТАФА СУБХИ”. Нуриев, И. “Памяти павших за Советский Крым. 1918-1920: сборник статей и воспоминаний". государственное издательство крымской АССР. 1940. SS: 49-55.]

Dipnotlar:
[1] Pyotr Andreyeviç Pavlenko (29 Haziran [yeni takvimle 11 Temmuz] 1899 – 16 Haziran 1951): Rus kökenli Sovyet yazarı, 1920'den itibaren SBKP üyesi. 1924-1927'de Türkiye'de bulundu, ilk hikâyeleri Doğu halkları ile ilgiliydi. Sanatın çeşitli dallarında eserler verdi, Kış Savaşı'nda ve Büyük Yurtseverlik Savaşı'nda yer aldı. Yüksek Sovyet'te çalıştı, çeşitli madalya ve nişanlar aldı. Hakkında daha geniş bilgi ve eserleri için bkz: Publ.

[2] “Mustafa Subhi / Türk, 1919'da Simferopol'da Beyaz Muhafızlarca baş aşağı asıldı” (“Мустафы Субхи, / турка, повешенного белогвардейцами вниз головой в Симферополе в 1919 голу”)

[3] Giresun'da doğdu, aslen Samsunlu.

[4] Babası Ali Rıza Özütürk hakkında bkz: “Mustafa Suphi'nin Babası Ali Rıza Bey'in Hikayesi”. Birinci, Ali. “Mete Tunçay'a Armağan”. Koraltürk, Murat. (der.) / Bora, Tanıl. (der.) / Alkan, Mehmet Ö. (der.) İletişim Yayınları. 1. Baskı, Haziran 2007.

[5] Gerçekte eğitim hayatı Kudüs, Şam, Erzurum (orta öğrenim), İstanbul Hukuk Mektebi ve ardından Sorbonne'dur.

[6] Bu doğru bir iddia değil, aksine Mustafa Suphi erken dönem faaliyetlerinde Paris'te öğrenciyken İTC'nin yayını Tanin'de muhabirlik yaptı ve Türk Büyükelçiliğince fonlanan Osmanlı Talebe Birliği'nin yöneticiliğini yaptı. Bir Fransız raporuna göre bu birliğin kimi üyeleri muhalifleri denetlemekle görevliydi, konuyla ilgili bkz: "Bolşevizm ve Doğu: Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Partisi 1918-1921" (1977). Dumont, Paul. Birikim. Mart 1980. Sayı: 60. Sayfalar: 38-55 [38]; Mustafa Suphi'nin aleni olarak liberal görüşleri savunduğu erken dönem yazıları için bkz.: İlk Yazılar 1. Cilt (1908-1910). Suphi, Mustafa. Amaç Yayınları. 1. Baskı, 1989 [maalesef dilce sadeleştirilmiş olan bu eserin yine maalesef devamı gelmedi].

[7] Yazara göre Türkçü, hatta kısmen pan-Türkist olan İfham, sosyalist basından!

[8] “Türkiye'nin Menfaat ve Selâmeti”. Subhi, Mustafa. İkbal. 27 Temmuz 1914.

[9] Bir yere kadar orijinal metin ve Rusça çeviri uyumludur, lakin orijinal metinde "[…]" daha farklıdır, burada yazarın çevirdiği şekli aldık. "Söylediklerimin hepsini özetlersem" kısmı ise orijinal metindeki alıntıyı aldığımız yerde olmadığından yazarın yazdığı yerden çevirdik, Suphi'nin adı geçen makalesinden orijinal alıntı için bkz: Türkiye Komünist Fırkası'nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi – Türkiye Komünistlerinin Rusya'da Teşkilâtlanması (1918-1921). Aslan, Yrd. Doç. Dr. Yavuz. Türk Tarih Kurumu Basımevi. 1. Baskı, 1997. Ankara. Sayfa: 17.

[10] Gerçek daha farklı: savaşın başlaması ve Osmanlı'nın Rusya'ya karşı savaşa girmesiyle Mustafa Suphi de ajanlık şüphesinden dolayı Kaluga'ya sürüldü ve burada devrimci faaliyeti yüzünden tutuklanmadı, aksine tutuklanıp buraya, oradan da Urallar'a sürüldükten sonra devrimcilerden etkilenip (1915) sosyalist oldu. Tam olarak Bolşevik olma tarihini bu tarih olarak kabul etmeyenler, başta sol-SR tarzı bir çizgiye yakın olduğu, daha sonradan Bolşevik olduğu tahminlerini yapanlar da var. Bunların temel argümanları 1918'deki Türk Sol-Sosyalist ve Komünistler Konferansı'dır. Ama Paul Dumont'un konferansa dair verdiği bilgiler neticesinden çıkan sonuç (bkz: Dumont, Paul. agm.) bu konferansın Moskova'dan gelen mümkün olan her sosyalisti ortak platformda birleştirme talebinden dolayı böyle geniş çerçeveli tutulmuşluğudur (ki Dumont, bu konferansın sonunda fikir ayrılıklarından dolayı pek de başarılı geçemediğini belirtir).

[11] Mustafa Suphi'nin Manifesto çevirisi yarım kalmış, tamamlanamamıştır. Mustafa Suphi'nin çevirisini yazdığı yarım defteri yıllar sonra Mete Tunçay elde etmiştir. Eğer Suphi bu çeviriden başka bir çeviriye daha girişip o çeviriyi bitirmişse de, bu konuda bir bilgimiz yok. Dumont, bu eserlerden başka Lenin'in Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Görüşleri, Buharin ve Preobrajenski'nin Komünizmin Alfabesi gibi eserler de dâhil “on kadar broşür çevrildiğini bildirmektedir (agm). Mete Tunçay, Eylül 1920'ye kadar 12 kitabın çevrildiğini, bunların dördünün basıldığını sekizinin basılmakta olduğunu, 5 kitabın ise çevirisi üzerinde çalışıldığını belirtip şu listeyi vermektedir (kaynak: age. Sayfa: 332/DN 169.): a) Basılanlar: "Lenin'in Tercüme-i Hali" ["Zinovyev'in bir nutkundan iktibas olunmuştur", “Yeni Dünya gazetesinin ilâvesidir"], "Şûralar Hükûmeti Nedir" [V. A. Kabrinski], "Komünist (Bolşevik) Programı", "Burjuvazi Demokrasyası ve Proletarya Diktatörlüğü" [Lenin], b) Çevrilen ve basılmakta olanlar: "Kanunuesasî", "Komünist Programının Şerhi", "Komünist Beyannamesi (Manifest)", "Say ve Sermaye", "Bolşevizm Nedir" [Almancadan çeviren Türkiye İştirakiyun 'Komünist' Teşkilâtı], "Kırmızı Ordu Kıtaatı", Fırka Hücreleri Talimatnamesi", "Çocuk Dostu; Mektebe Kadar Terbiye Müesseseleri Talimat ve Programlarıdır") Çevirisi devam eden eserler: "Komünizm Elifbası" [Buharin-Preobrajenski, Azerbaycan Merkezî Matbuat İdaresinin Türk Şubesi Neşriyatı], "Hükûmet ve İnkılâp", "Altına İbadet", "Büyük Başlangıç", "Enternasyonal Tarihi", "Mahkeme ve Sosyalizm Kanunuesasîsi"; Ayrıca Dumont bu çeviri kurulunun başında İttihatçı Küçük Talat'ın olduğunu ve "işini sadık bir şekilde yaptığını" da belirtiyor (bu gibi İttihatçıların TKP'ye nasıl kabul edilmek zorunda kalındığını Dumont aynı makalede kısa ve öz olarak da açıklıyor, agm.). Buna karşılık, dediğimiz gibi ortada direkt olarak Suphi'nin yaptığı bir Manifesto çevirisi vardır. Suphi'nin iyi Fransızca ve az biraz Rusça bildiğini de hesaba katarsak (bkz: "Ölümsüz Savaşçı Mustafa Suphi"), tüm çevirileri Küçük Talat'ın yapmadığını farz edebiliriz. Son olarak tekrar Manifesto çevirisine değinmek gerek, Suphi yarım çevirisini 1919'da bırakmıştır ama 1920 Eylül'ünde hâlihazırda çevrilmiş ve basılmayı bekleyen bir Manifesto çevirisi daha vardır. Mete Tunçay'ın “Manifesto'nun çevrilmesi tamamlanmadı" iddiası ne derece kesindir, buna ne derece kesin gözüyle bakılacağı bilinemez bizce. Çevirisini Suphi yapmasa bile, Suphi'nin yarım çevirisi ile Şefik Hüsnü'nün tam çevirisi arasında (Suphi veya değil) birisinin bir çeviri yapıp basmadığı ne derece kesindir? Dediğimiz gibi bizce bu konuda kesin olarak varsayımda bulunulamaz.

[12] Değil KEYK'ye seçilmek, Suphi oy hakkı olan delegelerden bile değildi. Sadece Komintern 1. Kongresi'nde bir konuşma yaptı. Suphi'yi Komintern ilk kongresinde Komünist Enternasyonal dergisinde delegelerin çıkan toplu fotoğrafında Troçki'nin sağında (bakana göre solda kalıyor) görebiliriz.

[13] Burada geçen olayın tamamı çok ilginçtir zira Mustafa Suphi, "Doğu Halkları 1920 Kurultayı Delegesi Anketi"ne verdiği cevaplarda din kısmının karşısına “İslam” yazmıştır (bkz: "Mustafa Suphi'ler – Şahsi Dosyası – Değerlendirmeler – Anmalar". Aziz, Rüstem (der.). Sosyal Tarih Yayınları. 1. Baskı, Ocak 2009. Sayfa: 22., ayrıca Suphi doğum yerine de [genelde Giresun diye bilinmesine rağmen] Samsun yazmıştır), bu yukarıdaki bilgiyle ankette bariz bir antagonistik çelişki vardır. Buradan iki sonuç çıkmaktadır:

a) Mustafa Suphi din kısmına yazarken kökeni yazmıştır, yani Türk-Sünni kökenli olmak babında köken belirtmiştir ama ateisttir. Bu yine de, Rusya'nın Müslüman halkları için faaliyet yürütmesine engel olmamıştır ve belki de biraz da bu yüzden M. Suphi ankette din sorusuna “İslam” yazmıştır.

b) Bu tanıklık uydurma bir olaydır.

Yine de (her ne kadar mevzu bahis dönemde uygulanan politikayı etraflı bilmesek de), Sovyetler'in yörede anti-din faaliyeti yapması (daha doğrusu, Sovyetler'e bağlı olan Tatar Bolşevikler'in kendi iradeleriyle yapması) pek imkânsız durmuyor (o dönem Müslüman sosyalistlerinin ve komünistlerinin [ve hatta kimi Tatar batıcı aydınlarının] bir kısmında radikal bir din karşıtlığı vardı ve bu konuda kimi sol-oportünist hatalar o dönem işlendi). Dahası, Suphi bir kurguyla anılacaksa bunu din üzerinden bir örnekle anlatmanın kazancı ne derece olabilir?

Ben kesin olarak bilemeyeceğimizi belirtmekle birlikte, birinciye inanılabileceğini düşünüyorum. Eğer bu birincideki gibi bir olaysa, Paul Dumont'un yukarıda zikrettiğimiz yazısındaki “Suphi'nin de dâhil Türkiyeli komünistlerin program hazırlığındaki dine hassasiyetinin sadece toplumsal tepkiden değil, aynı zamanda bir nebze bireysel ilişkiden de doğduğu” şeklindeki varsayımı çürümüş olabilir. Bu tanıklık çok önemli bir tanıklıktır (Suphi hakkında kendisinin verdiği beyandan bile daha önemlidir belki de!) zira bir konuyu tamamen çözüme bağlayabilir ve akla şu yeni soruyu getirir: Acaba ne zamandan beri? Yine de mevcut durumda bu tanıklık, bir çözüm yaratacak kadar kuvvetli değildir.

Bu arada ankete değinmişken bir hususu daha belirtmekte fayda var: Suphi anketi doldururken devrimci harekete katılışını 1906 olarak yazıyor ve Türkiye, Fransa ve Rusya'da devrimci harekete iştirak ettiğini iddia ediyor. Eğer ki burada kastettiği şey “1908 Devrimi” ise bu, bir nebze anlaşılabilir. Ama Suphi Fransa'da 1908 sonrası görülüyor (bkz: Dumont, agm). Suphi'nin tezini 1910'da teslim edişini kıstas alırsak, Suphi'nin 1909 sonrasında da İTC'yi (kendisi kopana kadar) meşru görüp görmediği [yani İTC'nin muhalefete ve halka karşı kendi kazanımlarıyla elde ettikleri hakları geri almak şeklinde saldırısı ve 1908'in meşru tabanını yitirmesi sonrası] şeklinde karmaşık bir sorun ortaya çıkıyor; dahası burada Suphi'nin koyu bir anti-İttihatçı olduğunu da hesaba katarsak (ki kimileri onun komünistliğini bu koyu anti-İttihatçılığına bağlıyor ve komünistliğini güç kazanmak için bir oyun olarak nitelendiriyor!) mesele daha da karmaşıklaşıyor. Üstelik üstte bahsettiğimiz yazılarından da görülebileceği üzere kendisi, hâlen daha dönemin burjuva-liberal bir Osmanlı aydınıdır. Yani bu koşullarda “Suphi 1908'i ve İTC'den sonraki dönemini bir çeşit (burjuva-milliyetçi) devrimcilik olarak mı görüyor?” şeklinde bir soru beliriyor. Eğer ki bunu görmüyorsa, yani Suphi 1906'dan beri sosyalist devrimci mücadelede olduğunu iddia ediyorsa o zaman tamamen yalan söylüyordur. Ama tarih ilginçtir, yani tarihi 1906'ya kadar çekmesi ilginç bir muammadır. Sonuç olarak Sovyet tarihçilerinin “Suphi Türkiye'de ve Fransa'dayken de devrimciydi” görüşü, kuru bir propagandadan ziyade, Suphi'den doğan bir yanlış bilgilendirme de olabilir. Ama mesela bu sefer de, bu örnekteki gibi, erken dönem yazılarından kimi alıntılar yapılıp onu kendilerine uyarlamaya çalışmaları, şu gerçeği de ortaya çıkarıyor: Suphi'nin komünist olmadan önceki görüşleriyle de tanışmışlar, buna karşın bilerek kendileri bu kurguyu üretiyorlar. Nitekim, Jean Jaures'le ahbaplık-tanışlık, Osmanlı Sosyalist Fırkası'na üyelik (Bse) gibi şeyleri Suphi yazmadı.

26 Ocak 2022

,

İlk Kurbanlarımız


Daha ilk günlerinden, Rusya’da çarlığın devrilmesi ve işçi sınıfının, varlıklı sınıfları başından def ederek, hükümeti ele geçirmesi, aklı başında Türkler arasında çok derin bir tesir yapmıştır. İster cephelerde bulunsunlar, ister cephe gerilerinde, işçi ve aydınlar, bu memlekette olup bitenlere dair kulaklarına ulaşan çok kısa havadisleri büyük bir merakla dinliyor veya okuyor ve bunlar üzerinde uzun uzun düşünüyorlardı. Memleket dışında yaşayanlar ise bol havadis alabiliyor ve meseleleri daha da yakından inceleyebiliyorlardı.

Birçoklarımız, büyük Ekim Devrimi ile dünya tarihinde yeni bir devre açıldığını sezinliyorduk. Hele Türkiye için durumun baştan aşağı değiştiğini, emperyalizm pençesinden yakamız sıyırmak için hesapsız yeni imkânlar doğduğunu görüyorduk. Bu imkânlardan istifade şekilleri üzerinde zihinlerini yoranlar içimizde az değildi.

Milletin tüm fertlerinin yüreklerini kan ağlatacak bir tarzda memleketin kapıları emperyalistlere açılınca, hemen aynı zamanda İstanbul’da ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ve o sıralarda yabancı ellerde bulunan vatandaşlarımız arasında, millî kurtuluşun en emin çaresini Rusların gittiği devrim yoluna girmekte gören, komünist grupları doğdu. Bunların savaş meydanında düşe kalka derlenip toplanmaları ve birbirlerine eklenmeleriyle nihayet Komünist Partisi sağlam bir temel üzerinde kuruldu ve Türkiye emekçi kütlelerine mal oldu.

Bu gruplardan bir tanesi de bizzat Sovyetler Birliği topraklarında ve bu topraklar üzerinde cereyan eden devrim çarpışmaları içinde çalkalanmış durmuş olan asker ve sivil Türk esirleri içinden çıkmıştır. Çok kıymetli bir savaşçı, bunların önüne düşmüş, Türkiye’nin devrimci işçi hareketini Komintern’in kuruluş kongresinde temsil etmişti.

Memleket dışında ortaya çıkan bu hareket, az zamanda oldukça büyük bir önem kazanarak Türkiye’ye etkide bulunmaya başladı. İstanbul ve Anadolu’da çarpışan komünistlerin kendi kuvvetlerine güvenlerini artırdı ve millî kurtuluş savaşının burjuva rehberlerini sinirlendirdi ve korkuttu.

Millî Türk burjuvazisi, komünist hareketlerine daha baştan düşman gözüyle bakmıştı. O zamanki durumun nezaketi dolayısıyla bu hareketler, bir fikir propagandası sınırlarını aşmadıkları ve emekçi kütlelerden uzak kaldıkları nispette, ses çıkarmamayı işine daha uygun saymışlardı. Fakat komünistler, işçilere, köylülere ve genç aydınlara seslerini duyurmaya, onları inkılâpçı parolaları arkasından sürüklemeye becerdiklerini görür görmez, onlar üzerine yumruklarını indirmekte bir saniye bile tereddüt etmemişti:

Bunun örneklerini birçok kez gördük:

1921 senesi başlangıcında Yeşil Ordu teşkilâtında ve silâhlı köylü kuvvetleri üzerinde büyük bir nüfuz kazanmış olan Halk İştirakiyun Partisi rehberlerinin İstiklâl Mahkemesi’ne verilmeleri ve uzun senelere mahkûm edilmeleri.

1923’te Komünist Partisi’nin Kemalistlerin işçi sınıfını milliyetçi bir merkez etrafında toplama girişimlerini boşa düşürdüğü ve emekçi kütlelere sesini işittirmeye başladığı sıralarda, İstanbul’daki tanınmış komünistlerin “vatana ihanet” suçlamasıyla zindanlara atılmaları.

1925’te Komünist Partisi örgütlü bir biçime kavuştukça kışlalarda ve askerî mekteplerde nüfuz elde ettiği, milletin soyulan ve ezilen en duygulu tabakalarında saygı kazandığı günlerde bütün memleketteki adı çıkmış komünistlerin ve aydınlıkçıların Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde sorguya çekilmeleri ve uzun seneler için kürek cezasına mahkûm edilmeleri.

Daha sonraları, millî burjuvazinin açık diktatörlüğü esnasında bu diktatörlüğün yıldırma ve ezme cihazlarıyla Türk emekçilerinin devrimci rehberleri işini gören Komünist Partisi savaşçıları arasında hemen aralıksız bir tarzda cereyan eden boğazlaşmalardan bahsetmeyeceğiz.

Bu saldırıların en kudurmuşçası, 1921 yılının Ocak ayında olmuştu, o gün Partimiz ilk kurbanlarını vermişti. Emperyalist düşman ana topraklarımızı çiğniyordu. Sovyetler Birliği’nde kurulmuş olan komünist teşkilâtının başları, bu düşmanı memleketten dışarı atmaya çalışanlara yardım etmek, emperyalizme karşı savaşı kuvvetlendirmek için uğraşırken, millî burjuvaziye önderlik edenler ise kendilerine samimi bir dost eli uzatan 15 komünisti alçakçasına kurulmuş bir tuzağa düşürmüşler ve cellâtlarına parçalatmışlardır.

15 komünist, kahramanca can verdi. Burjuvazi, muradına erdi. Acaba burjuvazinin bu kanlı cinayetten umduğu yerine geldi mi? O ne ummuştu? O ummuştu ki bu suretle komünist hareketi akışını değiştirecek; uzun seneler duraklamaya, bocalamaya mahkûm olacak. Bu netice elde edildi mi?.. Ne gezer!

Meseleyi bu şekilde koymak bile abes. Bir taraftan devrimci kalkışmaları ve çarpışmaları esnasında onları ve onlarla beraber bugün partimizin başında yürüyenlerden bazılarını, o zaman da işçi sınıfı bizzat kendisi doğurmuştu. Ve o durmaksızın sınıf mücadeleleri geliştikçe kendi içinden yeni yeni kadrolar çıkardı ve çıkartmaya da devam ediyor. Günün birinde, olmayacak şey ama, burjuvazi onun tüm devrimci kadrosunu yok etse bile, komünist hareketi gene durmayacak, işçi hareketlerinin derinliklerinden yeniden taze, atılgan savaşçılar çıkacak, işçi sınıfının önüne düşerek, onu kurtuluş gayesine doğru ilerletecektir.

Diğer taraftan da bu kıymetli yoldaşlarımızın kanlarını yiğitlere yakışır şekilde dökmüş olmaları, işçilere önderlik edenlerin büyük bir yüreklilikle mücadele etmesini bildiklerini, işçiler uğrunda gözlerini kırpmadan ölmesini de bildiklerini gösterdi. Böylece onlarda kendilerine güveni ve sınıf düşmanlarına karşı yüreklerinde yanan kin ve nefreti büsbütün parlattı. Burjuvazi sınıfı, Türkiye işçilerinin gözünde barışılmaz sınıf düşmanı olarak damgalandı.

Böyle olmasına böyle ama “onbeşlerin ortadan kaybolmalarının hareketimiz üzerinde hiçbir etkisi olmadı” demek de doğru olmaz. Hele kaybettiklerimiz içinde, gelişkin bir anlayışa sahip, tecrübesi bol ve memleketi iyi tanıyan Mustafa Subhi ve idarecilik ve kütlelere sokulma ve kendini sevdirme kabiliyetleri çok yüksek Ethem Nejat gibi marksizmi iyi kavramış ve memleket meselelerini o mihenge vurmak ve onun ışığıyla aydınlatma hususunda büyük bir beceriye kavuşmuş Hilmi oğlu Hakkı gibi yoldaşların bulunduğu göz önünde bulundurulacak olursa, böyle bir hükmün ne kadar yanlış olacağı çabucak görülecektir.

Bu ayardaki yoldaşların sayısı aramızda çok azdır. Bir tanesinin bile eksikliği derhal hissedilir. Arkalarında bıraktıkları boşluk, öyle kolay kolay doldurulamaz.

Bu bakımdan, o zaman Sovyetler Birliği’nin iç savaş tecrübelerini az veya çok kafalarında biriktirmiş olan bu yoldaşların, günün birinde canlı birer hareket ettirici mevkiinden çıkarak sevgili birer hatıra şekline girivermeleri, hiç şüphesiz partimizi çok sarstı ve bir an için kan yoksuzluğuna uğrattı.

Fakat bu facia, partinin mücadeleciliğinde, siyasî rotasındaki dayanıklılığında bir değişiklik doğurmadı ve esasen doğuramazdı da. Bir kaza neticesi fazlaca kan kaybeden gürbüz bir adam gibi –hatta sendelemeksizin– parti, ölüler önünde eğildi ve kendi yolunda ilerledi. Değişen vaziyetlerin icaplarına göre siyasetini ve mücadele usullerini geliştiren parti, millî bağımsızlık ve devrim davasına sadakat ve fedakârlığıyla, amele sınıfının ve bütün emekçilerin sevgi ve saygısını kazandı. Bu sayede Türkiye Komünist Partisi, emekçi kütlelerine sözü geçen yegâne yol gösterici mevkiini kazanmıştır. O, işçi ve köylünün sırtından semirmeye çalışan millî burjuvaziye ve çiftlik sahiplerine karşı sistemli mücadelesine devam ediyor. Ve daima Komintern’in gösterdiği yoldan giderek, Yedinci Dünya Komünist Kongresi’nin kararlarını Türkiye şartlarında hayata geçirerek, bu mücadeleye burjuva sınıfını iktidardan söküp atıncaya kadar işçi ve köylüyü hâkim kıldıktan sonra da, sosyalist devrim için gerekli şartları ve proletaryanın demokratik diktatörlüğünü tahakkuk ettirinceye kadar, sarsılmadan ve durmadan devam ettirecektir.

Parti ve her Türk komünisti, ancak bu tarzda, Karadeniz dalgaları arasında aynı gayeler için can vermiş olan onbeşlere karşı olan vazifemizi ifa etmiş olacağımızı ve onların en aziz arzularını yerine getirmiş olacağımızı apaçık görmektedir.

Dr. Şefik Hüsnü

[Kaynak: Mete Tunçay, 15’ler Hatırası, Sosyal Tarih Yayınları, 2020, s. 17-23.]