22 Kasım 2025

,

Anti-Siyonizm Sömürgelikten Kurtuluş Çağrısıdır


Gazze’den gelen dehşet verici görüntüler, yayınlanıp dünya çapında tekrar tekrar izlendikçe, insanlar harekete geçti ve dayanışma çalışmalarına katıldı. Bu eylemlilik dalgası, İsrail’in küresel sahnede devam eden soykırımının yürek burkan gerçeklerine yönelik içgüdüsel tepkilerle besleniyor. Artık binlerce insan, Siyonizmin Filistinlilerin yok edilmesini ve ilk kaynak birikimini öngören bir siyasi program olduğunu görüyor.

Birçok yeni eylemci ve yeniden aktif hale gelen örgütçü, duygusal tepkilerini somut desteğe dönüştürmeye çalışıyor. Ayrıca, bu soykırımın kaynağı olan Siyonizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele eden örgütler arıyorlar. Eylemciler farkında olsun ya da olmasın, esasen örgütlenme çabaları için anti-siyonist bir yuva arıyorlar. Dolayısıyla, artık Filistin’in kurtuluşu ve sömürgeciliğin sona ermesi ilkelerine sıkı sıkıya bağlı örgütlenme pratiklerinin temel özelliklerinden bazılarını dürüstçe tartışmanın, kafa karışıklığından ve anlaşılmaz yanların sökülüp atılmasının vaktidir.

Bu makale, anti-siyonist örgütler arayan bireylerin bu arayış esnasında dikkate alabilecekleri kimi önerileri içeren, geç kalmış bir sohbeti başlatmayı amaçlıyor.

Tarih konusunda temel ve genel bir anlayışa sahip olanların bile kabul edeceği üzere, Siyonizmin devam eden bir yerleşimci-sömürgecilik süreci olduğunu kabul edersek, Siyonizmin çöküşü, bir dekolonizasyon süreci olarak anlaşılması gereken anti-siyonizme ihtiyaç duyar.

Sömürgecilik karşıtı bir ideoloji olarak anti-siyonizm, yerli bir kurtuluş hareketi olarak, doğru bir şekilde konumlandırılır. Buradan ortaya iki sonuç çıkar:

1. Sömürgecilik karşıtı örgütlenme, mevcut güç ve bilgi yapılarının sınırlamalarından sıyrılmamızı ve yeni, adil bir dünya hayali kurmamızı gerektirir.

2. Bu anlayış, anti-siyonist düşüncenin taşıyıcılarının, sömürgecinin halkı yok etme çabalarına direnen yerli topluluklar bulunduğunu ve sömürgecilik karşıtı pratiğin stratejilerinin, yöntemlerinin ve hedeflerinin bu analizden kaynaklanması gerektiğini açıklığa kavuşturur.

Daha basit bir ifadeyle: Anti-siyonist düşüncenin kimi yazarları, Batı merkezli STK’lar değil, sömürgecilik karşıtı Filistinlilerdir. Bunu, Filistin’de yaşayan ve çalışan bir Filistinli ve Filistinli-Amerikalı olarak yazıyoruz.

“Batı değerleri” denilen şeyin etkisinin farkındayız. “İnsan hakları” paradigmasının merkeze alınmasının, Filistin’de ve yurtdışında gerçek sömürgecilik karşıtı çabaları nasıl sekteye uğrattığını görüyoruz. Bu, statükoyu korumak ve iktidara yakınlaşmak uğruna, Filistin tarihine dair analizden beslenmeyen sloganlara başvurarak gerçekleştiriliyor.

Anti-siyonist örgütlenme, yeni bir kavram değil. Buna karşın, bugüne de bu terim, örgütlenme sahasında kullanımı yanlış anlamalarla ve muğlak tanımlarla malul. Ya da tümüyle küçümsenmiş. Bazıları anti-siyonizmi, mevcut İsrail hükümetine yönelik eleştirilerle sınırlı bir faaliyet veya düşünceler kümesi olarak tanımlıyor. Oysa bu, tehlikeli ve yanlış bir yorum.

Anti-siyonizmi sömürgeciliğin sona ermesi olarak anlayan yaklaşım, maddi ve belirgin hedefleri olan bir siyasi hareketin ifade edilmesine ihtiyaç duyar: ata topraklarının iadesi ve Filistinlilerin yurtlarına dönmesiyle ilgili ilkenin ve geri dönüş hakkının savunulması; Siyonist yapıların yıkılması ve Filistinliler tarafından tasarlanan, yönetilen ve uygulanan yönetim tarzlarının yeniden oluşturulmasıyla birlikte ele alınmalıdır.

Anti-siyonizm, iktidarın yerli halka geri verilmesi gerekliliğini ve Filistin halkına karşı yüzyıldır kanlı ve amansız bir savaş yürüten yerleşimci topluluklar için adalet ve hesap verebilirlik çerçevelerinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu, anti-siyonizmin bir slogandan çok daha fazlası olduğu anlamına gelir.

Bir Kurtuluş Hareketi

Anti-siyonizmi tanımlamanın olası sonuçları göz önüne alındığında, bu kavramı bir kurtuluş hareketi çerçevesinde ele almalıyız. Bu, küresel sömürgecilik karşıtı çabalar bağlamında, anti-siyonizm anlatısı ve ilkeleri üzerinde tesis edilecek kontrolün stratejik önemini vurgular.

Steven Salaita’nın “Hamas Sizin Hayal Gücünüzün Bir Ürünü” başlıklı yazısında belirttiği gibi, Siyonizm ve liberal Siyonizm, Filistin direnişinin aldığı şekli etkilemeye devam ediyor:

“Siyonistler, kamusal alanda bir tür söylemsel kontrole sahipler: Yerli halkın kültürünü tayin edebiliyorlar; direnişin sınırlarını çizebiliyorlar (ve yasaklayabiliyorlar); ulusal kurtuluş çalışmalarını yönlendirebiliyorlar. Filistinliler, zalimin kaba ve çıkarcı hayal gücünün tuzağına düşmüş durumdalar.”

Derdimizi ve kendimizi anlatma hakkını yeniden kazanmalı, anti-siyonist düşünceyi kurtuluş için bir rehber olarak kullanmalıyız. Anti-siyonist pratiği, onu yalnızca bir bağış toplama e-postasının başlığı olarak kullananlardan geri almalıyız.

Kolektif tahayyülümüz, özgürleştirilmiş ve sömürgelik halinden kurtarılmış bir Filistin’in neye benzediğini tam olarak ifade edemese de, genel çerçevesi birçok kez ortaya konmuştur. Hayfa’dan, Şeyh Muvanni’nin topraklarından veya Deyr Yasin’den kovulmuş herhangi bir Filistinli mülteciye sorun, size, sömürgelik halinden kurtarılmış bir Filistin’in, en azından, Filistinlilerin nehirden denize kadar özgür bir siyasi birime dönüş hakkına sahip olduğunu söyleyecektir.

Kendisini “anti-Siyonist” olarak tanımlayanlar, “İsrail-Filistin” veya daha kötüsü, “Filistin-İsrail” gibi bir ifadeye başvurduklarında, kendimize şu soruyu sormalıyız: Sizce “İsrail” Filistin’de değil de hangi topraklarda kurulu? Bu, sömürgeci bir devleti meşrulaştırma girişiminden başka bir şey değil. Aradığınız isim “Filistin”, aradaki tireye gerek yok. En azından, anti-Siyonist oluşumlar, Filistinlilere ve Filistinli olmayan müttefiklerine sömürgeci hırsızlığın şiddetini dayatan bir dil kullanmaktan kaçınmalıdır.

Yerleşimci/Yerli İlişkisi

Yerleşimci/yerli ilişkisini anlamak, anti-siyonist örgütlenmede olmazsa olmazdır. Bu, Siyonist yerleşimci-sömürgecilikteki “yerleşimci” tanımlamasıyla yüzleşmek anlamına gelir; bu, kişinin daha geniş yerleşimci-sömürgeci iktidar sistemlerindeki yerini gösteren bir sınıf statüsüdür. Anti-siyonist söylem, Siyonistlerin Oslo Anlaşmaları ve Tel Aviv’deki İsrailli yerleşimcilerle Batı Şeria yerleşimlerindekileri birbirinden ayıran uluslararası hukuk çerçevelerine yönelik aşırı güven türünden, sömürgeci araçlar aracılığıyla tarihi (yeniden) teorik zemine kavuşturmalarına eleştiri düzeyinde itiraz edebilmelidir.

Bazı İsrail şehirlerinin yerleşim yeri olduğunu, bazılarının ise olmadığını öne sürmek, Siyonist çerçeveyi muhafaza etmek demektir. Filistin’deki keyfi coğrafi bölünmelere göre sömürgeci kontrolü meşrulaştıran bu yaklaşım, toprakları daha da farklı bölgelere ayırır. Anti-siyonist analiz, “yerleşimcilerin” yalnızca Kiryat Arba ve Efrat gibi “yasadışı” Batı Şeria yerleşimlerinin değil, aynı zamanda Sefad ve Petah Tikva’daki yerleşimlerin de sakinleri olduğunu anlar. Hayfa’dan kovulmuş, sürgünde yaşayan herhangi bir Filistinliye sorun, size bugün evlerinde yaşayan İsraillilerin de yerleşimci olduğunu söyleyecektir.

Oslo Anlaşmaları’nı, uluslararası hukuku ve insan hakları paradigmasını Filistin’in sosyo-tarihsel gerçekliklerinin merkezine yerleştirme yönündeki yaygın tercih, analizlerimizi ve siyasi müdahalelerimizi sınırlamakla kalmıyor, aynı zamanda Filistinlilerin nasıl bir geleceği hak ettiğine dair hayal gücümüzü de kısıtlıyor, böylece bizi Batı Şeria’daki yeni, kötü yerleşimcilerin şiddetin kaynağı olduğuna ikna etmek için sömürgecilik sonrası dönem sorularını bir kenara itiyor. Tel Aviv ve Batı Kudüs gibi 1948’de çalınan Filistin coğrafyalarının sınırları içinde ikamet eden meşru yerleşimciler, bu anlatıda farklı bir yerde duruyor. “Kötü yerleşimcilerin hizmetinde yürütülen sömürgeci şiddetin hatasını öğrenerek aydınlanabilirler” deniliyor. Hatta sözde dayanışma ortaklarımız olabileceklerinden bile bahsediliyor. Tüm bunlar, sömürgecinin elindeki imtiyazın kırıntısını bile feda etmeden veya 1967 öncesi Siyonist şiddetinin acımasız tezahürlerinden herhangi birini kınamak zorunda kalmadan gerçekleşecek şeyler.

Bu düşünce tarzının bir sonucu olarak dayanışma örgütleri, bazı İsraillileri ön plana çıkartıyorlar. Bu noktada kötü yerleşimciler, Batı Şeria’ya yerleşenler için uygulanan devlet şiddetine sırtını dönen profesyoneller ve barış elçilerine vurgu yapılıyor. Bu kişiler, Filistinlilere denk bir düşünsel, ahlaki veya sınıfsal bir zemine yerleştiriliyorlar. Bu İsrailliler ile dayanışma içinde olduklarını iddia ettikleri Filistinliler arasındaki içsel güç dengesizliği görülmüyor, yerleşimci statüleri ellerinden alınıyor. Yerleşimci, çalınmış topraklarda kendisine ayrıcalıklı bir statü sağlayan tarihsel-politik bağlamdan çıkarılıyor, ona Filistin deneyimini tasvir etme yetkisi veriliyor. Bu, Siyonist anlatının tarihsel olarak örtülmesinin bir parçasıdır; yerleşimciyi bir birey olarak okumak ve bir yerleşimci olarak sınıfsal statüsünü göz ardı etmek için yerleşimci-sömürgecilik bağlamını göz ardı eden bir yaklaşımdır.

“Sömürgelik Halinden Kurtuluş” Kavramının Yanlış Anlaşılması

Filistinlilerin Filistin’deki Yahudi yerliliğini hiçbir zaman reddetmediğini belirtmek gerekiyor. Ancak kurtuluş hareketi, Siyonist yerleşimciler ile Yahudi yerliler arasında hep ayrım yapmıştır. Filistinliler, 1968 tarihli Filistin Ulusal Şartı Sevâbit’te olduğu gibi, bu ayrım için net ve rasyonel bir çerçeve oluşturmuşlardır. 6. Madde, “Siyonist işgalin başlangıcına kadar Filistin’de olağan haliyle ikamet eden Yahudiler, Filistinli olarak kabul edilecektir” ifadesini içermektedir.

Bireyler “sömürgelik halinden kurtuluş” ifadesini “Yahudilerin toplu katliamı veya sürgünü” olarak yorumluyorlar. Oysa bu yanlış yorum, genellikle kendilerinin sömürgecilikle bağlarının bir yansıması veya Siyonist propagandanın bir neticesidir. Bu söylemi devam ettirenler, yerli halkı örgütlemeyle ilgili tavrını bir asrı aşkın bir zamandır muhafaza eden Filistin fikriyatını kasten yanlış yorumlamaktadırlar.

Yüz yıl süren etnik temizlik, bombardımana tabi tutulan halklar ve kökü kuruyan ailelere rağmen Filistinliler, hiçbir zaman Yahudilerin veya İsraillilerin topluca öldürülmesini talep etmediler. Anti-siyonizm, Filistin’deki sömürgecilik karşıtı düşünceye ve Siyonist propagandaya dair tarih dışı okumalara karşı geliştirdiği dilinde ve söyleminde “yerleşimci” ve “yerli” gibi tarihsel-politik tanımları kullanmaktan çekinemez.

Siyonistlerin “Tüm Hayatlar Önemlidir” Anlayışı

Gördüğümüz gibi, yerleşimci-sömürgecilik, yerleşimcilerin konumunu güvence altına alır ve onlara haklar, bu durumda ilahi bir fetih hakkı bahşeder. Bu nedenle Siyonizm, yerleşimcilerin haklarının yerli halkların haklarının önüne geçmesini ve yerli halkların zararına olmasını sağlar. Bunu bildiğimizde, liberal bir slogan olarak “haklar herkese eşit verilmeli” lafının derinlemesine değerlendirilmesi gerekir. Yerleşimci devletinin ve ona içkin olan, sonsuza dek yerleşimciye hizmet ederek yerli toplulukların doğrudan zararına olan şiddetin parçalanmasına vurgu yapmak yerine, slogan, Filistinlilerin şiddet sistemi içinde daha fazla hak elde etmeleri gerektiği imasında bulunur. Ancak bu ifadeyi dile getirenlerin kastettiği anlamda “eşit haklar”ı, bir yerleşimci devletini yeniden inşa edecek girişimler bahşetmeyecektir. Bu haklar, ancak Filistin’in sömürgelik halinden kurtulması, toprak ve kaynakların maddi olarak iade edilmesiyle sağlanabilir. Daha fazla tartışmaya gerek kalmadan, slogan, yalnızca Siyonizmin bir başka mekanizması, uzun zamandır yerleşimcilerin haklarının kurbanı olan yerli toplulukların haklarının iade edilmesi gerekliliğini vurgulamak yerine, yerleşimcilerin haklarını koruyan bir mekanizma olarak iş görüyor.

Anti-siyonistler, hem yerleşimci sömürgeciliğini hem de Siyonizmi kınayıp, hem de yerleşimcilerin eşit ve değişmez haklara sahip olması gerektiği iddiasını savunamazlar. Siyonistler, devletlerinin her zaman var olduğuna, İsraillilerin her zaman bu topraklarda yaşadığına inanmanızı isterler. Oysa yakın tarih bize, anti-siyonizmin Filistin’deki yerleşimlerin gelişimini maddi olarak ilerleten mevcut mekanizmalara karşı çıkması gerektiğini söyler.

Siyonist kurumlar, yalnızca 2022 yılında, demografik çoğunluğu sağlamak ve yerli halka ait topraklarda fiziksel bir varlık sağlamak için Rusya, Doğu Avrupa, ABD ve Fransa’dan yaklaşık 60.000 yeni yerleşimciyi transfer etmek için yaklaşık 100 milyon dolar yatırım yaptı. Bu, ancak Filistinlilerin zorla yerinden edilmesine dönük çabaların sürdürülmesi ve özellikle Batı Şeria kırsalı genelinde her gün şahit olduğumuz üzere, onları yeniden şiddet yoluyla yerinden ederek mümkün olabilir.

Bu yerleşimcilerin, zor kullanılarak çalınan Filistin topraklarında, Filistinlilerin hakları iade edilmediği sürece yaşama “hakkı” olduğu iddiasının hiçbir ahlaki meşruiyeti yoktur. Hâkim ahlaki veya felsefi söylemde, bir şey çalan kişinin çaldığını haklı olarak elinde tutmasını savunan hiçbir adalet teorisi yoktur. Hırsızlık eylemi, tanımı gereği, adaleti, kaynakların eşit dağıtımını ve bireysel haklara ve mülkiyete saygıyı vurgulayan temel adalet teorilerini ihlal eder.

Sömürgeciliğin sona ermesinin bir metafor olmadığını insanlara hatırlatan Nadav Gazit ve Yuula Benivolski gibi İsrail vatandaşı bazı eylemciler, Filistinlilerin kurtuluşunu somut bir şekilde desteklemek için inisiyatif aldılar ve yerleşimci vatandaşlığı iddialarından vazgeçtiler. Liberal STK’lar, bunun ne anlama geldiğine dair daha fazla tartışma yapmadan “herkes için eşit haklar”ı savundular. Oysa bu, “herkesin hayatı önemlidir” anlayışının Siyonist versiyonudur ve Filistinlilere yönelik şiddet sistemlerinin sürdürülmesini sağlar veya en iyi ihtimalle bu sistemleri sorgulamaktan kaçınır.

Siyonizm ve anti-siyonizmle ilgili bazı temel kavram ve tanımları ortaya koyduktan sonra, anti-siyonist örgütlenmenin bazı temel stratejilerini ve taktiklerini inceleyebiliriz.

Özgürleşme Sürecini Desteklemek İçin Yapısal Değişiklikler

Anti-siyonizm, Siyonist yapıların sistematik olarak ortadan kaldırılmasını gerektirdiğinden, bu süreç, temel faaliyetler olarak hizmet veren eğitim programları ve protestoları içerebilir. Ancak eylemciler için birer konfor alanı haline gelen, mevcut Siyonist şiddet yapılarına yönelik gerekli risk ve anlamlı meydan okumalardan yoksun alanlar ve etkinlikler düzenlerken dikkatli olmak önemlidir. Anti-siyonist örgütlenme, uluslararası yardım kuruluşlarının İsrailli yerleşimci milisleri ve yerleşim genişlemesini finanse etmesini sağlayan yasaları hedef almak gibi, sömürgeciliği uzaktan destekleyen stratejik politika ve yasal reformları içermelidir. Sonuçta, yurtdışındaki amacımız, kamuoyunun Filistin hakkındaki görüşünü değiştirmek değil, sömürgeciliğin sona ermesine dönük mücadelenin mevzi kazanması için yapısal değişikliklerin yapılmasını sağlamak olmalıdır.

Yurtdışındaki sömürgecilik karşıtı yaklaşımlar, (hayır kurumları, kiliseler, sinagoglar, sosyal kulüpler ve kimi bağışçı kuruluşlar gibi) sömürgeciliği destekleyen kurumların iç yapılarını değiştirmeyi içerir. Bunlara, birçok uluslararası eylemcinin kişisel, mesleki ve finansal olarak bağlantılı olduğu kuruluşlar da dâhildir; bunlar arasında, koordinasyonunu yaptığımız kâr amacı gütmeyen kuruluşlar yanında, Açık Toplum Vakfı ve New York Carnegie Derneği gibi büyük bağışçı kuruluşlar yer alır.

ABD bağlamında, en tehdit edici Siyonist kurumlar, üniversite kampüslerindeki Hillel grupları veya hatta Hristiyan Siyonist kiliseleri değil, Amerikan imparatorluğunun statükosunu korumak için faaliyet gösteren köklü siyasi partilerdir. İnkâr ve İftirayla Mücadele Birliği (ADL) ve Amerika İsrail Kamusal İşler Komitesi (AIPAC), Filistinlilerin kurtuluşu için yürütülen mücadeleyi ezen yapılar olarak, hiçbir şekilde küçümsenmemesi gereken şiddet biçimlerine başvururlar. Bunların, yerleşimci-sömürgecilik bağlamında en önemli kurumların yönelimlerini belirlediklerini, temsiliyetleri itibarıyla yalnızca Yahudilere ait olmadıklarını görmek gerekmektedir: ABD’de Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti, Filistinlilerin katli konusunda kamuoyunun desteğini alma konusunda ADL ve AIPAC’in toplamından daha fazla çaba ortaya koymaktadır. İlerici Grup ile “senatodaki ekipler”in çoğunluğu bile suçludur.

Ait olduğumuz kurum ve topluluklara yönelik bu içsel meydan okumalar, tanımları gereği riskli ve fedakârlık gerektiren, ancak elzem ve özgürleştiricidirler. Değişimi başlatmak için yüzleşmeye, desteklerin ve maddi kaynakların geri çekilmesine ihtiyaç duyarlar. Son aylarda gördüğümüz gibi, siyasi partilerden ve kurumlardan seçim ve mali desteği çekme yönünde açık bir niyet olmadan yalnızca politikacılara baskı yapmak için protestolar düzenlemek, temelden hatalıdır. Ayrıca, istenen sonucu da sağlamaz.

28 Kasım 2023’te, İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere yönelik soykırımının ortasında, ABD Temsilciler Meclisi üyeleri, anti-siyonizmi antisemitizmle eşitleyen bir yasa tasarısını desteklemek için 421’e karşı 1 oyla (o bir kişi de herhangi bir dekolonizasyon hareketine bağlı değildi) oy kullandı. Yasa tasarısına oy vermeyen “parti ekipleri” üyeleri yasaya karşı oy kullanmadılar.

Siyasetçiler, örgüt liderleri ve fon sağlayan kuruluşlar, soykırımı destekleme kararlarının gerçek siyasi sonuçlarını görmelidir. Uluslararası dayanışma örgütlerinin yürütme organlarının seçilmiş yetkilileri, sorumlu tutma konusundaki isteksizliği, sadakatimizi kurtuluş ile geçici siyasi çıkarlar arasında dengeleyemediğimiz için bir tehlike işaretidir.

Anti-siyonizm, siyonizm aracılığıyla beyaz üstünlüğünü kasıtlı olarak sürdürenleri hedef alan siyasi örgütlenmeden daha fazlasını gerektirir; baskı mekanizmalarını ortadan kaldırmak için iktidara erişimimizi riske atmamıza ihtiyaç duyar. Siyonizmin uzun ömürlü olacağına yönelik kanaatimizi terk etmeliyiz.

Siyonizmi Yahudilikten doğru bir şekilde ayırıp onu yerli halkların yok edilmesi ve ilkel kaynak birikimi süreci olarak anladığımızda, baskın siyasi oluşumların, silah endüstrisi ve ileri teknoloji güvenlik sektörü, daha geniş kapsamlı Siyonist projede vazgeçilmez kurumlar oldukları kolaylıkla görülecektir. Bu kurumlar, aynı zamanda Siyonist sömürgeciliğin statükosundan maddi olarak faydalanmakta, dolayısıyla, güçlerini onu sürdürmek için kullanmaktadırlar. Bu oluşumlar, dünya genelinde beyaz üstünlüğünü, emperyalizmi ve sömürgeciliği, her ne kadar eşitsiz de olsa, tüm halklara zarar veren sistemleri sürdürmek gibi daha kapsamlı bir işlevin parçasıdırlar.

Siyonizm, Yahudi halkına fayda sağlamaz. Küresel Yahudi topluluklarının güvenliğini ve refahını sömürgeci şiddetin korunmasıyla eş tutmak, antisemitik ve yanıltıcı bir argümandır. Bu argüman, Yahudi topluluklarının gelişebilmeleri için Filistinlileri yerlerinden etmeleri, onlara hükmetmeleri, onları hapsetmeleri, ezmeleri ve öldürmeleri gerektiğini ileri sürer.

Bu, Filistinlileri anti-siyonist sömürgecilik karşıtı düşüncenin yazarları ve bekçileri olarak anlama konusundaki önceki tartışmayla ilişkilidir. Anti-siyonizmi yalnızca Yahudi eylemcilere ait veya Yahudi örgütlerinin inisiyatifini gerektiren bir şey olarak tasvir etmemeliyiz. Anti-siyonizmi, Filistin’de yerleşimler kurma siyasetini sürdüren kurumları parçalamayı amaçlayan sömürgecilik karşıtı bir pratik olarak kabul etmek yerine, zorunlu olarak Yahudi eylemcilerin öncülük ettiği bir uygulama olarak nitelendirmek, Filistin’deki sömürgecilik karşıtı liderliği hükümsüz kılar. Yahudi örgütlerinin rolüne aşırı vurgu yaparak, Filistinlilerin bilgi, deneyim ve sömürgecilik karşıtı çabalarını Filistinli olmayan kuruluşlar lehine merkezsizleştiriyoruz. Bu, ciddi bir hatadır. Böyle bir birleştirme, yalnızca anti-siyonizmin hedeflerini yanlış tanıtmakla kalmaz, aynı zamanda Yahudilik ile sömürgeciliği eşitleyerek, istemeden de olsa antisemitik duyguların devam etmesine katkıda bulunur.

Cesur Dayanışma

Özetle, anti-siyonizm bir slogan değil, bir dekolonizasyon (sömürgelik halinden arınma) ve kurtuluş sürecidir. Siyonizme ve yok edilişe direnmeye kararlı Filistinliler, bu siyasi hareketin bekçileridir. Tel Aviv ve Modiin gibi şehirler, tıpkı Batı Şeria’daki İtamar veya Tel Rumeida gibi birer yerleşim yeridir. Dekolonizasyon, Filistin’deki tüm Yahudi topluluklarının yerlerinden edilmesi anlamına gelmez; ancak, kendisini Yahudi olarak tanımlayan her bireyin Filistin’in yerlisi olmadığını kabul etmek hayati önem taşır. Bu temel çerçeve, anti-siyonist örgütler ve müttefikleri tarafından Filistin’i savunma çabaları dâhilinde açıktan dile getirilmelidir. Anti-siyonist örgütlenme, İsrail devlet projesi için en önemli kurum ve oluşumların yasa ve politikalarını değiştirerek sömürge yapılarını ortadan kaldırmaya doğru ilerlemelidir.

Bu makale, kapsamlı bir el kitabı değil; aksine, çok ihtiyaç duyulan bir tartışmayı başlatıyor ve anti-siyonist pratiğin temel ilkelerini sunuyor. Bu ilkeler tartışmaya açık değil ve anti-siyonist örgütlenmenin bazı göstergelerini temsil ediyor. Bu anti-siyonist göstergeler, e-postalar veya sosyal medya paylaşımları aracılığıyla etrafa serpiştirilerek ortaya çıkarılmamalı, aksine, çalışmalarımızda ve analizlerimizde açıkça görülmelidir.

Bir kuruluşun dayanışma ve direniş kavramsallaştırmasına yönelik bağlılığı şeffaf olmalıdır. İdealleri, potansiyel yeni katılımcılar ve bağışçılar için de açık olmalıdır. Kuruluşların, geniş bir kitleye hitap ederken aynı zamanda liberal bağışçılar için de kabul edilebilir olmak adına neyi savunduklarını kasten belirsizleştirdiklerine çok sık tanık olduk. Öngördükleri gelecek hakkında muğlak bir dil kullanıyorlar; Filistinlilerin bu refaha ulaşmak için neye ihtiyaç duyacakları konusunda derinlemesine bir tartışma yürütmeden, “tüm Filistinliler ve İsrailliler için eşitlik, adalet ve iyi bir gelecek” tanımlıyorlar.

Çelişkili mesajların tabandan destekçilere ve finansal bağışçılara iletildiği ikili söylem olgusu, kurumsal veya kişisel kazanç için kullanılan manipülatif bir taktiktir. Bir grubun çabalarının tek bir nihai amacı olduğu, en başından itibaren açık olmalıdır. O amaç şudur: Nehirden denize Filistin özgür olacak.

Anti-siyonizm ve dayanışma cesur olmalıdır. Filistinliler bundan daha azını hak etmiyorlar.

Leyla Şomali
Lara Kilani

15 Aralık 2023
Kaynak

21 Kasım 2025

, ,

Nur Abdüllatif’ten İki Şiir



Bir yıl önce yazar, eğitimci ve üç çocuk annesi genç Nur Abdüllatif, Nuseyrat Kampı sahilinde bir çadırda yaşıyordu. Gazetemiz için bir şeyler yazmak istediğini, ancak ne yazacağından emin olmadığını söyledi. Birkaç gün sonra, “soykırım günlüğü” adını verdiği kapsamlı bir tanıklık aktardı bize.

Nur, 7 Ekim 2023 günü günlüğüne şu kelimeleri dizdi:

“Filistin’in tamamını özgürleştirmeyi ve uzun süredir mahrum kaldığımız toprakları geri almayı hayal ederken göz yaşlarına boğulduk. Birkaç saat sonra şehrime bombalar yağmaya başladı, kısa süreliğine sahip olduğumuz özgürlüğün gerçek bedelini o an anladım.”

Nur, soykırımın ilk günlerinde şehit düşen kız kardeşine duyduğu o bitmek bilmeyen özlemi; yiyecek stokunun yavaş yavaş azaldığı kalabalık bir sığınakta geçirdikleri günleri; ve yüzlerce Gazzeli çocuğa ders verdiği gayriresmi okulu anlattı tanıklığında. Orada, “Nuseyrat Kampı’ndaki sahilde, yemeğimize kumun karışmasına alıştık, her gün yüzleştiğimiz zulüm gibi onu da çiğneyip yuttuk” diyordu. Tüm çıplaklığıyla aktardığı ayrıntılar, yürek paralayıcıydı.

Ocak ayında, o kısa ve sonuçsuz ateşkes esnasında Nur, bu kez ailesinin Gazze’ye dönüşünü anlatan ikinci bir tanıklığı bizimle paylaştı. Yazısında, binlerce Filistinlinin, aylarca süren terörün ardından mahallelerine ve ailelerine kavuşmak için kuzeye doğru giderken yollardaki insan kalabalığını ve oluşan o izdihamı aktarıyordu. Nur, nihayet vardıklarında, bir vakitler aşina olduğu sokakların tanınmayacak kadar çirkinleştiğini ve küle dönmüş bir dünyayla karşılaştıklarını söylüyordu. İşgalciler, soykırım amaçlı harekâtını hızlandırmak suretiyle Gazze’de acımasız bir kıtlığa sebep olmuşlardı. Sonra Nur, şehit öğretmen Rıfat Alarer'in anısına sosyal medya hesabından “Madem Açlıktan Öleceğim” adlı şiirini paylaştı.

Sohbet esnasında Nur bize, mümkün olduğunca Kuzey’de kalacağını söylemişti, ancak geçen ay işgal güçleri ailesinin evine giderek yaklaşırken, tekrar güneye dönme kararı aldı. Sahildeki bir çadırda bize bir şiir daha gönderdi. Şiir, dünyanın kıyısında durmuş bir insanın sorularını aktarıyordu.

* * *

Burada Olmak ve Gitmek Arasında

 

Bir şehri göğsüme nasıl bastırayım?
Sokaklarını, evlerini, pencerelerini nasıl kucaklayayım?
Bu kadar derin bir hasrete dayanmak için
Daha ne kadar büyütebilirim yüreğimi?
Nasıl öpebilirim yaralı toprağını,
Ruhum âlem-i ervaha göçmeden?

Eskiden oynadığım o sokakta dolaşırken
Derinlerden gelen çığlığı daha ne kadar tutabilirim?
Nasıl silerim o sessizce süzülen gözyaşını,
Babamın bir zamanlar oturduğu o taşa?
Nasıl yeniden taşıyabilirim gülüşlerimizi
Yürüdüğüm sokaklara?

Ve nasıl derim, seni çok özledim,
Kalbimin kırıklığını belli etmeden?

Gölgemi nasıl onarabilirim?
Onun zamanla aşınmış taşında,
Her çatlak bir zamanlar
Beni kendi çatlağı olarak bilirken?

Genç ayaklarımın arşınladığı sokaklarda nasıl yürürüm,
Kaybedilen her şeyin ağırlığını tekrar hissetmeden?
Nasıl dinlerim göğe yükselen ezanı,
Gözyaşlarımın içimde saklı çığlıkları
Ele duyurmasına izin vermeden?
Nasıl derim, gitmem gerekiyordu,
Ruhum hiç ayrılmamışken?

Gazze...

Sağa sola saçılmış çığlıklarını kim nasıl
Tek kucakta toplayabilir?
Adın her anıldığında
Kalbim bu kaybı nasıl atlatabilir?
Sokaklarında yürüyorum ama orada değilim,
Yüzünü arıyorum ama kaybolmuş.
Bildiğim bir sebebi olmadan
Parçalanıyorsun içimde.

Gazze hâlâ ayakta
Ama eskisi gibi değil,
Bir zamanlar alevlerin yandığı yerde
Şimdi bir gölge yürüyor.
Ve göğsümde kalan acı
Daha derin, daha ağır
Kederim ölümle gelenden büyük.

Madem Açlıktan Öleceğim

 

Madem açlıktan öleceğim,
Sessiz sedasız, elleri bağlı değil
Çocuklarımın onur duyacağı
Biri olarak öleyim.

Dünya şahit olsun ki
Ben açlığa boyun eğmedim,
Yer ağzını kapatıp
Gök döküldüğünde dahi
Ayakta kalmayı bildim.

Madem açlıktan öleceğim,
Dipnotlarda yitip giden bir sayı olarak değil,
Çocuğumun umudunu emzirirken öleyim.

Deniz, adımı
Halkımı unutmuş kıyılara taşısın
ve rüzgâr
“Ekmek bittiğinde o sevgiyi emzirdi”
Diye fısıldasın.

20 Kasım 2025

, ,

İşgalcinin Gözündeki Diken



Güney Lübnan, sebat konusunda bir ders niteliğindedir. Bir halkın işgalciye karşı koyma ve mutlak zafer kazanma isteğinin inatçı ve kararlı bir ispatıdır.

İsrail’in Lübnan Direnişi’ni ve destekçilerini ezmeyi amaçlayan yıpratma savaşı kendisini, hem Lübnan’ın güneyinde hem de Beyrut’un Dahiye gibi güney mahallelerinde tüm acımasızlığıyla hissettiriyor. Yaklaşık bir yıl süren bu savaşın ardından, derin kraterler, yıkılmış binalar, moloz yığınları ve beyaz fosfor kokusu, tüm duyu organlarını ele geçiriyor. Bir zamanlar yoğun nüfuslu olan mahalle bugün tanınmaz halde, buna karşın, insanlar orayı terk etmediler. Bu da devrimci koşulların ve her şeye rağmen direnmenin başlı başına bir direniş eylemi olduğuna dair yaygın inancın ispatıdır.

İsrail’in yağdırdığı bombalara rağmen hiçbir yere gitmeyen, Çiya mahallesinden dört çocuk babası genç Ebu Ali’nin ağzından şu cümle dökülüyor: “Dahiye'yi asla terk etmeyeceğim, çünkü mahalle ve halkı beni hiçbir zaman terk etmedi.” Kurtuluş mücadelesine olan bu saf bağlılık kendisini, sadece “Filistin’i terk etmeyeceğiz” yazılı pankartta değil, Dahiye’de gördüğüm her yüzde, artan yıkıma rağmen dik duran her başta da hissettiriyor.

Ebu Ali, sözlerine şu şekilde devam ediyor:

“Bugünkü mücadelemizin temeli hakikattir, kendi kaderini tayin hakkımızdır. Hikâyelerimizi yazacağız, mücadelemiz, sadece Lübnan’ın değil, bölgenin de geleceğini tayin edecek. Kendimizi tekil kişi olarak görmek hiçbir şeye kafi gelmez. Hayır, biz, esasında tek bir eliz, tek else tek başına alkış tutamaz. Bu mevcut açmaz yüzünden her şeyimi kaybettim, ama yemin ederim ki fedakârlığımla daha fazlasını kazandım, hepsi de direniş uğruna.”

Dahiye’deki ve ABD-İsrail saldırganlığından etkilenen diğer bölgelerdeki insanları birleştiren şey, sarsılmaz bir inanç ve Filistin’i pusula kabul eden net siyasi çizgidir. İsrail’in sömürgeleştirme çabalarına ve emperyal kibrine meydan okuyan, sadece Lübnan Direnişi değil, aynı zamanda tüm Lübnan halkının giderek güçlenen devrimci vizyonudur.

Dahiye’de silahı yüceltmek yetmez; silahlı direnişin onur, birlik, sebat ve halkın iradesine bilinçli bağlılık gibi net biçimde belirlenmiş ilkelerine bağlı kalmak gerekir. Halk olmadan direniş olmaz.

Ebu Ali:

“Biz direnişiz. Çocuklarım, eşim, halkım nerede olursa olsun, hepimiz direnişiz. Bizi öldürebilir ve evlerimizi başımıza yıkabilirler, ancak direnişimizi asla elimizden alamazlar çünkü direnişimiz, bomba veya insansız hava aracıyla ulaşamayacakları bir varoluş düzleminde yaşıyor.”

Ebu Ali göğsünü işaret ederek: “İşte tam burada.”

Gazze, ateşkes denilen o her an sona erebilecek sürece rağmen, soykırımın pençesinde. Bu koşullarda Lübnan’daki mücadele, emperyalizme karşı verilen kapsamlı devrimci mücadelenin bir parçasıdır. Bu mücadele, yalnızca bir ölüm-kalım meselesi değil, aynı zamanda Lübnan’ı ABD’ye bağlı bir başka vasal devlete dönüştürme çabalarına karşı bilinçli bir meydan okumadır.

Savaş alanında, emperyalistlerin yenilmeyeceğine dair efsane, her direniş operasyonuyla, yanan her Merkava tankıyla, kanlarıyla topraklarımızı sulayan, tek bir güney köyünün düşmesini engelleyen şehitlerimizle toz gibi dağılıp gidiyor.

Hizbullah Medya İlişkileri Şefi Muhammed Afif, İsrail’in 17 Kasım’da Dahiye’ye düzenlediği hava saldırısında öldürülmeden önce, Şehitler Günü’nde düzenlenen bir konferansta konuşmuştu. Orada, Lübnan Direnişi’nin, İsrail’in siyasi ve askeri hedeflerine ulaşmasını engellemede başarılı olduğunu vurguladı. Ona göre, diplomasiye her an açık olmaları, Lübnan Direnişi’nin İsrail’i sahada engellemedeki başarısının işaretiydi. Yakın zamanda ilan edilen 27 Kasım “ateşkesi” direnişin zaferlerinin kanıtı olduğunu söyledi. O gün Afif, “Direnmezsen yenilirsin. Ancak bizim yenilgi anlayışımız sizinkinden farklı. Bedelin yüksek olduğunu inkâr etmiyoruz, ancak zafer sadece bir saatlik sabırdır. İçeride ve dışarıda, her düzeyde ve her savaşta çok uzun bir savaşa hazırlandık” diyordu.

Afif, söylediği her söze sadık kaldı ve Seyyid Hasan Nasrallah gibi, halkının arasında tüm cüretiyle dimdik ayakta dururken öldürüldü. ABD-İsrail projesi, Lübnan’da halkın iradesini kırmayı, Lübnan Direnişi’ni dağıtmayı ve Gazze ile silahlı dayanışmaya ağır bir bedel ödetmeyi hedefliyor. Bu proje, bugün yenilgiyle değil, devrimci bir iyimserlikle karşılandı. Bugün de denklem aynı: Ya ayakta öleceğiz ya da özgür yaşayacağız.

Lübnan Direnişi’ni Genel Sekreter Seyyid Hasan Nasrallah suikastı ve o sadist çağrı cihazı saldırısıyla zayıflatmayı amaçlayan İsrail ve Amerikan terörizmi, Hizbullah’ı Kuzey Cephesi’nde çatışmaya girmekten ve Gazze’deki direnişle bağlarını korumaktan alıkoyamadı. Eylül ayındaki suikasttan evvel Seyyid Hasan Nasrallah, olası bir ateşkesin şartlarını şu şekilde dile getirmişti:

“Şehitler, yaralılar, gözlerini ve ellerini kaybedenler, Gazze’yi destekleme sorumluluğunu üstlenen herkes adına, Netanyahu ve Gallant’a şunu söylüyoruz: Gazze’deki savaş sona erene kadar Lübnan Cephesi durmayacak.”

Bu kırmızıçizgi, yoğunlaşan bombardımanlara ve artan katliamlara rağmen, Hizbullah’ın İsrail ile çatışmasının kılavuzu olmaya devam etti.

İsrail’in Lübnan’ın güneyindeki köyler ve mahallelerde, Bekaa ve Baalbek'te gerçekleştirdiği katliamlar, 3.000’den fazla şehitle sonuçlandı ve Direniş'e yönelik desteğin artmasını sağladı. “Heybetli Güç Harekâtı” sırasında Hizbullah operasyonları arttı ve İsrail denilen teşekkülün daha da derinlerine ulaştı. Bunlar arasında Binyamin Netanyahu’nun Sezariye’deki evine doğrudan gerçekleştirilen saldırı ve Tel Aviv’e yönelik saldırılar da vardı. Direniş, düşmana ağır maddi ve siyasi kayıplar verdirerek, İsrail güçlerinin Güney Lübnan’dan çekilmesi için gerekli koşulları dayattı. İsrail’in, İsrailli yerleşimcileri işgal altındaki Filistin’in kuzeyine geri döndürmeyi ve Hizbullah’ın Kuzey Cephesi’ndeki mücadelesine son vermeyi amaçlayan “Kuzey Oku Harekâtı”, İsrailli yerleşimcilerin daha fazla yerinden edilmesine ve Hizbullah’la doğrudan çatışmaya giremeyen işgal güçlerinin 130’dan fazla kayıp vermesine neden oldu. İsrail’e bağlı işgal güçlerinin savaş alanında aniden beliren “hayalet figürler” olarak tanımladığı, Lübnan Direnişi’nin son derece disiplinli savaşçıları, hibrit gerilla savaşının ustaları olduklarını kanıtladılar. Bu savaşçılar, bugün ABD-İsrail projesini tehdit etmeye devam ediyorlar. Gazze ve Lübnan’daki imha harekâtını yöneten ABD, vekil devletine akan fonlara rağmen, kaybettiği siyasi ve askeri gücünü geri kazanamıyor.

Lübnan halkının ödediği bedel ağırdır: bu halk, sivil kayıplardan, haberleşme araçları üzerinden gerçekleştirilen iki saldırının ardından binlerce kişinin yaralanmasına ve zorla yerinden edilmeye kadar birçok bedel ödedi. İsrail’in Ekim ayından bu yana Lübnan’a yönelik gerçekleştirdiği saldırılar neticesinde, yerinden edilenlerin sayısı 1,5 milyonu buldu; bunların çoğu, Beyrut’un güneyindeki mahallelerinde yaşayan insanlardı.

Bu insanlardan biri de Hizbullah ile İsrail işgal güçleri arasında yoğun çatışmalara sahne olan Hiyam köyünden yetmiş üç yaşındaki Fatme. Fatme, köylerine düzenlenen bir saldırıda yaralanan oğlu da dâhil olmak üzere, on akrabasıyla birlikte hâlen daha evsiz. Evi ve akrabalarının evleri yıkıldı. Ancak ondaki sebat, Dahiye halkındaki sebatın yansıması.

“Yaptığımız fedakârlıklar buna değer. Direnişimiz ve toprağımız uğruna, tahammül etmeye ve bu yolda yürümeye hazırız. Çünkü bu sayede kimse bizi aşağılayamayacak, işgalcinin Gazze’deki katliamlarının karşılıksız kalmasına izin vermeyeceğiz. Evlerimiz, hatta hayatlarımız, kurtuluşun daha büyük bir bedeli karşılığında ödenecek küçük birer bedeldir. Özgürlük gecikse bile, sabırlı olacağız ve geri dönüp evlerimizi yeniden inşa edeceğiz.”

Fatme, Lübnan’daki yıkımdan bahsederken elimi tuttu, köyünün kokusunu ve Hiyam’daki hayatının anılarını anlatırken o tuttuğu eli sıktı. Hiyam, Mayıs 2000’de silahlı direnişle sona erecek olan yaklaşık yirmi yıllık İsrail işgalinin çilesini çekmiş bir yer. O köyün insanı olarak Fatme, bana şunları söyledi:

“Gazze’deki insanların yanlarında olduğumuzu bilmelerini istiyorum. Kalbimiz, ruhumuz, hayatımız, tüm bunlar bizim için olduğu kadar onlar için de. Bu yolda bir şeyler verebildiğimiz için onur duyuyoruz. Dünya sessizken, başımız dik bir şekilde ayağa kalktık. Bu mücadeleye bağlı kalacağız. Zafer bizim olacak. Sözümüz senettir, muzaffer olacağız.”

26 Kasım’da Beyrut’ta, Mar İlyas, Barbur ve Hamra’nın dış mahallelerine ulaşan İsrail hava saldırıları sırasında, şehrin dört bir yanında insanlar, nefeslerini tutarak ateşkesin onaylanmasını bekliyorlardı. Beyrut Amerikan Üniversitesi Tıp Merkezi’nin girişinde, insansız hava araçlarının dolaştığı ve İsrail saldırılarının devam ettiği bir sırada yüzlerce kişi toplandı. Ateşkesin yerel saatle sabah 10’da onaylanmasıyla birlikte, aniden sessizlik kuşattı her yanı. Birden kutlama amaçlı sıkılan silahın sesi duyuldu. “Eve gidiyoruz, Allah’a şükür! Eve gidiyoruz!” diye bağırdı genç bir kadın, göğsünde gülümseyen bir çocukla. Neredeyse bir yıl süren, eziyet dolu bir yersiz-yurtsuzluk sürecinin çilesini çeken Güneyliler, toparlanmaya başladılar. Birkaç saat içinde çoğu, köylerine geri dönmek üzere yola koyuldu.

Araçları Seyyid Hasan Nasrallah ve Hizbullah şehitlerinin fotoğrafları süslüyor, otoyolda Hizbullah bayrakları dalgalanıyordu. Rab Selasun köyünden bir aile, kendilerini bekleyen yıkıma rağmen, zafer duygusunun çok güçlü olduğunu söylüyordu. 34 yaşındaki Nur’un ağzından şu cümleler dökülmekteydi:

“Evimiz gitti ama her şey yeniden inşa edilebilir. Cephedeki savaşçılar, bize hiçbir zaman karşılığı ödenemeyecek, büyük bir zafer kazandırdılar. Köyümüz, evimiz, kendilerinden büyük bir savaşın parçası. Başlarımız ve bayraklarımız, eskisinden daha yükseğe kaldırılmış bir şekilde, geri dönüyoruz.”

İsrail hava saldırılarının yerle bir ettiği Dahiye’de bile insanlar, binalarının enkazına tırmanıp Hizbullah, Emel Hareketi bayrakları ve Seyyid Hasan Nasrallah ile mevcut Genel Sekreter Şeyh Naim Kasım’ın resimlerini astılar, yüzleri gururla parlıyordu. Burü’l Baracine’den bir adam, “Bunun bittiğini sanmıyorum. İsrail var olduğu sürece, Filistinliler özgür olmadığı sürece mücadelemiz devam edecek. Bugün yaptığımız fedakârlıkları kutlayacağız, ancak bu yolculuk henüz bitmedi” diyordu.

Kudüs yolunda yüzlerce şehit veren Güney Lübnan toprakları, işgalcimizin gözüne saplanmış diken olma vasfını koruyor. Bu mücadelede ellerinden gelen her şeyi veren mütevazı Güney halkı, kendilerinden çok daha büyük olduğunu anladıkları bir mücadelede, ezilenlerle maddi dayanışmanın gücünün canlı birer ispatıdır.

Her yıl 25 Mayıs’ta kutlanan Kurtuluş Günü kutlanmaya devam ediyor. Bu toprakların öz halkı, bugün yeni ve belirsiz bir yola, hâlâ Filistin ve halkıyla bağlantılı olan yola revan oluyor.

Güney’e dönüş, hayatlarını bu toprakların onurlu halkına ve Gazze’nin kararlı halkına adayan, feda eden Lübnanlı Direniş savaşçılarının ve şehit Seyyid Hasan Nasrallah’ın yerine getirdiği bir vaattir. Eve dönüş yolculuğu başladı, ama bu yolculuk Filistin kurtulmadan tamamlanmaz; bu nedenle insanlarımız, birbirlerinin topraklarına bir kez daha özgürce geçme imkânı bulana dek, yumruklarımızı cüretkâr bir dayanışma pratiğiyle yukarı kaldırmaya devam edeceğiz.

Rukiye Şemseddin
9 Aralık 2024
Kaynak

19 Kasım 2025

, ,

Muhammed Necati Sıtkı’nın Çağrısı II


C. Bilgili Fatih ve Kurtarıcı Olarak İslam’a Karşı Baş Emperyalizm Olarak Nazizm

Nazizmin yeni bir emperyalizm türü oluşu, onu İslam düşmanı kılan ana özelliklerinden biridir. Nazizm, klasik Avrupa emperyalizminin en modern, en saldırgan ve en şiddetli biçimidir. Irkçı bir yaşam alanı fethetme arzusu ve bu alanı Almanya’ya katma isteğinden yola çıkarak Hitler, “Alman emperyalizmi”ni geliştirdi. Bu emperyalizm, durmaksızın dünya üzerindeki kontrolü ve tüm insanlık üzerinde hegemonya sağlamayı amaçladı.[55]

Sıtkı, okurlarına eski emperyalizm ile yeni Nazi emperyalizmi arasındaki “temel farkı” açıklar. Eski (İngiliz, Fransız, Hollandalı veya Belçikalı) emperyalizm, işgal altındaki kolonilerin “işgal edilmiş uluslar” olduğu ve “bağımsızlık hakkına sahip olan ulusal kurtuluşu” hak ettiğini varsayıyordu. Buna karşılık, Nazi emperyalizmi, “halkların özgürlüklerini boğmayı, insanlık tarihinin hiç bilmediği [şiddetli, baskıcı] araçlar kullanarak, uluslar olarak onların benzersiz varlıklarını yok etmeyi” amaçlıyordu.[56]

Nazizmin insana karşı yürüttüğü mevcut savaş, Nazizmin “korkunç emperyalist amacını” açıkça ortaya koymaktadır. Savaş, “dört küçük ulusu yok etmek ve Nazi Almanyası’nın egemenliğini (Komünist Rusya’nın ele geçirilmesi üzerinden) dünyaya dayatmak içindir.[57] Genel olarak Müslümanlar ve özellikle Araplar, Nazilerin yayılma tutkusunun özel bir hedefidir. Bu savaşla ya da Hitler’in yayılmacı eylemleriyle hiçbir bağlantıları olmadığını düşünen Araplar ve Müslümanlar büyük bir hata yapmaktadırlar. “Nazizm, sadece Avrupa halkları ya da sadece Avrupa demokrasisi için tehlike oluşturmaz” diye uyaran Sıtkı, “İslam ülkeleri ve İslam’ın tek tanrılı ruhu için de tam bir tehlike” olduğu düşüncesindedir.[58]

Nazi tehdidi, Arap ve Müslüman Ortadoğu için acil bir meseledir. Semitik Arap, “alt ırklar”a ait biri olarak algılanmaktadır ve Nazi’nin Arap ülkelerine el koyması, onların “köleleştirilmesi” ile sonuçlanacak, bu da onlara kurtuluş ve bağımsızlık için en ufak bir şans bırakmayacaktır. Araplar, tüm medeni insanlar gibi, “Nazilerin [Avusturya, Çekoslovakya ve Polonya’ya] yönelik işgal harekâtının kısa tarihi, insanlık için bir leke ve utanç olduğu gerçeğini anlamalıdırlar.”[59]

“Naziler, fethettikleri her yere sömürüyü, zulmü, yıkımı ve tahribatı taşıdılar. Bu, Hitler’in Nazi askerlerine, Vandalların ve Tatarların yüzlerce yıl önce taşıdıkları ‘mesaj’a benzeyen şeytani mesajdaki emirleri harfiyen uygulamaları konusunda verdiği vaazın bir neticesidir.”[60]

Sıtkı, Nazi emperyalizmini İslam’ın kurtarıcı fetihleriyle kıyaslar. “İslam fetihlerinin tarihinin Müslüman fatihlerin fethettikleri ve Müslümanlaştırdıkları her yere sosyal adalet ve ulusal kurtuluş müjdeleri taşıdığını ortaya koyduğunu” söyler.[61]

Nazizmin aksine, İslami fetih girişimleri, fethedilen topraklardaki halklar tarafından hoş karşılandı ve tüm işgal altındaki halkları fetihçilerin eşitleri olarak İslam milletine kattı. Neticede “İslam, herkes için eşitlik mesajını gittiği her yere taşıyan bir dindi.” Kısa bir süre içinde, yeni Müslüman olan kesimler ekonomik, sosyal ve politik merdiveni tırmanma ve İslam devletinde ekonomik ve politik elit statüsüne ulaşma imkânı buldular. Arap olmayan Müslüman yöneticiler, İslam devletine liderlik ettiler.[62]

İslam, güç kullanım konusunda da Nazizmden farklıydı. Nazizm, bir güç ve iktidar kültüydü. “Nazi güç ve yıkım hareketi”, kendi vatandaşlarına ve komşuları olan Avusturya, Çekoslovakya, Polonya gibi ‘küçük halklar’a şiddet uygulayan bir hareketti.[63] Sıtkı’ya göre iç cephede, “Hitler’in aşırı milliyetçiliği, Almanların ölmesine, cesetlerden kan akmasına sebep olan toplama kamplarında barbarca acılara yol açmaktaydı.”[64]

Dış cephede, dünyaya karşı yöneltilen Nazi emperyalizmi, “öteki” ve “aşağı” gördüğü halklara güç gösterisinde bulunuyor, baskı uyguluyor, onları küçümsüyordu. Nazizmin aksine, “İslam’daki şiddet çağrısı tarihsel olarak, Müslüman Arapların ilerlemesine engel teşkil eden cahiliye halkına karşı yönlendirilmişti.”[66]

Sıtkı, Nazizmde güç kullanımının başlı başına bir amaç, kendi iyiliği için bir güç gösterisi, ölüm ve daha fazla ölüm eken bir musibet olduğunu defalarca vurgular; İslam’da güç kullanımı bir zorunluluktu, tektanrıcılığın cahiliye üzerindeki zaferini sağlamanın bir yoluydu: “İslam ile putperestlik arasındaki büyük savaş, Arap ulusunun zaferi ve yeniden canlanmasıyla sonuçlandı.”[67]

Özetle, bu karşılaştırma bize şunu açıkça gösteriyor ki; İslam’daki şiddet, ruhsal bir yeniden doğuş ve medenileştirici bir canlanmanın aracıyken, Nazizmdeki şiddet, maddi tutkulara ve tarih tekerleklerini engelleme arzusuna dayanıyordu.[68]

Sıtkı, Nazi emperyalizminin kurnaz ve sinsi olduğu düşüncesindedir. Fetihlerine ve “halkların köleleştirilmesine” zemin hazırlamak adına, fetih için işaretlenmiş ülkelere sistematik bir “ideolojik saldırı” yürütür. Bunu, gelişmiş propaganda ve dünyaya yayılmış büyük ölçekli casusluk ağları aracılığıyla yapmaktadır. Sıtkı, Arap Ortadoğu’sunun bu ideolojik saldırının ana hedefi olduğuna inanır. Aslında bu, “Nazizmin Ortadoğu’muza karşı açtığı bir kültür savaşıdır.”[69]

Nazi propagandası, Arap dünyasında ateşli bir şekilde işlemekte ve yetenekli, çalışkan casusluk kurumları ve ağları tarafından desteklenmektedir. Propagandanın ve casusluğun amacı, Arap milletlerinin fethi, köleliği ve sömürüsü için koşulları hazırlamaktır. Sıtkı, kitabının ikinci yarısını Nazi Almanyası’nın propaganda ve casusluk kurumlarının detaylı bir incelemesine ayırır. Bu ifşaatın, Arap dünyasının Nazizmin yol açtığı “kapsamlı tehlike”yi bilince çıkartması için zaruri olduğuna inanır.[70]

Sıtkı, Arap bilincini, kültürünü ve siyasetini ele geçirmeye yönelik genel bir Nazi propaganda çabası tanımlar. Arap dünyasına yönelik Nazi propagandasında Hitler, eski İslam’ın kahramanları veya onun seçkin askerleri şeklinde tasvir edilir. Bu, “Doğu’daki kitlelerin duygularını harekete geçirmek ve onlarda Führer’e yönelik hayranlık, şaşkınlık ve coşku duyguları uyandırmak” amacıyla yapılır.[71]

Ayrıca Yahudi karşıtı Nazi propagandası, Müslüman Arap çoğunluğu Arap topraklarındaki azınlıklara, özellikle de Yahudilere karşı kışkırtmaktadır. Bu propaganda, Arap Yahudilerini, Müslüman kaynaklarını keyfi olarak kontrol eden ve bunları kendi iyiliği için kullanan bir azınlık olarak takdim eder, böylece Araplar arasında Yahudi nefreti duygularını harekete geçirir. Ayrıca aynı propaganda Ermenileri, Hitler’in alaycı bir şekilde adlandırdığı şekliyle, “Doğu Yahudileri”ni, “Müslümanları Akdeniz’in tüm kıyı bölgelerindeki ticaret merkezlerinden ve ekonomi alanından kovanlar” olarak tasvir eder.[72]

Sıtkı, kitabının bir bölümünü, Nazilerin Arap dünyasındaki genç örgütlerine ve gençlik hareketlerine yönelik ideolojik saldırısının etkisine tahsis eder:

“Siyasi partilerin, renkli gömlekler giymiş genç erkekleri bir araya getiren, spor ve kültürel kulüpler kılıfı ardına saklanmış örgütlerin kuruluşuna sunduğu yardımlarla Naziler, Nazi Almanyası’nın Ortadoğu halklarına cazip gelmesi için uğraşmaktadır.”[73]

Devamında Sıtkı, Ortadoğu’da faaliyette bulunan bilim, bilimsel heyetler ve Alman Şarkiyatçı bilim topluluklarına ait onlarca kurumu sıralar. Bilimsel, akademik veya kültürel uğraş maskesi altında, bu Nazi kuruluşlarının ajanları Almanya’nın nüfuz sahibi olmasına katkıda bulunur, Nazi Almanyası için casusluk faaliyetleri yürütürler.[74] Ayrıca, Almanya’da ve Ortadoğu ülkelerinde yayımlanan çeşitli gazete, dergi ve kitaplar bulunmaktadır.

“Ortadoğu’daki meselelerle ve İslam’la ilgili olan Alman vakıfları ve dergileri, esasında Nazilerin Asya ve Afrika için geliştirdikleri emperyalist yayılmacı politikaların somut uygulama zemini olarak casusluk faaliyetlerini pratiğe döken koldur.”[75]

Sıtkı, her Arap ülkesinde Naziler tarafından gerçekleştirilen yoğun propaganda ve casusluk faaliyetlerine dair detaylı bilgiler aktarır. Bu noktada Irak’taki Alman büyükelçisi Dr. Fritz Grobba’nın “ülkedeki casusluk ajansları ve mekanizmalarının organizasyonundaki” faaliyetinden bahseder. Grobba, Irak’taki gençler üzerinde Nazi eylem kalıplarını aşılamak için yürüttüğü çabalar dâhilinde epey başarı göstermiştir. Fütüvvet örgütü, bu çalışmaların eksiksiz yürüttüğü, en önemli alandır.

“Nazi propagandacıları, Irak’taki milliyetçi duyguları büyük bir uzmanlıkla kullanıyor, Almanların emperyalist gücünü Irak’ın askeri coşkusuyla birleştiriyor. Iraklı gençler arasında güç kullanma ve kahramanca davranma eğilimini teşvik ediyorlar ve onları Arapçılık uğruna hayatlarını feda etmeye çağırıyorlar. Bazı genç Iraklıların kafalarını Bismarck gibi süper kahramanlar oldukları fikriyle dolduruyorlar, onlara tek Arap Bismarck’ının [darbe girişiminde bulunan] Bekir Sıtkı Paşa olduğunu söylüyorlar!”[76]

Sıtkı, Suriye’de Antun Saadet’in kurduğu Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi’ni “Führer’in partisi” olarak görür. Sıtkı’ya göre, Mısır Nazi faaliyetlerinin merkezidir. Bu noktada birkaç aydınlatıcı örnek verir. Örneğin, Alman Mısırbilimini ve Almanya’nın bilimsel inceleme ve araştırma enstitüleri aracılığıyla yürüttüğü yoğun arkeolojik faaliyetlerini Mısır’daki Nazi propagandasının ve casusluğunun bir kolu olarak görür. Casus olduğunu düşündüğü Alman Mısırbilimcilerinin isimlerini listeler.[78]

Sıtkı, ayrıca Ahmed Mahmud Sedati’nin Hitler’i ve Mein Kampf kitabını öven Nazi yanlısı eseri Adolf Hitler: Nasyonal Sosyalizmin Lideri ve Yahudi Sorununun Açıklaması’nın aslında “Nazilerden beslenen, Darü’l-Kutub’un yetkililerinden biri” tarafından yazılmış bir Nazi propagandası ürünü olduğunu söyler.[79] Bir diğer önemli örnek ise Genç Mısır isimli vakıf ve partidir. Sıtkı, “bu örgütün lideri, Mısırlılar ve ülkedeki yabancılar arasında düşmanlığı kışkırtan Führer(!) Ahmed Hüseyin’dir” der.[80]

Sıtkı, ayrıca Ahmed Hüseyin’deki “yabancı düşmanlığı”na da vurgu yapar. Bu türden metinlere ve örgütlere işaret ettikten sonra Sıtkı, bunları “Nazi yanlısı” olmakla eleştirir. Nazi propagandasının ve casusluk faaliyetlerinin Arap dünyasında kitleleri etkileme konusunda belli ölçüde başarılı olduğunu söyleyen Sıtkı, bir yandan da bu propagandanın ve faaliyetlerin cazibesine kapılan Arap bireyleri ve örgütleri sert bir dille eleştirir. Onları ilgili propagandanın Arap karşıtı ve yıkıcı niteliğinin, ayrıca Arapları mahvedecek, onların sömürülmesi ve köleleştirilmesi gerekli zemini örecek bir silah olduğu gerçeğinin bilincinde olmaya çağırır. Bu noktada birey ve örgütleri akıllarını başlarına almaya ve ihtiyatlı olmaya davet eder. Nazilerin uyuşturucusuyla kendilerini zehirlemek yerine onların Nazi propagandacılarıyla ve casuslarıyla savaşmaları gerektiğini söyler.[81]

D. Araplar Müttefikleri Desteklemeli, Nazizmle Mücadele Etmeli

İslam ile Nazizm arasındaki “aşılmaz karşıtlık” bizi tek bir sonuca götürmektedir: Araplar ve Müslümanlar, Nazi diktatörlüğüne karşı demokrasi yanında tek vücut olarak birleşmelidirler.[82] Kitabının “Müslüman Dünya ve Müttefikler” başlıklı son bölümünde Sıtkı, Araplar ve Müslümanların Hitler ve Nazi Almanyası’nı yenmek için verilecek savaşa katılmaya teşvik eder. Bu savaşın insani değerler, İslami normlar ve modern Aydınlanma’nın idealleri ve ilkeleri temelinde zaruri olduğunu söyler.[83] Hitler’le savaşmak zorunluluktur, çünkü

“Hitler’in ilkeleri şeytani, eylemleri köleleştirici ve zalimane, eylemleri menfurdur. Aynı şekilde demokrasiye destek vermek de bir zorunluluktur, çünkü demokrasinin ilkeleri insani ilkeleri, yani İslam’ın dayandığı ilkeleri temel almaktadır.”[84]

Bu bakış açısı üzerinden Sıtkı, “Müslüman âlemin Nazizmi en büyük düşman olarak gördüğünü” söyler.[85] Sıtkı’nın ifadesiyle, Müslüman Arap âlemi, savaşta cephelerde yer almaktadır.

“Bugün üç yüz bin Müslüman asker (ki bunlar ağırlıklı olarak Hintlilerden ve Araplardan oluşuyor) İngilizlerle, Fransızlarla, Lehlerle ve Çeklerle omuz omza Nazilerle savaşmaktadır. [...] Batı cephesinde Nazizmle savaşan Müslümanlar, kendi dinlerini ve vatanlarını savunmaktadırlar. Bu insanlar, Allah korusun, Nazizmin zafer kazanması durumunda Ortadoğu’yu ve tüm İslam âlemini korkunç bir felâkete sürükleyeceğinin bilincindedirler.”[86]

Ayrıca, Sıtkı, Orta Asya, Hindistan ve Kuzey Afrika yanında tüm Arap ülkelerinde, “sömürülen insanlığın emirlerini canla başla yerine getirmeye hazır on milyonlarca Müslüman var” tespitinde bulunduktan sonra, bu insanların Nazi Almanyası’nı yenmek için Müttefiklerle birlikte savaşmaya hazır olduklarını söyler.

Netice itibarıyla Sıtkı, “düşmanımın düşmanı dostumdur” fikri üzerinden, İngiltere ve Fransa’nın sömürgeci işgaline son vermenin bir yolu olarak Nazizmi destekleme stratejisinin, Araplar ve Müslümanlar açısından hiçbir işe yaramayacak, gerçekle alakası olmayan bir strateji olduğu sonucuna ulaşır. İşgalci Nazi güçleri, esasında Arapları köleleştirecek, onların kurtuluş ve ulusal bağımsızlık özlemlerini yok edecek, tümüyle acımasız, baskıcı bir emperyalizmin emriyle hareket etmektedir. “Nazizm, bu halkları terör ve korkutma aracılığıyla imparatorluğuna katılmaya zorlayan istibdat düzenidir. [...] Ayrıca Nazizm, bu halkları yok etmeye dönük adımlar atmaktadır.”[88]

Araplar, Müttefikleri üç sebebe bağlı olarak desteklemekle yükümlüdür:

1. Demokratik ilkelerin ve değerlerin desteklenmesi;

2. Kendileri ile demokratik devletler arasındaki kültürel yakınlık;

3. Özgürlük ve bağımsızlık arzuları.

Sıtkı’nın destekle alakalı değerlendirmesi yalın ve nettir:

“Arapların büyük bir çoğunluğu, iki demokratik gücün koruması altında yaşıyor: İngiltere ve Cumhuriyetçi Fransa. Biz Arap halkları, özgürlük ve bağımsızlıkla tanımlı bir hayatın yüce idealine özlem duyuyoruz. Dolayısıyla, Müttefikleri destekliyoruz. Biz, her zaman ve her yerde özgürlüğün askerleriyiz.”

Bugün büyük süper güçler arasında süren savaşta, Araplar “zayıf halklar”dır. Bu halkların her biri, “onları tümüyle yok edecek Nazi yönetimine karşı koruyacak bir demokratik devlete ihtiyaç duymaktadır.” Dolayısıyla,

“bugün Hitler Almanyası’na karşı mücadele yürüten uluslar, esasında kendi ülkelerinin bağımsızlığı, politik ve ekonomik özgürlükleri, ayrıca Müttefiklerin çıkarlarıyla örtüşen politik ve ekonomik çıkarları için mücadele etmektedir.”[89]

Sadece Müttefikler, İngiltere ve Fransa, Arap ve Müslüman uluslara özgürlük, bağımsızlık ve egemenlik vermeye kararlıdır; Araplar ancak onlara savaşta yardım ederek, Nazizme karşı elde edilecek zaferi güvence altına alarak, “vatanın kurtuluşu ve ulusal özgürlük, ulusal, kültürel, ekonomik ve sosyal ilerleme” ile dolu bir geleceğe sahip olma imkânına kavuşacaklardır.[90] Sıtkı, kitabını gayet yalın ve açık bir ifadeyle bitirir:

“Bütün Doğulular ve Müslümanlar, demokratik davayı hem ilke hem de eylem düzeyinde destekliyorlar. Bu desteği, Hitler’in propagandacıları ve casuslarının öne sürdüğü gibi, Müttefiklere yaltaklandıkları veya onlardan korktukları için sunmuyorlar; bu desteği veriyorlar çünkü demokrasi, hayatları için elzemdir, çünkü halkların özgürlüğü [...] en yüksek, en son ideale sahiptir, uğruna uzun bir süredir mücadele etmişlerdir [...] İslam’ın insani mesajına bağlı olan Müslümanlar, onları yok etme tehdidinde bulunan kölelik ve putperestliğe karşı tarihi görevlerini yerine getirme konusunda bir an bile tereddüt edemezler. [...] Müslümanlar, canlı bir umudu kendi içinde barındıran özgürlük temelli düzeni, bağrındaki öldürücü umutsuzluk sebebiyle köleliğe teslim olmuş bir hayata tercih edeceklerdir.”[91]

Sonuç

Sıtkı’nın kitabı, ideolojik ve politik bir ajandayı uygulamaya koymayı amaçlıyordu. Kitabın kimi yerlerinde savunmacı bir dil hâkim. Yazarın İslam’ı insani ve Nazi karşıtı bir din olarak takdim etme çabası, onu popülist ve demagojik bir dil kullanmaya itiyor. Görünen o ki Sıtkı’nın tasvir ettiği İslam, oldukça idealize edilmiş ve geliştirilmiş modernist İslam’ın fazlasıyla özgürlükçü ve insani bir versiyonu.

Tarihsel İslam’da mevcut olan gelenekler, normlar, ilkeler ve uygulamalardaki zenginliğin diğer boyutları da sunulabilirdi; daha az özgürlükçü ve daha fazla etnik merkezci, daha az hoşgörülü ve daha militan unsurlara değinilebilirdi (Bu yönler, Sıtkı’nın özgürlükçü ve insani dinler olarak tasvir ettiği Hristiyanlık ve Yahudilik için de geçerlidir).

Sıtkı, Müslüman ve Arap okuru İslam ile Nazizm arasındaki ontolojik karşıtlığa ikna etmek ve onları Nazizmle savaşma konusunda yönlendirmek için belirli önyargıları temel alan bir İslam tasviri sunuyor. Fakat bu özelliği, bizi ana derdi Nazizmdeki canavarlığı ve yol açtığı dehşeti ifşa etmek suretiyle ona saldırmak olan bir kitabın öneminden hiçbir şey eksiltmiyor. Sıtkı’nın okuru belirli bir yöne kanalize eden, eksik ve yanlış bilgiler aktaran, kimi abartılı ifadelere yer veren kitabına yönelik eleştirilerimiz, bu dert ve dava karşısında hükmünü yitiriyor.

Sıtkı’nın kitabı, Hitler’i ve Nazizmi açıktan suçlayan, sert diliyle önemli bir çalışma. Üstelik böylesi bir metin, özel bir momentte ve özel bir bağlam dâhilinde basıldı. Sıtkı’nın bu Nazi karşıtı kitabı, Almanların büyük bir saldırıya geçtiği, Nazizmin Avrupa’nın dizginlerini ele geçirdiği, Fransa’daki Vichy hükümetinin Suriye ve Lübnan’ı fethetmek üzere olduğu bir dönemde yayımlandı. Bunun cesur ve kararlı bir adım olduğuna hiç şüphe yok. Bu cesarete ve kararlılığa hayranlık duymamak elde değil.

Ayrıca, Sıtkı’nın Hitlerciliğe ve Nazizme ait temel metinleri, pratik uygulamaları yakından incelemek suretiyle, Nazizmin ırkçı, totaliter ve emperyalist niteliğini ortaya koyan çalışmasındaki ciddiyeti ve sistematik yaklaşımını takdir etmek gerek. Nazizm konusunda uzman olan akademisyenler bile Sıtkı’nın Mayıs 1940 gibi erken bir tarihte Nazizmin özelliklerini aktarırken kullandığı ifadeleri doğru kabul edecektir. Nazizm için kullandığı “hayvanilik” ve “barbarlık” gibi ifadelerin hiç de abartılı olmadıkları görülmüştür.

Bu türden bir anlayış üzerinden Sıtkı, Nazizmin “şeytani” olduğuna vurgu yapar, Araplar ve tüm insanlık için yol açtığı korkunç tehlike üzerinde durur. Duru bir bilinçle Sıtkı, Nazilerin elde edeceği zaferin medeniyeti ve İslam’ı yok edeceğini söyler. Bu noktada Sıtkı, Arapları ve Müslümanları Nazizmi dize getirmek için harekete geçirmeye çalışır.

Arap aydını olarak Sıtkı, köken olarak Filistinlidir ama bir yandan da Suriyeli, Lübnanlı ve Mısırlıdır. Tüm toplumunu Hitler ve Nazizmin özellikleri konusunda uyarmaya, toplumun Nazilere karşı çıkmasını sağlamaya çalışır. Ondaki eleştirel sözler, soğuk ve itidalli bir gerçekçilikten neşet eder.

İngiliz ve Fransızların sömürgeci idaresinden bağımsızlaşmaya ve kurtulmaya kararlı bir Arap milliyetçisi olarak Sıtkı, savaşın politik yönelim konusunda geçici bir değişiklik yapmayı gerekli kıldığını düşünür: Kurtuluş ve bağımsızlık, Naziler kesin olarak yenilene dek beklemelidir.

Sıtkı’ya göre “insanlığın zaferi”, “Şeytan’ın yenilgisi” için Araplar Müttefikleri desteklemelidir. Müttefiklerin savaşın sonunda elde edeceği zafer, ulusal kurtuluşun ve bağımsızlığın ön şartıdır.

İsrail Gerşoni

[Kaynak: Die Welt des Islams, 2012, Cilt. 52, Sayı 3/4, Islamofacism (2012), s. 471-498.]

Dipnotlar:
[55] A.g.e., s. 9 ve devamı, 22, 24-29.

[56] A.g.e., s. 6.

[57] A.g.e., s. 7.

[58] A.g.e., s. 9.

[59] A.g.e., s. 22, daha kapsamlı hali için bkz.: s. 23-29.

[60] A.g.e., s. 23.

[61] A.g.e., s. 23, daha kapsamlı olarak s. 15-29.

[62] A.g.e., s. 24-29.

[63] A.g.e., s. 23-29.

[64] A.g.e., s. 91.

[65] A.g.e., s. 27 ve devamı.

[66] A.g.e., s. 27.

[67] A.g.e.

[68] A.g.e., s. 29.

[69] A.g.e., s. 6 ve devamı.

[70] A.g.e., s. 49-94.

[71] A.g.e., s. 74 ve devamı.

[72] A.g.e., s. 75.

[73] A.g.e., s. 75f.

[74] A.g.e., s. 68-76.

[75] A.g.e., s. 72.

[76] A.g.e., s. 82 ve devamı.

[77] A.g.e., s. 79-82.

[78] A.g.e., s. 77 ve devamı.

[79] A.g.e., s. 77.

[80] A.g.e., s. 79.

[81] A.g.e., s. 73-83.

[82] A.g.e., s. 85.

[83] A.g.e., s. 84-94.

[84] A.g.e., s. 85.

[85] A.g.e.

[86] A.g.e., s. 85 ve devamı.

[87] A.g.e.

[88] A.g.e., s. 87 ve daha kapsamlı olarak s. 84-94, 97-102.

[89] A.g.e., s. 86 ve devamı.

[90] A.g.e., s. 86.

[91] A.g.e., s. 93 ve devamı.