18 Ekim 2008

, ,

Halkın Fedaileri

İran Halkın Fedaileri Örgütü (Çoğunluk), Sazman Fedaiyan Halq Iran (Ekseriyet) İran’ın en büyük sosyalist partisidir ve İran’daki İslâmî rejimi yıkma amacını güder. Tarihî kökeni 1904’te kurulmuş olan sosyal-demokrat Himmet grubuna kadar gider. Genel sekreteri Behruz Haliq, dış ilişkiler sorumlusu ise Hassan Zahtab’dır. Örgütün İran’da açık politik çalışma yapması yasaktır. Gizli çalışma yapan örgütün tüm Avrupa (özellikle Almanya) ve Kuzey Amerika’da sayısız açık kurumu mevcuttur.

On Dokuzuncu Yüzyıl

On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başında sanayinin büyümesi ve buna paralel, kapitalist üretim tarzının gelişimi ile birlikte İran’da sosyalist ideoloji kendince bir yol bulma imkânı bulmuştur. Sözkonusu dönem, İran toplumunun feodalizmden kapitalizme doğru toplumsal dönüşümünün gerçekleştiği dönem olarak özetlenebilir.

Tebriz, Tahran ve İsfahan gibi büyük şehirlerde kitleleri harekete geçirmek ve yönlendirmek amacıyla kimi illegal politik örgütler kurulur. Bunlardan birisi 1898’de önde gelen bir aydın olan Ali Mansur liderliğinde Tebriz’de kurulur. Sosyal demokrasi ilkin Kafkaslara ve Asya ülkelerine, özellikle petrol alanındaki sezonluk işler için Bakû’ye seyahat etmiş olan işçilerce ülkeye getirilir. Bakû’deki petrol işçilerinin yarıdan fazlası İranlıdır. Devrimci işçi geleneği üretmiş bu süreç, Haydar Han Emmioğlu gibi Anayasal Devrim’in liderlerinden kimi devrimcileri doğurur.

Himmet Grubunun Oluşumu (1904)

Azerbaycan halkı ve diğer İranlılar içinde devrimci sosyal demokrat faaliyetleri örgütlemek amacıyla 1904’te Himmet isminde Bakû’de politik bir örgüt kurulur. “Sosyal demokrat” terimini ilk kez Farsçaya çeviren Himmet, terimi Avrupa dillerini bilmeyen İran’da daha anlaşılır kılmaya gayret eder.

Adalet Partisi’nin Kuruluşu (1917)

1904’te Rusya’dan dönen Haydar Han, birkaç yoldaşı ile birlikte, devrimci sosyal demokrat hareketin ilk hücrelerini Meşhed’de kurar. Bir yıl sonra Anayasal Devrim’in arifesinde hareketin ilk resmî belgesi Meşhed’deki toplantıda kabul edilir. Rusya’daki Şubat Devrimi’nin zaferi ve Çar’ın devrilmesi sonrası Rusya’ya göç etmiş İranlı devrimciler açık faaliyet yürütme imkânı bulurlar ve kendi bürolarını açarlar. Mayıs 1917’de İran Sosyal Demokrat Partisi, Adalet resmî olarak kurulur.

Adalet Partisi’nin İran Komünist Partisi’ne Dönüşümü

Gilan’da (Kuzey İran) sosyal demokratlar, devrimci aydın ve köylülerle birlikte bir ayaklanma gerçekleştirirler. Bu esnada Haziran 1920’de Adalet Partisi (İran’ın kuzeyindeki liman şehri) Benderi Enzeli’de ilk kongresini gerçekleştirir ve İran Komünist Partisi’ni kurar. Haydar Han partinin lideri seçilir.

İKP’nin Faaliyetleri

İKP, 1925’te Petrol İşçileri Sendikası’nı kurar. Aynı yıl Rıza Şah iktidarı ele geçirir ve iki yıl sonra polis baskısının artması ile sendika yeraltına çekilir. Kadın ve gençlik örgütleri İranlı komünistlerin faaliyetleri sonucu oluşturulur. 1923’te Peyk-i Saadet-i Nisvan (Kadınların Refahının Habercisi), 1926’da ise kadın örgütü Bidariye Ma (Uyanışımız) kurulur. Ülkede bu örgütlerin büyümesini engellemek için Rıza Şah baskı uygular ve 1929’da tüm komünist faaliyetleri yasaklayan bir yasa tasarısını meclisten geçirir.

Komünist Partinin Bitişi ve Tude’nin Kuruluşu

I. Dünya Savaşı’nı takip eden olayların yol açtığı boşluktan istifade, 1941 Eylül’ünde İran Tude Partisi kurulur ve eski KP’nin gizli çalışmalarını açık alanda yürütmeye başlar. Rıza Şah rejiminin çökmesi sonrası politik tutsakların önemli bölümü serbest bırakılır. 29 Eylül 1941’de kuruluş kongresi Tahran’da Süleyman Muhsin İskenderi liderliğinde toplanır.

1944’te 14. meclis seçimlerine katılır. Sekiz aday seçilir ve mecliste grup oluşturur.

Bu dönemde partinin toplam resmî üye sayısı 25.000’dir. Bu gelişme partiyi yeni bir kongre toplamaya zorlar. İlk kongrenin açılışı 1 Ağustos 1945’te, Merkez Kulübü’nde, 164 delege ile gerçekleştirilir.

Ancak Şubat 1949’da Tude, şahın hayatına yönelik başarısız bir saldırıdan suçlanır; parti liderlerin bir kısmı sürgün edilir, bir kısmı da hapse atılır. Parti yeniden yasaklanır.

Elliler ve Altmışlar

Ellilerin sonları, altmışların başlarından itibaren siyasî arenaya bağımsızlık, hürriyet, halk hâkimiyeti, ilerleme, sosyal adalet ve sosyalizm yanlısı yeni bir nesil duhul eder ve partinin son yirmi yıllık hatalarını eleştirerek zinde bir muhalefet için gerçek çözümler bulmaya başlar. Bu süreç Avrupa’daki artan öğrenci muhalefetine ve Latin Amerika’daki değişimlere tesadüf eder. Sovyetlerle sıkı ilişki içinde olunmasına karşı çıkan Tude üyeleri zamanla partiden uzaklaşırlar. Bu hareketin lidersiz oluşu ve politik arenada güvenilir bir politik partinin de bulunmaması nedeniyle söz konusu politik boşluk aydın çevrelerinin kendince verdiği mücadelelerle doldurulur. Dolayısıyla Şah’a karşı silâhlı mücadele fikri, devrimci sol grup ve çevreler içinde hürriyete giden yegâne yol kabul edilir.

İnşadan 1979 Şubat Devrimi'ne

Devrimci sol silâhlı hareketteki ilk örgütlü adımlar ve pratik tedbirler 1960’ların başlarında Bijan Cezeni ve bir grup yoldaşı tarafından atılır. 8 Şubat 1971’de kuzey İran’da bir jandarma devriyesine düzenlenen saldırı ile devrimci sol hareket eylemlerine başlar ve kısa bir süre sonra iki ana grubun birleşmesinden (Cezeni-Zarifi grubu ile Puyan, Ahmedzade-Meftahi) İran Halkın Fedai Gerillaları Örgütü kurulur. 71’den 79’a sekiz yıl boyunca Fedailer yoğun saldırılar düzenlerler ve bu konuda diğer muhalif grupları aşan bir etkinlik gösterirler. Bu dönemde üç yüzden fazla Fedai rejim tarafından katledilir. Dört ayrı ölüm orucu sürecinde, liderlerin önemli bir bölümü yakalanıp öldürülür. Gene de örgüt hayatta kalır. 19 Nisan 1975’te gerçekleştirilen ve en ağırı olan ölüm orucunda Bican Cezeni ve altı yoldaşı hapishanede şehit düşürülür. Sonradan lideri Humeyni’nin kontrolüne giren Halkın Fedaileri, 1979 Şubat devriminde etkin ve fiilî bir rol oynar.

Devrimden Baskı Dönemine

Devrimi takiben örgüt birçok İran şehrinde büro açar. Sonrasında bu bürolar laik ve sosyalist İran gençliğinin merkezleri hâline gelir. İlk seçimlerde Fedailer yüzde on oy alırlar ve Humeyni karşısında yegâne seçenek durumuna gelirler. Bu dönem boyunca rejimin sol muhalifi olan örgüt işçi-köylü hareketleri içinde faaliyet yürüterek kimi protesto eylemleri gerçekleştirir.

Bu esnada örgüt içinde rejimin niteliği ve devrim ile ilgili tartışmalar yüzünden ayrışmalar yaşanır. Yeni hükümete yönelik mücadele yöntemleri ve siyaset tarzı en önemli meselelerdir. Örgüt üyelerinin çoğunluğu silâhlı mücadeleye artık inanmamakta, yeni oluşan politik atmosferde İslâm Cumhuriyeti’ni anti-emperyalist bir devlet olarak görmektedir. Çoğunluk, halkın dinî liderleri desteklemesi sebebiyle Humeyni ile birlikte yürümeyi seçer; bu karar örgütü birkaç yıl geriye götürür. Yaşanan bu gelişmeler sonucu örgüt Azınlık ve Çoğunluk olarak ikiye bölünür.

1 Mayıs 1981’de yüz binlerce Fedai destekçisi Tahran’ın Azadi Meydanı’nda toplanır. Liderleri örgütün yeni siyasetini ilân eder. Fedailer örgütü artık bir gerilla hareketi değil, İran işçi sınıfının politik örgütüdür. O günden itibaren örgüt, ismini İran Halkının Fedaileri Örgütü (Çoğunluk) olarak belirler ve İslâm Cumhuriyeti’ne yönelik siyasetini “eleştirel birliktelik” olarak değiştirir.

Seksenlerin başında, rejimin tam anlamıyla oturmadığı dönemde örgüt yarı kamusal faaliyetlerle meşgul olur. Örgütün resmî gazetesi olan Kar (İş) yüz bin ila üç yüz bin arası bir tiraja sahiptir. Örgütün iskeletini oluşturmak için dört yıl süren yoğun çaba sonucu üye sayısı yirmi bine ulaşır; bunların üçte biri kadın, beşte üçü ise öğrencidir. Örgütün yaş ortalaması genel üyeler arasında 24’ten küçük; liderlik düzeyinde ise 32’dir. Yoğun biçimde dinî karakter sergileyen toplumda örgütün en önemli başarısı, büyük bir gençlik grubu ile büyük bir laik partiyi oluşturup harekete geçirmesidir.

Baskı Yılları

İHDÖ’nün hükümet karşıtı bir konum almama tavrına karşın rejim “eleştirel birliktelik” siyasetine ve örgütün varlığına hoşgörü göstermez. 1981-83 arası dönemde örgüt Irak gerilimi, Amerikan karşıtı tavır gibi konularda ve bazı ekonomik reformlar konusunda rejimi destekler. Ancak örgütün yasal düzlemde siyaset yapmasına gene de izin verilmez. Sözkonusu yıllarda Fedai üyelerine bir dizi ölüm cezası verilir, birçok üye hapse atılır. 1983 Bahar’ında baskı ve zulüm yoğunlaşır. Aynı dönemde rejim istihbarat ve polis şebekesinin kuruluş sürecini tamamlar. Buna rağmen örgütün yurtdışındaki lider kadrosunu imha edememektedir. Zamanla örgütün liderlerinden sekizi idam edilir, binlercesi sürgüne gönderilir.

Mayıs 1985’te Tude ile birlikte Fedailer İslâm Cumhuriyeti’nin yıkılması amacıyla ortak bir karar alırlar.

Ölümünden önce Humeyni, 1988’de politik tutsakların kitlesel olarak katledilmesini emreder. 1988 Yaz’ında bir komite tutsakları ziyaret eder ve binlerce tutsağa ölüm cezası verir. Öldürülenlerin sayısı hâlâ bilinmektedir, ancak İslâm Cumhuriyeti İstihbarat Bakanlığı Araştırma Bölümü eski bakan vekili Rıza Malik 2008’deki itirafında rejimin 33. 700 tutsağı idam ettiğini söyler. Bunlar arasında yüzlerce Fedai üyesi vardır ve bu tutsaklar herhangi bir mahkeme yüzü görmeden idam edilmişlerdir.

İbadet etmediği için kırbaç cezası alan Süheyla Dervişkuhan gibi bazıları ise intihar ederler.

Bu suç, örgüt ve (İslâmî, komünist, liberal ve milliyetçi) muhalif partiler tarafından “Millî Trajedi” olarak adlandırılır.

1988-1990 arası dönemde örgüt iç yüzleşme döneminden geçer, geçmişte aldığı tavırları eleştirir ve komünist niteliğinden vazgeçerek demokratik sosyalizme doğru evrilir. 1988 Yaz’ında örgüt üyeleri kamuya bağımsız ve kişisel görüşlerini yayımlar; bu, örgütün yeniden inşasına yönelik en önemli adımdır. Sonuçta örgüt krizden kurtulmak adına ilk kongresinin hazırlıklarına başlar.

Doksanlar

Ağustos 1990’da Fedailer'in Birinci Kongre’si ülke dışında toplanır. Esas olarak kongre geçmiş politikaları, politik durumu ve iç ilişkileri inceler. Eski liderliği eleştiren Kongre liderliği yeni bir gruba devreder ve ikinci kongrenin bir yıl içinde toplanmasını kararlaştırır. Kongre, örgütün birliğini örgüt içi görüş farklılıkların kabul üzerinden güvence altına alır. Doksanlarla birlikte örgütün görüş ve siyasetleri kapsamlı biçimde değişir. Bu dönemde örgüt demokrasiyi en temel hedef olarak kabul eder ve demokrasi ile sosyal adalet arasındaki ilişkiye vurgu yapar. Görüş aykırılıkları ve siyasî farklılıklar kabul edilip desteklenir. Birinci kongre, örgütün İslâm Cumhuriyeti’ne yönelik destek politikasını şiddetle reddeder; bu politikaların bağımsız solun ahlâkını bozduğu, örgüte ve tüm İran demokratik ve ilerici hareketine zarar verdiği sonucuna varır. Kongre, nihaî hedef olarak sosyalizme vurgu yapar. İlk kongrenin aldığı karar uyarınca örgüt o günden beri her yıl kongre düzenler.

Yirmi Birinci Yüzyıl

Şubat 2007’de toplanan Onuncu Kongre’nin aldığı kararların merkezî unsuru birlik meselesidir. Kongre, cumhuriyetçi, demokrat ve laik güçlerle sıkı ilişkiler kurulması ve bunların en geniş birliği üzerinde durur.

İlk kez İHDÖ, Avrupa temsilcileri ile birlikte Avrupa Parlamentosu’nda 23 Ekim 2007’de resmî bir toplantı düzenler.

2009’da, İran Halkın Fedaileri Birliği ile İran Sol Sosyalistleri Geçici Konseyi’nin birleştirilmesine karar verilerek Ortadoğu’nun en büyük sol partisi oluşturulur. Bu birleşme hususunda örgüt, sıkı ilişkiler içinde olduğu Sol Alman Partisi, Die Linke’nin yolunu izlemiştir.

Örgüt için acil görev molla rejimini yıkmak ve onu laik bir cumhuriyet ile ikame etmektir.

İHFÖ’nün Görüş ve Hedefleri

1- İHFÖ demokrasiyi, ilerlemeyi, sosyal adaleti ve sosyalizmi savunur. Millî ve dünyevî düzeylerde barış, üst hedeflere ulaşma konusunda elde edilecek başarıyı güvence altına alacak olan ana insanî taleptir. Parti, ülkenin bağımsızlığını, millî çıkarları ve milletlerarası eşit ve kardeşçe ilişkileri savunmanın gerekliliğine inanır. Örgüt insan haklarını savunur, dolayısıyla her türlü millî, sınıfsal, cinsel, ırksal ve ideolojik ayrımcılığa karşı mücadele eder. Bugünün dünyasında çevrenin korunması insanlığın ana hedeflerindendir. Bu hedef politik planın ana sütunudur.

2- Parti sınıf mücadelesinin gerçek olduğuna inanır. Küresel kapitalist sistemde emekle sermaye arasındaki fiilî mücadelede parti emek cephesine aittir. İran toplumu çeşitli sınıflardan müteşekkildir. Sınıfsal ayrım, sermayeyi elinde tutan ve sınırsız refaha sahip olanlarla işçi-emekçiler arasındadır. Örgüt, sınıflı toplumu ve insanî haysiyete karşı duran vahşî ayrımları tanır, onların ilgası için mücadele eder. Bu düşüncelere yaslanan parti, işçilerin, kır emekçilerinin, aydınların ve tüm ücretli işçilerin (mavi-beyaz yakalıların) çıkarlarını savunur.

3- Kadınların, gençlerin, millî ve dinî azınlıkların zorluklarla, zulümle ve ayrımcılıkla yüzleştiği noktada örgüt sosyopolitik programın ana sütununu bu sosyal grupların özel çıkarlarını savunmak olarak belirler.

4- Hürriyet ve insan hakları, örgütün politik gündeminin aslî hedefleridir. Tüm insanlar politik, felsefî, dinî, bilimsel vb. görüş ve inançlarını benimseme, ifade etme, yazma ve savunma konusunda bütünüyle özgürdür. Parti, din-devlet ayrımını tanır ve her türlü ideolojik hegemonyayı ve diktatörlüğü halkın çıkarlarına karşıt addeder.

5- Parti halkın iradesinden doğmuş hâkimiyete ve iktidara inanır. Halkın oyuna ve devlet görevlilerinin sınırlı süre, dönemsel özgür seçimine, iktidarın barışçıl dönüşümüne ve çok partili sisteme inanır.

6- Parti, politik, ekonomik ve sosyal demokrasilerin bütünlüğüne inanır. Topluma iktidarın daha fazla dağıtılmasına, halkın hayatın politik, ekonomik ve sosyal boyutlarına doğrudan, gönüllü katılımına, sivil toplumun, kadın, gençlik, çevre ve barış merkezli sosyal hareketlerin elindeki politik, meslekî ve demokratik kurumların geliştirilmesi aracılığıyla hükümetin kontrolüne inanır.

7- Parti, demokrasi ve sosyal adaletin el ele gittiğine inanır. Sosyal adaletin güvence altına alınması toplumdaki demokrasinin ve barışçıl ilişkilerin omurgasıdır; demokrasinin yokluğunda halkın sosyal adalete ilişkin demokratik haklarının yerine getirilmesi imkânsızdır.

Gelişme ve Modernite

8- Ülkenin yüz yıllık tarihi, gelenekle modernite arasındaki savaşa ve toplumdaki azgelişmişliğe karşı mücadeleye tanıklık eder. Kimi başarılara rağmen azgelişmişliğe ve gelenekçiliğe ait kronik meseleler hâlâ mevcudiyetini korumaktadır. Azgelişmişlik ve gelenekçilik, politik diktatörlüğün ve halkın sefaletinin bahaneleridir. İHDÖ, bu toplumun gelişimini pozitif yönde etkileyen sözkonusu gelenekleri takdir ederken, aynı zamanda demokrasi ve sosyal adalet mücadelesinin kültürel, sosyal ve ekonomik diriliş için mücadele ile el ele gittiğine inanır.

Çevrenin Korunması

9- Çevre krizi, millî ve dünyevî düzeylerde yaşanan en önemli meseledir. Nüfusun aşırı artması, şehirlerin ve sanayilerin kontrol edilemeyen büyümesi, millî kaynakların kapitalist üretim tarafından yağmalanması nedeniyle gezegenimizdeki hayat koşulları ciddî bir tehdit altındadır. Ülkemizde de aşırı nüfus artışı ve İslâm Cumhuriyeti’nin yıkıcı siyasetlerine bağlı olarak çevre meselesi ciddî bir mevzu hâline gelmiştir. Bireysel çıkarlarına bağlı olarak serbest piyasa ekonomisi çevre meselesini çözemez. Çevrenin yıkımı durdurulmalı, tüm üretim ve tüketim sistemi tekrar tarif edilmeli, yeni teknoloji doğayla uyum içinde kullanılmalıdır. Çevreye zararlı olan faaliyetlerin ve ürünlerin gelişen ülkelere aktarımı ve çevrenin sömürülmesi durdurulmalıdır.

Kadınlar

10- Erkek hâkimiyetine dayalı kültürü savunan ve yoğunlaştıran İslâm Cumhuriyeti altında kadınlar yoğun bir ayrımcılıkla yüz yüzedirler ve ikinci sınıf yurttaş muamelesi görmektedirler. Erkek hâkimiyetinin temeli, esas olarak kadınlara yönelik ayrımcılık ve insan hakları ihlâlleridir; bu, temel erkek hâkimiyetini güvence altına almaktadır. Partinin görüşüne göre kadınlara karşı geliştirilmiş tüm ayrımcı yasalar ve kurallar lağvedilmeli, tüm erkek hâkimiyetindeki yapılar sosyal hayatının çeşitli düzeylerinde yeniden yapılandırılmalı ve kadınlar haklar, statü ve itibar gibi konularda eşit olmalıdırlar. Kadınların eşitliğini güvence altına almak, demokrasi ve sivil toplumun en önemli sütunlarından birisidir ve insan haklarının ana unsurudur. Kadın haklarının güvencesi olmaksızın demokrasiyi güvence altına almak tek başına hiçbir şey ifade etmez. Sosyal ve insanî haklarda eşitliği güvence altına almak için kadınlar bağımsız kurumlarına sahip olmalıdırlar.

Millî Azınlıklar

11- İran, çeşitli millî azınlıklardan müteşekkil bir ülkedir. Parti, eşitliğe, millî azınlıkların tek ülkede özgür ve gönüllü birlikteliğine inanır. Politik kültürel ve sosyal otoritelerin özellikle millî azınlıklara ait bölgeleri yönetmesini talep eder. Federalizm gibi merkezsiz hükümet sistemleri millî azınlıkların haklarını güvence altına alacaktır. Parti her türlü azınlığa ilişkin, millî ve ırkî üstünlüğe karşı mücadele eder ve millî azınlık haklarının güvence altına alınması için çalışır.

Hareketler

12- Parti sosyal hayatın her düzeyinde ilerici hareketlerin tesisi ve genişlemesini savunur. Feminizmin, çevreciliğin, gençliğin ve diğer sosyal hareketleri giderek artan büyümesinin dünyadaki demokrasi kültürüne ve insan haklarına ilişkin ilkelerin güçlenmesine hizmet eder.

Millî Çıkarlar ve Milletlerarası İlişkiler

13- Dünyanın geri kalan kısmı ile eşit ve kardeşçe ilişkiler kurulması bağlamında parti, ülkesinin millî çıkarlarını ve bağımsızlığını savunur. Kuzey ile Güney arasındaki âdil olmayan fiilî ilişkiler yağmacıdır ve hegemoniktir. Bu ilişkiler Güney’deki gelişmemiş ülkelerde statükoyu korumuş, diktatörlükleri muhafaza etmiş ve sefaleti artırmıştır. Parti, bu ilişkilerin tekrar inşa edilmesi ve tüm ülkelerin eşit haklarına dayalı gerçek ve yeni bir nizamın oluşturulması gerektiğine inanır.

Enternasyonal Dayanışma

14- İHDÖ çevrenin ve barışın savunulması, âdil olmayan verili milletlerarası ekonomik sisteme ve gelişmiş kapitalist ülkelerin hegemonyasına karşı mücadele ve demokrasi ile sosyal adaletin güvence altına alınması için verilen kolektif mücadele konusunda enternasyonal dayanışma içinde olmak gerektiğine inanır. Diğer ülkelerdeki hürriyet ve adalet yanlısı tüm mücadeleleri destekler.

Sosyalizm

15- İHDÖ, yukarıda bahsedilen değerleri güvence altına almak için dövüşür ve sosyalizmi bu değerlerin ve insanî amaçların gerçekleştiği nihaî arzu olarak görür. Parti, kapitalist sistemin sınıfsal baskının, adaletsizliğin, çevre yağmasının, savaşın ve kitlesel işsizliğin, ayrıca birçok sosyal uyumsuzluğun kökeni olduğuna inanır. Yirmi birinci yüzyılın başlarında kapitalizm, birçok farklı güçlüğe yol açan insanî zorluklarla yüzleşme noktasında zayıf olduğunu göstermektedir. Parti, insanın merkezî ilgi odağı olduğu sosyalizmin insanî meselelerle uğraşabilecek yegâne seçenek olduğuna inanır.

16- Sosyalizm, insanî ve demokratik bir sistemdir; sosyalizmde insanın özgür ve kapsamlı büyümesi güvence altındadır ve insanlar hayatın hediyelerinin tadını çıkarma noktasında eşit haklara ve değere sahiptir. Sosyalizm, hür iradeye dayalı bir sistem ve halkın azami katılımına bağlı bir politik ve ekonomik demokrasi üzerine kurulu, bütünleşmiş, barışçıl ve şiddetsiz bir toplumdur. Tarihsel bağlamda sosyalizm nihaî nokta değildir; aksine o kapitalist ilişkilerin ötesine geçmek için verilen mücadeledir.

17- Parti, sosyalist değerlerin kapitalist toplumda geliştiğine ve sosyalizmin bu değerler üzerinde genişleyeceğine inanır. Parti bugünkü insanın sorumluluğunun sözkonusu değerlerin gerçekleştirilmesi yönünde kavga vermek olduğuna ve bu kavganın yarına ertelenemeyeceğine inanır. Politik mücadelenin ötesinde sosyalist değerlerin gerçekleştirilmesi sürekli ve uzun soluklu zihnî-kültürel çalışmaya muhtaçtır. İHDÖ, demokratik ve adalet yanlısı fikirlerin genişlemesi ve kurumsallaşması, kadın ve erkeklerin eşit hakları, insanla doğa arasındaki mütevazı ilişkinin tesisi için mücadele eder.

18- Politik iktidar toplumu tek başına, köklü biçimde dönüştürmez. Köklü ve istikrarlı bir dönüşüm için bilimsel bilgi ve kültür önemli roller oynarlar. Zihnî-kültürel hareketin mevcudiyeti, ilerici ve bilimsel olmayan gelenekçiliğe karşı mücadele ve modernizmle bilimsel fikirlerin savunusu sosyalist toplumun inşası için temel ihtiyaçlardır.

Örgütün Yapısı

19- Parti, örgütsel anlamda çoğulculuğa inanır ve yeni fikirlerle örgütün başkalaşımı üzerinde durur. Görüş ve genel hedeflere dayalı fikir zenginliğinin aktarılması hakkını, üyelerin örgüt içinden ve dışından görüşlerini ifade etme özgürlüklerini tanır. Ayrıca örgütte görüş aykırılıklarına ve eylem birliğine inanır. Örgütsel güçleri genel hedefler ve görüşler üzerinden birleştirmeye çalışır. İhraç ya da ayrışma yerine aykırı fikirlerin ve politik akımların meşru hizipler dâhil, farklı biçim ve şekillerde birlikte mevcudiyetine vurgu yapar.

07 Ekim 2008

,

Komününüz Kurulmuştur


Yurttaşlar,

Komününüz kurulmuştur.

26 Mart tarihli oylama muzaffer devrimi tasdiklemiştir.

Tüm korkaklığı ile saldıran iktidar, boğazınıza sarılmış durumdaydı. O meşru savunmanızda size bir kral musallat ederek sizin onurunuzu kıran hükümeti geri püskürttünüz.

Bugün sizin peşinden gitmeye bile tenezzül etmediğiniz o suçlular, tam da şehrin kapılarında monarşik faaliyet merkezini örgütleyerek sizin âlicenaplığınızı suiistimal ediyorlar. İç savaştan medet umuyorlar, tüm çürüme imkânlarını harekete geçiriyorlar, tüm olası suç ortaklarına onay veriyorlar ve hatta yabancılardan yardım dilenecek bir noktaya bile gelebiliyorlar.

Bu berbat manevraları Fransa’nın ve dünyanın hükmüne bırakıyoruz.

Yurttaşlar,

Sizin hâlihazırda bu saldırıları göğüsleyecek kurumlarınız var.

Sizler kendi kaderlerinizin efendilerisiniz. Takviye konusunda sizin için gerekli olan birer güç anlamında belirlediğiniz temsilcileriniz yıkılan iktidarların yol açtığı felâketleri telâfi edeceklerdir. Uyuşmuş sanayi, askıya alınmış emek ve felç olmuş ticarî işlemler size güçlü bir hamle yapma imkânı verecektir.

Bugün alınan kararlar kiralarla ilgilidir;

Yarınki, ödemeler tarihi ile ilgili olacaktır;

Tüm kamu hizmetleri yeniden tesis edilecek ve basitleştirilecektir;

Bugünden itibaren şehirdeki yegâne askerî güç olacak olan Millî Muhafız Ordusu herhangi bir kesintiye mahal verilmeden tekrar örgütlenecektir;

Bunlar bizim ilk kanunlarımız olacaktır.

Cumhuriyetin zaferini güven altına almak amacıyla halkın seçilmiş temsilcileri, sadece halkın tam bir güvenle kendilerini destekleyip desteklemediğini sormaktadırlar.

Temsilciler bu cevaba göre halk için görevlerini ifa edeceklerdir.

Paris, Hotel-de-Ville

Paris Komünü
29 Mart 1871
Kaynak

06 Ekim 2008

, ,

Bican Cezeni

Eğer kendisi adanmışlığın ve direnişin yanan meşalesi
ve sembolü değilse, öncü, devrim davası için kitleleri örgütleyemez.

[Bican Cezeni]


Bican Cezeni, 1938’de, Tahran’da dünyaya gelir. Babası Hüseyin Cezeni ve annesi Alemtac Kalantari Nazari’nin aileleri, Rıza Şah’ın sürgününden Muhammed Musaddık’ın devrilişine dek geçen süre zarfında Tude (İran Komünist Partisi) içinde çalışma yürüttüler. Çocukları da aynı yolu izledi. Parti içerisindeki faaliyet alanı giderek genişleyen aile zamanla önemli sorumluluklar üstlendi. Bican Cezeni’nin subay olan babası 1945’te partiye katıldı. Annesi ise partinin kadın kollarında çalışmaya başladı.

1947’de Hüseyin Cezeni, Demokrat Azerbaycan örgütüne girdi. Aynı yıl bu örgütün ülkedeki etkinliğinin zayıflaması sebebiyle, Hüseyin Cezeni SSCB’ye gitti ve 67’ye dek burada kaldı. Bu sebeple annesi kendisi ile kız kardeşlerini ailesinin evine götürdü.

Bu dönem, Bican Cezeni’nin gelecekteki politik hayatında derin bir iz bıraktı. O, önemli bir bölümü Tude için çalışan bir aile içinde yaşıyordu. Kendisinden sadece iki yaş büyük olan amcası ile birlikte 1948’de Tude Gençlik Örgütü’ne üye oldu. 4 Şubat 1949’da partinin illegale geçmesi sonrası Cezeni, partinin gençlik kolunda faaliyetlerine başladı. Ailesinin geçmişine ve genç yaşına bakılarak örgütün kuryesi yapıldı. Ancak partinin ve ona bağlı örgütlerin gizli faaliyetleri uzun sürmedi, 1951’den itibaren açık alana çıkılmaya başlandı. Bunun yanında parti, Barış Yanlısı İranlılar, İngiliz-İran Petrol Şirketi Karşıtı Mücadelede Millî Örgütlenme, Tahran Öğrenci Örgütü ve Demokratik Gençlik Örgütleri gibi açık örgütler kurdu.

Cezeni, 1951-52 arasında Tahran Öğrenci Örgütü bünyesinde çalıştı ve bu örgüt dâhilindeki küçük bir grubun sorumluluğunu üstlendi. 1953’te aynı örgütün alt sorumluluğuna getirildi. Bu dönemde örgütlenme amacıyla bir spor salonunda çalışmaya başladı. Kız kardeşi Manice’nin ölümüyle iki aylık kesintiye uğrayan bu faaliyetler, 19 Ağustos 1953’teki darbeye dek sürdü.

Cezeni 53’te tutuklandı, ancak mahkemeye sahte isim verdiğinden, tutuklamadan üç ay sonra serbest bırakıldı. Düğün merasimi süsü verilmiş gizli bir toplantıda, 1954 Mayıs’ında tekrar tutuklandı, fakat gene kısa sürede serbest kaldı. Aynı yılın sonbaharında, 53 Aralık olaylarıyla bağlantılı olarak, altı ay hapiste tutuldu. Hapisten çıktıktan sonra bir süre ailesiyle ilgilendi. Üniversiteye geri dönmesine izin verilmediğinden, Kemâlü’l Mülk sanat okuluna gitti. Bu dönemde kimi ticarî işlerle uğraşan Cezeni, felsefe diploması almak için Tahran Üniversitesi’ne girdi.

Sekiz yıllık dostluğun ardından, gençlik örgütünden tanıdığı Mihan Güreyşi ile 13 Ekim 1960’ta evlendi. Bu evlilikten Babek ve Mazyar isminde iki oğlu oldu.

1956-1959 arası dönemde herhangi bir politik faaliyet içine girmeyen Cezeni 1959’da darbeye karşı çıkan politik örgütleri birleştirmek amacıyla Nidaye Halk [“Halkın Sesi”] isminde bir dergi çıkarttı.

Cezeni, Tahran Üniversitesi’ne girdiği dönemde ülke, halkın Şah’a sırtını dönmesine sebep olan bir dizi siyasî ve iktisadî meseleyle uğraşıyordu. Bu meselelerin başlıca sebepleri, Şah’ın iktisadî siyaseti ve 53 darbesi sonrasında yapılan aşırı askerî harcamalardı. 1960 baharında yüksek borç ve enflasyondan kurtulmak adına İran hükümeti, Dünya Bankası’ndan ve ABD hükümetinden yardım talep etti. Dünya Bankası, 35 milyon dolarlık yardım karşılığında İran’dan bütçe açıklarını kapatmasını, ücretleri düşürmesini ve kendi hazırladığı iktisadî planı yürürlüğe koymasını istedi. Ayrıca Kennedy de siyasî ve iktisadî reform talebinde bulundu, bunun bedeli ise 85 milyon dolardı.

İktisadî meseleler ve reformlarla ilgili dış basınç, rejimi iyiden iyiye istikrarsızlığa sürükledi. Şah, kamburu herkesin sırtına yüklemek amacıyla, 20. meclis seçimlerinin tüm örgütlere açık olduğunu ilân etti, ancak bu konuda da basiretli davranamadı. Sonuçta rejim, yeni bir siyasî iklimin içine girdi. Millî İran Cephesi liderleri, ikinci bir millî cephe hareketinin kurulduğunu ve çalışmalarına başladığını açıktan ilân ettiler.

Cezeni ve yandaşları, özellikle Latin Amerika’daki gerilla hareketlerine yönelik ilgilerine bağlı olarak, Tude’den uzaklaşıp öğrenci cephesine ve millî cepheye katıldılar. Cezeni, Tahran Üniversitesi’nde faal olan öğrenci hareketi içinde çalışmaya başladı ve şu tip sebeplerden ötürü öğrenci hareketinin liderlerinden biri hâline geldi: Cezeni, 1953-56 yılları arasında cereyan eden sokak eylemlerinde önemli bir örgütsellik ve liderlik tecrübesi edinmişti. Bu yetenekleri kendisine öğrenci eylemlerinde de yardım etti. Cezeni, verili durumu anlama yönünde bir çaba harcamasına karşın, çabuk kararlar verir ve hiçbir zaman hareketin yavaşlamasına izin vermezdi. Yaygın bağlantı ağı sayesinde daima doğru bilgiye ulaşır, etrafındaki insanlara nazaran üstün bir tecrübe birikimine sahip olduğundan, gayet sakin hareket ederdi.

1963 sonbaharının ilk günlerinde Millî Öğrenci Cephesi Baharestan’daki direniş sonrası siyasî açıdan “umudunu ve sabrını” yitirdi, bu sürece katkı sunan Millî İran Cephesi’nin dayatmasıyla yeni bir lider seçti. Bu gelişme, 1965’te üçüncü millî hareketin doğuşunu ve Peyam Danişcu’nun [“Öğrenci Mesajı”] yayımlanmasını koşulladı. Yayının ilk baskısı, 1963’te Millî Öğrenci Cephesi çatısı altında yapıldı. Bu süreçte Cezeni önemli bir rol oynadı: Öğrenci Mesajı, İranlı öğrencilerin siyasî mücadelesinde açığa çıkan birleşik hareketi temsil ediyordu.

1964 Mart’ına dek Hasan Habibi, derginin editörlüğünden, bilgi, makale ve haber toplanmasından sorumluyken, Cezeni basım süreci ile ilgilendi. 1964 baharında öğrenci hareketi içindeki tüm hiziplerin kucaklanması amacıyla yayın faaliyeti için bir komite seçildi. Huşenk Keşavarz Sadr, Metin Defteri, Mecid Ahsan ve Mansur Suruş komiteye katıldı. Cezeni yayından, Behzad Nebevi de dağıtımdan sorumluydu. Ön baskı aşaması Cezeni’nin evinde yapıldı. Baskı işlemi, aşırı emek ve ayrıca güvenli ortam talep eden bir fotokopi makinesi ile yürütüldü. Bu amaçla Cezeni, gizli bir ev tuttu ve mali destekten baskı aşamasına dek sürecin her aşamasında önemli bir rol oynadı.

1965 baharında dergi 500 kopya basıldı; bir kısmını Behmanpur Şeriati tarafından Tahran’daki üniversitelerde, diğer kısmı ise Metin Defteri ve Daryuş Foruhar eliyle diğer alanlarda dağıtıldı. Yazıların yazılmasından baskıya kadar tüm işler solcu öğrenci hareketleri tarafından yapıldı (Cezeni grubu, Tude, Malikiciler ve Şuayancılar). Cezeni, dergide hareketinin ideolojisini anlatan bir dizi makale kaleme aldı. Üçüncü millî hareketin giderek yoğunlaşan faaliyetlerini kırmak amacıyla İran gizli istihbaratı (Savak) 22 Mayıs 1965’te Mustafa Mallad, Mihmanpur Şeriati ve Cezeni’yi tutukladı. Bu tutuklamalar, siyasî hürriyetin sona erdiğinin ilk işaretiydi.

Cezeni’nin dergideki konumu hakkında yeterli bilgiye sahip olunamadığından, mahkûmiyet Şubat 1966’ya dek sürdü. Hapisten sonra Cezeni çalışmalarına devam etti. 1966’da Tahran Üniversitesi’nden felsefe doktorasını aldı. Aynı yılın baharında Hasan Ziya Tarifi grubuyla birleşip Rezmavaran [“Savaşçılar”] örgütünü kurdu. Örgütün üyelerinin önemli bölümü eski Tudeliydi.

Birleşme kimi sorunlara yol açtı, 120 üye örgütü yeterince ciddîye almadı ve örgütten ayrıldı. Askerî kanat oluşturuldu. Nasır Ağayan isimli askerî kanat üyesi, Savak ile işbirliğine gitti ve örgütü, özellikle Cezeni’nin örgütünü, ihbar etti.

Cezeni, kendi grubu adına birleşme sonrası örgütünün tartışmasız sadece Marksist-Leninist ideolojiye bağlı olduğunu, ancak bu ideolojinin Çin’den ve Sovyetler’den bağımsız olması gerektiğini söyledi. Ona göre, bir ülkenin dış politikası kendi rejimine ait sosyal değerlerin bir sonucuydu. Bu nedenle sosyalist hükümet, Marksist-Leninist ve enternasyonal çoğulculuğa ait hedeflere sadık olmalıydı.

“Bizim fikrimize göre, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin İran’daki politikaları Asyalı ülkelerin emperyalizme karşı verdikleri devrimci mücadelelerle bu ülkelerin büyümesine karşıdır ve aynı zamanda sosyalist demokrasi ile enternasyonal çoğulculuğun aslî fikri ile çelişmektedir.”

İran’ın Sovyetler'in yeni uydusu olmasına karşı çıkan Cezeni, İran halkının çıkarları üzerinde duruyor, bu konuda Tude’yi eleştiriyordu. Tude, İran toplumuna, tarihine ve antiemperyalist mücadeleye yabancıydı, dolayısıyla, diğer milliyetçi özgürlük hareketlerin bile gerisinde kalmıştı. Parti, 19 Ağustos 1953’teki darbeden sonra hızla güç kaybetmiş, bu güçsüzlük, emek hareketinde ciddî bir dağılmaya yol açmıştı.

Cezeni, Şah’ın gücünü feodalizmden aldığını, bu nedenle, devrimci gücün köylüler olduğunu, köylülerin sorumluluk alıp köylerde savaş başlatarak genel bir halk devrimine doğru yürümeleri gerektiğini düşünüyordu. Ancak 1966 sonbaharında görüşleri değişti. İran’da kapitalizmin geliştiğine ve hükümet politikalarını biçimlendirdiğine kanaat getirdi. Artık Amerikan yandaşı siyasetçiler, feodalizmin kapitalizme mani olduğunu düşünerek daha fazla toprak, siyasî ve sosyal reform talep ediyorlardı.

Cezeni, General Karani tarafından yapılan başarısız darbe teşebbüsünün Şah’ın direncini kırmak için Amerika tarafından yapıldığı tespitinde bulundu. Sonraki süreçte yaşanan gelişmeler üzerinden devrimci hedefi belirledi: “Bir cumhuriyet ve demokratik hükümet kurulmalı.”

Cezeni’ye göre, bu dönemde açık siyasî çalışmanın artık imkânı kalmamıştı. Tek yol gerilla savaşıydı. Bu konuda en çok etkilendiği coğrafya, Güney Amerika ve Vietnam, en etkili isimler ise Che, Castro ve Régis Debray’ydi. Örgüt, zamanla mücadelesini dağlardan kıra ve şehre doğru kaydırdı.

1968 başlarında örgüt, mali sorunlar yüzünden çıkmaza girdi. Bu noktada tek imkân, banka soygunlarıydı. Ancak Ağayan’ın ihbarı sonrası Cezeni ve Surki tutuklandı. Merkezin tutuklanmasına karşın örgüt dağılmadı. Bazı üyeler Filistin’e gidip El Fetih’e katıldılar. Geri kalanlar ise İran Halkın Fedaî Gerillaları adlı örgütü kurdu.

Şubat 1959’da Cezeni müebbet hapse mahkûm oldu. Sonradan cezası on beş yıla indirildi. Kum’da adlî suçluların kaldığı bir hapishaneye gönderildi. Gardiyanların kendisine yönelik saygısı sebebiyle zamanının önemli bir bölümünü kütüphanede çalışarak ve resim yaparak geçirdi.

Bu dönemde Cezeni, karısının da yardımıyla, örgüt üyeleriyle temas kurdu ve onları ideolojik olarak yönlendirdi. Örgütle ilişkisini öğrenen Savak, Mart 1971’de Cezeni’yi Tahran’a getirdi. Ona göre, hapishane dışarıdaki faaliyetin bir parçasıydı. Bu doğrultuda tutsaklara güçlü olmalarını, dışarıyla temaslarını muhafaza etmelerini ve içeride bir örgüt kurmalarını öğütledi.

Bu dönemde örgüt içinde bazı ideolojik tartışmalar su yüzüne çıktı. Diğer muhalif grubun aksine Cezeni, ülkenin devrimci bir durum içinde olmadığını, silâhlı bir başkaldırıyla değil, siyasî, sosyal, iktisadî ve ideolojik sürecin gelişmesi sonucunda devrimin oluşacağını söylüyordu. Devrimin ilk işaretiyle birlikte silâhlı mücadele de verilmeliydi, ancak silâh asla tek başına ele alınmamalıydı. Ona göre, salt silâhlı mücadeleye bakanlar, giderek, barışçıl mücadele araçlarını bloke eden Şah’a benziyorlardı. Sonrasında, kendisine muhalefet eden Ahmedzade’ye şunları söyledi:

“Biz, silâhlı bir ayaklanma ile devrimin başlayacağına dair sözler duyduğumuzda bu dizgeye inananlara şu iki şeyi bilmeleri gerektiğini söylüyoruz: birincisi, silâhlı ayaklanmanın fiilî durumu, ikincisi, genel olarak devrimi ve aynı zamanda arzuladığımız devrimin özgül oluşu.”

İkinci ana mesele, mücadele yöntemiydi. Ahmedzade, savaşın yegâne aracının silâh olduğuna ve bunun mücadele içinde stratejik bir role sahip olması gerektiğine inanıyordu. Cezeni ise fiilî durum içinde mücadelenin tek bir araca indirgenmemesi ve halkın her yönden politik anlamda hazırlanması gerektiğini düşünüyordu. Bu çabayla birlikte insanlar, tüm halk için daha iyi bir hayat adına, adalet ve diktatörlük niyetiyle savaşabilirlerdi. Böylelikle ilkin İran’da halkla iletişim sorunu hallolacak, ikincisi sosyal adaletsizlikler halkçı bir anlayış üretecek, ardından da mevcut dikta rejimi çökecekti.

İki lider arasındaki aslî ayrım, emperyalizmin ülkedeki rolüne ilişkindi. Ahmedzade, bunun can alıcı bir unsur olduğuna kani iken, Cezeni, iç ve dış unsurları diyalektik bir bakış açısıyla ele alıyordu.

Meseleleri diyalogla çözüp çeşitli solcu hizipleri birleştirme gayretinde olan Cezeni’nin muhalifleri, onun hapishanedeki etkisini kırmak amacıyla sol hareketi dağıttılar. Buna rağmen Cezeni, Savak tarafından 19 Nisan 1975’te sekiz tutsakla birlikte öldürülene dek faal mücadeleye devam etti. Sekiz tutsağın ikisi Halkın Mücahitleri, altısı Halkın Fedaîleri üyesiydi. Katliamın sebebi, tıpkı Kızıldere’de yaşandığı üzere, Fedaî gerillalarının gerçekleştirdikleri bir şiddet eyleminin intikamını almaktı.

05 Ekim 2008

, ,

Mahir Çayan'ın Diyalektik Devrimciliği

I
“Burjuvazi” sözcüğü, kaleyle çevrili şehir anlamındaki Latince “burgus” sözcüğünden geliyor. Arapçadaki “burc” da kaleyi ifade ediyor. Bu yönüyle burjuvazi, şehirde yerleşik olup, köylüyle (serfle) toprak ağalığı ve aristokrasi arasındaki sınıfa, yani kısacası, feodal dönemin orta sınıfına denk düşüyor. 
Burjuvazi, bu dönemde, halk isyanlarının kazanımlarının üzerine oturuyor, onları kendi hanesine yazıyor, onlara ideolojik, politik ve teorik manalar yükleyip, gelecekteki iktidarı için onları birer silâha dönüştürüyor.
Yeni dönemin, yani kapitalizmin orta sınıfları, özellikle masonlar, Yahudiler ve alt Hıristiyan mezheplerle örülü ara toplumsal katmanlar, zanaatkârlar, esnaf, küçük üreticiler ve meslek erbabı, burjuvazinin feodal dönemdeki bu silâhlarını devralıyor, onları kendi sınıfsal-politik çıkarları için kullanıyor. Ama Marx ve Engels diye iki Alman çıkıyor, İngiliz ve Fransız menşeli bu orta sınıf yönelimine, proletarya adına, elde kılıç saldırıyor. Marksizm, Sanayi Devrimciliği ile Fransız Devrimciliği arasına sokulan bir kama olarak biçimleniyor.
Küçük üretici ya da meselâ ayakkabı ustası, ürününü başından sonuna yönetiyor. Başı ve sonu o oluyor. Çivisini o çakıyor, derisini o boyuyor. Ama bir burjuva geliyor, ayakkabı fabrikası kuruyor, o fabrikaya işçiler alıyor, bu işçiler, ürünün başını da sonunu da görmüyorlar ve toplam işlemin sıradan bir bileşeni oluyorlar. Bu, fiilî toplumsal ilişkileri de belirliyor. Zanaatkâr, kendi esamisinin okunmadığını, hükmünün kalmadığını görüp isyan ediyorken, işçi, sınıfsallaşma gerilimiyle, genel isyana dâhil oluyor. Usta, adam yurduna konulmak, işçi, yeni yurdu emektaşlarıyla birlikte kurmak için kollarını sıvıyor.
Kapitalizmin burjuvalara da hükmeden genel seyrine karşı ara sınıflar, kimi tepki tarzlarına bir biçimde dâhil oluyorlar. Yeni dönemin orta sınıfı, feodal dönemin orta sınıfından, burjuvaziden ödünç aldığı silâhları kapitalizme yöneltiyor. Bu silâhlar, belli durum ve dönemlerde kapitalizmin genel seyrinden eti ve ruhu yaralanan burjuvaziye merhem oluyorlar. 
Tepki biçimleri üç alanda cereyan ediyor: dinî, millî ve sınıfî. Yeni orta sınıf ideolojisi, siyaseti ve teorisi, bu oluşumlarla birebir ilişki kuruyor. Kendi biricikliğine halel getirdiğini düşündüğü kapitalizme karşı gene burjuvazinin silâhlarıyla genel gidişata saldırıyor.
Marx ve Engels’in, genel anlamıyla marksizmin ilk oluşum evresi, feodaliteden akıp gelen fiilî devrimlerle hiçbir şekilde bozulmaya uğramadığı düşünülen orta sınıf siyasetine, ideolojisine ve teorisine elde kılıç saldırmakla biçimleniyor. İki yanı keskin, yani tutanı da kesen bu kılıcı bırakmak, marksizmi de bir tür orta sınıf ideolojisine, siyasetine ve teorisine terk etmek anlamına geliyor. Onu başlangıç noktası belirleyen, örneğin Marx’ı böylesi bir noktaya indirgeyen ideoloji de orta sınıf siyasetine kapaklanıyor.
Marx teoride, özelde bilimlerde belli bir başlangıç noktası belirleyerek oradan hareket edenleri alaycı bir üslupla eleştiriyor. Ama kimi marksistler, onu ve marksizmi de kendi biriciklikleri adına, kendi öznellikleri şahsında tekil-biricik özneye dönüştürüyorlar. Bu, şeytanı kapıdan kovup onu bahçe kapısından içeri almak anlamına geliyor. Tüm nesnellikleriyle karşılanması gereken dinî, millî ve sınıfî tepki biçimleri, bu hareketlerin önder konumlarına gelen orta sınıflar nezdinde ve onların biricikliğinde lime lime ediliyorlar. 
Orta sınıf, ayakkabıyı tek başına yapmak istediğinden, eylem sürecinde de başkalarına tahammül edemezken, örneğin mazlum bir dinin veya milletin proleterleşen kesimleri ve genelde işçiler, hep başkalarına muhtaç olduklarını bilerek hareket ediyorlar.
Dinî hareketin içine girip dincileşen orta sınıf, kendi dinini biricik addediyor, onu buradan alıp semavî bir boşluğa fırlatıyor. Millî hareketin içine girip milliyetçileşen orta sınıf, kendi milletini biricik addediyor, onu buradan alıp mitolojik bir başlangıç noktasına mahkûm ediyor. Sınıfî hareketin içine girip işçicileşen orta sınıf, kendi sınıfını biricik addediyor, onu buradan alıp kiliastik bir nihaî noktaya kilitliyor. Hiçbiri mülkiyet ilişkisi (kendinin olan din, millet ve sınıf) üzerinden düşünmeyi bırakıp (dine, millete ve sınıfa) âit olamıyor.
II
Türkiye’de Suphi geleneği, Şefik Hüsnü kırılması, ardından Suphi’nin maceracı olarak kodlanması, desantralizasyon ve “barış içinde bir arada yaşama” siyasetiyle burjuva siyasasına kul olma, komünist hareketin genel akışını veriyor. Süreklilik ve akış, teorik ve pratik olarak, gene masonik ve Yahudi aydınlarca gerçekleştiriliyor. 61’de TİP kuruluyor, önceleri aydın bir başkan istemeyen işçiler, buna mecbur kalıyorlar ve Aybar, parti başkanı oluyor.
Boran, Aybar ve Aren, TKP genel sekreteri Zeki Baştımar’ın örgütlediği kadrolar. Bu isimler, parti içinde muhalif kimi isimlerin TİP içinde siyaset yapmasına izin vermiyorlar. Daha doğrusu, Baştımar ve ekibi, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi isimleri içeren muhalif kesimi kendi inşa ettiği legal alanda istemiyor. Hiç partili olmamış, ama siyaseten ve ideolojik olarak yedekte duran Doğan Avcıoğlu da bu ekibe dâhil oluyor ve altmışlar, sağ TKP ile sol TKP’nin kavgasına şahit oluyor. 
Gençliğin kopuşu, pratikte ve teoride, bu iki kanadın devrimci eleştirisi ile gerçekleşiyor. Aybar-Boran-Aren çizgisi ile Avcıoğlu-Belli-Kıvılcımlı çizgisini dikine kesen devrimci bir hat çıkıyor: Deniz-Mahir-İbrahim. Gençlerin kopuşu (hurucu) sadece düzenden değil, onun yedeğine, vicdanî eleştiriciliğine çekilmiş Sovyet tipi KP’lerden de kopuşu ifade ediyor.
Bu kopuşun devrimciliğinin iç diyalektiği, doğrudan Mahir’in teori ve pratiğinde ifadesini buluyor. Kendisini “proleter sosyalist” olarak kodlayan Mahir, ülkedeki sınıf mücadelelerinin üniversite kampüslerinde ve gençlik hareketi içinde yansıyan devrimci politik sürecin “proletarya”sı içinde örgütleniyor. Her iki çizgi ile verdiği teorik mücadelede belirgin bir sınıf kini ile hareket ediyor. Mahir, o günün marksizminde devrimci sınıfın politik öfkesini ve bilincini ifade ediyor.
Mahir’in devrimciliği, diyalektiğin, verili gerilim, çelişki ve çatışmaların somut maddî seyri olarak vücut buluyor. O gerilimi, çelişkiyi ve çatışmayı kendi huzurlu yuvalarında aklîleştirenlere, sakinleştirenlere, etkisizleştirenlere ya da donduranlara karşı diyalektiğin kendi imiş gibi cevap veriyor. O, her iki çizginin kavgası içinde oluşmuş düğümü kesip atıyor.
Mahir’i, bu yönüyle, içeriden ya da dışarıdan Latin Amerika solculuğuna kilitlemeye çalışanlar, onun burada yaptıklarını etkisizleştirmek, ehlileştirmek niyetiyle hareket ediyorlar. (Aynı tespit, İbrahim ve ona giydirilen dar maoist gömlek için de geçerli.) 
Mahir’in diyalektik devrimciliği, öznelcilikten, benmerkezcilikten ve örgütçülükten azade bir seyir izliyor. Kızıldere, bunun en önemli göstergesi oluyor.
III
Diyalektik eşitlikle (ahlâk: iç hukuk), maddîcilik özgürlükle (hukuk: dış ahlâk) ilişkili. Diyalektik maddîcilik, burjuva patentli eşitlik-özgürlük kurgularını, yalanlarını parçalamadıkça teoride alan bulamıyor. Özneler, işlerine geldiği biçimiyle, eşitlikçi ya da özgürlükçü olup bir kovuğa yerleşiyorlar. İki şeyin yan yana gelip aynı maddî alana oynamakla belirli bir çatışma sürecine girmesini, maddiyat koşulluyor. Maddeden bağımsız diyalektik, diyalektikten azade maddîlik olmuyor. Bu ön tespit, marksizmin, ruh ya da düşünce yerine madde koyarak, aynı idealizmi arka kapıdan sokmamasını güvence altına alıyor. Marksizmin bir orta sınıf ideolojisine dönüşmesini, onun belli bir diyalektikten ve maddîlikten azade var olup düzene teslim olmasını ya da belli sınıfsal siyasetler arasında arabuluculuk yapmasını engelleyecek sigortaları temin etmenin tek bir yolu bulunuyor: diyalektik devrimcilik, yani maddiyatın belli durumlara müdahale edilerek devrimcileştirilmesi.
Diyalektikçi olmakla diyalektik olmak ya da maddîci olmakla maddî olmak, farklı şeyler. Diyalektikçilik arabuluculukla, maddîcilik ise teslimiyetle sonuçlanıyor. Arabuluculuk ve teslimiyet, birbirilerini süreçte tamamlıyor. 
Maddenin kaotik niteliğinden kaçıp diyalektikçi, kendi eşit düzlemini muhafaza etmek için paralel, eski dünya algısındaki tepsi misali, düz bir maddiyat tasavvur ediyor; bu tasavvur, maddîcinin vatanı oluyor ve oradaki huzura teslim oluyor.
Devlet ve burjuvazi, birlikte ya da ayrı olarak, sola saldırıyor. Bu saldırı, solda bazen arabulucu, bazen de teslimiyetçi tepkilerin verilmesine, zamanla bu tepkilerin kurumsallaşmasına sebep oluyor. Devletin ve burjuvazinin sınıfsal-politik saldırılarına karşı sol, doğası gereği, belli bir sınıfsal-politik cevap üretiyor, ancak bu cevap, örgütlerin bekası, kendini savunma refleksleri içinde eriyip gidiyor.
Saldırı sonunda sağ salim çıkmak için bazen maddiyat, bazen de diyalektik askıya alınıyor ve arabuluculuk ya da teslimiyetçilik, genel siyasetin adı oluyor. Örgüt bekası ile kendi yaşamsallıkları arasında doğal, organik ilişki bulunan şefler, düşmanın saldırısına karşı solun içinde adsız, sözsüz verilen sınıfsal-politik cevabı içeride boğuyorlar ve bu cevabın sol dâhilinde devrimci bir sonuç üretmesine mani oluyorlar.
Sol içindeki sınıflar mücadelesinden daima orta sınıflar galip çıkıyorlar. Bu da bütünleyici ve parçalayıcı kolektif faaliyeti akamete uğratıyor. Sol denilen olgu, gerisin geri, ana rahmine dönüyor, kendisinin döllendiği altmışların diliyle konuşuyor ve bu üç devrimci genç önderin kopuşlarını anlamsızlaştırıyor. Onların sınıfsal, devrimci faaliyeti by-pass edilip, tekrar altmışların dünyasına hapsolunuyor. Sol, kendi öznelci çıkarları adına, kendisini millî ve dinî olana yabancılaştırıp, onlar içinde devrimci bir hat açmayarak ve demokrasi marketinde duran özel bir mamul niyetine kendisini satarak var olabileceğini zannediyor.
Sol, sadece temsiliyetlere bakıyor, birebir, öznelerarası muhataplığa kul oluyor. Bu, kendisinin bir biçimde örgütlemeye çalıştığı tarihsel-toplumsal kesimleri de aynı anlayışla görmesini getiriyor. Bu temsiliyet anlayışı, ister istemez, burjuva siyaset anlayışına bağlanıyor. Teslimiyet, kendi temsiliyetini buluyor. 
Solun iç sınıfsal devrimini gerçekleştirip bu fasit daireyi kırması için kendi rahmini, altmışları, TİP’i ve onun teorik/pratik zemini TKP’yi parçalaması tek koşulmuş gibi görünüyor.
IV
Mahir’in diyalektik devrimciliği, teoride “devrimci diyalektik”le mümkün olabiliyor. Bu olmadığında Mahir, dikine devrimci bir hat çekerek eleştiriye tâbi tuttuğu altı isimlik iki ayrı teorik ve politik hatla paralel düzleme yerleştiriliyor ve bu da onun diğer altı isimle yatay ilişki kurmasını koşulluyor. Mahir’in devrimciliğinin diyalektik niteliği, belli maddî çıkarlar adına askıya alınınca, onun iki hattı dikine kesen seyri yatay düzleme yerleştiriliyor ve bu, sözkonusu devrimciliğin tarihsel anlamda yaptıklarının içini boşaltıyor: biraz Mahir, biraz Kıvılcımlı ya da biraz Mahir, biraz Boran vs… Bu formüllerin fiilî geriliminden kaçanlar ise ülke dışından esen rüzgârlara saçlarını bırakıyorlar. Oysa üç genç önderin, özellikle Mahir’in sağ ve sol TKP ile savaşarak marksist devrimci özgün bir hat açtığı ve bu hattın gelecekteki devrimin ayak izlerini açığa çıkarttığı görülmüyor. Görmeyenlerin sınıfsal-politik nitelikleri sorgulanmayı bekliyor.
Yol tasavvurunda psikolojik ve teorik bir maraz mevcut: sorunlar, sanki o yol üzerinde bir tümsek gibi karşılanıyor, her şeyi ile sorunsuzluğu temsil eden yol, zamanla bu yanılsamayı kitleselleştiriyor. O, sadece kendi toplumsal-tarihsel çelişkilerinden kaçıp, kendilerine güvenli sığınaklar arayanların hayat planı hâline geliyor. Burada sınıfsız-sınırsız, çelişkisiz bir seyir hayat vaat ediliyor. Yol tasavvuru, esasında Mahir’i bir tümsek olarak görüp aşıyor, onun devrimini metafizik âleme fırlatıp atıyor.
Yol tasavvuru, belirli bir başlangıç noktasını ve öznesini de ön gerektiriyor: bu Deniz, Mahir ya da İbrahim oluyor, ama onlar, yolun her kesintisinde geriye doğru parçalanıyorlar, eziliyorlar, istismar ediliyorlar ve geçersizleştiriliyorlar: her yolculuk, kendi içinde başka bir yolculuk barındırıyor. Her yol soyutlaması, alttaki aslî güzergâhı gizliyor, bu güzergâh, sorunsuz, düz, kesintisiz, çelişkisiz bir sürecin sınıftan-sınırdan münezzeh özneleri olduğunu zannedenlerin yolu oluyor. Bu yolda Mahir Mahir’likten, Deniz Deniz’likten, İbrahim İbrahim’likten çıkıyor ve özel mabetlerin köşesine yerleştirilmiş ikonalara dönüşüyor. Kurumsal kilisenin hükümdarlar adına İsa ve havarilerinin komünal hayat tarzları dâhilinde somutladıkları teorilerini toprağa gömmesi gibi, bu isimler de kurumsallığa kurban ediliyorlar.
Mahir’in diyalektik devrimciliği, ortaya vurup süreci parçalıyor, Mahir’ciler içindeki ana eğilim ise onun maddiyatını ruhanî, diyalektiğini metafizik bir alana fırlatıp orta yolcu oluyor. Mahir, Marx misali, altmışlardan yetmişlere geçişte orta sınıf siyasetine kılıç sallıyor, ancak onun izinden gittiğini söyleyenlerin önemli bir kısmı, o kılıcı orta sınıfların eline teslim ediyor ya da kitleyle bu sınıfsal kesimler arasında arabuluculuk yapıyor. Bu da TİP ve TKP siyasetinin geriye dönüşsüz olarak devrime uğratılmasına mani oluyor. Salt belli kesimlerin temsilcisi olmaya indirgenen bir tür siyaset zuhur ediyor. Halk da bu şekilde kompakt bir “özne” nesne statüsünde tanımlanıp bireyin mecazı olarak kullanılıyor, buradan da yeri geldiğinde devlete, yeri geldiğinde demokrasiye âlet ediliyor. Halkçılık döne dolaşa liberalizmi yeniden üretiyor.
Mahir, diğer genç önderler gibi, “TİP”teki hayâlî, sahte kurguya saldırıyor. Aydınlar, gençlik ve işçi sınıfı (halk) arasında kurulduğu varsayılan yanılsamalı dengeyi önemli ölçüde gençlik hareketinin burjuva temsiliyetine, özgül varlığına vurarak bozuyor. İlgili denge içinde gençliğin kireçleşmesine bu şekilde mani oluyor.
Burada kılıcını öncelikle orta sınıf siyasetinin temsilciliğine soyunmuş olan aydınlara vuruyor. Bu, marksizmi doğrudan halkla, sınıfla baş başa bırakmanın yöntemi olarak somutlanıyor ve Türkiye marksizmi masa başında, kapalı kapılar ardında değil, somut mücadele alanında devrimci anlamda özgülleşme imkânı buluyor.
Gençlik hareketinin devrimci harekete doğru sıçraması bu sayede oluyor. Ama sonrakiler, onları yeniden sağ ve sol TKP’nin TİP içinde ve dışında kurdukları okul dersliklerine oturtuyorlar. Diğer bir eğilim ise onları Çin, Küba ve Arnavutluk menşeli okullara sokmak oluyor.
V
Türkiye solu denilen özgül varlığın toplum ve tarih içi, doğal sınırları olmalıdır. Her ne kadar şu veya bu biçimde tarih, toplum ve doğa dışı olduğu zannıyla hareket eden bileşenleri varsa da bu, gerçeği değiştirmez. Sözkonusu zannın da gerçeği değiştiren bir yanı yoktur, sadece bu zannın, gerçeğin dönemsel değişimlerine ayak uydurmasından söz edilebilir.
Türkiye solunun bir sınırını Kürt hareketi, diğer sınırını Müslüman hareket, diğer bir sınırını ise AB siyaseti çiziyor. Bu üçüne ayrı ayrı ya da bütünlüklü bir saldırı içinde kendi solunu tarif edenler, ister istemez kendilerini kemalizme, oradan da Fransız Devrimciliğine bağlıyorlar. Bunun görece mutlak bileşkesi altmış solculuğu oluyor ve sol, ana rahmini hiç mi hiç parçalamıyor. Ancak bu kadar dirence rağmen bahsi geçen sınırlar, solu daha fazla kendi içine büzüyor. 
Her kabuk, kendi içine doğru büyüyor. Bu kabuk, sömürü ve zulme karşı mücadele ile parçalanmayı bekliyor. Bu noktada solun birilerinin nazarında gerçek olduğunu zannettiği özgül varlığından hukukî ve ahlâkî manada vazgeçmesi gerekiyor. Bu da onun kendi ana rahmini parçalaması ile mümkün. Latin Amerika ya da kısmen (Orta)doğu edebiyatı ile bu zorunluluk görmezden geliniyor, ama zorunlu adımlar kendilerini her dönem hissettiriyorlar. 
Sol, kendi özgül varlığının sınırlarını birilerine göre çizerken, o varlığın sınıfsal niteliğini de sorgulamak zorunluluğu ile yüzleşiyor. Sorgulamadığı noktada neyin “sol”u olduğunu göremiyor. Yatıp kalkıp “sosyalizm”, “işçi sınıfı”, “ezilenler”, “halk” ya da “örgüt-parti” ile düşünmek, onu kurtarmıyor.
Solun önder yapısı, teorik ve pratik düzlemde sınıfsız ve sınırsız, soyut bir özne imiş gibi davranıyor. Yukarıdaki sınırları aşma iradesi gösterenler, belli bir sınıfsallıkla hareket ediyorlar ve bu hareket, daha çok orta sınıfların güdümünde biçimleniyor.
Sol denilen gövdenin sınırlarını genişletmek için sınırın öte yanıyla muhabbet kurma niyetinde olanlar da aynı dertle hareket ediyorlar. Solu bitmiş, tamamlanmış, granit, su sızdırmaz, tam bir özne olarak tasavvur eden bu kesimler, kendilerini sınırladıkları bu üç unsurla kavgalı ya da onlarla çift dinlilik yaparak uzlaşma yolları arıyorlar.
Oysa aradaki sınırların sınıfsal temeli, seyri, niteliği incelenmeli, sorgulanmalı. “Biz iktidar olursak Kürtlerle barış olur, Müslümanlar bireysel vicdanları ile Allah'larını bulurlar ve ülke, bizim sayemizde AB’ye girer.” türünden kripto niyetlerle bir yere varılamaz. “Bu sınırlar biz varız diye var” ön tespiti ile tüm sürece, o sınırların seyrine, başlangıcına ve bitim noktasına kendisini dayatmasının bir anlamı yok.
Sol, kendi öznel sınırlarına saldıranların sınıfsallığına tâbi. Bunlar, her daim özgürlük timsali olmuş laik özneler. Dolayısıyla, solun kendi “iç” sınıfsal devrimi ile hakiki, kolektif sınırlarını görmenin yollarını bulmalı. Bu devrim, belli bir örgüte, kişiye, dergi bürosuna ya da yayına bağlı bir durum değil. Sol, gelecekteki devrimin seyrini içinde duyuyor, yaşıyor olmalı. Devrim gökten zembille inmeyecekse bu “iç” devrim hakikat olmalı. Devrimciler, hakikatin savaşçılığını yapmalılar.
Bu hakikatin kimi boyutları Kürtlerde ve Müslümanlarda görülebilir. Onların vurdukları yerler, solun iç sınıfsal mücadelesi ile göreceği sınırları ele veriyor.
Solun sınırlarını muhafaza etmek isteyenle, o sınırları aşmak isteyen, aynı yerde duruyor. Sınırlarla tanımlı siyaset, sömürüyü ve sınıfı unutuyor, sınıfsallaşma eğilimlerini törpülüyor. Bu anlamda o sınırlardaki cereyan eden sınıflar mücadelesinin “burjuva” tarafına hizmet ediyor.
Her fiilî durumda “sol diye bir şey yok!” diye bakılmalı ve eyleme geçilmeli. Kamuoyuna ya da solun bütününe seslenen ideolojik gevezeliklerin politik-devrimci sonuçları olmadığı görülmeli. Öznel faaliyet, salt politik ve devrimci olanda tanımlı kılınmalı. Politikanın ve devrimciliğin teorik ve pratik imkânları verili sol denilen şeye göre belirlenmemeli. Bu imkânlar, sol-sağ ayrımının oluştuğu tarihsel-toplumsal momentleri nesnelleştirecek teorik ve pratik faaliyetle görülebilmeli.
Solun gördüğü yerde politika ve devrimcilik yok, bu görü, kısmen sınıfa, kısmen devrime, kısmen de iktidara kör. Bunlar arasında uygun, masa başı kombinasyonları kurmanın anlamı kalmadı. Öncelikle solun bu üç unsuru ayrı zaman ve uzamlara fırlatan niteliği sorgulanmalı. “Sınıf partisi”, “devrim partisi” ya da “iktidar partisi”, solun bu burjuva politik ve devrimci gerçeğinde oluşmuş hipermarketinde basit bir reyon olmanın ötesine gidemez. Ayrı ayrı ya da bütün olarak “sınıf, devrim ya da iktidar benimle başlar ve biter” diyen solun bileşenleri, her şeyden önce kuru ideolojik laf yığınlarıdır ve asla proleter anlamda politik ve devrimci değildirler.
VI
Köylülük, sunî denge, öncü siyaset gibi Mahir’in alâmet-i farikası olan unsurlar devrimcidirler, ama Mahircilik başlığı altında köylücüleşmek, sunî dengecilik ve öncücülük, eni sonu apolitiktir ve devrimcilik dışıdır.
Genel seyir itibarıyla Mahir’e ait bu unsurlar, kopuşu belirginleştiren bileşenler. Köylülük vurgusu, Lenin’le başlayan, sınıflar mücadelesinin politik, ideolojik ve teorik tezahürlerini fabrika duvarlarının dışında karşılama iradesi Mahir’de somutlanıyor. Sunî denge, toplumsallığını toplumculuğa indirgeyen eski solun hatasını devrimcileştiriyor ve söz konusu toplumsallığın dönüşmesini sağlıyor. O zamana dek dışsal, yabancı birer unsur olarak kurgulanan emperyalizmin ve devletin toplum içindeki etkilerine mesafe alınmasını koşulluyor. Halkın şiddet aygıtlarını kendi içinden üretebilmesinin imkânlarını araştırıyor. Taşıma suyla değirmen döndürülmüyor ve o şiddet aygıtları bilfiil örgütleniyor. Öncü siyaset ise halkın kendi gücünü iktidar mücadelesine teksif edecek hattın oluşmasına katkı sunuyor. Halka ya da sınıfa önsel, mutlak, kendinden menkul uhrevî bir politiklik ve devrimcilik atfedilmiyor, onların öne doğru çıkardığı politik ve devrimci kolun siyasî ve ideolojik alana müdahale etmesi sağlanıyor.
Mahir, basit tercüme yanlışlarını sorgularken bile, sınıfsal bir güç olarak hareket ediyor. Bu, onun teorinin, kendi pratiğine paralel biçimde, adsız, sözsüz, kolektif, ezelî ve ebedî niteliğine dâhil olmanın kavgasını verdiğini gösteriyor. Mahir, tercümelerdeki öznelci rötuşların hesabını sorarak, teorinin herkese açık hâle gelmesi için uğraşıyor, entelektüel mastürbasyon yapmak için değil! (“Çünkü biz, marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz, dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için marksizmi öğreniyoruz.” (Mahir Çayan) “Dünyanın Türkiye’si” ifadesi bile, başı sonu net belli olmayan dünyanın Türkiye kesitine koşulsuz dâhil olan bir devrimciliği anlatıyor. Bu, kimi milliyetçi, kemalist Türkiyeciliklere, Türkiye merkezli bölge ve dünya anlayışlarına karşı onu şerbetliyor.)
Mahir, “barışçıl” yöntemlerle “savaşçıl” yöntemleri karşı karşıya getirenlerin oportünist olduklarını söylüyor. Bugün ise millet, birbirini bu karşıtlığı önkabul üzerinden karşı tarafta olmakla eleştiriyor. Toplumsal devrimcilerle politik devrimciler, karşı karşıya geliyorlar. Tarihte güçlü dayanakları olanlarla toplumsal bağları olanlar çatışıyorlar. Doğucularla batıcılar birbirlerini yiyorlar.
Marx'çılarla Lenin'ciler, Stalin, Mao ve Che bağlamında birbirlerini eleştiriyorlar. Politik devrimi ve toplumsal devrimi ayrı ayrı düzlemlerde, metafizik âlemde, uhrevî boyutta kuran ve kendisine kapatan, girişi kendisinin verdiği izne tâbi kılan özneler, kendi koltukları için kavga ediyorlar. İki ekibin kavgası, politikleşen dinamiklerin toplumsallığını, toplumun belli kesimlerinin politikleşmesini çöpe atıyor. Kısacası, bir taraf politikayı, diğer taraf toplumu kendisine kapatıyor.
Her ikisinin politik-devrimci ayrışması ve farklı bir düzlemde kolektivize edilmesi noktasında, Mahirler önemli bir miras bırakıyorlar. Sağ ve sol oportünizm ile ilgili olarak yaptığı ayrımın da gösterdiği üzere, öznelciliğin ve nesnelciliğin devrimci-politik hareketin karşısında tel tel dökülmesi gerekiyor.
Mahirler, bir avuç gencin isyanını aşan nitelikte, marksist devrimci bir faaliyet yürütüyorlar. Onları dar anlamda gençlik hareketi başlığı altında inceleyip çöpe atanların, hâlâ onların mirası ve fiilî devrimciliği ile nefes alabildikleri görülüyor.
Kopuş devrimcidir ama kopuşçuluk, o kopuşun devrimci etkisini ve niteliğini siler. Mahirler, kopuşçuluk edebiyatı ile koptukları yere yeniden bağlanmakta ve orada boğulmaktadır. Salt kendi öznelliğini pragmatik, oportünist bir üslupla korumaya, bu koruma siyasetini tüm sola mal etmeye çalışma, solun sınırlarını verili hâliyle kabul etme ya da onu kendi öznelliği adına aşıp sınır ötesindeki unsurları istismar etme, Mahir’in devrimciliğinde yazılı olan şeyler değildir. Politika, hele ki devrimci politika, sorumluluk, elini taşın altına koyma meselesiyse -ki Mahir'lerin hiçbir şey değilse bile öğrettiği bu olmalı- sınırların muhafazasına ya da öznenin bekasına kilitlenip o sınırların aşılarak sınırötesi operasyonlar yapılması, sadece kendinden menkul, kendine mesul, kendi evinin önünü süpüren, “kendine Müslüman” birey-özneler üretilmesi, apolitiktir, hattâ sürdürüldüğü takdirde antipolitiktir.
Bizi bugün böylesi bir apolitizmden ve antipolitizmden kurtaracak olan, Mahirleri de kesip bugüne gelen proleter devrimci akıl ve iradedir.
Eren Balkır
5 Ekim 2008

01 Ekim 2008

, ,

15–16 Haziran'a Doğru İşçi Sınıfı ve Marksizm

Lenin, Mart 1919’da “Yahudi Karşıtı Pogromlar” isimli bir makale kaleme alır. Burada Yahudi düşmanlığının sınıfı böleceğinden söz eder. Benzer bir tavrı Yahudi Bund’unun partiden ayrıldığı dönemde de gösterir. Onları partiye geri çağırır ve işçileri Yahudi düşmanlığına karşı uyarır. Lenin’e göre, karşı devrimci güçler işçi sınıfını bu noktada bölmek istemektedirler.
Aradan doksan sene geçti ve Yahudi karşıtlığı farklı çevrelerde ses vermeyi sürdürüyor. Ama bugün Lenin’in gördüğü manada birleşik bir işçi sınıfımız ya da birleşik devrimci işçilerin iktidarı da yok. Bu noktada anti-semitizm eleştirileri ne anlama gelir? Ya da Siyonizm ve onun emperyalizmle organik ilişkilerine karşı olmakla anti-semitizmi bir tutmak ne demektir? Bu karşıtlığın, tarihin belli bir kesitinde anlamlı, devrimci ya da politik olmuş bu tavrın, bugünde yinelenmesi mücadele için ne ifade eder?
Yaklaşık doksan sene evvel Anadolu’da M. Kemal yanlıları yükselen işçi hareketini yabancı düşmanlığı ile bölüp ulusal harekete çekiyorlar ve bu işleme paralel, Rum ve Ermeni işçi önderleri tasfiye ediliyorlar. İşçilere, Türk işadamlarının mülkiyetindeki işyerlerinde grev yapmamaları telkin ediliyor.
ABD’nin yüzyılın başlarında formüle ettiği bir sendikal mücadele anlayışı var ve tümüyle Avrupa karşıtlığı ile malûl. Avrupa emperyalizminin sömürgesi olan ülkelerde bu sendikal anlayış yerleşiyor ve sınıfı bağımsızlıkçı, yerelci bir hatta çekiyor. Bu anlayıştan bizim Türk-İş doğuyor.
İsrail Komünist Partisi üyesi Lübnan işgali esnasında Komünist gazetesine mülâkat veriyor ve “üyelerimizin büyük bölümü Filistinli Arap.” diyor. Bizim solcu işçilerin ve örgütlü emekçilerin önemli bölümünün Alevî ve Kürt olması gibi.
Bütün bunlar bir şeyi gösteriyor: işçilerin politik gücü birilerince daha fazla değer görüyor. Ama işçiler bu politikleşme meselesine düşmanları kadar değer vermiyorlar.
Öncelikle bu nokta üzerinde durmak gerekiyor. Politikanın sulandırılması, iktidar meselesinin içinin boşalması, sınıfın politize oluşunu da etkiliyor. Apolitize olan işçiler ne hareket edebiliyorlar, ne de mücadele verebiliyorlar.
İşçi devriminin öncüsü olarak Lenin, Yahudi karşıtlığını doğru tespit ediyor ve ona karşı uyarısını yapıyor. Ama bir ülke ya da bölgede, Yahudi işadamlarına karşı ortak refleks geliştirmek üzerinden kendi politik hattını belirleyen bir işçi sınıfı var olursa ne yapılacak? Lenincilik, her daim “aman Yahudileri sınıf düşmanı bellemeyin.” demek midir? Ya da gayrimeşru, korsan bir devletin varlığını tanıyan İsrail KP’si gibi, Filistin direnişini çorak topraklarda boğmak için onun enerjisini farklı kanallara akıtmak mıdır? Ya da salt ulusal bağımsızlık için ABD sendikacılığına “evet” demek midir? Ya da kemalist politik hattın karşı devrimciliğini bir ânlığına görmezden gelerek, bağımsızlık adına, patronları milliyete göre ayırmak ve ona göre politika belirlemek midir? Özetle, politika teorinin sınırlarına tâbi mi olmalıdır?
Esasında bu sorularda dillendirilen örneklerin hepsinin ortak bir özelliği var: tümünde de ortak bir hegemonyaya biat etme söz konusu. İşçilerin birliği de, sınıf hareketinin politizasyonu da, bu hegemonyayla uyum içinde gelişiyor. Yani, işçilerin birliği ve hareketi belli bir ufku ve söylem/eylem alanını aşmıyor. İşçilere, kapitalizmin birebir yol açtığı çatışma, gerilim ve mücadele dönemlerinde sunulan politika, kuşatıcı ve bütünleyici bir nitelik arz ediyor.
İşçilerin salt ekmek yokluğu, işten çıkartma ya da ücret azlığı nedeniyle birleşeceği bir ütopyadan ibaret. İşçilerin bu tip olgular üzerinden birleşmesi bile politik-ideolojik bir zemini varsayar. Bu zemin olmadan dillendirilen birlik anlamsız. Gelişen politik zemin işçileri böldüğü ölçüde, birliğin gerçekleşmesine izin verir. Birlik bölünmeden gerçekleşmez; işçi sınıfı, sınıf ve politik olmayı burjuvaziden öğrendiği yönlerini parçalayıp kendi devrimci hattını açmalı, bu hat diğer toplumsal-tarihsel dinamiklerin devrimciliği ile kolektivize olabilmelidir. İşçiler, basit bir meslek örgütlenmesi ve bu örgütün siyasîleşmesine âit sınırları çizenlerin sınıfsallığı ile hesaplaşabilmelidir. Bu bile tek başına sınıfın öne doğru devrimci bir kol çıkartmasının zorunlu olduğunu gösterir.
İşçilerin doğuştan, kendinden menkul, özsel anlamda politik, hattâ devrimci olduğu koca bir yalandır. Bu yalan, solculuğu meslekleriyle malûl, mesleklerini ideolojik bir güç olarak gören, işçiliği kendi meslekleriyle zımnen eş düzlemde granit, kendinden menkul, kendinden mesul, su sızdırmaz soyut bir özne olarak anlayan orta sınıf solcularının ortak zırhıdır. Bu zırh delinmeden, sınıfın, birilerinin kafasına sıkışmış, olmuş bitmiş, başı sonu belli soyut bir özne olmaktan çıkıp, hakikî manada devrimcileşmesi mümkün değildir.
Söz konusu zırhın günümüzde “kadın”, “etnik kimlik”, “ezilen”, “gençlik” gibi olguları kapsayacak biçimde genişletilip kalınlaştırıldığı görülmektedir. “Kendi kaderini tayin hakkı”na oturtulmuş küçük burjuva solculuğu kaderin tek yazıcısı (Allah’ı), aralarındaki sınırların, hukukun oluşturulması hususunda yegâne mercii olduğunu zannetmekte, ama takdir-i ilâhi başka yönde işlemektedir.
Marx, anarşistlerle tartışmasında, her ekonomi temelli hareketin aynı zamanda politik nitelikte olduğunu söyler. Bunu tersten anlayanlar ise, “hareket” olgusunu sıyırıp atarlar ve işçilerin politika dışı, sermaye ile kurdukları birebir ilişkilere dayalı eylemselliklerini kutsarlar. Oysa Marx hareketin politik olduğunu söyler, ama işçilerin verili, önsel, kendinden menkul politik olduğunu iddia etmez. Aksi yönde iddia, işçi sınıfını metafizik yöntemle ele almak ve onu idealize etmektir. Sınıf, tarihî ilerlemenin sırrını bağrında taşıyan, günü geldiğinde bu sırrı bir ışık misali dünyaya yayacak olan ilâhi-mesihî bir güç değildir.
Ekonomik gelişmelerin incelenmesinde marksistlerin düştüğü hata budur. Eski solcuların bugün TV köşelerinde borsa hareketlenmelerini inceleyerek varlık alanı bulmaları şaşırtıcı değildir. Onlara yönelik eleştiriler de aynı anlayış üzerinde durmaktadır. Rekabet, yarış, ekonomizmi daha iyi kimin yapacağı ile ilgilidir.
Emek yanlısı bir konum alan kişi, emeğe göre gelişmeleri değerlendirir. Sermaye yanlısı bir kişi de süreci kendi mantığına göre anlar. Oysa burada dikine, devrimci bir hattın takipçisi olmak gerekmektedir. Kimsenin, kendini aşan kolektif dinamiğin aşkın sözcüsü ya da kurtarıcısı olma hakkı yoktur. Emeğin kutsallaştırılması marksizm dışıdır. Bu kutsallık, tanrının şeytana muhtaç olması gibi, diyalektikçi bir üslupla emeği sermaye ile uzlaştırmanın yollarını ister istemez arayacaktır.
Emeği de sermayeyi de liberal mantıkla değerlendirmek mümkündür. Devrimci sınıf hareketi olarak formüle edilebilecek bir ayracı olamayanlar, liberalizmin engin ufkunda geniş bir serbestiyet imkânı bulurlar. Her iki tarafın soldan seslenen isimleri vardır. Ama bu isimlerin eleştirisini yapanların, onların varlık alanlarını sorgulama ve imha etme yoluna gitmediği görülür. Zira karşılıklı, simbiyotik bir ilişki söz konusudur aralarında.
Sınıftan kaçanlar, sınıfın birleşemeyecek kadar, ideolojik-politik-iktisadî anlamda atomize olduğu fikrine yaslanırlar ve daha bütünsel ideolojik-kültürel formlar içinde hareket eden mikro unsurlara kayarlar. Kafadaki ideolojik-teorik kurgu genleştikçe, pratikteki politik anlamda muhatap alınan nesne de en küçük parçalarına ayrıştırılır.
İşçilerin birliği meselesi doğrudan örgütçülüğe indirgenmektedir. Zaten birliğin kendi örgütlüğünü ve ona âit alt hiyerarşik örgütlenme alanlarını yaratacağını kimse görmez. İşçilere bir tür hiyerarşi formu dayatılır ve onların bu hiyerarşik eksen/model etrafında bir araya gelmesi vazedilir. Sonuçta işçi de, örgütü de ekonominin belirlenimi altındadır, ekonomi bilgininin bilgisinin ya da onun soyutta kurduğu kulenin değil.
Sınıftan kaçanlar da sınıfçılar da, sınıfa dayatmacı yaklaşırlar. Aradaki fark, yönteme ilişkindir. Birisi kaçar, diğeri onun içine saklanır. Meselenin, örneğin kapitalizmin başını ve sonunu bilmek, her şeyin başı ve sonunu kendisinin tayin ettiği inancıyla ilişki içindedir. Sınıftan kaçan, farklı dinamiklerin çoğulluğunda, sınıfa kaçan, sınıfın ideolojik belirsizliğinde kaybolur. İlki antipolitizmin, ikincisi apolitizmin sığınağıdır.
Sınıfçılar, işçi sınıfının ideolojik belirsizliğinden beslenirler. Her söze “işçi” diye başlamak her şeyi halleder görünür, ama bu politik mücadelede sadece zaman kaybına neden olur. İdeolojik belirsizliği gidermek, ana siyaset hattı hâline gelir. Bu plan dâhilinde, sonuçta elde edilecek “sınıf” bağımsız, özgül, tekil, akmaz kokmaz, kendinden menkul bir bütünlüktür. Zamanla bu bütünlük için politika rahatsız edici bir hâl alır ve genel siyasî seyre biat eder. Hiçbir güne salt iktisadî bir özne olarak uyanmayan somut işçi soyut bir kurguya kapatılır, diğer meslek sahibi öznelerin yanına iliştirilir ve demokrasi sahnesinde rolünü bekler.
Bu “işçi” ile burjuvazinin felsefî “birey”i arasında niteliksel anlamda fark yoktur. Birey, işçi donunda kendisini farklı düzlemde tekrar örgütlemiştir. Her türlü gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçmanın adı hâline gelen birey, sınıf, halk ve ezilenler donunda, yeniden siyaset, ideoloji ve teori alanında arz-ı endam eder. Bu anlamda soyut “insanlık”ı somut 1848’e yürüyen somut işçi sınıfı ile bölmek Marx ise soyut “işçi sınıfı”nı 1917’ye yürüyen somut devrimci işçilerle bölmek Lenin’dir.
Bu yönüyle, bir tür bölme ve parçalama işlemine sadık kalması gereken marksistlerin önemli bölümü, teorik ve politik mücadelenin aslî zeminini kaçırmıştır: devrimcilik. Devrimciliği, geçmişte yaşanmış bir ya da birkaç devrimin sıkı savunusuna indirgeyenler, esasta reformisttirler. Zira devrim, fikir olarak devrim sonrası yazın aracılığıyla bütünlenmiş, kendisine kapatılmıştır. Genelde hâkim olan, 1915’teki bir konferansta “bu salonda bulunanlar asla devrimi göremez.” ümitsizliği içinde olan Lenin’in ümitsizliği ümide dönüştürme iradesine sahip Lenin değil, 1920’inin muzaffer devrimcisi Lenin’in söylemsel bir siluetidir.
Devrimi de sınıf gibi kendinden menkul bir bütünlüğe kapatıp ipotek altına alan reformistler, işçi sınıfının ideolojik-politik hattı namına kıllarını kıpırdatmazlar.
Sınıfın akademide iktisadî ya da sosyolojik bir özne değil, savaş alanında salt politik bir mevzi oluşturması önemliyken, bir dizi “üretim güçleri-üretim ilişkileri”ne dayalı teori üretirler. Herkes özde şunu söyler: “elbet bizim de günümüz gelecek!” Bu söz bir yalandır ve söylenen binlerce yalanı gizlemek gibi bir işleve sahiptir. Ama gerçekler yalanlarla örtülmez. Gerçek dönüşümler yalanları paramparça eder.
“Gerçek, bireyin kendince ürettiği bir tasarımdır.” Bugünün solcuları büyük ölçüde bu sözün esrik dünyasına kaçmakta, bu sayede gerçek hareketlerden ve mücadelelerden uzak durma imkânı bulmaktadırlar.
Kapitalizm, tüm kolektif hareketliliği ile birlikte farklı paylaşım, hiyerarşi ve işbölümü formları üretmektedir. “Anti-kapitalist” olmak adına, bu formların bütününü görmek doğal bir tepki biçimi olarak gelişmektedir. Oysa iktidar ilişkileri ve politik hareketlilik bağlamında oluşan bu formlar farklı dönüşümler yaşarlar ve karşılıklı ilişki içinde politik düzlemi değiştirirler. Kapitalizmi cepheden, tam boy mücadele ile aşmayı düşünenler, belli özgüllüklerde oluşan devrim imkânlarını görmezler. Sistem eleştirisi yapanların devrimcileştiğine tesadüf edilmemektedir. Maddî bir güç, teorik-düşünsel olan güç tasarımı ile yıkılamaz. Pusulasını kapitalizmin üzerine yerleştirenlerin devrimcileştiğine tesadüf edilmemiştir.
İşçi sınıfı Marx ve marksizm nezdinde sistemi, sistem içinde olmakla, parçalama potansiyeline sahip olduğu için önemlidir. Burada sınıf yalnız değildir, nesnel olarak yaşanan sınıf mücadeleleri kapitalist sistemi belli bir mecraya zorlar ve ona temel bir form kazandırır. Sistemin parçalanmasının bizzat kendisi de önemli değişimlere yol açar. Bu süreçte sınıf da değişir, parçalanır, kendisini belli formlara doğru zorlar. Nesnel bir bakış açısıyla, sistem analizi yapanlar, sınıfsal hareketin devrimciliğini anlamazlar. İşçi sınıfı yanlısı-öznel bir bakış açısından bakanlar da, sistemin fiilî parçalanmasındaki devrimci imkânları gözardı ederler. Örneğin Türkiye iktisadının meyli konusunda yapılan analizlere göre kendi politik konumunu belirleyenler ya sendika liderliği peşinde koşarlar ya da kendisinin bulunduğu sendika veya işçi örgütüne gün doğmasını beklerler.
Analojiler bazen işe yarar, ama çoğunlukla tehlikelidirler ve gerçeğin üzerini örterler. Örneğin “silâh” ve “savaş” gibi kavramlar bu türdendir. Sınıf mücadelesini Clausewitz ya da Machiavelli’den alınan bilgiler ışığında, bir savaş gibi anlamak böylesi bir yanılgıdır.
Sınıfın, sendikaların ya da işçi hücrelerinin bir silâh olduğunu düşünmek de analoji istismarına örnektir. Sınıf mücadelesinin bir savaş durumuna benzetilmesi noktasında ciddî kafa karışıklıkları yaşanmıştır ve hâlâ yaşanmaktadır. Sınıfın kendinden menkul bir bütünlük olduğu fikri ve hissiyatı kısa devre yaparak silâha sarılacak ve politikayı savaş kuramlarının ışığında anlayacaktır.
Kapitalist sistemin belli bir hiyerarşiye ve işbölümüne doğru daraldığı momentlerde sınıfın öznel ve nesnel konumunu ayrı ayrı ve bütün olarak incelemek gerekir. Sınıfın hareketliliğinin (ki hareketsizlik bile bir hareket biçimidir) bu daralma sürecindeki etkileri anlaşılmalıdır. Bu süreçte oluşan politik-ideolojik konumlanmaları ve billurlaşmaları nesnel veri olarak kabul etmek zorunludur.
Bir bölgede Yahudi sermayesi işbölümü ve hiyerarşi oluşumunda öne çıkıyorsa, sınıfın Yahudi karşıtlığı meşrudur. Ki sonuçta sınıf içindeki Yahudi olanlar ya da Yahudi maddî imkân, kültür, inanç ve anlayışından beslenenler varsa, sınıf mücadelesi zemininde bunlar zaten düşman safa geçecektir. “Safları sıklaştıralım” derken saflaşma unutulmamalıdır. Sınıf hareketinin her politik dinamik gibi belli bir ölçüye ve ölçeğe ihtiyacı vardır. Ölçü uyarınca sınıfın Yahudi karşıtlığı temelinde hareketlendirilmesi mümkünse, bu yola girilebilmelidir. Siyaset, gökten inip çizmelerin çamura bulanmasını gerektirir. Küçük burjuva apolitizmi ve antipolitizmi, bu çamuru kendi kriminal laboratuvarında tahlil etmeyi kendince iş sayacaktır.
Sınıf kinini en üstte tutmak zorunludur. Bu kinin belirmesini önleyecek soyut saflaşmalara ve cepheleşmelere izin verilmemelidir.
Bugün sendikal dayanışma teraneleri ışığında sınıfın kini kapalı kapılar arkasında köreltilmektedir.
Sınıf, basit demokrasi içi dönüşümlere kul ve âlet edilmektedir.
Küçük burjuvalar, ideolojik rasyonalizasyonlara ihtiyaç doğarlar. İşçilerin ise böylesi rasyonaliteleri yoktur. Herhangi bir fabrikada çalışan tekil bir işçiyi ele alırsanız, onun rasyonalitesi işten atılmamak ve ücret artışı ile sınırlıdır. Ama sınıf hareketi, zaten bu tip basit ideolojik rasyonel kalıpları kırabildiği ölçüde hareket olabilmiştir. O adsız, adressiz ve sözsüzdür.
Harekete tarihdışı ya da tarihötesi anlamlar giydirmek, küçük burjuvalara özgüdür. Marksistler, hareketin fiilî, verili, somut maddî gerçekliği ile ilgilenirler. Onun toplumsal-tarihsel ilişkilerde yol açtığı dönüşüm imkânlarının sıkı takipçiliğini yaparlar.
Sınıfın nesnel, kendiliğinden mücadelesi içinde de sınıf mücadelesi fiilî olarak işler. Bu sınıf mücadelesi, soyut metafizik, idealist terennümler ışığında işlemez. Sınıf, kendi iktidarının ipuçlarını, işaretlerini kendi fiilî, maddî mücadelesinde gösterir; aydın sohbetlerinde, masa başlarında, bürolarda ya da sendikaların kapalı kapıları arkasında değil. Buralardan bakıp, sınıfın ne tür bir devrim yapacağı, devrim sonrasını nasıl biçimlendireceği anlaşılamaz.
Burada geçmiş devrimlerin tarihsel bilgisi gerekli katkıyı sunmayacaktır. Bu bilgi belli bir mücadele dizgesinden damıtılmıştır ve büyük ölçüde, doğal olarak, sürecin kanı ve barutundan (post festum) arındırılmıştır. Bu bilgi işin sadece bir boyutunu verir. İşçi ya da geniş emekçi katmanların yapacağı devrimin tarihsel düzlemde homojen, düz doğrusal ve bütünsel bir yol izleyeceği yanılsamadan ibarettir. Sınıf hareketinin tarihsel boyutu, bu varsayılan yol metaforunu bile parçalar, devrime uğratır.
Fransız Devrimi’nden Komün’e oradan da Ekim’e düz bir çizgi çizen aklı evveller bu nedenle Lenin’i ve Sovyetler’i anlamazlar. Başlangıç noktasını 1789’a çekmek, iktidara gelir gelmez emekçi halk hareketini ve işçi sınıfını ezen burjuvaziye devrimciliği hibe etmek demektir.
Proleter devrimcilik, tarihin her momentinde zuhur etmiş her türlü kalkışmayla işçi disiplini ve örgütlülüğü ile kolektif bir ilişki kurabilmektir.
M. Kemal işçi-emekçi kitlelerin önderi olsaydı, bağımsızlık mücadelesi dönemecinde salt yabancılara âit fabrikalarda grev çağrısı yapmak politik açıdan haklı olabilirdi; savaş durumu yaşanıyordu ve öncelikler konusunda hiçbir belirsizliğe izin verilemezdi. Ama Anadolu’nun fiilî devrimciliği, işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesinde somutlanmadığından M. Kemal’in politikası sınıfı bölmek ve böldüğü kısmı Anadolu’nun eşraf ve komprador burjuvazisine peşkeş çekmekle sonuçlandı.
Sınıfı bölmek politik meseledir ve bu, politik mücadelenin öznesi olana dek sürdürülmelidir. Bu özne oluş süreci işçilerin sınıf oluşundan beslenmelidir. “Ben oldum” diyen yalan söyler ve bu yalan uyarınca sınıfı da “olmuş” kabul ederek, onun politikleşme ve devrimcileşme dönemeçlerini es geçer.
Sınıfı politika alanının bütünü olarak görmek yanıltıcıdır. Diğer taraftan, sınıfın belli bir bölmesini işgal ettiği politik mücadele alanında, sınıf dışından gelen ideolojik ve politik hareketlenmelerin ölçü ve ölçeklerini sınıfa dayatmak da büyük bir hatadır. Bugün İşçi Partisi, geçmişte TİP ve MDD bunu yapmıştır. Asıl parçalanması gereken mutlak, bütün kabul edilmiş, bütünlenmesi gereken yer parçalanmıştır. (Örneklerde bahsedilen unsurlar parlamento (demokrasi) ve devlettir.)
Sınıfı bölerken birleştirmek fikri, sınıfın kapitalizme karşı saf, masum ve homojen olmadığı düşüncesine yaslanır. Sınıf devrimcileşmek ve süreci devrimcileştirmek için kendi özgünlüğü ve özgüllüğünden devrimci bir işçi sınıfı hareketi çıkartabilmelidir. Marksistler, sınıf hareketi dâhilinde, işte bu devrimci işçi dinamiğinin oluşma imkânları ile kendi politik hareketliliğini tanımlamalı, bu hareketin sınıfsal-politik gücünü diğer toplumsal-tarihsel dinamiklerle bütünlemelidir.
* * *
1970’te Gebze’den İstanbul’un Avrupa yakasına kadar geniş bir alanda yüz elli bin işçi bu ülkenin sınıf hareketinin en devrimci eyleminin altına imzasını attı.
Peki, sonra ne oldu?
Devrimcilerin bir bölümü eylemin sonuçsuzluğunu görerek farklı dinamiklere yüzünü çevirdiler. Bir diğer bölümü, “şehirlerde işçiler hazır, artık köylülüğü hazırlama vakti” diyerek kırlara yöneldi. Birinci kısımdakiler işçilerin bu eylemle ileriye sıçradığını görmediler, geriye dönüşsüz olarak onlardan umudunu kestiler. İkinci kesimdekiler, giderek kırda oluşturdukları alanların cazibesine kapıldılar ve fabrikaları unutmaya yüz tuttular. Sol ekonomizm sağ ekonomizmin yerini aldı.
Türkiye’de sol devrimcilik, teorik faaliyeti pratiğe koştuğundan kitaplarda edindiği şablonları dönüştürmeden, bu dönüşüme ihtiyaç dahi duymadan bu şablonları uygulamaya kalkmıştır. Genç önderlerin doğal, hakikî çıkışlarını da kitaba vurma ihtiyacı duymuştur. Bu ihtiyaç belli tercihleri getirmiştir. Söz konusu ihtiyacın arkasında belirleyici olan zorunluluğun sınıfsallığı anlaşılamamıştır. Sınıf dışı, doğal olarak tarih ve toplum dışı bir yere sıkışılmış, halktan ve sınıftan devşirilen kadrolar da köklerinden kurtarılıp bu mekâna örgütlenmiştir. Sol, bu noktada, kafasındaki ezberlerin takipçisi olmanın sonuç verici olacağını düşünmüştür. Oysa devrimcilik, her şeyle birlikte içtekini dönüştürme meselesidir.
İşçileri devrimin yedeğine mi yoksa merkezine mi koyacağını tartışan sol, zamanla işçilerin politizasyon sürecinin dışına düşmüştür. 15/16 Haziran ayaklanması, solun tarihindeki bir kırılmanın hem nedeni hem de sonucu olmuştur. Bu açıdan tarihsel öneme sahiptir. Salt işçi hareketini alırsak ve 31 Aralık 1961 Saraçhane Mitingi’ni başlangıç noktası olarak belirlersek, sınıf sınıfsal niteliğini bu tarihte bulmuştur. Ancak devrimci bir parti önderliğinin mevcut olmaması nedeniyle de eline geçen bu tarihî fırsatı heder etmiştir. Sol, Avrupa pratiğine bakmak suretiyle işçilere güvenilmeyeceğine inanmış, süreç içinde politik açıdan işçilerden uzaklaşmıştır. Fabrika duvarlarını aşan marksist siyasetin olumlu örnekleri Avrupa dolayımı ile ülkeye giriş yapmıştır. Solun belli bir bölümü Haziran’ın düşmesi sonucu yüzünü bu akımlara çevirmiş, önderlerin düşmesi sonrasında ise Avrupa patentli siyasetler kurumsallaşmıştır.
Tarihsel olarak bakıldığında, sol devrimci odaklar, kendi düşünce karargâhlarında işçileri nereye yerleştireceklerinin hesabını yapmış, ama net bir sonuca ulaşamamışlardır. Haziran’ı basit bir sendika meselesine indirgemiş, işçi hareketini öznel ve dar kapsamlı kabul etmişlerdir. Yani işçilerin bu sınıf merkezci, dar bakışlarıyla ülke siyasetine müdahale edemeyeceği düşünülmüştür. Mademki ülkede tarım ve köylülük hâkim, o hâlde artık devrimciler köy yollarını aşındırmaya başlamalıdır. Düşünce karargâhlarında oluşturulan strateji ve taktikler bu minvaldedir. Yönetsel siyaset açısından alınan devrimci politika zamanla kendine kapanmış ve kendi iç argümanlarını üretmiştir. Orduda üç-beş devrimci subaya güvenilmiş, CHP’nin solcu yönelimleri abartılmış, ne işçiler ne de köylüler politik bir özne olarak örgütlenmiş, bu sınıflar yönetsel siyasî aranışlarda figüran düzeyine indirgenmiştir.
Ülkede tarımın ekonomideki yerini önemseyenler, basit bir ekonomizmle tarım alanlarına devrimcilik aşılamaya çalışmışlardır. Bu da, kendine kapalı üç beş bölgede sınırlı kalmıştır. Teorik “köylülük” ayracı, somut maddî Haziran ayracını silmiştir.
Devrimciler TİP’li yöneticilere “köylere gidelim” teklifi getirdiğinde “bizi dövdürtecek misiniz?” cevabı alınmıştır. Ama devrimciler oralarda kendilerince olumlu sonuçlar üretmeyi bilmişlerdir. Ancak gene de solun “köylülük”ü kendi Haziran’ını var edememiştir.
Kendinden emin olmayan, hazırlıksız yakalanma korkusuyla her şeye cevap bulmaya çalışan sol, Haziran olaylarına da aynı ortak psikolojiyle yaklaşmıştır. Türk-İş’in işçi düşmanı, Amerikancı-devletçi sendikacılığına doğal bir tepki olarak gelişen DİSK’in savunulması için ayaklanan işçiler, sadece devleti/burjuvaziyi değil, bazı sol içi unsurları da korkutmuş, tedirgin etmiştir. Tedirginlik daha çok, solun modernist-aydınlanmacı bir kafayla düşünmesinden kaynaklanmıştır. Bu tedirginlik, yaşanan kalkışmanın düşünsel, teorik dizgede uygun yeri bulamamış olmasının sonucudur. Örneğin TİP’liler, en fazla, işin hukukî boyutuyla ilgilenmiş, TKP’liler rüşt ispatı peşinde koşmuşlardır.
Sanılanın aksine Dev-Genç’in olaylardaki konumu talidir. Onlar büyük bir yüreklilikle reformist ağabey ve ablalarının aksine, yanan ateşin içine girmişlerdir.
O günün tanıkları, Valilik binasının önüne gelindiğinde bir grup işçinin binayı işgal etmek istediğini söylemektedirler. Yaşanan pratiği Paris Komünü ile benzeştirenler de vardır. Demek ki bu ayaklanma, işçi sınıfı tarihindeki bu önemli kırılma, devrimci sonuçlara gebedir. Ancak o hâlde neden sol devrimcilik atıl kalmıştır?
Yaşanan süreçte önemli bir dönüşümden ve sıçramadan bahsedebilseydik, bugün gelinen noktada, hatayı o günün faillerinin beceriksizliğine bağlayabilirdik. Ancak bugün gelinen nokta itibarıyla solun işçi sınıfı ile ilişkilerine bakıldığında, o gün yapılan hatanın kurumsallaşmış olduğu söylenebilir.
Tarım toplumunda köylere gitmek doğaldır. Ama İstanbul gibi bir metropolde ayaklanan işçiler varsa, pratikte yazılan kitabı okumak yeğ tutulmalıdır. Pratikte işçiler üretimdeki güçlerini örgütleyebilmiş, onu gerekli hedeflere teksif edebilmişlerdir.
Yapılan hata, bir yönüyle, parti bürokrasilerine ve dergi bürolarına hapsolan çevrelerin işçileri tanımamalarından kaynaklanmıştır. Birileri topluma sosyalizm anlatıp ezberletirken, işçiler sosyalizmi fiiliyata dökmüşlerdir. Birileri kır-kent tartışması yaparken, kırdan gelip işçi olan, geldiği yeri dönüştüren insanlar, öfkelerini dosta düşmana göstermişlerdir. Burada yapılacak işler, işçiler kadar basit ve net iken, birileri kendilerini merkeze koydukları ölçü ve ölçek tartışmalarını güncelleştirmekle meşguldürler.
Bu tip kolektif çıkışlarda kolektif olanın ölçü ve ölçeğine tâbi olmak zorunludur. Haziran olaylarını hâlâ 12 aydan birinin adıyla anılması ve Gebze-İstanbul hattına sıkıştırılması, solun ufkunun dar olduğunun bir göstergesidir.
Unutulmamalıdır ki, Türk-İş gibi bir yapı toplantısını Erzurum’a kaçırma ihtiyacı duymuştur. O gün devlet içi yazışmalara bakıldığında olayların tüm ülkeye sıçramasından korkulduğu görülür. Ama bu korkuyu ve korkunun somut sonuçlarını göremeyen, kendisini salt entelektüel-bilişsel bir özne olarak var etmeye çabalayan bir sol vardır ortada. Yaşanan olayları birileri aydınlar cephesine, birileri gençlik, birileri köylülük, birileri Sovyet ya da Çin siyaseti, birileri Avrupa işçi hareketine bağlamaya çalışmıştır. Bu durum, hem neden, hem de sonuçtur. Yani, olaylar ve öncesindeki gelişmeler küçümsenmiş, ona daha anlamlı ve daha geniş bir değer bulunmaya çalışılmıştır. Avrupacılık, Sovyetizm ve Çin meselenin bulanmasını getirmiştir. Kimileri de Haziran olaylarını aydın ve gençlik cephesiyle birleştirmek istemiştir. Oysa masummuş gibi görünen bu çaba, aydın ya da gençlik sosyalitesinin mutlak, ezelî-ebedî, temel ölçü olduğunun düşünülmesinden kaynaklanmıştır. Bu anlayışa göre, işçiler söz konusu odaklara tâbi olmalı ya da her daim, onlarla eş özne ilişkisinde, mesafesinde kalmalıdır. O günün “daha özne”si işçiler, eşitlikçi bir üslupla aşağıya çekilmiştir.
Bu noktada gerekli kılıfı, okunan marksist klasikler sunmuştur. Paris Komünü, 1905 Devrimi gibi yaftalar hazırdır. Oysa yaşanan tüm basitliği ve yalınlığı içinde ilerler; onu bu düzlemde değerlendirmek esastır. Sol, iyi niyetli olarak, yaşanan olaylardan duyduğu tedirginliği kendi içinde yaşadığı hareketlenmeyle aşmaya çalışmıştır.
Nesnel olarak bakıldığında Haziran Ayaklanması, solun kendi içinde değişime-dönüşüme dayalı bir hareketlenmeye girmesine neden olmuştur. Olayları bütün olarak, tüm cepheleriyle karşılayamayan sol, hareketin dinamizmini kendi içinde eritmeye çalışmıştır. Bu da belli birimlerin atılmasına, bazılarının dönüşmesine, bazılarının ölmesine neden olmuştur. Yaşanan bu kolektif çıkışı kendi bileşenleri ölçüsünde genişletemeyen ve onu zaman-mekânsal açıdan süreklileştiremeyen sol, hesabı kendisine ödetmiştir. Kendisini parçalayıp bölmüş ve farklı mecralara akmıştır. Sol, denize ulaşmak isteyen, ama karşısına sert bir toprak katmanı çıktığında deltalanan nehir misali, ayrışmıştır. Ve tabiî ki sıra her bir kolun kendisini tarihsel-toplumsal düzlemde rasyonalize edilmesine gelmiştir. Tüm kolları içeriden besleyen damarlarda artık Haziran’ın kanı yoktur. O, bugün üç-beş işçi emeklisinin hatırasındadır sadece.
Her bir kolun geriye dönük olarak yaptığı Haziran okumasına bakıldığında ayrışma gerekçeleri görülebilir. Sonuçta hepsi de, biraz da çocukça bir yaklaşımla, olaylar esnasında kendisi gibi bir yapının bulunmamasının başarısızlığı ve sonuçsuzluğu getirdiğini söylemiştir/söylemektedir. Başarıcılığa kilitlenmiş meslekî solculuk, sol meslek ideologları, yani orta sınıf solculuğu, Haziran’ın başarısızlığına bakıp onu teorik ve pratik açıdan istismar etmiştir.
15/16 Haziran’dan öğrenmek…
Temel mesele budur. Paris Komünü, 1905 Devrimi gibi örneklere nazaran daha çok bakmamız gereken tarihsel dönüm noktası burasıdır.
Bu dönüm noktası, bugüne dek gelen sol devrimciliğin işçi sınıfı ile kurduğu ilişki biçimini belirlemiştir. Solda o güne ilişkin mistik bir bakış açısı hâkimdir. Sol bu bakış açısından kurtulmak zorundadır. İşçilerin kendilerinden “sosyalizm ya da devrim” öğreneceğini zannetmekten kurtulmalıdır. O tip somut maddî durumlarda yaşanan “sosyalizm ya da devrim”den sol, kendisi bir şeyler öğrenmeyi bilmelidir.
Sol bildiklerini gören, gördüklerini bilen ilâhi özne pozlarından sıyrılıp somut, maddî fiiliyatta ilerleyen devrime ve sosyalizme kendisini örgütlemelidir. Bir tür anofel sinek gibi, şeflerin dediklerini sağa sola enjekte ederek zaman geçireceğine, salt adam örgütlemeye teksif edilmiş bir pratiğe kendisini kapatacağına ya da burjuva anlamda bir tür “ikna siyaseti” güdeceğine, örgütleyenin örgütlendiğini de görmeli, o örgütlenme pratiğinde öğrenmelidir. “Biz örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik” diyen Lenin’e kulak vermeli, onu ve sınıfı kendi rekabetçi ve mülkiyetçi ideolojik reflekslerine kurban etmemelidir.
En gelişkin işçi bilinci, parti, örgüt, teori, program, sendika bir hayâlden ibarettir. Hakikat en gelişkin olandır ve ona bakmak zorunludur. Bu noktada sürekli bir devrimci bakışın, dönüştürücülüğün devrede olması gerekir.
15/16 Haziran Ayaklanması, kolektif hafızamızdaki yerini korumalı, ama onun yeniden harekete geçip kafamızdaki işçi ve siyaset ilişkilerini dönüştürmesine izin verilmelidir. O günün solcuları olayların kendilerini dönüştürmesine direnmiş, bize de bu direnişin hatırası kalmıştır. Bu hatıradan kurtulmak için Haziran yaşatılmalıdır. Aksi takdirde işçiler politikleşme ihtiyaçlarını kendi düşmanlarında gidereceklerdir.
Sendikalar, tabiî ki, büyük ölçüde sistemin kendine örgütlediği kurumlar hâline gelmiştir. Ama gene de devrimci işçi politikasını sürdüren sendikalar varsa, gözümüz kulağımız orada olmalıdır. Hattâ kimi dönemeçlerde gözümüz kulağımız onlar olabilmelidir.
Evet, işçiler işlerini kaybetme korkusuyla eylemselliği lüks kabul etmektedirler. Böyle diye, onların siyasî arenadaki nitel ve nicel konumları berhava olmaz. Siyasî alanın dönüşümünde devrimciliğin en önemli mevzii hâlâ ve ısrarla işçi sınıfıdır. Çünkü kapitalizm hâlâ faal ve hâkimdir; “başka” değil, bu dünyada söz konusu faaliyetten ve hâkimiyetten bağımsız bir siyaset alanı yoktur. Mücadele edilmeden elde edilen bağımsızlık ise esasen esarettir.
Devrim, sosyalizm ve komünizm noktasında her şeyin bilindiği ve bu başlıklarla ilgili olarak her şeye vakıf olunduğu hissi yaygındır. Soldaki yaygın bu kanı, marksizmi salt bu üç kavramı öğrenmek noktasında bir başvuru kaynağına indirgemektedir. Oysa marksizm bir anlamda kavga demektir. Marx gibi, devrim’ci, sosyalist ve komünist öğeleri her fiilî durum ve dönemde ilişkilendirmeyi ya da temel ayrımları ortaya koyabilmeyi gerektirir. O bir başvuru rehberi değildir. Bu anlamda marksizm, her durum ve dönemde kavgada hazır ve nazır olabilmelidir.
Devrimci, sosyalist ve komünist fikirler, ancak marksizm aracılığıyla kavga alanına çekilebilir. Bu yönüyle, marksizmin sınıfla ilişkisinde devrimi merkeze almaktansa marksizmin devrimle ilişkisi üzerinde durmak doğrudur. Ve bu noktada her iki olgu arasındaki ilişkinin sınıf ve sınıfsallık dolayımıyla kurulması zorunludur. Bu sayede, sınıfın her sabah yeniden oluşan dinamizmi etkinleşecek ve marksizm ile devrim mutlak, sabit birer teorik-düşünsel değer olmaktan kurtulacaktır.
Bu ilişki hem teorik hem de pratik marksizm için geçerlidir. Sınıfa çeşitli idealist anlamlar yüklemeden, ona onu aşan tarihsel sorumluluklar giydirmeden ilerlenmelidir. Söz konusu dolayım tümüyle teoriktir ve bunun birebir politik karşılıkları olacağının somut garantisi yoktur. İşçicilik hastalığının temel dayanağı, tüm zamanı ve zemini kucaklayan “işçi” denilen bir özün var olduğuna ilişkin inançtır. Bu inanç katıdır, sabittir ve mutlaktır. Burada politika imkânsızdır. “İşçi” miti öylesine her yeri kaplar ki düşman dâhil, kendisini sınırlandıran hiçbir şey kalmaz. Bu da mücadeleyi, politikayı siler. Her yerde olan yoktur. Bu anlamda feminizm kadının intiharı ise, işçicilik de işçinin intiharıdır.
15/16 Haziran, solun yeniden devrimci anlamda kolektivize olabilmesi noktasında bir yığın ipucuyla yüklüdür. Sendika, öğrenci derneği, platformlar ve diğer ortak alanlara tedirginlik ve tereddütle yaklaşanlar, bu tip yapıları kendileri ölçüsünde kurumsallaştırarak onların toplumsal-tarihsel seyir dâhilinde edindikleri devrimci niteliklerini kendi içlerinde boğmak niyetindedirler. Bu her zaman da böyle olmuştur. DİSK’i sonradan CHP’nin kucağına iten TKP, yönetsel siyaset arzu ve talepleri uyarınca devrimci politik açılımları ya görmezden gelmiş ya da onların aktive olmasını engellemeye çalışmıştır. Mücadele döneminde mücadele etmeyen bir sendikanın önemi yoktur. Benzer bir durum savaş döneminde de geçerlidir. Devrimciler harekete bakarlar, ama baktığı ve gördüğü yer hareketin devrimcileştiği momentler ve dönemeçlerdir. Toz duman geçtikten sonra kasaba meydanında sadece mezarcılar dolaşır. Onların işi, yaşanan durumdan nemalanmaktır.
Bugün hâlihazırda, bir biçimde yaşayıp işçilerle ilgili laflar edenler 15/16 Haziran’a uzak oldukları ölçüde mezarcıdırlar ve sınıf hareketini odalara, bürolara, pankart arkalarına hapsetmeye çalışmaktadırlar. Mücadelenin iki ucu da keskin olmalıdır: düşmanı keserken, bu tip sınıf içi düşman unsurları da kesebilmelidir. Haziran’dan öğreneceğimiz bir olgu budur.
Diğeri de sınıfın devrimci kolektif öncü bir partiye muhtaç olduğudur.
Eren Balkır
1 Ekim 2008