İki binlerin başından itibaren sol örgütler,
biyolojik, kimyasal ve fiziksel düzlemde dönüşüme tabi tutuldular. Batı’daki
STK’larla, istihbarat kuruluşlarıyla ve siyaset merkezleriyle ilişkilerinde
değişiklik yaşandı. Orada belirlenen siyaset, ideoloji ve teori, sol örgütlere
yedirildi. Tekellerin yönetim kurullarından istihbarat örgütlerine, oradan
STK’lara doğru verilen sufle, belirli emirleri içeriyordu. Sol sosyalist
siyaset, kıvama getirildi. Sol, likide edildi, burjuva siyasetle
bütünleştirildi, teslim alındı.
Son günlerin popüler düdükçüsü (“whistleblower”ı)
Sedat Peker, esasen 23 yıl önce de bol bol konuşmuştu.[1] O günden sonra da bir
şey değişmedi. “Bir şeyi gizlemenin yolu, onu açıktan yapmaktır” kuralı
işlemeye devam etti, devlet ve sermaye işlerini mafya içerisinde “kabadayı”
olarak örgütlediği isimlere yaptırdı.
Hürriyet gazetesinin
23 yıl önceki haberinde Peker’in “kabadayı” olarak anılması doğal ve
kaçınılmazdı. Herkesin bu tür isimlere ihtiyacı vardı ve ihtiyaç, bitip tükenen
bir şey değildi. Sonuçta Hürriyet’in sahipleri, yetmişlerin sonunda,
Amerikan ambargosu sonucu hammadde bulamadığı için, bu tür “kabadayı”lara iş
yaptırmıştı. Aynı gazetelerin sahipleri, TV kanallarında millete o yüzden
“kabadayı” dizileri izlettiler.
O haberde Sedat Peker’in Aziz Yıldırım’la, Osman
Kavala’yla, Dalan’la ilişkilerinden söz ediliyor. Aynı Kavala, on yıl sonra
çözüm sürecinin mimarı, ideolojik önderi, İMC TV’nin sahibi, sosyalist iş
insanı olarak pazarlanıyor.
Çözüm süreci öncesi ortam hazırlanırken İmralı ile
ilişkileri yürütecek, sosyalistleri bir araya getirecek isim belirleniyor: Sarp
Kuray.
Kuray, örgütü tasfiye edip ülkeye döndüğünde, bir
iddiaya göre Mehmet Ağar’a bağlı bir avukat tarafından savunuluyor. Sarp Kuray;
Peker, Korkut Eken, Eymür gibi isimlerle şirket kuruyor. Sonradan CHP’li oluyor.
Davetli olduğu TİP toplantılarına katılıyor.[2] Bir seferinde “tüm sosyalistleri
CHP’ye örgütleyeceğine” söz veriyor. Çözüm sürecinde öne çıkartılacakken
şöhreti kötü diye kenara alınıyor, onun yerine, gene Kuray’ın örgütünden başka
bir isme görev veriliyor. Birçok sosyalist de her şeyin doğal, kendiliğinden
işlediğine safça inanıyor. Burada mesele, belirli özel şahısların marazları,
hataları değil, ilişkilerin yapısal düzlemde sorunlu olmasıdır.
Bu sorunlu yapıya bağlı olarak bugün Peker’le fotoğraf
çektiren ünlülere, Kavala’nın kanalına çıkan, ondan para alan sol sosyetedeki
sessizlik eşlik ediyor. “Kavala 500 gündür içeride” diye onun adına duvarda
çetele tutan Evrensel, Birgün, Duvar gibi gasteler susuyorlar.
Reklâm gelirleri gerçeğin üzerini örtüyor. Ama öte yandan, bangır bangır
Peker’in sözlerini manşete taşıyorlar.
Bu sol, Gezi ayaklanması ile Peker-Kavala ilişkisi
düzeyinde bağ kurdu. Gezi’nin sol içerisine nizamat verilmesi, onun belirli
kıvama getirilmesi, dişe uygun kılınmasına için verilen çabalara sahne olmasını
sağladı.
Gezi, likidasyon, entegrasyon ve teslimiyet sürecinde
önemli bir momentti. Halkın kendiliğinden başkaldırısından sol örgütler de en
az devlet kadar korktular. O nedenle Peker-Kavala çizgisine çekildiler.
Gezi’yi bir twitiyle başlatan adam, üç gün sonra,
tinercilerin, kimsesizlerin kaldığı metruk binayı ticarethaneye çevirmek
istedi. Bir hırsızlık hikâyesi uydurdu, gençleri döverek o binadan attı. O da
“kabadayı”laştı!
Bu tür tecimsel işlerle uğraşmaktan devrimciliğe vakit
bulamayan örgütler, Gezi günlerinde “biz hazırlıksız yakalandık” dediler.
İşçilere “örgütlenin” emrini verdiler, çünkü aidat paralarını cebe indirmek
istiyorlardı. Hazırlıksız yakalanmalarının bir sebebi de bu özel çıkarlara kul
olmalarıydı.
Oysa örgüt ve parti, zaten bu tür bir başkaldırıya
hazır olmak, hazırlanmak demekti. Esasen bu şekilde örgüt ve parti
olmadıklarını, çıkar grupları olduklarını ikrar ettiler. Biraz da Gezi’ye bu
hakikati açık ettiği için kızdılar. Gezi’yi örgütleyerek, ona örgütlenme
gereğine bile bile körleştiler. Gezi’de halkın, kitlelerin çığlığından,
başkaldırısından, öfkesinden çekindiler. Ateşten yana görünüp yanmama hesabı
yaptılar.
İlk kıvılcımın çakmasıyla ortalığı, kimlik
siyasetçileri ve CHP seçim bürosu elemanları sardı. Bir park forumunun ilk
gününde CHP ekibi geldi, ilkelerini sıraladı, “bunları yaparsanız, burada
oluruz” dedi ve gitti, bir daha da gelmedi. Oradakilerin hemen hepsi CHP’nin,
oradaki samimi dostlarının peşine gitti. Sosyalist hareket, seçim hesaplarının
basit bir kalemi hâline geldi. Devrimci niteliğini yitirdi. Can sıkıntısından
geberen orta sınıfların eğlenceli partilerine kültürel malzeme olarak
pazarlandı. Bir saatte içilen içki karşılığında bir işçinin maaşı kadar hesabın
ödendiği masaların arasından, Orhan Aydın gibi isimler, salına salına dolaşıp
Nâzım şiirleri okudular, tabii kendilerinden geçerek.
Gezi günlerine hemen her yanı, hiyerarşi, disiplin ve
işbölümüne düşman olan bir ideolojik salgı kapladı. Kimse kimsenin yaptığı işi
tanımıyordu, kimse merkezî ve yücede olan bir yapının oluşmasını istemiyordu,
kimse davaya ve mücadeleye sadakatle hareket etmiyordu. Gezi, hiyerarşiye,
disipline ve işbölümüne düşman olanları başköşeye oturttu. Seçim zaferi için
HDP’nin ve CHP’nin boyunu aşan tüm dalgalar dindirildi. Her şey, küçük
burjuvaziye zarar vermeyecek kıvama getirildi.
O süreçte siyasetle hobi olarak ilgilenen, bireysel
kariyeri için solculuk yapan, CV’sine renk ve boyut katmak için uğraşan,
solculuğu pazarlık için kullanan, başkasını ve kolektifi düşman gören bireyler,
dizginleri ele geçirdiler. Koca koca örgütler, bu bireylerin önünde diz
çöktüler. Kendilerini onlara benzettiler. Hippiler ve yuppiler, birleşip sosyalist
hareketi tasfiye ettiler.
Bireysel kariyerine düşkün, sosyal düşünceli bireyler,
burjuva efendilerine hasta olmadıklarını ispat etmek için türlü taklalar
atanlar, sol siyasete hâkim oldular. Artık devrimcilik değil, projecilik
vaktiydi. Hesabını sendika başkanı, STK müdürü, milletvekili, milletvekili
danışmanı olma hedefine göre yapan bireyler, halka, batıdan ithal “post-truth” ve
“popülizm” eleştirileriyle küfredince yükseleceklerini iyi biliyorlardı. Halk
düşmanlığı, devrim ve sosyalizm eleştirilerini besledi. Devlete ve sermayeye
yaranmak için yoksula, işçiye, ezilene hakaret eden, küfürler savurmayı iş
belleyen sosyalistler kapladı ortalığı.
Bu başlarına burjuvazinin halesini geçirmiş olan
sosyalist bireyler, bir gün turistik gezi amacıyla Hatay’a gittiler. Politik
turizm için hazırlanmış gezi rehberi uyarınca Ali İsmail’in babasını ziyaret
ettiler. O evde çekilen toplu fotoğraf, verilen poz, solun içler acısı hâlinin
özeti gibiydi.
On on beş kadar genç, ayaklarını uzatmış, sere serpe
yere uzanmış hâlde, ortamdaki neşeli havaya eşlik edercesine, ellerindeki bira
ve şarap şişelerini havaya kaldırmışlar. Bir an gözleriniz, sağa doğru kayıyor,
orada, yer kalmadığı için koltuğun başına iğreti bir biçimde oturmuş olan adamı
görüyorsunuz. Herkesin yüzünde gülücükler yükselirken, onun yüzünde derin bir
hüzün dökülüyor. Anlıyorsunuz ki bu adam, Ali İsmail’in babası.
İşte o hüzne ve öfkeye örgütlenen kimse kalmadı.
Herkesin önce kalbi kurudu. Sosyalist hareket denilen hikâye, bu şekilde
bitirildi. Onun mezarına toprağı, kariyeristler ve teslimiyetçiler attı.
Eren Balkır
30 Mayıs 2021
Dipnotlar:
[1] “Peker’den Şok İfade”, 26 Ağustos 1998, Hürriyet.
[2] “Kocaeli’de Küba’da Yaşam”, 17 Aralık 2016, İleri.
[3] Eren Balkır, “Faş”, 24 Ocak 2016, İştiraki.