31 Mayıs 2021

,

Gezi’yi Kim Öldürdü?


İki binlerin başından itibaren sol örgütler, biyolojik, kimyasal ve fiziksel düzlemde dönüşüme tabi tutuldular. Batı’daki STK’larla, istihbarat kuruluşlarıyla ve siyaset merkezleriyle ilişkilerinde değişiklik yaşandı. Orada belirlenen siyaset, ideoloji ve teori, sol örgütlere yedirildi. Tekellerin yönetim kurullarından istihbarat örgütlerine, oradan STK’lara doğru verilen sufle, belirli emirleri içeriyordu. Sol sosyalist siyaset, kıvama getirildi. Sol, likide edildi, burjuva siyasetle bütünleştirildi, teslim alındı.

Son günlerin popüler düdükçüsü (“whistleblower”ı) Sedat Peker, esasen 23 yıl önce de bol bol konuşmuştu.[1] O günden sonra da bir şey değişmedi. “Bir şeyi gizlemenin yolu, onu açıktan yapmaktır” kuralı işlemeye devam etti, devlet ve sermaye işlerini mafya içerisinde “kabadayı” olarak örgütlediği isimlere yaptırdı.

Hürriyet gazetesinin 23 yıl önceki haberinde Peker’in “kabadayı” olarak anılması doğal ve kaçınılmazdı. Herkesin bu tür isimlere ihtiyacı vardı ve ihtiyaç, bitip tükenen bir şey değildi. Sonuçta Hürriyet’in sahipleri, yetmişlerin sonunda, Amerikan ambargosu sonucu hammadde bulamadığı için, bu tür “kabadayı”lara iş yaptırmıştı. Aynı gazetelerin sahipleri, TV kanallarında millete o yüzden “kabadayı” dizileri izlettiler.

O haberde Sedat Peker’in Aziz Yıldırım’la, Osman Kavala’yla, Dalan’la ilişkilerinden söz ediliyor. Aynı Kavala, on yıl sonra çözüm sürecinin mimarı, ideolojik önderi, İMC TV’nin sahibi, sosyalist iş insanı olarak pazarlanıyor.

Çözüm süreci öncesi ortam hazırlanırken İmralı ile ilişkileri yürütecek, sosyalistleri bir araya getirecek isim belirleniyor: Sarp Kuray.

Kuray, örgütü tasfiye edip ülkeye döndüğünde, bir iddiaya göre Mehmet Ağar’a bağlı bir avukat tarafından savunuluyor. Sarp Kuray; Peker, Korkut Eken, Eymür gibi isimlerle şirket kuruyor. Sonradan CHP’li oluyor. Davetli olduğu TİP toplantılarına katılıyor.[2] Bir seferinde “tüm sosyalistleri CHP’ye örgütleyeceğine” söz veriyor. Çözüm sürecinde öne çıkartılacakken şöhreti kötü diye kenara alınıyor, onun yerine, gene Kuray’ın örgütünden başka bir isme görev veriliyor. Birçok sosyalist de her şeyin doğal, kendiliğinden işlediğine safça inanıyor. Burada mesele, belirli özel şahısların marazları, hataları değil, ilişkilerin yapısal düzlemde sorunlu olmasıdır.

Bu sorunlu yapıya bağlı olarak bugün Peker’le fotoğraf çektiren ünlülere, Kavala’nın kanalına çıkan, ondan para alan sol sosyetedeki sessizlik eşlik ediyor. “Kavala 500 gündür içeride” diye onun adına duvarda çetele tutan Evrensel, Birgün, Duvar gibi gasteler susuyorlar. Reklâm gelirleri gerçeğin üzerini örtüyor. Ama öte yandan, bangır bangır Peker’in sözlerini manşete taşıyorlar.

Bu sol, Gezi ayaklanması ile Peker-Kavala ilişkisi düzeyinde bağ kurdu. Gezi’nin sol içerisine nizamat verilmesi, onun belirli kıvama getirilmesi, dişe uygun kılınmasına için verilen çabalara sahne olmasını sağladı.

Gezi, likidasyon, entegrasyon ve teslimiyet sürecinde önemli bir momentti. Halkın kendiliğinden başkaldırısından sol örgütler de en az devlet kadar korktular. O nedenle Peker-Kavala çizgisine çekildiler.

Gezi’yi bir twitiyle başlatan adam, üç gün sonra, tinercilerin, kimsesizlerin kaldığı metruk binayı ticarethaneye çevirmek istedi. Bir hırsızlık hikâyesi uydurdu, gençleri döverek o binadan attı. O da “kabadayı”laştı!

Bu tür tecimsel işlerle uğraşmaktan devrimciliğe vakit bulamayan örgütler, Gezi günlerinde “biz hazırlıksız yakalandık” dediler. İşçilere “örgütlenin” emrini verdiler, çünkü aidat paralarını cebe indirmek istiyorlardı. Hazırlıksız yakalanmalarının bir sebebi de bu özel çıkarlara kul olmalarıydı.

Oysa örgüt ve parti, zaten bu tür bir başkaldırıya hazır olmak, hazırlanmak demekti. Esasen bu şekilde örgüt ve parti olmadıklarını, çıkar grupları olduklarını ikrar ettiler. Biraz da Gezi’ye bu hakikati açık ettiği için kızdılar. Gezi’yi örgütleyerek, ona örgütlenme gereğine bile bile körleştiler. Gezi’de halkın, kitlelerin çığlığından, başkaldırısından, öfkesinden çekindiler. Ateşten yana görünüp yanmama hesabı yaptılar.

İlk kıvılcımın çakmasıyla ortalığı, kimlik siyasetçileri ve CHP seçim bürosu elemanları sardı. Bir park forumunun ilk gününde CHP ekibi geldi, ilkelerini sıraladı, “bunları yaparsanız, burada oluruz” dedi ve gitti, bir daha da gelmedi. Oradakilerin hemen hepsi CHP’nin, oradaki samimi dostlarının peşine gitti. Sosyalist hareket, seçim hesaplarının basit bir kalemi hâline geldi. Devrimci niteliğini yitirdi. Can sıkıntısından geberen orta sınıfların eğlenceli partilerine kültürel malzeme olarak pazarlandı. Bir saatte içilen içki karşılığında bir işçinin maaşı kadar hesabın ödendiği masaların arasından, Orhan Aydın gibi isimler, salına salına dolaşıp Nâzım şiirleri okudular, tabii kendilerinden geçerek.

Gezi günlerine hemen her yanı, hiyerarşi, disiplin ve işbölümüne düşman olan bir ideolojik salgı kapladı. Kimse kimsenin yaptığı işi tanımıyordu, kimse merkezî ve yücede olan bir yapının oluşmasını istemiyordu, kimse davaya ve mücadeleye sadakatle hareket etmiyordu. Gezi, hiyerarşiye, disipline ve işbölümüne düşman olanları başköşeye oturttu. Seçim zaferi için HDP’nin ve CHP’nin boyunu aşan tüm dalgalar dindirildi. Her şey, küçük burjuvaziye zarar vermeyecek kıvama getirildi.

O süreçte siyasetle hobi olarak ilgilenen, bireysel kariyeri için solculuk yapan, CV’sine renk ve boyut katmak için uğraşan, solculuğu pazarlık için kullanan, başkasını ve kolektifi düşman gören bireyler, dizginleri ele geçirdiler. Koca koca örgütler, bu bireylerin önünde diz çöktüler. Kendilerini onlara benzettiler. Hippiler ve yuppiler, birleşip sosyalist hareketi tasfiye ettiler.

Bireysel kariyerine düşkün, sosyal düşünceli bireyler, burjuva efendilerine hasta olmadıklarını ispat etmek için türlü taklalar atanlar, sol siyasete hâkim oldular. Artık devrimcilik değil, projecilik vaktiydi. Hesabını sendika başkanı, STK müdürü, milletvekili, milletvekili danışmanı olma hedefine göre yapan bireyler, halka, batıdan ithal “post-truth” ve “popülizm” eleştirileriyle küfredince yükseleceklerini iyi biliyorlardı. Halk düşmanlığı, devrim ve sosyalizm eleştirilerini besledi. Devlete ve sermayeye yaranmak için yoksula, işçiye, ezilene hakaret eden, küfürler savurmayı iş belleyen sosyalistler kapladı ortalığı.

Bu başlarına burjuvazinin halesini geçirmiş olan sosyalist bireyler, bir gün turistik gezi amacıyla Hatay’a gittiler. Politik turizm için hazırlanmış gezi rehberi uyarınca Ali İsmail’in babasını ziyaret ettiler. O evde çekilen toplu fotoğraf, verilen poz, solun içler acısı hâlinin özeti gibiydi.

On on beş kadar genç, ayaklarını uzatmış, sere serpe yere uzanmış hâlde, ortamdaki neşeli havaya eşlik edercesine, ellerindeki bira ve şarap şişelerini havaya kaldırmışlar. Bir an gözleriniz, sağa doğru kayıyor, orada, yer kalmadığı için koltuğun başına iğreti bir biçimde oturmuş olan adamı görüyorsunuz. Herkesin yüzünde gülücükler yükselirken, onun yüzünde derin bir hüzün dökülüyor. Anlıyorsunuz ki bu adam, Ali İsmail’in babası.

İşte o hüzne ve öfkeye örgütlenen kimse kalmadı. Herkesin önce kalbi kurudu. Sosyalist hareket denilen hikâye, bu şekilde bitirildi. Onun mezarına toprağı, kariyeristler ve teslimiyetçiler attı.

Eren Balkır
30 Mayıs 2021

Dipnotlar:
[1] “Peker’den Şok İfade”, 26 Ağustos 1998, Hürriyet.

[2] “Kocaeli’de Küba’da Yaşam”, 17 Aralık 2016, İleri.

[3] Eren Balkır, “Faş”, 24 Ocak 2016, İştiraki.

28 Mayıs 2021

,

Paris Komünü’nün Ekonomi Politiği

Paris Komünü’nün kurulduğu günden bugüne 150 yıl geçti. Komün (Konsey) tarihte işçi sınıfının öncülük ettiği ilk ayaklanma ve devrim olarak görülmesi gereken gelişmenin bir sonucu olarak oluştu. Bu yeni sınıf, Marx ve Engels’in Mart 1848’de yayımlanan Komünist Partisi Manifestosu’nda ilk kez bahsi edilen kapitalist üretim tarzı dâhilinde yaşanan sanayi devriminin bir ürünüydü.

Paris Komünü’nden önce Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da feodal krallıklar yıkılmış, nihayetinde politik iktidar, kapitalist sınıfın eline geçmişti. Bir fikir ve hedef olarak sosyalizmin radikal aydınlar arasında destek bulduğu koşullarda sosyalizm için gerekli devrimci değişimi gerçekleştirecek olanın işçi sınıfı, yani kendi işgücünden başka üretim aracı bulunmayanların olduğunu ilk kez Marx ve Engels dile getirdi.

Paris Komünü, Fransa-Prusya savaşının ilk elden yol açtığı sonuçlardan biri olarak gündeme geldi. Savaşta Fransız ordusuna komuta eden isim, 1848 devriminin yenilgisi sonrası darbeyle iktidara gelen, Napolyon’un yeğeni Louis Bonapart’tı. Fransa, o darbeyi müteakip yirmi yıl boyunca bu adamın otokratik idaresi altında kaldı. Bu yirmi yıl, aynı zamanda Avrupa ve Amerika’da kapitalizmin eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik canlanmaya tanık olduğu dönemdi. 1859-1864 arası dönemde ekonomik resesyona pek fazla rastlanmadı, resesyon yaşansa da hafif atlatıldı. Hatta bu dönemde kârlılık düzeyi arttı, 1850’lerde yüzde 11’e çıktı ama sonra 1860’larda yüzde 4’e geriledi.

Kaynak: T. Piketty[1]


Fransa süreç içerisinde geri kalmış bir tarım ekonomisi olmaktan çıkıp hızla büyüyen bir sanayi ekonomisine evrildi. Bonapart, Fransa şehirlerini modernize etmek için hazırlanmış bir dizi bayındırlık ve altyapı projesini yürürlüğe koydu. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Paris, Londra’nın ardından ikinci en önemli uluslararası finans merkezi olarak öne çıktı. Şehir, tüm Avrupa’da ve giderek büyüyen Fransız İmparatorluğu’nda uygulanan projeleri finanse eden çok sayıda özel bankaya ve güçlü bir ulusal bankaya sahipti. 1796’da kurulan Fransa Bankası [Banque de France] zamanla güçlü bir merkez bankası hâline geldi.

Bonapart döneminde Fransız hükümeti, büyük projelere fon sağlamak adına bir dizi finans kurumunu koordine etti. Bu projeler arasında, transatlantik buharlı gemi hattını, şehrin gazla aydınlatılması projesini, bir gazeteyi ve Paris metro sistemini içeren önemli çalışmalar için fon sağlayan güçlü ve dinamik bir kurum olarak Crédit Mobilier de bulunuyordu.

Fransa, demiryolu uzunluğunu sekiz kat artırdı, demir cevheri üretimini ise iki katına çıkarttı. Sanayide çalışan yeni işçi sınıfının merkezleri hâline gelen şehirlerde nüfus artışı yüzde onun üzerine çıktı. 1855’te ve 1867’de 1851 yılında Britanya’nın sanayideki gücünü ortaya koymuş olan o Büyük Fuar’la rekabet etmek adına Paris’te bir dünya fuarı tertiplendi. Ayrıca Ferdinand de Lesseps, Süveyş Kanalı’nın inşa edileceği süreci organize etti.

Ama zamanla Bonapart’ın savaş politikası ve mimar Hausmann’ı kullanarak Paris’i yeniden inşa etme projesinin pahalıya mal olacağı görüldü. Fransa’nın borçları ciddi ölçüde arttı. Sanayisi kendisini, uluslararası planda artan, esas olarak Britanya arasında cereyan eden rekabetin içerisinde buldu.

1848-1870 arası dönemde kamu sektörünün açığı üç katına çıktı. David Harvey’nin “ilkel Keynesçilik” dediği yaklaşım, sıfırı tüketti.[2] Hükümet, yatırımı teşvik etme ve büyümeyi sağlama umuduyla modern para teorisi üzerinden borcu parasallaştırma politikasına başvurdu. Para tabanı konusunda geliştirilen ve Marx’ın “Katoliklik” olarak adlandırdığı bu politika, bankacılık sistemini “üretimin papalığı” hâline getiren yaklaşım, süreç içerisinde Marx’ın “inancın ve kredinin Protestanlığı” denilen yöntemi benimsedi.


Finansal krizlerle birlikte kârlar dibe vurdu. Aslında Fransa’daki kapitalist canlanma sürecinin giderek artan sorunlarını borsa fiyatları ve hisse senedi ile elde edilen gelirler üzerinden okumak mümkün. 1859 resesyonunda kârlar azaldı, Fransa-Prusya savaşının felâketle sonuçlanmasından önce, 1864 ve 1868 yıllarında da kâr oranları ciddi biçimde düştü.

1860’larda tarihsel planda yüksek düzeylerde gerçekleşen kâr oranlarının düşmesiyle yıllık kâr artış oranları da düştü, kârlar, 1859 ve 1864’te önemli oranda azaldı.


İşçi sınıfının sayıca büyüdüğü koşullarda gelir ve servetteki eşitsizlik derinleşti. Toplumsal gerilimler yoğunlaşmaya başladı. O dönemde tıpkı Mayıs 1968’dekine benzer bir duruma tanık olundu. Bilindiği üzere Mayıs 1968 öncesinde, de Gaulle’ün döneminde yirmi yıl boyunca ekonomik canlanma yaşanmıştı. 1870’te bu canlanma, savaşla kesintiye uğradı ve savaş Komün’ün doğumunu hızlandırdı.


Güç zehirlenmesi yaşayan bir siyasetçi olarak Bonapart’ın, ülkedeki sınıf mücadelesini hedeften uzaklaştırmak için savaşa ihtiyacı vardı. Ayrıca Bonapart, Fransa’nın kıta Avrupası’ndaki ekonomik hegemonyasını yeniden tesis etmeye mecburdu. Bu noktada Bonapart, Fransız ordusunun Bismarck’ın Prusya ordusundan üstün olduğunu düşündü. Ama Prusya’nın öncülük ettiği, Almanların elindeki ekonomik ve askerî gücü hesaba katmadı. Savaşta Fransa kısa süre içerisinde yenildi, küçük düşürüldü. Bonapart yakalandı, tahttan indirildi, ülkeden kaçtı. Burjuvazinin kurduğu cumhuriyetçi hükümet mücadeleye devam etmek istedi, ama en nihayetinde Prusya ordusunun halkı açlıktan kırılan Paris’i kuşattığı dönemde korkunç sonuçları olacak bir barış anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. İşte tam da bu noktada Paris Komünü çıktı sahneye. O, halkın çıkarları adına politik iktidarı ele geçirmek için mahallelerden gelen işçilerin oluşturduğu işçi konseyini ifade ediyordu.

Komün’ün 72 gün süren o kısacık ömrü boyunca Paris işçileri, kendilerinin kurduğu demokratik kurumları yönettiler. Burjuva hükümeti Versay’a sığındı, Prusyalıları Komün’ü ezmesi yönünde teşvik etti. Komün, uzun ömürlü olmadı. Fransa’nın diğer bölgelerinden kopartıldı, nihayetinde Versay hükümetine bağlı güçler tarafından kanla bastırıldı.

Paris Komünü’ne dair en iyi değerlendirmeleri Eleanor Marx tarafından çevrilen 1876’da yayımlanan, Komün mücadelesine katılmış isimlerden Lissagaray’nın kaleme aldığı Paris Komünü Tarihi ve Marx’ın Komün’ün ezilmesi ardından kaleme aldığı analizleri içeren Fransa’da İç Savaş’ta bulmak mümkündür. Ayrıca Belçikalı Marksist Eric Toussaint da Fransa Bankası üzerinden çevrilen dolaplara ve Komün’e dair mükemmel bir değerlendirme sunmaktadır.[3]

Komün, ekonomi sahasında önemli hatalar yaptı. Bunların en önemlisi de sermayenin mali alanda kullandığı Fransa Bankası türünden araçlara el koymamasıydı. Komün’ün ezilmesinden on yıl sonra Marx, Komün Fransa Bankası’na el koysaydı onun ayakta kalabileceğini söyledi.

“Ayaklanma, esasen istisnai koşullara sahip olan bir şehirde gerçekleşmişse de Komün’ün büyük bir kısmı sosyalist değildi, olamazdı da. Azıcık sağduyusu ile Komün, Versay’dan tüm halk lehine taviz kopartmayı bildi ki bu, o dönemde nesnel planda başarılabilecek yegâne şeydi.”

Versay hükümetinin Komün’e dair en büyük korkusu, Fransa Bankası’nın sunduğu fonlardan mahrum kalacak olmasıyla ilgiliydi. Lissagary bu konuda şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Meseleyi ciddiye alan tüm ayaklanmalar, düşmanın hassas noktası olan kasasını ele geçirmekle başlar işe. Muhtemelen Komün, bu fikre karşı koyan tek ayaklanmadır. O günlerde kontrolünde bulunan, burjuvazinin üst zengin tabakasının elindeki nakit parayı görünce Komün kendinden geçti.”

1891’de Engels, Fransa’da İç Savaş’ın yeni baskısı için yazdığı giriş bölümünde şunları söylüyor:

“Bugünkü anlayışımız üzerinden görüyoruz ki Komün, yapması gereken bir şey konusunda ihmalkâr davranmış. Anlaşılması en zor olansa, Fransa Bankası’nın kapısı önünde durup binayı kutsal mekân gibi görenlerdeki o saygıdır. Bu, siyaset sahasında yapılmış oldukça ciddi bir yanlıştı. Komün’ün eline geçen Fransa Bankası, on binlerce rehineden daha değerliydi. Yani, bu banka üzerinden tüm Fransız burjuvazisi, Versay hükümetine Komün’le barış yapması konusunda baskı yapmak zorunda kalacaktı.”

Peki Komün liderleri bankaya neden el koymadılar? Aslında Komün delegelerinin büyük çoğunluğu sosyalist değil, cumhuriyetçi demokrattı. Ayrıca bu sosyalist azınlık içerisinde Marksistler daha da ufak bir azınlığı temsil ediyorlardı. Sosyalistlerin önemli bir bölümü ise Prudoncuydu. Onlara göre sosyalizm, paranın kontrolü, yani kredi kullanımı üzerinden inşa edilecekti. Komün’ün maliyesinden sorumlu olan Charles Beslay, Proudhon’un dostuydu ve en genel mânâda bankacılığa ve finansa körü körüne inanan bir isimdi. 1866’dan beri Birinci Enternasyonal üyesi olan Beslay, Komün’de büyük bir nüfuza sahipti. Eskiden kapitalist olan Beslay, 200 işçinin çalıştığı bir atölyeyi işletmişti.

Bankanın genel müdür vekili ve kral yanlısı bir isim olan De Ploeuc, Beslay ile ilgili şu yorumu yapıyor:

“Bay Beslay dengesiz bir hayal gücüne sahip, ütopyadan zevk alan bir adam. O, toplumda varolan, işçi-patron, efendi-köle arasında cereyan eden tüm çelişkileri uzlaştırma yoluyla çözme hayali kuruyor.”

Kendisindeki Prudonculuğu bizzat Beslay de teyit ediyor:

“Bir banka iki açıdan ele alınmalı: Banka, kendisini bize maddi planda nakit para ve senetler, manevi planda ise güven üzerinden takdim eder. Güveni alın, kâğıt para birden değersiz bir kâğıt parçasına dönüşür.”

Beslay, Marksistleri şu şekilde eleştiriyor:

“Komün’deki sistemi ve benim savunduğum sistemi şu ifadeyle özetlemek mümkün: ‘Mülkiyet dönüşene dek ona saygı duyulmalı.’ Yurttaş Lissagaray’nın sistemi ise şu rahatsız edici kelime ile sonuçlanacaktır: soygun. […] Neticede finansal mekanizmalar, sıradan insanların anlamasına imkân vermeyecek ölçüde karmaşıktırlar. Bu mekanizmaları siyasetçiler bile kolay kolay idrak edemezler. Dolayısıyla bu işler uzmanlara, işinin erbabı olan kişilere bırakılmalıdır.”

Komün’ün önemli liderlerinden biri olan Rigault’nun meseleye yaklaşımı ise şu şekildedir:

“İşletmeler, krediler, finans, bankacılık gibi meselelerde belediyede çok az sayıda bulunan özel insanların yardımına ihtiyaç vardır. […] Dahası, finansal konular, şu anın temel sorunları olarak görülmemektedirler. Yakın geleceğin en önemli meselesi ise kasaya giren para miktarıdır.”

Devrim sonrası epey korkmuş olan banka müdürü Rouland’ı görevden alıp bankanın elindeki devasa büyüklükteki fonlara el koymak yerine Beslay, Rouland’ın görevde kalmasına izin verdi ve ondan sadece Paris’i savunan Ulusal Muhafızları ayakta tutacak parayı talep etti. Rouland ise nezâket gösterip Beslay’nin bankanın yönetim kuruluna “Komün delegesi” olarak katılmasına imkân sağladı. Bu kurulda Beslay, bankanın Komün’ün kontrolüne girmemesi ve onun talepleri dışında hareket etmesi için gerekli bağımsızlığı güvence altına almak için uğraştı.

Banka’nın kontrol altına alınmasını istemek şöyle dursun, Beslay, Fransa Bankası’nın bağımsızlığını güvence altına almak ve bankanın bütünlüğünü korumak için elinden gelen her şeyi yaptı. Sonuçta yetmiş iki günlük ömrü boyunca Komün, ihtiyaçları için bankadan sadece 16,7 milyon frank alabildi: bu paranın 9,4 milyon franklık kısmı zaten Komün’ün elinde bulunuyordu, 7,3 milyon frank ise bankadan kredi olarak alınmıştı. Ama Komün’le bu türden bir ilişki kurarken banka, Versay hükümetine 74 şubesi üzerinden 315 milyon frank gönderdi.

Komün’ün eline geçen para genelde hayırlı işlerde kullanıldı. Yüzde seksenlik kısmı Paris’in savunulmasına harcandı, paranın bir bölümü de şehirdeki yoksul ailelere gelir olarak dağıtıldı. Komün, ayrıca artan oranlı vergi sistemini yürürlüğe koydu, yoksullardan alınan şehir vergisini yarı yarıya indirdi, ayrıca işletme vergilerini artırdı. Toprak sahiplerinin son dokuz ay içerisinde aldıkları kiraları iade etmesini isteyen Komün, kira ödemelerini askıya aldı. Tüm borçlar ertelendi, hepsinin üç yıl içerisinde faizsiz olarak ödeneceği taahhüdünde bulunuldu.

Ne var ki Komün’ü yere yıkacak topuk yarası, Fransa Bankası’na el koymama kararı ile birlikte açılmıştı. Bu, bankanın yönetim kurulunun da bildiği bir gerçekti. Kurul üyeleri, merkez komitenin bankayı ele geçireceğinden, komitenin kendisinin tercih ettiği isimlerden bir yönetim oluşturacağından, ölçüsüz ve sınırsız bir biçimde kâğıt para basıp müesses nizamı ve ülkeyi viran edeceğinden korkuyorlardı. Yönetimi kurulu içerisindeki bir sanayici ise şunu iddia ediyordu:

“Konsey, bankanın talan edilmesine izin veremez. Kötülüğün çaresi yoktur, portföydeki değerli kâğıtlar, mevduatın durduğu kasa harap olursa korkunç bir felâkete sürükleniriz, bu değerli kâğıtlar ve mevduat, devlet hazinesinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır.”

Eğer bankaya el konulmuş olsaydı Versay hükümeti, Komün’ü yenmesini sağlayacak paradan mahrum kalacak, 899 milyon franklık portföyü, teminat olarak elde tutulan 120 milyonluk tahvili içeren kasa, ayrıca bankada tutulan 900 milyon frank tutarındaki değerli kâğıt elinden kayıp gidecekti.

Bankaya el koymak yerine Beslay, banka müdürünün talimatları uyarınca hareket etti ve bankanın Versay’a para göndermesine izin verdi. Banka müdürü ise bu sırada tüm tahvillerin yeraltındaki mahzenlere saklanması emrini verdi, sonra mahzenlere inen merdivenlerin girişini toprakla kapattı.

Komün’ün yıkılmasından iki yıl sonra, 13 Mart 1873 günü Beslay, sağcı Le Figaro gazetesine yazdığı mektupta yaptıklarını şu şekilde özetliyordu:

“Komün’ün aşırıya kaçan adımlar atmaya meyilli kanadının uygulayacağı şiddete karşı korumak niyetiyle bankaya gittim. Bugün ülkemin, o son finansal kaynağımızın temellerinin çökmemesini sağladığıma inanıyorum.”

Komün, Mayıs 1871’de yıkıldı. Bu süreçte yirmi bin komünar katledildi, otuz sekiz bini tutuklandı, yedi bini sürgün edildi. Beslay ise serbest bırakıldı ve İsviçre’ye yerleşmesine izin verildi.

Kırk altı yıl sonra savaş, başka bir devrimin fitilini ateşledi. Yönetici sınıf mağlup edildi. O gün Lenin, Paris Komünü’nün yaşadığı yenilgiden çıkarttığı şu dersi anımsattı:

“Hepimizin bildiği gibi bankalar günümüzde ekonomik hayatın merkezleridir, tüm kapitalist ekonomik sistemin ana sinir merkezleridir. ‘Ekonomik hayatı düzenlemek’ten bahsedip bankaları millileştirme adımından uzak duran kim varsa o kişi, ya tüm o derin cehaletiyle ihanet içerisindedir ya da süslü laflarla, hiçbir zaman yerine getirmeyeceği abartılı vaatlerle ‘sıradan insanlar’ı aldatıyordur.”

Michael Roberts
18 Mart 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] 1820-2010 Arası Dönemde Emek-Sermaye Ayrımı, Quandl.

[2] David Harvey, “The Right to the City”, DH.

[3] Eric Toussaint, “The Paris Commune of 1871, Banks and Debt”, 18 Mart 2021, CADTM.

22 Mayıs 2021

,

Sosyalist Birey

Dönüşüm

Doksanlarda bir arkadaş, yeni ünlü olmuş Cem Yılmaz için “bırakın şu küçük burjuvayı, nasıl gülüyorsunuz esprilerine, anlamıyorum” diyordu. Sonra üyesi olduğu örgüte operasyon yapıldı. Ardından bu arkadaş, nasılsa bir biçimde tiyatroya merak saldı. Bir sene sonra rastlaştığımızda, “solculuk sayesinde svetşört üzerine tişört giyebiliyorum, yaşasın özgürlük!” diyordu. O dönemde o modanın öncülüğünü, “gidin türkülerinizi köyünüzde söyleyin” diyen Cem Özer yapıyordu. Operasyonun neden yapıldığı sorusunun cevabı, girilen bu yoldan aranmalıydı.

O tiyatroculuk işi nasılsa büyüdü. Arkadaş, tiyatro ekibi adına Kadıköy’de bir kafe açtı, o kafe, kısa süre içerisinde ticarethaneye dönüştü. Orada yetişen isimler televizyona iş yapmaya başladılar. Hatta (yanlış bilmiyorsam) Güldür Güldür bile orayla bağlantılı. Artık bu arkadaşlar, “küçük burjuva esprilere gülebiliyorlar.” Orta sınıfı eğlendirmek için yoksulla, yoksulluk hâlleriyle dalga geçen skeçler oynuyorlar. Bu arada, o kafe sonrasında, her solcu kafesi gibi, bar oldu.

Arkadaşın örgütü, 2000’lerin başında kentsel dönüşüm süreciyle birlikte uyuşturucuya karşı kampanya başlattı. Zenginler için mahalleler temizlenmeliydi. Doğal olarak örgüt, o dönemde Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı’na misafir edildi. Daha da yumuşadı, bayrağını kızıldan maviye döndürdü. “İşçi sınıfı öldü bitti” diye yazılar yazdı. 2005 yılıydı. STK’laşmanın nimetleri üzerinde durulmaya başlandı. Kendisi, bizatihi bir STK’ya dönüştü.

Arkadaş ve örgütü şahsında sosyalist hareket, akademi ve STK üzerinden koopte (iç) edildi, devşirildi, teslim alındı, ehlileştirildi, nezihleştirildi, düzene entegre edildi. Sosyalist hareket, Marx’ın tabiriyle, “proletaryasız burjuvazi isteyen burjuva sosyalistler”in oyuncağı hâline geldi. Bugün bu kesim, “işçi olmazsa kapitalizm de olmaz” diyor, ama burjuva nimetlerden de vazgeçmiyor.

Sosyal hareketin bir kısmı, olmayan burjuva devrimini oldurma, diğer bir kısmı ise olmuş burjuva devrimini savunma işine soyunuyor. Tüm teoriyi, ideolojiyi ve politikayı bu pratik tayin ediyor. 1 Mayıs bile bu pratiğe göre biçimleniyor.

Tanrı Olarak Birey

“LGBT birey” veya “trans birey” türü laflarda, sanıldığının aksine, ilgili kesimleri aşağılayan, küçümseyen, onları hastalık ve sapma olarak gören bir yan var. Çünkü LGBT ve trans, ancak bölünmez bütün anlamında “birey” lafıyla tamama erebiliyorlar. Sağcı, bunları aşağılıyor, toplum dışına atıyor; solcu, bunları aşağılıyor, kendi özel toplumunun yedek parçası hâline getiriyor. Başkaldıracağı gün için yalandan dua ediyor.

Sol liberalizm, hukukun üstünlüğüne işaret etmekse, bu, esas olarak birey halesini gerekli yerlere iliştirmekle icra ediliyor. Yani toplumda “sorunlu”, “sapma”, “hastalıklı”, “maraz” olarak görülen şeyler, burjuva hukukuna bağlanarak teslim alınıyor, çapakları temizleniyor, törpüleniyor. Neticede “birey” denilen şey, burjuvayı anlatıyor.

Bugün “şişman”, “şişko” gibi kelimeler bile yasaklanıyor, onların yerine “obeziteli birey” denilmesi öneriliyor. Çünkü obez gibi LGBT ve trans da hastalık olarak görülüyor. “Engelli birey” veya “otizmli birey” lafının arkasında da aynı gerekçe var. Sadece nezihleştirme, ehlileştirme işlemine duyulan ihtiyaç gereği, onlara yönelik dışlayıcı ifadelere yasak getiriliyor. Dil, burjuva hukukuna bağlanıyor. Hiyerarşi tanımayan bireyler, döne dolaşa burjuvazinin hiyerarşik üstünlüğünü savunuyorlar.

Tüm bu ifadeler, burjuva ideolojisi olarak liberalizmi yüceltmek için kullanılıyorlar. Yoksul bireyler, işçi bireyler, sosyalist bireyler, artık kızıl bayrak yerine ikame ettikleri mavi bayrağı bırakıp renkli bayrağı alıyorlar. Gökkuşağı, liberalizmin ve bireyciliğin bayrağı olarak putlaştırılıyor. Burjuvaların resmi bayrağı olarak gökkuşağı altında, obezler, eşcinseller ve sosyalist bireyler reklâm yüzleri oluyorlar. Nedense Türkiye’de futbol bahis şirketlerinin reklâmlarında “solcu” ünlüler kullanılıyor.

Herkes, pandemi sürecinde de görüldüğü üzere, birey merkezli, birey odaklı ve birey tanımlı hareket etmeye zorlanıyor. Bireysel varoluşunun dışı, tehlike, tehdit ve risk olarak takdim ediliyor. Kolektif ve bütünsel çözüm önerileri, “komplo” diye çöpe atılıyor. Bu tehlikenin, tehdidin ve riskin karşısına yegâne çözüm olarak liberal diktatörlük çıkartılıyor. Liberalizm için dövüşmek devrimcilik, liberalizmin kendisi sosyalizm diye yutturuluyor. Sol, burjuvaziyi ve emperyalizmi “akıl ve bilim” zırhıyla koruma altına alıyor. Bu şekilde varolma, yaşama hesabı yapıyor.

“CIA kendisine dijital âlemde makyaj yapma yoluna gidiyor. Burada amaç, Z kuşağını etkilemek ve bu kuşağın önceki kuşaklara kıyasla radikal liberalizme meyletmelerini sağlamak.”[1] Liberalizm, Türkiye’de de sosyalist hareketin iliklerine işliyor.

Çıplak Varoluş

Tıpkı LGBT, otizm ve obezite gibi sosyalistler de bir hastalık olarak görülmekten sıkıldılar. Koopte edildiler, teslim alındılar. “Bunca zulüm gördük, hep sosyalist olduğumuz için” dediler. “Birey” denilen haleyi başlarına geçirdiler. Artık onlara, tıpkı obeziteli birey gibi, “sosyalist birey” demek veya onları “sosyal düşünceli birey” olarak tanımlamak gerekiyor. İleride bunu talep edecek, illaki çıkacaktır. İllaki birileri, aşağılık bir hâl olarak görülen sosyalistliğin burjuvaziye referansla yüceltilmesini, gökkuşağı bayraklarıyla yapılan yürüyüşe dâhil edilmesini talep edecektir. Ahlaksızlar değil, ahlakı olmayan bireyler çıkıp, herkesi burjuvazinin ahırına bağlayacaktır.

Çünkü bugün sosyalist hareket de örgüt de parti de yok, sosyalist bireyler var, onların borusu ötüyor, onların çıkarları konuşuyor. Onların fotoğrafları yüceltiliyor. 1 Mayıs’ta gösterilecek bir kitle olmadığı için özel bireylerin pozlarına övgüler düzülüyor. Yasak savılsın, dostlar alışverişte görsün diye üç beş kişiyle eylem yapılıyor, sonra 1 Mayıs’ı yasak edenlerin yanına koşuluyor. İster istemez, bu sosyalist bireylerin bindikleri arabanın direksiyonu, hep burjuva siyasetine, burjuva hukukuna, burjuva ideolojisine çekiyor. Başkası mümkün değil.

Özellikle Avrupa’da, sosyalistliğinin maraz, sapma olduğuna ikna edilen şefler, örgüt üyelerini sosyalist bireylerden oluşturmayı tercih ettiler. Düşman, kendi varlığını ve üstünlüğünü vura vura öğretti. Bugün tüm “sosyal düşünceli bireyler”, hiyerarşiyi anlatan, hiyerarşiyi imleyen her şeye düşman kesilmeyi sosyalistlik zannediyorlar. Çünkü hiyerarşi düzleminde burjuvazinin, tekellerinin, vakıflarının, STK’larının veya devletlerinin üstün olduğuna inanıyorlar. O üstünlüğü gölgeleyen her şeye “hiyerarşik bu!” diye karşı çıkıyorlar.

Agamben, “Bana kalırsa salgın şu gerçeği, hiçbir şüpheye mahal vermeyecek bir biçimde ortaya koymuştur: Bugün artık insanlık, ne pahasına olursa olsun korunması gereken çıplak varoluş dışında hiçbir şeye inanmamaktadır” diyor.[2] O çıplak varoluş, burjuvazinin birey putu üzerinden kutsanıyor. Her şeyin sonuna “birey” kelimesini ekleyenler, o inancın misyoneridirler. O nedenle pandemi yasaklarını en fazla solcular talep ediyorlar. Utanmadan, bir de intihar eden işsizlerden bahsediyorlar. Suçtaki paylarının üzerini örtmeye çalışıyorlar. Marx ise utanmanın devrimci bir duygu olduğunu söylüyor. Solcular, az çok okudukları, az buçuk anladıkları Marx’tan da utanmıyorlar.

Eren Balkır
5 Mayıs 2021

Dipnotlar:
[1] Alex Rubinstein, “Kesişimsel Emperyalizm”, 30 Mart 2021, İştirakî.

[2] Giorgio Agamben, “Çıplak Hayat ve Aşı”, 16 Nisan 2021, İştirakî.

20 Mayıs 2021

,

Kaliforniya İdeolojisi’ne Cevap


Geleceğe Dair İhtimallerin Çoğalması

İnternetin oluşumu hakkında ne söylenebilir? İnterneti tek bir oluşum süreci olarak tarif edemeyiz; o, bir arada varolan farklı süreçlerdeki çoğalmadır. Bu sebeple internetin geleceği konusunda net bir ifadede bulunamayız. İnternet, birden fazla, farklı gelecek ihtimalini içinde barındırmaktadır.

İnternete farklı niyetler duhul edebilir, içinde farklı göstergeler ve anlamlar birlikte evrimleşebilir. İnternet bir alan değil, çok düzlemli bir yüzeydir. Bu yüzeyin içerisinde sonsuz sayıda düzlük dönüp durur. Belirli bir düzeyde yasak olana başka bir düzeyde cevaz vardır.

İnternet, Hegelci Bütünlük anlayışı ile anlaşılamaz. Hegel’e göre Hakikat, Bütündür. Hegelci Bütün’se Aufhebung’dur, her bir farklılığın imha edilmesidir. İnternette ifade noktaları arasındaki her bir bağlantı, kendi hakikat düzeyini meydana getirir. Hakikat, sadece tekillikte bulunur.

İnternette dünya, ifade etme sürecinin nesnel referans noktası olarak ele alınamaz. Dünya, ifade etme pratiğinin izdüşümüdür.

Şebeke oluşturma pratiği, yeni toplumsal paradigmaya ait bir yöntemdir. Bu yöntem, modern dünyadan miras alınan toplumsal itirazların ve anlayışlar arası çelişkilerin ötesine uzanır. Çünkü kapitalizm hâlen daha iktidardadır. Genel göstergesel kod olarak hareket eden kapitalizmde eski toplumsal itirazlar ve anlayışlar arası çelişkiler henüz yok olmamıştır. Bu sebeple devlet-piyasa karşıtlığı meselesi, hâlâ üzerinde durulan bir başlıktır. Devletin ve piyasanın hâlâ daha varolması, internetin ortaya çıkışından bağımsız bir olgudur.

2. İleri Teknoloji Temelli Deregülasyon

İnternete (siberkültüre) dair söylem, hâlâ daha yirminci yüzyılın miras bıraktığı ideolojilerin hâkimiyeti altındadır. Siberkültür, sanayi toplumunun sunduğu, anlayış ve siyaset temelli alternatiflerin hâkimiyeti altındadır. Yüksek teknolojiyi esas alan bir tür neoliberalizm, bugün Amerikan sahnesine çıkmıştır. Bu felsefi hareketin teori özü, bence yanlış anlaşılmaktadır: Bu süreçte esasen paradigma dâhilinde belirli bir değişime tanık olunmakta, teknoloji ekonomiyle birlikte tanımlanmaktadır.

Alvin Toffler, Kevin Kelly ve Esther Dyson gibi isimler, Newt Gingrich’in neoliberal ajandasına destek sunmuşlardır, çünkü bunlara göre serbest piyasa, özgür iletişim imkânlarının artması noktasında geçerli en iyi yöntemdir, ayrıca geleceğin dünyasına geçeceğimiz kapının anahtarı da özgür iletişimdir.

Peki ama ilk anda kulağa hoş gelen bu ifadede dile getirilen “serbest piyasa” neyi anlatmaktadır? Kapitalizmin toplumsal çerçevesi dâhilinde serbest piyasa, ekonominin en güçlü gruplarına iktidarın teslim edilmesi demektir. O, toplumun zihnî ve fikrî enerjilerini, imkânlarını ortadan kaldırma, özümseme girişimidir.

Kevin Kelly, Out of Control isimli kitabında, insanlığın dijital teknolojiler ve bilgisayar ağları sayesinde süper organizma hâline gelmeye başladığını, yeni bir biyolojik sisteme doğru evrimleştiğini söylüyor. Kelly’nin tarif ettiği, toplumdaki ve kültürdeki bu biyolojikleşme süreci, esasen toplum sahasında her türden alternatifin silinip gittiğini, zekânın kendisinin kapitalist göstergeler dünyasına ait genel çerçeve içerisinde özümsendiğini ifade ediyor. Bu süreçte tercih yapma ihtimali redde tabi tutuluyor, ortadan kaldırılıyor.

Bu, teknolojik gelişimin, bilimsel çalışmaların ve ekonomik gücün bütünleşmesinin yol açtığı bir etkidir. Michel Foucault, modern toplumun oluşumunu disiplinin bireyin bedenine ve toplumsal davranışa dayatılması olarak tarif eder. Bugün biz, aslında Gilles Deleuze’ün kontrol toplumu olarak tanımladığı şeyin inşasına tanıklık ediyoruz: davranış kodları, biliş modelleri ve ruhsal etkileşim aracılığıyla, doğrudan aklımıza nakşediliyor. Artık disiplin, bedene kanunların biçimsel olarak tatbiki üzerinden dayatılmıyor, o, kolektif beyne kazınıyor ve bu kazıma işlemi, bilişsel mutasyona sebep olan teknoloji temelli dilsel arayüzlerin yayılımı ile birlikte gerçekleştiriliyor.

3. Eski Alternatifler Yanlışa Sürükledi

“Kaliforniya İdeolojisi” isimli makalelerinde Richard Barbrook ve Andy Cameron, ileri teknoloji üzerine kurulu neoliberalizmin yüceltilmesini ve gizemli bir şeymiş gibi takdim edilmesini eleştiriyor. Peki ama bu iki yazar, söz konusu ideolojinin karşısına neyi çıkartıyor?

Bu noktada Barbrook ve Cameron, Avrupaî bir tarzdan ve yoldan bahsediyor. Bu tarz ve yol ise refah devleti, ekonomiye yönelik devlet müdahalesi, kamunun teknolojik inovasyon üzerindeki kontrolünü içeriyor. Peki bizim bu çözüme inanmamız mümkün mü? Hayır.

Barbrook ve Cameron makalelerinde, Minitel’in Fransa’da internetin Avrupaî tarzda nasıl inşa edilebileceğini gösterdiğini söylüyor. Oysa bu pratiğin hiçbir anlamı yok. Bahsini ettikleri örnek, devlet müdahalesinin söz konusu hedefe asla ulaşamayacağını ortaya koyuyor.

Minitel, sanallaştırmanın yüzleştiği güçlüklerle başa çıkamayacak kadar katı ve merkezîleştirilmiş bir sistem. İtalya’da Olivetti deneyimi ise inovasyonun geliştirilmesinin devlet yatırımları ve devlet kontrolleri temelinde imkânsız olduğunu ortaya koyuyor. Bu açıdan Amerika’daki geliştirme modeli daha iyi işliyor. Bu model, yaratıcı inovasyonlar için gerekli yolu açıyor. Bu inovasyonları teknolojik-toplumsal arayüzler üzerinden ele alıyor.

Barbrook ve Cameron, Avrupa’nın ABD’nin öncülük ettiği küreselleşme sürecine karşı çıkması gerektiğini söylüyor. Oysa bu, çocuksu ve tehlikeli bir fikirdir. Küreselleşmeyi durdurup kimlikleri muhafaza etmek, neticede milliyetçilik ve köktencilik üretir. Bu ikisi ise Kroker ve Weinstein’in Data Trash isimli kitaplarında “retrofaşizm” dediği şeyin karşılığıdır.

Neoliberalizmle modası geçmiş refah devleti arasındaki savaş, henüz bitmedi. Fransız demiryolu işçilerinin grevi, bunun delili. Fordist işçilerin mücadeleleri muhtemelen uzun süre devam edecek ama bu işçiler yenilgiye mahkûmlar. Sanayi işçisi çoktan yenildi zaten: FIAT 1980, Peugeot, Madenciler Sendikası, Detroit, tüm bunlar, seksenlerde söz konusu yenilginin yaşandığı sahneler. Sanayi işçisinin marjialleşmesi, tam da bu dönemde başladı.

Toplumsal emeğin yeni bileşimini en çok da kogniteryanın ortaya çıkışı etkiliyor. Kroker ve Weinstein, kogniteryayı “sanal sınıf” olarak adlandırıyor. Kolektif zekâ üzerine kurulu toplumsal emek veya Marx’ın Grundrisse’de “kolektif zekâ” dediği şey, şeklen bağımsız olmasına karşın hâlen daha kapitalist toplumsal ilişkilerin hâkimiyeti altında.

Marx, sermayenin insan faaliyeti üzerinde tesis ettiği hâkimiyeti ikiye ayırıyor: biçimsel hâkimiyet ve gerçek hâkimiyet.

Biçimsel hâkimiyet, disiplinin hukukî yoldan dayatılması, insanın yaşadığı sürenin kapitalist sömürüye hukuk düzleminde teslim edilmesidir. Gerçek hâkimiyet ise toplumsal faaliyetin teknolojik ve maddi açıdan toplumsal ilişkilerin mevcut kapitalist biçimine tabi olmasıdır.

Bugün biz muhtemelen kapitalist hâkimiyetin, biçimsel ve gerçek hâkimiyetin ötesine uzanan, yeni bir aşamasına geçiyoruz: Bu hâkimiyet biçiminin adı, zihnî hâkimiyettir. Söz konusu hâkimiyet, dilde, zihinde ve bilişsel faaliyette sermayeye ait göstergesel kodların baskın kılınması suretiyle tesis edilmektedir. Kapitalist paradigma, kolektif zekâya, teknolojik-toplumsal arayüzlerin içine, toplumsal iletişime ait göstergesel çerçeveye nakşedilmektedir.

Deregülasyon politikaları ile devlet müdahalesi üzerine kurulu politikalar arasında tercih yapmak, yanlış bir yoldur. Sermaye düzene sokulamaz. Sermaye, gösterge ve anlam oluşturma sürecinin çoğaltılmasıdır, teknolojik-toplumsal arayüzlerin bilginin konusu kılınmasıdır, nöral yollar açmaktır, toplumsal ilişki çerçeveleri oluşturmaktır. Zira tüm toplumsal ilişkilere sermaye hükmeder; neticede sermaye, düzenlenen değil düzenleyendir. Dolayısıyla mesele, kapitalizmin hukukî düzlemde düzene sokulması değil, kapitalizmin bizatihi kendisidir.

Sanayi dünyası sahneden sessizce çekiliyor, emeğin sanayi bağlamında oluşmuş bileşimi çözünüyor, toplumsal faaliyet yeni bir bileşime kavuşuyor. Ama bu bileşime hâlen daha kapitalist kod hükmediyor. Şuan sanal âlemde bedenlendiği, (belki de bedenini yitirdiği) koşullarda kapitalizm, alternatifsizmiş gibi görünüyor. Kapitalizmin alternatifi geçmişin içinden bulunamaz.

Franco (Bifo) Berardi
21 Nisan 2007
Kaynak

19 Mayıs 2021

, ,

Malcolm X Caddesi


Ankara'da bir caddenin adının Malcolm X olarak değiştirilmesi utanç verici bir gelişmedir ve riyadan ibarettir.

1. Malcolm X, davasına bağlı bir anti-emperyalisttir ve “Amerikanizm”i dünya barışının yüzleştiği en büyük tehdit olarak değerlendirmiştir.

2. Malcolm X, “uluslararası batılı güçler”le diplomatik bir ilişki kurulamayacağını, onların kullandıkları ve saygı duydukları tek dilin “zorun dili” olduğunu söylemiştir.

3. Müslüman Kardeşler’in öne çıktığı, Amerikan Kongresi’ni ziyaret edip oval ofiste Eisenhower’la görüştüğü, bir yandan da (Mısır cumhurbaşkanı Nasır’a karşı suikast girişimleri tertiplemiş, ona karşı komplolar kurmuş) Eden ve Dulles ile temas kurduğu dönemde Malcolm X Afrika gezisindeydi ve bu gezi esasında Afrika’nın birliğini savunan Ben Bella, Nyerere, Nkrumah ve Nasır gibi sosyalist liderlerle bir araya geliyordu.

4. Afrikalı-Amerikalılar Birliği Teşkilâtı’nı kurduktan sonra Malcolm X davasına karşı Cemal Abdünnasır’dan başka kimsenin cömert bir tutum sergilemediğini söyledi ve ona övgüler dizdi.

5. Malcolm X, “dünya genelinde ırkçılıkla ve emperyalizmle mücadeleyi sosyalistler veriyor” diyordu.

6. Erdoğan ise ekonomi açısından neoliberal, siyaset düzleminde gerici, dış politika konusunda ise kendi kendisine verdiği telkinlerle hareket eden bir isim. Uzun süre batı emperyalizmine bağımlı bir çizgiyi takip ettikten sonra bugün kendisine uygun gördüğü her türden ittifakın içinde yer alıyor, Rusya ile oynamaktan da geri kalmıyor.

7. NATO üyesi olan Türkiye, yaklaşık yüz yıldır başkalarına bağımlı bir devlet olarak varlığını sürdürmüştür. O, Ürdün, Irak monarşisi, Pehlevi hanedanlığı ve Suud sarayı ile birlikte hep gerici birliklerin içerisinde yer almıştır.

8. Türkiye hep Yunanistan ve Suriye gibi komşu ülkelere yönelik NATO saldırılarının ana merkezi olagelmiştir.

9. Yüze başka konuşurken Türkiye, gayrimeşru işgalci devletle diplomatik, askeri ve ticari ilişkilerini sürdürmektedir. Erdoğan birkaç kez İsraillilerle görüşmüş, ticaret anlaşmaları imzalamış, “İsrail terörü”nü lanetlediğine dair ifadelerinin ardından, diplomatik ilişkileri yeniden tesis etmiştir. Ara sıra hem Erdoğan’a hem de İsrailli liderlere kitle desteği konusunda imkân sağlayan bağrışmalara tanık olunsa da, Suriye gibi konularda iki ülke, askeri ve lojistik alanında işbirliği içerisinde hareket etmiştir.

İslam dünyası Erdoğan’ın her sözüne aklını yitirmişçesine, ona yağcılık yaparak, duygusal tepkilerle karşılık vermektedir. Onun zihinlerimiz üzerinde önemli bir hâkimiyeti söz konusudur. İslam dünyasına mensup halklar, açık ki bir kahraman ve kurtarıcı arayışındadırlar. Halkla ilişkiler üzerine kurulu çalışmalarını zekice yürüttükleri için esasen bu halklara ihanet eden kişiler, kahramanmış gibi muamele görmekte, el üstünde tutulmaktadırlar. Halklarımız bu karşı-devrimci isimlerden medet ummakta, onların isteklerini yerine getireceğini düşünmektedirler.

Birilerinin Malcolm X’in o uzlaşma bilmez anti-emperyalist mirasını çalmalarına izin verilmemelidir.

Emperyalizm Karşıtı Müslümanlar
8 Nisan 2019
Kaynak

15 Mayıs 2021

, , ,

Filistin ve Direniş


Yüreği insanlık için atan her insanın ortak acısıdır Filistin. Enternasyonal ruhunun yaşadığı yerdir Filistin. İsrail, dünyanın gözleri önünde faşist terörünü marifet gibi sergilerken dünya sessiz. Peki ya devrimciler? Devrim tarihine yön vermiş, simgesi hâline gelmiş hareketler nerede?

Beyrut’taki Mar Elias, Sabra ve Şatilla mülteci kamplarını gezdim. Burada Filistinlilerle görüştüm.

Mar Elias kampında Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyeleriyle bir araya geldim. Ve ne yazık ki gördüklerim, öğrendiklerim acı verdi. Her şeyden önce şu bilinmeli ki sol direniş, Filistin halkında eski önemini yitirmiş. Hamas ve İslamî Cihad ön planda. Bunun sebebi de radikal İslamcı direniş örgütlerinin eylemleri.

Kamplarda halk, Gazze’nin durumunu televizyonlardan izliyor. İsrail ordusu ve bombalarının katlettiği insanların görüntüleri veriliyor, yıkılan evler yanan araçlar. Bir anda ekranda yüzü maskeli İslamî Cihad gerillaları beliriyor ve İsrail’i tehdit ediyorlar. Akabinde roketler ateşleniyor. Yanım da oturan FHKC sorumlusuna, “peki ama devrimciler nerede?” diye sordum. “Biz de varız” dedi.

Leyla Halid, Çakal Carlos, Fusako gibi devrimcilerin yer aldığı, Latin Amerika’dan Avrupa’ya ve Asya’ya kadar uzanan FHKC, bugün Hamas ve İslamî Cihad’ın gölgesinde. Askerî eylemleriyle, meşhur gerilla kamplarıyla yetmişlerin sonlarına ve seksenlere darbe vurmuş FHKC, bugün ne yazık ki güçsüz bir durumda.

Suriye’deki kampların kapatılması, Lübnan ve Ürdün hükümetlerinin baskısı, dinî grupların güç kazanması ve en önemlisi sol direnişin parçalı olması, örgüte ağır yaralar verdirmiş. Corc Habeş (El-Hekim) Marksizm ve Leninizm’in Filistin halkının tek kurtuluş yolu olduğunu söylerken, buna insanlık tarihini ve Ortadoğu coğrafyasının değişkenliğini örnek vermiştir.

Che’nin yolundan giden biri olarak, “devrimcinin amacı devrim yapmak, yapamasa da bu uğurda kendini adamalı” şiarını kendime felsefe edindim. Ve örgüt sorumlusuna, savaşmaktan kaçmayacağımı söyledim. Gazze’ye giremediklerini, dolasıyla gelen devrimcileri asker olarak alamadıklarını söyledi.

Örgütün bugün yaşadığı travma son derece normaldir. Uzun yıllardır verilen askerî ve politik savaşın, başarısızlığa uğraması, bunun nedenidir. Corc Habeş’in hayatı boyunca olması için çabaladığı ulusal birlik kurulamadı. Filistin direniş örgütleri liderleri, çıkarları doğrultasında hareket etti. Bugün bakıldığında direniş örgütleri sırtlarını ülkelere dayamış ve yardım alabilmek için ödünler vermektedir. Yardım eden ülkeler de İsrail’e karşı bu direniş örgütlerini birer sopa gibi görmektedirler.

Hafız Esed, Saddam Hüseyin, Kaddafi geçmişte direniş örgütlerini kendi çıkarları doğrultusunda yıllarca kullandı. Bugün ise İran ve Lübnan Hizbullah’ı silahlı direnişi destekliyor.

Marksizm-Leninizm, Filistin direnişi içerisinde destek bulmak da zorlanıyor. Dinî örgütlerin güçlenmesi ki İran, Lübnan Hizbullah’ı, Türkiye, Katar gibi ülkeler dinî örgütleri destekliyor ve yardımda bulunuyor.

Sol örgütler, maddi açıdan büyük sıkıntılar içerisinde. Mazlum Filistin halkı, kamplarda yoksulluk, hastalık ve ilkel denebilecek koşullarda yaşam çabası veriyor. Sol örgütler, ekonomik açıdan güçsüz oldukları için halkın ihtiyaçlarına yetişemiyor ve dinî örgütler aldıkları desteklerle halka yardımda bulunuyor.

Kamplarda konuştuğum Filistinliler, işsiz olduklarını, yiyecek bulmakta zorlandıklarını ve yardım istediklerini sürekli tekrarladı. Kamplarda doğmuş büyümüş insanlar, Filistin’i büyüklerinin anlattıkları kadarıyla biliyor. Verimli topraklarını, portakal bahçelerini, evlerin önlerindeki zeytin ağaçlarını büyüklerinden çok dinlemişler. Dinlerken görürken çektikleri acıları, eminim çoğu insan da benim gibi savaşa katılmak ister. Çünkü yüreği el vermez kayıtsız kalmaya, lakin ne kadar isteseniz de Gazze dışında hiçbir örgütün askerî yapılanması yok. Ve Gazze’ye giriş de imkânsız.

Mısır, İsrail’in işini kolaylaştırmak için elinden geleni yapıyor. Emperyalist ülkeler ve onların işbirlikçi şerefsiz hükümetleri İsrail’i destekleseler de, Filistin halkını yalnız bırakamazlar. Dünya devrimci halkları, dün olduğu gibi bugün de Filistin direnişinin saflarında en önde olmaya devam edecektir.

Sabra ve Şatilla kampı yakınındaki Direniş şehitliğini ziyaret ettim. Suriye Komünist Partisi’nden, Kürt devrimcilerden, Hristiyan devrimcilerden şehit düşmüş savaşçıları gördüm. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi kurucularından, İsrail’in bombalı eyleminde şehit düşen edebiyatçı gazeteci Gassan Kenefani’yi mezarı başında andım. Ve etrafıma bakarken şunu düşündüm: Yüzlerce binlerce şehit ve bir dava. Hâlâ ölmek için bir davanın olduğunu bilmek gurur verici.

Filistin davası bir Arap yahut Müslüman meselesi değil, hakları, yurtları ellerinden alınmış ve sürekli zulme uğrayan bir insanlık dramıdır. Ve bu drama baktığın kadar insansındır.

Gazze günlerdir bombalanıyor, insanlar katlediliyor. Dünya sadece kınıyor. Virüs salgınıyla savaşmak için birleşen uluslar, İsrail’in günlerdir gerçekleştirdiği katliama seyirci kalıyor. Birkaç saat ötemde İsrail sınırı, az ötemde iç savaşta bombalanmış, duvarları kurşun delikleriyle dolu evler.

Beyrut acının ve direnişin kenti, sessiz kalıyor az ötesinde işlenen cinayetlere, Filistinlilere bakıyorum, yorgun bakıyorlar, acıya karşı hissizleşmişler, ama yine de gülümsüyorlar. Kolay değil, en çok ağırlarına giden kendilerinden olduklarını bildiklerinin ihaneti var yüreklerinde. “Filistin halkı, yorgun, çaresiz, umutsuzlar” diyemem. Ama umuda dair inançları kuvvetli değil. Bunca acı ve ölüm karşısında bu, çok doğal. Filistin halkı, sadece İsrail’e karşı değil, hain emperyalist uşağı Arap hükümetlerine, BM’ye, yoksulluğa ve hastalığa karşı da direniyor. Yorgun olmaları çok doğal.

Can Şahin
Beyrut
15 Mayıs 2021







,

Taşların Dili Olsaydı



Kenanîler üzerimde buğday dövüp ekmek pişirdiler. İbrahim’in çocukları, beni dua tapınağına götürdüler. Benimle inşa ettiler ağlama duvarını.

Sonra Romalılar geldi. Elenleşmiş Yahudiler, beni bir çiçek bahçesine koydular ve burada şarap içip Stoacıların erdemleri üzerine derin düşüncelere daldılar, pirlerin ve sakallı hahamların kabilelerle ilgili hikâyeleriyle alay ettiler.

Makkabiler çıktı sahneye. Elenleri seven herkesin evlerini ve bahçelerini yağmaladılar. Bense o an son muharebede harabeye dönecek olan Masada Kalesi’nin duvarına yerleştirildim.

Yüzlerce yıl çorak tarlalarda yapayalnız bir taş idim. Sonra bir gün keşişler ve münzeviler gelip bir manastıra kattılar beni.

Başımı çevirip baktığımda baharı, zeytin bahçelerini, badem ağacındaki çiçekleri gördüm. Ama o din adamlarının bokunun kokusundan başım döndü.

Bu yüzden fetih ordularındaki atların nal seslerini memnuniyetle karşıladım. Müslüman Araplar, Osmanlılar ve Haçlılar geldi sırayla. Önce cami, sonra kilise oldum. Hela taşı kadar dünyevi, kutsal emanetler kadar semavi idim.

Kutsal mekânların yıkılmasıyla boş tarlalardaki bir çakıl taşına dönüşmek, en büyük pişmanlığımdı.

Yüzlerce yıl işlendikten sonra nihayet kıymetli bir amaca hizmet ettim. Artık üzerimde hamur yoğruluyor, pideler pişiriliyordu.

Koyunlar benim gölgemde otladılar, çocuklar benim etrafımda kovalamaca oynadılar, O haylaz horoz, şafak vakti benim üzerime çıkıp insanları uykularından uyandırdı.

Sonra kurşun deldi etimi. Osmanlı askerleri kaçtı, ama ben olduğum yerde, kıpırdamadan kaldım. Kimsenin bir işine yaramıyordum, sadece yüzlerindeki gülümsemeyle çocuklar üzerime oturuyor, babaanneler bilgelerle ve büyücülerle ilgili masallar anlatıyordu. Çalan müziğe eşlik eden o ufak esmer ayaklar da söylenen şarkılar da canımı hiç acıtmadı benim.

Felâket kapıyı çaldı. Kurşunlar yağdı, kanlar aktı.

Çocukların babaanneleri kaçtı.

Evler yağmalandı, zeytin ağaçları kesildi, bana gene bir şey olmadı.

Masalcılar ve o masalları dinleyenler, yüzlerce yıl pürüzsüzleştirmişti tenimi.

Etrafımda sadece otlar ve devedikenleri kalmıştı.

Yahudi kurtuluş ordusunun dışkısı gübrelemişti toprağı.

Uzaktan yanan köyleri gördüm. Diğer yanda bahçeler, evler, kiremitler ve havuzlar duruyordu.

Yalnız değildim. Asfalt yollar döşenmişti. Sadece Yahudi kasabalarına ve şehirlerine gidiyordu. Kaldırım taşları temizlendi, benim etrafıma istiflendi.

“Bunların amacı ne?” diye sordum kendi kendime.

Tel Aviv’de içi köy odaları gibi döşenmiş, üstü açık bir restoranda zeytin ve peynir servis ediliyordu. Ama kimse, ne kurtuluş sürecinde yanan o zeytin ağaçlarından ne de kıyımdan geçirilen kuzuların kemiklerinden ve kafataslarından bahsediyordu.

Tepemdeki o ışıl ışıl parıldayan güneş kadar yapayalnızdım. Issız yolun kıyısında tek başıma duruyordum. Ta ki esmer yalınayaklı çocuklar, annelerinin babalarının ayakkabılarını giyip gelene kadar. O çocuklar, asfalt yoldan hızla geçip giden arabalara taş attılar, sonra gelip benim arkama saklandılar. Sıkılan kurşunlar, benim granit postumdan sekip gitti. Bir dakika veya bir saatliğine de olsa bir iki can kurtarmışımdır.

Zırhlı araçlar geldi, yaralıları ve ölüleri kimsesizler mezarlığına gömüp gitti. Mezar taşı bile olamadım (ancak çok sonra olabildim).

Toprağa düşen yalınayak oğulların ve kızların anıtı, abidesiydim artık.

Şimdi bir duvarın parçasıydım. Gettoyu tecrit eden, dikenli tellerle taçlandırılmış, devasa bir duvarın.

Budanmış portakal ağaçlarıyla kaplı tarlalar ve çayırlar o duvarla bölündü.

Bir gün o kasvetli yalnızlığım sona erdi. Beni bir kamyona yüklediler. Bir hapishane duvarı oldum.

Tüm saygınlığımı yitirdim, doğallığımdan eser kalmadı, anlamsızlaştım: duygunun mekânından kopartılıp kederin ıssız diyarına sürgün edildim.

Bana “ne taraftan baktığına bağlı” dediler. Çünkü arkamda, kutsal kitaplarına göre seçilmiş halk olduğunu söyleyenlerin lüks evleri, asma bahçeleri, ıslak çimleri, önümde, uzak geçmişte kalmış bir millete ait hatıralarda yaşayan, mülksüzleştirilmiş insanlar duruyor.

Onların çocukları, büyücülerin ve bilgelerin hikâyelerini değil, direnişçilere, şehitlere, duvarsız bir millete dair düşüncelere dair hikâyeleri dinleyebiliyor.

Umarım bir gün bu duvar yıkılır, onlarla birlikte o kasvetli yalnızlığıma geri dönerim.

James Petras
24 Aralık 2007
Kaynak