Travma ve
Esneklik:
İki Neoliberal Kavramın Sınıfsal Analizi
Nasrettin Hoca, eşeği üzerinde
giriştiği riskli deneyin sonucunu şöyle yorumlar: “Tam açlığa alışıyordu; ömrü
bitti.”
Neyse ki insanları açlığa ve
sefalete alıştırmaya yönelik deneyler bu kadar riskli değildir. Brezilya, Güney Afrika,
Hindistan ve Nepal gibi ülkelerde yoksulluğun sosyal ekolojisi üzerine yapılan
çalışmalar, yoksulların mevcut koşulları değiştirmek için çabalamak yerine onu
idealize eden, hatta “eğlenceli” kılan bir kültür geliştirdiklerini
göstermektedir. Dahası, bu toplumlar uzun süreli açlıkla baş etme konusunda
özel yetenekler geliştirmişlerdir. Bu yeteneklerin bütünü, neoliberal esinli yayınlarda
resilience kavramıyla açıklanır.
Esneklik ve direncin bir bileşimini ifade eden bu kavram, bir başka neoliberal
iltisaklı kavram olan “travma” ile halef-selef ilişkisi içinde gelişmiştir.
Travma Efsanesi
Travma, esasen anormal
koşullara verilen normal bir tepkidir. Ondan türetilen “Travma Sonrası Stres
Bozukluğu” (TSSB) ise birinci ve ikinci dünya savaşlarından dönen askerlerin
mermi şoku, savaş stresi, savaş yorgunluğu ve savaş nevrozu olarak adlandırılan
deneyimlerinden hareketle geliştirilmiştir. “Kötü olayların” insan
adaptasyonunun sınırları üzerindeki klinik etkilerini tanımlayan TSSB, 1980’de
Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından resmi hastalık sınıflandırmasının bir
parçası olarak kabul edilmekle; önce sağlık bilimlerini, ardından sosyal
bilimleri etkisi altına aldı.
TSSB, insan
doğasının temelde savunmasız, kırılgan ve az sayıda ve hatalı savunma
mekanizmasına sahip olduğu kabulüne dayanmaktadır. İnsan doğasına dair bu
görüş, Batı’da, T. Hobbes, J. Locke ve J. Bentham’a kadar uzanan ve S. Freud’un
öncülük ettiği modern psikanalizde kemalini bulan uzun bir entelektüel geçmişe
sahiptir. TSSB, kırılganlık ve incinme duygularının birey için “tehlikeli”
olduğu varsayımı altında gelişmiş olmakla; antidepresan
kullanımından psikiyatrik müdahaleye kadar uzanan geniş bir klinik çözümler
piyasasının gelişimini desteklemiştir.
Bununla birlikte,
ruhsal bozuklukların ekonomi-politik arka
planını açığa çıkaran yayınlar, TSSB’nin zamanla itibar kaybetmesine yol açtı. Örneğin
TSSB hastaları üzerindeki klinik çalışmalar, idrar örneklerindeki düşük kortizol salgısını önemli bir “semptom”
olarak kabul etmektedir. Buna karşın, biyolojik antropolog Catherine
Panter-Brick, Nepal’deki evsiz sokak çocukları için kortizol seviyelerini
karşılaştırmış ve aynı şehirdeki orta sınıf çocuk örneklemiyle aynı olduğunu buldu.
İkinci bir çalışmada, Etiyopya’daki sokak çocuklarının kortizol seviyelerinin,
aynı sosyoekonomik sınıftan ev tabanlı çocuklarınkiyle eş düzeyde olduğunu saptadı.
Bulgular, sokaklarda yaşamanın evde yaşayan fakir bir çocuk olmaktan daha büyük
bir TSSB riski oluşturmadığını gösteriyordu.
TSSB’nin
geçerliğini kültürlerarası bağlamda sorgulayan medikal antropolog Nancy Scheper-Hughes
ise siper savaşı koşullarından türetilen bu modelin barış zamanı travmalarını
açıklamakta başarısız olduğunu gösterdi. Scheper-Hughes’in bulgularına göre,
kronik yoksulluk koşullarında yaşayan bireyler, savaş, doğal afet, terörist
saldırı, aile içi şiddet ve tecavüzün yol açtığı strese, TSSB gibi
biyo-evrimsel senaryolar çerçevesinde yanıt vermek yerine, onu adeta güler
yüzle karşılıyorlardı.
Örneğin yaşamın
genellikle çöküşün kıyısında yaşandığı Brezilya’nın teneke evlerden (favela) oluşan mahallelerinde, her bir
yoksul, “gülen insanlar” (Bakhtin)
korosunun bir üyesidir. O kadar ki hali vakti yerinde biri, onların kendisinden
daha mutlu olduklarına inanabilir. Popüler medyadaki, yoksulların zenginlerden
daha mutlu olduklarına dair yaygın klişeyi hatırlayalım. Oysa onlar için mizah,
bir tür ruhsatsız silah ya da gizli bir direniş senaryosu işlevi görür.
Antropolog Donna M. Goldstein’in tespitiyle, mizah, sadece bu kişilerin
yaşamasına izin vermekle kalmaz, aynı zamanda ıstırabı reddetmelerini de
içerir. Böylece mizah, trajik gerçeklere boyun eğmeden tanıklık etmenin bir
yolu haline gelir. Goldstein’in favela
kültürü üzerine çalışması, tecavüz, çocuk çalma ve terk etme, fiziksel istismar
ve çete cinayetlerine dair şakaların bile cesaret, öfke, meydan okuma, derin
üzüntü ve güç katmanları içerdiğini göstermiştir.
Çok sayıda saha
çalışmasının sonuçlarına bakılırsa, insanları acıya, kayba, kedere, umutsuzluğa
ve çaresizliğe karşı savunmasız kılan tüm duygu ve eğilimler, travmayı değil,
esneklik ve direnci geliştirmektedir. Hikâye anlatıcılığı, kara mizah ve karnaval tarzı kitlesel eğlenceler bunun
başlıca örnekleridir. Dünyanın çoğu yerinde, yoksullar “kapıdaki kurda rağmen”
neşelenebildikleri bir popüler kültür yaratmışlardır: “Hayatım zaten yeterince zor. Bütün gün
şekerkamışı tarlalarında çalışıyorum. Geceleri uyanık yatıp kaderim hakkında
ağlamamın bana ne yararı olur? İçinde bulunduğum durum için Tanrı ile
tartışabilir miyim? Hayır! Bu yüzden dans edip zıplayacağım ve karnaval
oynayacağım! Ama eğer kendimden zevk almıyorsam, kendimi biraz
eğlendiremiyorsam o zaman ölmeyi tercih ederim.”
Yoksulların mizahı, kuşkusuz doğrudan isyanlara ya da
siyasi devrimlere yol açmaz. Buna karşılık, aksi takdirde doğallaştırılacak,
sorgulanmayacak veya suskunlukla geçiştirilecek konular hakkında konuşmanın
mümkün olduğu söylemsel bir alan açar. Goldstein’in favela’da gözlediği kara
mizah, yoksullar tarafından yaratılan ve zengin sınıflara karşı kullanılan bir
söylemdir. Yoksulların kara mizahlı yorumları, kendi koşulları hakkında
hissettikleri adaletsizlik duygusuna açılan pencerelerdir. Eş deyişle, kara
mizah onların maddi ve ideolojik koşulları çerçevesinde gelişmektedir: İktidar
sahipleri, bir ihtişam, zenginlik ve tahakküm tiyatrosu oynarlarken alt
sınıflar itiraz, meydan okuma ve saçmalıktan oluşan bir “karşı-tiyatro”
oynarlar. Kara mizah, silahlardan arındırılmış ve sınırlı seçeneklere sahip
“sistem dışı” bir nüfusun elindeki tek silahtır.
Çünkü insanlar
için olumsuz koşullardan daha dayanılmaz olan, yaşamın tamamen rastgele,
anlamsız ve saçma olabileceği fikridir. Bu anlamda tüm insanlar hikâye
anlatıcıları ve anlam yapıcılardır. İnsanlar, olumsuz olayları anlamlı, amaçlı
ve “en iyisi” yapmak için esnek anlatılar üzerinden yeniden çerçevelendirir. Acı ve trajedi hakkında “komik hikayeler” anlatmak, aynı
zamanda kara mizahın ortak duygusal estetiğinin bir parçasıdır. Psikiyatristler
Patricia ve David
Mrazek, korkunç olayları kişinin dünya görüşüyle tutarlı hale getirme girişimi
olan “acı verici deneyimlerin bilişsel olarak yeniden yapılandırılmasına”
atıfta bulunur. Ne de olsa en dayanılmaz olaylar bile “sonuçta o kadar da kötü
değil” [Allah beterinden korusun] ya da nihayet olumlu bir değişime yol
açacak bir şey [her şerde bir hayır
vardır] olarak tanımlanabilir. Yine de yoksulun kahkahası, içinde yaşadığı dünyanın
saçmalığına dair belli belirsiz bir his içerir.
Tıbbi
antropologlar Arthur Kleinman ve Allan Young da insanlık tarihinin çoğunda
insanların sel, salgın hastalıklar ve savaşlar dâhil olmak üzere travmatik
olaylara sosyal ve dini sorunlar olarak tepki verdiklerini belirterek olumsuz
olayların “travmatik” yorumunu eleştirdiler. Kronik hastalıkların “doğal” değil
sosyal bir tarihe sahip olduğunu savunan Kleinman’a göre, insan sefaletinin
çeşitli formlarının sağlık sorunları olarak “biomedikal” inşası, mahkemelerden
işyerlerine ve hanelere kadar bütün deneyim alanlarını etkileyebilen sosyal
düzenlemeler tarafından pekiştirilmiştir. Daha fazla yaşam sorununun Medikal’in
gözetimi altına taşınması, modern toplumu yönetmenin etkili bir yoludur.
Medikalizasyon ya da
“tıbbîleştirme”, bizi bu sorunların genetik köklerini araştırmaya, diğer
bireysel risk faktörlerini değerlendirmeye ve kuşkusuz tedavi arayışına sevk
ederken mustarip bireye “hasta” rolü vermeye devam ederek onu koruduğu kadar
damgalayabilir de. Dahası, insan duygu ve davranışlarının giderek daha
fazla yönünün medikalize edilmesi, bu
süreçte onları ilaç ve sağlık endüstrileri için bir kâr kaynağına
dönüştürmektedir. Eleştirel Psikiyatri Ağı’nın (İngiltere) kurucularından
Marksist psikiyatrist Joanna Moncrieff’e göre, sözde zihinsel sağlık
sorunlarının tıbbîleştirilmesini reddetmek,
kapitalizmin bazı temel çelişkilerini ortaya çıkarmak ve siyasal değişime zemin
hazırlamak için zorunlu bir adımdır.
Hafızalarda iz
bırakan Oklahoma
City Saldırısı’nın (19 Nisan 1995) ardından, saldırının gerçek kurbanlarıyla
kişisel bağları olmayan insanlara bile TSSB teşhisi konulmasını eleştiren
tarihçi Edward T. Linenthal, kentteki bir psikiyatristin sözlerini aktarır:
“TSSB’yi incelemek için bolca hibe parası
vardı. Bu yüzden doğal olarak, hastalık teşhisi konanların sayısı arttı.
Bununla birlikte, bu olayın yol açtığı kronik acıları incelemek için hibe
parası yoktu.”
Tıbbi
rahatsızlıklar ve toplumsal sorunlar arasındaki sınırı etnografik bir
yaklaşımla araştıran Allan Young’a göre, TSSB teşhisi konulan hastalar iki kez
mağdur edilmektedir: Orijinal faillerin kurbanları ve kayıtsız bir toplumun
kurbanları.
Son olarak, gecekondu
mahallelerinde yaptığı çalışmalarla tanınan Marksist antropolog Oscar Lewis
(1914-1970), buralarda ulusal sınırları aşan ve nesilden nesle intikal eden bir
“yoksulluk kültürü”nün gelişimini teşhis etti. Lewis’e göre, modern uluslardaki
yoksulluk kültürü yalnızca ekonomik yoksunluk, örgütsüzlük ya da herhangi bir
şeyin yokluğu meselesi değildir.
Yoksulluk, aynı
zamanda olumlu bir şeydir ve yoksulun onsuz devam edemeyeceği bazı ödüller
sağlar. Yoksulluk kültürü, yoksulların sınıfsallaşmış, son derece bireyselleşmiş,
kapitalist bir toplumdaki marjinal konumlarına hem bir adaptasyonu hem de bir
tepkisidir. Yerleşik toplumsal değerler ve hedefler açısından başarıya
ulaşmanın imkânsızlığının farkına varılmasından kaynaklanan umutsuzluk ve çaresizlik
duygularıyla başa çıkma çabasını temsil eder.
Lewis’in tartışmalı
tezinin başarısı, yoksulluk kültürünün sadece bir “patoloji karmaşası”
olmadığını, bilakis, bir dizi olumlu uyarlanabilir mekanizmalardan oluştuğunu
göstermesindeydi. Ona göre, bu uyarlanabilir mekanizmalar toplumsal olarak inşa
edilmiştir. Eş deyişle, yoksullar tarafından günlük yaşamlarının özünden kolektif
olarak üretilmiş ve onların, aksi takdirde yaşamanın imkânsız olacağı maddi ve
sosyal koşullarda hayatta kalmalarını sağlamıştır. Lewis, yoksulluğa dair neoliberal
açıklamaların aksine, yoksulların sistem tarafından zarar gördüğünü kabul
ederken bu zararın, onları kendi kaderlerini belirlemekten -klinik anlamda-
alıkoymadığı konusunda ısrarlıdır.
Kuşkusuz aç, dışlanmış,
ezilen ve sömürülen insanların esneklik ve mukavemetinin sınırları vardır.
Esneklik “göreceli sağlamlık” (relative
invulnerability) ya da “psikopatolojinin yokluğu” değildir. Bununla birlikte, TSSB modeli
etrafında örgütlenen yaklaşımlar, insanın sadece hayatta kalma kapasitesini
değil, aynı zamanda çeşitli zorluklar (maddi sıkıntılar, fiziksel acılar,
günlük ve olağanüstü şiddet vb.) karşısındaki gelişme kapasitesini de küçümseme
eğilimindedir.
Esneklik Gerçeği
1980’lerde ivme
kazanan piyasa odaklı fikirlerin etkisi, siyaset bilimci Paul Pierson’ın “büyük,
yavaş hareket eden ve görünmez” olarak adlandırdığı, kapsam olarak küresel,
etkileri itibarıyla yaygın bir makro-sosyal süreç oluşturdu. Neoliberal politika
tercihleri, emek karşısında sermayeyi öne çıkarırken bu tercihlerden olumsuz
etkilenen kitlelerin çeşitli yaratıcı yanıtlar geliştirmesini de sağladı. Bu
gelişme, neoliberal politikaların bir erdemi olmaktan ziyade ekonomik, sosyal
ve siyasal ortamda birden fazla aracı harekete geçiren, birçok aktörü meşgul
eden bağdaştırmacı (senkretik) toplumsal süreçlerin bir ürünüydü. Toplumsal
grupların özellikle ekonomik zorluklar karşısında “iyilik hali”ni (well-being) sürdürme keyfiyeti, literatürde
“resilience”
kavramıyla açıklanmaktadır.
Türkçeye
genellikle esneklik ya da dirençlilik olarak çevrilen resilience, sıkıntı karşısında gösterilen metanete benzer sezgisel bir kavramdır. Ekosistem esnekliği, doğal sistemlerin örneğin yangınla harap
olduğu, ancak sürdürülebilirliği geri kazandığı süreçleri belirtir. Benzer
şekilde, sosyal esneklik, sosyal
grupların kapsamlı ekonomik ve politik zorlukların ardından kendilerini nasıl
yeniden inşa ettiklerine dikkati çeken bir kavramdır. Sosyal esnekliği “neoliberalizme
verilen yanıt” bağlamında kavramsallaştıran siyaset bilimci Peter A. Hall ve
sosyolog Michèle Lamont, terimi, “bir organizasyonda, sınıfta, ırksal grupta,
toplulukta ya da ulustaki birbirine bağımlı insan gruplarının, zorluklar
karşısında iyilik hallerini sürdürme ve ilerletme” kapasitelerini ifade etmek
için kullanmışlardır.
Esnekliği “iyilik
halini sürdürmek için kilit kaynaklardan yararlanma süreci” olarak tanımlayan Panter-Brick’e
göre, son yirmi yılda bilimsel literatürde esneklik teriminin kullanımında
önlenemez bir artış olmuştur ve bu da esnekliğin “olağanüstü çoğaltma”
yeteneğine sahip “memetik” bir kavram olduğunu göstermektedir. Esnekliğe dayalı
yaklaşımlar, akademik araştırma ve politika alanlarında bir paradigma
değişiminin işaretidir: Kırılganlıklardan ziyade güçlü yönlere, açıklardan
ziyade yeteneklere, maruziyet yerine kaynaklara, durağanlıktan ziyade dönüşüme
dayanan araştırma ve uygulama modelleri sunarlar. İnsan sefaletinin
hafifletilmesinden ziyade insan onurunun teşvik edilmesini vurgularlar.
Esneklik, “zorluklarla
baş etme” yeteneği anlamında ilk kez psikiyatrist Michael Rutter’ın 1985’te
yayınlanan araştırmasıyla literatüre girdi. Rutter, en şiddetli travmaların
ardından, maruz kalan tüm çocukların yarısından daha azının TSSB semptomları
yaşayacağını saptadı. Keza, psikiyatrist George E. Valliant da kişisel mukavemet
ve esnekliğin büyük ölçüde olasılıkların üstesinden gelmek zorunda kalmaktan
kaynaklandığını gösterdi. “Şartlar zorlaştığında” mukavemet de daha belirgin
hale gelmekteydi. Bugün esneklik temelli çalışmalar, insan türünün nerdeyse
sınırsız bir adaptasyon kabiliyetinin bulunduğunu ima eder biçimde
ilerlemektedir. Özellikle genç ve çocuk esnekliğini ölçmeye yönelik
çalışmalardaki artış dikkat çekicidir.
Modern tıbbın
“travmatik” olarak işaretleyip bireysel düzeyde ele aldığı vakaların
sosyoekonomik eşitsizliklerle ilişkisinin gösterilmesi, büyük ölçüde Marksist
bilginlerin başarısıdır. Marksist gelenekten birçok bilim insanı (örneğin
sosyologlar Peter
Conrad, Andrew T. Scull, Bruce M. Z. Cohen), özellikle psikiyatrik
müdahalelerin kapitalist sistemi istikrarsızlaştırma tehdidinde bulunan
davranışları yönetmek için geliştirilen sosyal kontrol mekanizmaları olarak
nasıl hizmet ettiğini göstermiştir.
“Travma”
kavramının böylece itibardan düşmesi, neoliberal bilginleri bu kez “travmatik”
koşulların olumlu algılanmasının erdemlerini araştırmaya yöneltti: İnsan,
yeterince esnek ve dirençli olabilirse bu koşullar aslında o kadar da kötü
sayılmazdı. TSSB egemenliği altında normalden sapma ya da bozukluk olarak
tanımlanan durumlar, artık “o kadar da kötü değil” teziyle tanıtılacaktır.
Kuşkusuz bu
dönüşümü salt kuramsal zayıflıkla açıklayamayız. Ekonomik pastanın
büyütülmesindeki zorluklar, nüfusun belirli bir kısmının “sistem dışına”
alınmasını, özellikle yükselen kapitalist ekonomiler açısından nesnel bir
zorunluluk haline getirmiş görünmektedir. Yakın zamandaki çoğu yoksulluk
araştırmasının “esneklik” üzerinde yoğunlaşması rastlantı değildir. Esnekliğe
yapılan vurgu, yoksulları yoksulluklarından dolayı aşağılamak değil, hayatta
kalma becerilerinden dolayı kutlamak gerektiğini ima eder.
Eğer öyleyse, kutlanması
gerekenlerin başında Hindistan’daki Dalit
(Dokunulmazlar) toplumu gelecektir. Nüfusu 250 milyonu bulan Dalitler, yaklaşık
3000 yıldır ülkedeki toplumsal düzenin temelini oluşturan kast sisteminin -en
altında değil- “dışında” yaşamaktadır. Dalitlerin sistem dışı konumu, başta Manu Smriti (Manu Yasaları)
olmak üzere kutsal kitaplar tarafından belirlenip yaptırıma bağlanmıştır. Ayrımcılığı
yasaklayan modern yasalara karşın Dalitler, eğitim imkânlarından yoksunluk,
yetersiz beslenme ve üst kastlardan gelen saldırılar gibi zorluklarla karşı
karşıya olsalar da kurulu düzen için açık bir “tehdit” oluşturmamaktadır. Bu
emniyetin sırrı, Dalitlerin zorlu yaşam koşullarına karşı yüzyıllar boyunca
geliştirdikleri esneklik ve dirençtir.
Dalitler, “sistem dışı” yaşamın mümkün
olduğuna dair tarihsel bir kanıttır (Foto: AA).
Kutlanması
gereken bir diğer topluluk, İsrail kuşatması altında yaşayan Filistin halkıdır. Ramallah ve
çevresindeki 321 (164 kız, 137 erkek) Filistinli öğrencinin anlatılarını
tematik analize tabi tutan sosyolog Viet
Nguyen-Gillham (1955-2011) ve arkadaşları şöyle demektedir: “Sumud kavramı -kararlı ve toprağa kök
salmış olarak var olma azmi- esneklik ve direncin merkezinde yer almaktadır.
Filistin bağlamında, acı ve dayanıklılık hem bireysel hem de kolektif düzeyde
yorumlanmalıdır.” Filistin’de, iyi bir yaşam sürmek için önemli olan kaynaklar,
örneğin eğitim, ideolojik direniş için silah olarak kullanılmaktadır. Mülakata
alınan bir genç, eğitimin işlevini şöyle özetler: “Eğitim, bize yaptıkları
bunca şeye rağmen hayatımıza devam ettiğimizi görünce öfkelenen İsraillilere
bir meydan okumadır.” Özetle, Filistinliler için esneklik, hayatta kalma iradesidir:
Topluluk ağlarını muhafaza etmek, inancı korumak ve eğitim ve sosyal adalet
için çaba göstermek için kolektif bir taahhüt, “iyilik hali”nin ayrılmaz bir
parçası olarak görülmektedir.
Afganistan, kolektif direncin bir başka dikkat çekici
örneğidir. Afgan aileleri için kültürel değerler, devam eden çatışma, sefalet
ve toplumsal eşitsizlik deneyimlerine rağmen düzen, umut ve yaşamın anlamı
duygusunu sürdürmede esnekliğin temelini oluşturmaktadır. Bununla birlikte,
kültürel değerlere bağlılık, iyi yaşam standartlarına ya da -Afganlar söz
konusu olduğunda- “onurlu” yaşam standartlarına ulaşamayanlar için yoğun
zorluklar doğurabilir. İnsanlar, kırılgan bir ekonomi tarafından tuzağa
düşürülmüş ve akrabalarından destek alamayacak kadar yoksuldur -ki bu da karşılıklı
misafirperverliği gerektiren sosyal ağların dağılması demektir. Dahası, Afgan
halkı, sosyal önem, itibar ve onura dair kültürel tasarımların baskısıyla baş
etmek zorundadır: Kız çocuklarının çoğu erken yaşta evliliğe zorlanırken birçok
erkek çocuk, aile yükümlülüklerini yerine getirmek adına kişisel arzularını kısıtlamak
zorundadır. Birçok yetişkin erkek, kültürel normların ya da toplumsal beklentilerin
ağırlığı altında aile onuru adına şiddete başvurabilmektedir.
Sistem dışı
toplulukların zorluklar karşısında gösterdiği esneklik ve mukavemetin nasıl
anlaşılması gerektiği, büyük ölçüde ideolojik bakış açılarıyla ilgilidir. Lewis’in
“yoksulluk kültürü” tezinden esinlenen Marksist yaklaşım, esnekliği bir direniş
biçimi olarak tanımlarken neoliberal yaklaşım, takdir edilmesi gereken bir
insan başarısı olarak görme eğilimindedir. Keza, insan esnekliğinin sınırlarına
dair neoliberal esinli araştırmalar, yoksulluğun “sürdürülebilir” olduğu
inancını pekiştirmektedir. Her iki yaklaşımda da “kurbanı suçlamayalım”
öğüdünün yerini “kurbanı incitmeyelim” ilkesi almış gibidir.
İnsan esnekliği
konusunda, özellikle neoliberal yayınlarda -bazen açık, bazen örtülü biçimde-
ima edilen şey şudur: Toplumun belirli bir kesimini sistem dışına iter ve
sürekli yoksulluğun onlar için “normal” olduğu algısını yerleştirebilirsek
kendilerini bu duruma adapte edeceklerdir. Böylece kıt kaynakların “yoksullukla
mücadele” programları yerine görece az sayıda nüfusun refahına tahsisi mümkün
olabilecektir. Sosyolog Margaret R. Somers’in “piyasa
köktenciliği” olarak adlandırdığı bu yaklaşım, piyasanın verimli sonuçlar elde
etme gücüne olan inanca ve devletin kaynakları verimli bir şekilde tahsis etme
kapasitesine olan güvensizliğe gönderme yapar. Bu yaklaşımda, halkın çoğunluğu
için “iyilik hali”nin geliştirilmesi talebi, iktidarların gözünde “süfli
ve aşağılık” bir hevestir. Sisteme dâhil olanların sayıca azalması, devletin refah
taleplerine hızlı yanıt verme yeteneğini artırırken sosyal bedenlerine
kazınan “tek kullanımlık” damgası, sistem dışındakileri bu tür taleplerden uzak
tutacaktır.
Bir toplumsal grubu sosyoekonomik sistemden
dışlamak için etkili yöntemlerden biri, o grubun üyelerini olumsuz klişelerle
damgalamaktır. Sembolik bir düzeyde işleyen damgalama (stigmatisation),
insanları “aşağı/alt” düzeyde tutmak için sosyal ilişkilerde bir silah olarak
kullanılabilir ve böylece suçluluk, kirlilik ve utanç olarak içselleştirilir.
Sosyolog Michelle Addison’ın İngiltere’deki
uyuşturucu bağımlıları üzerine çalışması, damgalamanın zihinsel sağlığa
zarar verdiğini, hizmetlere erişimi engellediğini, izolasyon duygusunu
artırdığını ve bireyin kendine değer verme duygusunu aşındırdığını
göstermiştir.
Damgalamayı maddi ve nesnel bir olgu olarak
ele almak, “işte damgalama budur” demek mümkün değildir; damgalama derinde
hissedilir, içselleştirilmiş yatkınlıklar (habitus)
formunda benimsenir, hatta savunulur. Siyasal ve/veya dinsel esinli damgalama
mekanizmaları, toplumdaki güç yapılarını yeniden üreterek, egemen sınıfların
çıkarlarına hizmet ederek ve böylece toplumsal eşitsizliklerin genişlemesine
katkıda bulunarak, genellikle en savunmasız ve marjinalize edilmiş grupların dışlanmasını kolaylaştırır.
Dalitler örneği,
yoksulluğun ve felaketlerin “kader
planına” dâhil olduğu algısının tahkimi açısından dini telkinlerin ne
denli etkili olduğunun bir kanıtıdır. Lewis’in teşhis ettiği yoksulluk
kültürünü dinsel yorumlarla desteklemek, dışlanmış grupların etkin bir kaynak
tahsisi olmaksızın hayata tutunmalarını sağlayabilir. Aşkın inançlar ve pratikler,
bir ailenin acil durumunun ötesinde anlam ve amaç sağlar. Çoğu aile, kültürel
ve dini gelenekleriyle kurduğu bağlantılar sayesinde zorlukta güç, rahatlık ve
rehberlik bulur. Ortak ritüel ve ayinler, daha büyük bir topluluk ve ortak
miras duygusuna geçişi kolaylaştırır. Ne de olsa herhangi bir adaletsizlik ya
da anlamsızlığın yol açtığı ıstıraplar, nihayetinde ruhsal durumlardır.
Dolayısıyla manevi kaynaklar, tanınmış klinik psikolog Froma Walsh’ın gösterdiği
gibi, dua ve meditasyon ve cemaat üyeliği gibi derin inanç uygulamaları,
özellikle yoksulluk ve ırkçılık engellerini aşmak için mücadele eden ailelerde
esnekliği artırıcı etki yapabilir.
Keza,
psikiyatrist Stevan M. Weine ve arkadaşlarının ABD’deki kamplarda yaşayan
sığınmacı aileleri üzerine çalışması, kırılganlık, umutsuzluk ve normal koruma
duygularının kaybolmasıyla başa çıkmanın bir yolu olarak mülteci kamplarında tanrıya
inancın arttığını göstermiştir. Evlerini ve maddi varlıklarını kaybeden ve
hükümetleri tarafından hayal kırıklığına uğratıldıklarını hisseden aileler, her
sabah uzun ibadetler düzenlemektedir. Liberyalı bir sığınmacı bunu şöyle
açıklar: “Ailem yanımdayken herkes Tanrı hakkında konuşuyordu. Fildişi Sahili’nde
çocuklarımla yapayalnız kaldığımda, sonra Gine’ye taşındığımda, mülteci
hayatımda Tanrı’nın benim için yaptığı çok şeyi gördüm.” Tanrıya inanç, gelecek
inancı ve umuda odaklanan iletişim stratejilerinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Belirli grupları “sistem dışı” kılmanın,
münhasıran devlet aygıtının
zorlayıcı gücüyle ilişkili olduğu düşünülmemelidir. Devlet,
serbest piyasanın yararına olacak şekilde yapısal olarak “yerinde”
bırakılmıştır. Somers’in tespitiyle, bireyler devlete güvenmek yerine kendi
sosyal sermayelerine, yani avantajlı ilişkiler ağlarına dayanmaya
yönlendirilirler. Pazarlanabilir becerilere sahip değilseniz ve artık iş
bulamıyorsanız, toplumla ya da devletle sözleşmeye dayalı ilişkilere giremezsiniz.
Bu da sizi -moral anlamda- “değersiz” kılar. Kaldı ki kurumsal ve kitlesel
işten çıkarma koşullarında, mevcut eğitim ve becerileriniz bile sizi “tek
kullanımlık” üretim faktörü olmaktan kurtaramayacaktır. Her iki tür
“başarısızlık” da kendiliğinden sosyal dışlanmaya yol açar. Ne sözleşmesel ne
de moral değeri olan yoksul nüfus, literatürde sıklıkla “alt sınıf” (underclass) olarak nitelendirilir.
Terim, yalnızca seçim günü ihtiyaç duyulan kitlelerin refahına yatırım yapmanın
saçmalığına işaret eder. Onlar fazla, gereksiz ve tek kullanımlık bir nüfustur.
Örneklerin ima
ettiği gibi, insanların zorlu yaşam koşullarını içselleştirdiği, dolayısıyla
devrim ya da eylemli kalkışma olasılığının düşük olduğu bir kültürel ekolojide,
nüfusun büyükçe bir kesimini dışlayan bir “büyüme modeli” yeterince makul görünmektedir.
Örneklerdeki toplumlar, bulundukları ülkedeki ekonomik dönüşümden o kadar uzaktadırlar
ki ucuz işgücünden yararlanmaya çalışan küresel şirketlerin ilgi alanına bile girememişlerdir.
Bu toplumlar, neoliberal anlamda artık “sosyal sermaye” bile değildir ve
siyasal katılımdan elde edebilecekleri somut bir yarar kalmamış gibidir.
Yine de olası
olumsuz tepkilerden (kitlesel yağma ve şiddet olayları gibi) sakınmak adına,
insani gelişmedeki en kritik devrilme noktalarının teşhisine yönelik deneysel çalışmaların
artırılması, “iyilik hali” ile ilgili zamana ve bağlama duyarlı etkileşimlerin
modellenmesi gerekmektedir. Nasrettin Hoca’nın eşeğinin aksine, kalıcı
yoksulluk koşullarına alışmakta “başarısız” olan insanların sessizce ölümü
bekleme olasılığı düşüktür. Adaptasyon başarısı ise bilakis
muhafazakârlığa götürür ve değişimi barındırmaya yatkın olmayan baskın siyasal
yapılar yaratır. “Çok şükür karnımız doyuyor” sözü, bir taraftan adaptasyon
kabiliyetinin biyolojik sınırına gönderme yaparken, diğer taraftan siyasal
desteğin asgari koşulunu işaretler.
Öte yandan,
siyaset bilimciler Christopher J. Anderson ve Pablo Beramendi’nin 17 gelişmiş
OECD ülkesindeki 1980-2002 yılları arası seçim verilerine dayanan çalışması,
sol partilerin varlığının, yoksul seçmenleri harekete geçirmek için sistematik
olarak farklı teşvikler sağladığını göstermiştir. Keza, eşitsizliğin
siyasal katılım üzerindeki olumsuz etkisi, solda daha fazla parti rekabetinin
olduğu ülkelerde önemli ölçüde azalmaktadır. Dolayısıyla, özellikle yüksek
gelir eşitsizliği seviyelerine sahip ülkelerde, sınıfsal arka planı güçlü bir sol parti rekabeti,
yukarıda özetlediğimiz “dışlamacı büyüme” modelinin başarısını tehdit edebilir.
Sonuç
Dünyanın,
yoksulların ve dışlanmışların yaşamları üzerinde yarattığı stresi kabul eden
“travma” temelli açıklamaların yerini, son yıllarda siyasal olarak inşa edilmiş
ve kültürel olarak detaylandırılmış “esneklik” kavramı almıştır. Aktif tepki
süreçlerinin bir sonucu olarak esneklik, gelişmekte olan dünyanın birçok
yerinde gözlenen hızlı büyüme oranlarının, geniş toplum kesimlerinin sistem
dışına itilmesi pahasına elde edildiği gerçeğini gizlemeye hizmet etmektedir.
Toplumu yalnızca
piyasa ilkelerine göre örgütlemeye yönelen neoliberal ekonomi uygulamaları,
artan sayıda hak sahibi vatandaşı sosyal olarak dışlanmış ve içsel olarak
vatansız bireylere dönüştürmüştür. Buna karşılık, sistematik biçimde ezilen ve
dışlanan topluluklar, günübirlik deneyimledikleri sefalet koşullarına örgütlü
eylemler üzerinden yanıt vermek yerine esneklik kabiliyetlerini geliştirmeye yönelmişlerdir. Olayları
olumlu biçimde yorumlama eğilimi yanında, yoksulluğu övüp yücelten geleneksel
ve dini telkinler de bir yandan insan esnekliğini desteklerken diğer yandan
radikal siyasi seçeneklere olan inancı zayıflatmaktadır.
Türkiye açısından
bakıldığında, TÜİK’in 2022 yılı anket sonuçlarına dayandırdığı %14’lük “sürekli yoksulluk” oranı, ulusal esnekliğimizin test edilmesi adına önemli bir
demografik perspektif sunmaktadır: Yoksullukla mücadele odaklı bir siyasal
ekonominin yokluğunda, nüfusumuzun belirli bir kısmı için yoksulluk kalıcı ve
normal hale gelmiştir. Dolayısıyla, yeni hükümetin, refah (well-being) beklentilerini körüklemekten ziyade mevcut koşullarda
yaşamaya teşvik eden bir iletişim stratejisi geliştirmesi; hiciv, kara mizah ve
karnaval tarzı ucuz eğlencelere izin vermesi önem arz etmektedir.
Muhsin Altun
13 Mayıs 2023
Kaynaklar:
Addison, M. (2023). “Framing Stigma as an
Avoidable Social Harm That Widens Inequality”. The Sociological Review, 71(2):
296-314.
Anderson, C.J., Beramendi, P.
(2012). “Left Parties, Poor Voters, and Electoral Participation in Advanced
Industrial Societies”. Comparative Political Studies, 45(6): 714-746.
Çalıkoğlu, M.R. (2005). Transformation of the Caste System and the
Dalit Movement. Yüksek Lisans Tezi, Ortadoğu Teknik
Üniversitesi, Ankara.
Cohen, B.M.Z. (2016). Psychiatric
Hegemony: A Marxist Theory of Mental Illness. London, UK: Palgrave
Macmillan.
Conrad, P. (1992). “Medicalization and Social Control”. Annual Review of Sociology, 18: 209-232.
Folke, C. (2006). “Resilience:
The Emergence of a Perspective for Social-Ecological Systems Analyses”. Global Environmental Change, 16: 253-267.
Goldstein, D.M. (2003). Laughter Out of
Place: Race, Class, Violence, and Sexuality in a Rio Shantytown. Berkeley,
CA: University of California Press.
Hall, P.A., Lamont, M. (Eds.)
(2013). Social Resilience in the Neo-Liberal Era. Cambridge, UK: Cambridge
University Press.
Harvey, D.L., Reed, M.H. (1996). “The Culture of Poverty: An
Ideological Analysis”. Sociological
Perspectives, 39(4): 465-495.
Kleinman, A. (1995). Writing at the
Margin: Discourse between Anthropology and Medicine. Berkeley, CA:
University of California Press.
Lewis, O. (1968). “The Culture of Poverty”. D.P. Moynihan (Ed.), On Understanding Poverty: Perspectives from the Social Sciences
(187-200). New York, NY: Basic Books.
Linenthal, E.T. (2001). The Unfinished Bombing: Oklahoma City in
American Memory. New York, NY: Oxford University Press.
Moncrieff, J. (2022). “Akıl Sağlığı Sisteminin Politik
Ekonomisi: Marksist Bir Analiz” (Çeviri). İştiraki Dergisi, 19.07.2022.
Nguyen-Gillham, V.,
Giacaman, R., Naser, G., & Boyce, W. (2008). “Normalising the Abnormal:
Palestinian Youth and the Contradictions of Resilience in Protracted Conflict”.
Health & Social Care in the Community, 16(3): 291–298.
Panter-Brick, C. (2014). “Health, Risk, and
Resilience: Interdisciplinary Concepts and Applications”. Annual Review of Anthropology, 43:
431-448.
Rutter, M. (1985). “Resilience
in the Face of Adversity: Protective Factors and Resistance to Psychiatric
Disorder”. The British Journal of Psychiatry: The Journal of Mental Science, 147:
598–611.
Scheper-Hughes, N. (2008). “A Talent for Life: Reflections on Human Vulnerability and
Resilience”. Ethnos, 73: 25-56.
Somers, M.R. (2008). Genealogies of Citizenship: Markets,
Statelessness, and the Right to Have Rights. Cambridge, UK: Cambridge University
Press.
Ungar, M. (Ed.) (2012). The Social
Ecology of Resilience: A Handbook of Theory and Practice. New York, NY:
Springer.
Weine, S.M., Levin, E.,
Hakizimana, L., Dahnweih, G. (2012). “How Prior Social Ecologies Shape Family
Resilience Amongst Refugees in U.S. Resettlement”. M. Ungar (Ed.), The Social Ecology of Resilience: A Handbook
of Theory and Practice (309-324). New
York, NY: Springer.
Young, A. (1995). The Harmony of Illusions: Inventing Post-Traumatic Stress Disorder. Princeton, NJ: Princeton University Press.