Pages

17 Temmuz 2023

Solun Sefaleti


İnsanî olanın yüceltildiği, sanatın iyileştirici bir güce sahip olduğu, bütünlüğün ve inancın insanı güçlü kıldığı yüzyıllar kapitalist sistemin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren gitgide anlam ve değer yitimine uğramıştır. Kırsaldan kente göçlerle hızlanan bu süreçte insanı insan yapan değerler siteminin ve bütünlüğün bozuluşunu Marx Felsefenin Sefaleti’nde şu şekilde tarif eder:

“Nihayet öyle bir zaman gelmiştir ki insanların başka bir şeye çevrilemez gözüyle baktıkları her şey değişime, alışverişe konu olmuş ve başka bir şeye çevrilebilir hâle gelmiştir. Bu, o zamana kadar iletilip aktarılan ama asla değişilmeyen; verilen ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan erdem, aşk, görüş, bilim, vicdan vs. gibi şeylerin nihayet hep birden, ticaret alanına geçtiği zamandır. Bu, genel kokuşma zamanıdır, her şeyin alınıp satıldığı zamandır veya ekonomi politiğin terimleriyle söylersek her şeyin, maddî ve manevî her şeyin satılık değer olarak, hak ettiği en yüksek paha’yı bulmak için pazara taşındığı zamandır.”[1]

Marx, bu tespiti yaptığında yıl 1847’dir. Henüz hiçbir ülkede sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kurulmamıştır, Paris Komünü inşa edilmemiştir, dünya iki büyük emperyalist paylaşım savaşı yaşamamıştır; felsefi-politik düzlemde postmodernizmin görüşleri üretilmeyip ne 68 hareketi yaşanmıştır ne de emperyalizm hâkimiyetini kurmuştur.

İnsanî olanın pazara çıkarılıp değişim değerinin kapsamına indirilmesinden ortalama bir yüzyıl sonra Paris Komünü, Sovyet, Çin, Küba, İspanya, Afrika ülkeleri, Kore, Hindistan-Kerala, Vietnam, Latin Amerika, Fransa merkezli 68 hareketi ve birçok sosyalist deneyim tarihe geçer. Tüm bu deneyimlerin temel motivasyonunda merkezî unsur olan Sovyet deneyiminin 1990 sürecinde dağılmasıyla birlikte sınıfsız-sömürüsüz bir dünya düzeninin anti-tezi olan emperyalizm, tüm imkânlarıyla dünya halklarına karşı saldırıya geçerek, kendi insan tipini ve kapitalist yaşam biçimini inşa eder ve sol kesimlere kadar rol dağıtan bir aşamaya geçer.

1990 sonrası süreçte teknolojinin imkânlarından da yararlanan emperyalizm, insanların zihnini medya donanımıyla işgal ederek, tek tip/tek boyutlu insanı, fizikî işgale maruz bıraktığı coğrafyada istikrarsızlığı, tüketim ve görüntü teknolojilerinin manipülasyonuyla gösteri toplumunu, sivil toplumculuk ve fonlarla sendikal hareketin tükenişini, kimlikler mücadelesine sağladığı destekle sol hareketlerin gerileyip parçalanışını, post-marksizm ve post-modernizmle sınıfsız ve sömürüsüz dünya teorisinin içinin boşaltılmasını, yapısökümle kavramların tarihsel bağlarından koparılışını ve sloganların karikatürize edilişini hayata geçirir.

Oluşan bu Yeni Dünya Düzeni’nde en ağır yenilgiyi sol almıştır. Sol hareketler ve sendikalar, bugün matematikteki sabit fonksiyon gibi giriş değerine ne yazılırsa yazılsın, çıkış değerinin/sonucun aynı olduğu bir tek tipleşme sürecine girmiştir. Bugün için Marx’ın tespitine yapılacak katkı, ideolojinin de pazara çıkarıldığıdır.

Sendikalar ve Meslek Odaları

Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma yolunda sınıfın sözcüsü olan sendikalar, Marksizme göre ekonomik, siyasi ve ideolojik mücadele yürütmekle sorumludur. Bugün sendikalar, iş yerlerinden kopuk birer STK’ya dönüşmüştür. Konut ve kira krizinin yaşandığı günümüzde hiçbir sendikanın en temel hak olan barınmaya dair yürüttüğü uzun vadeli bir mücadele programı yoktur. Barınma krizi, ya güncel talep bülteninde bir madde olarak geçer ya da sosyal medya paylaşımıyla dile getirilir. Maaşların enflasyon karşısında erimesine karşı herhangi bir güçlü sesi çıkmayan sendikalar, zincir marketlerin, konut tekellerinin, enerji şirketlerinin ve bir bütün olarak burjuvazinin destekçiliği görevini yerine getirmektedir. Tüm bunları ekonomik mücadele/ekonomizm olarak gören sendikalar, aynı zamanda “Sendika siyaset yapma yeri değildir!” şeklindeki burjuva düşüncesine sarılmaktadır. Onun derdi kimlikler siyasetidir.

Artık bu yeni sendikacılığın manifestosu ise sınıf mücadelesini reddedip yerine uygarlık çatışmasını, radikal demokrasiyi, sivil toplumculuğu, post-marksizmi koyan “gölge” tüzük görevini üstlenen broşür ile KESK/Eğitim Sen kongresinde ilan edilmiştir. Oysaki sendikal hareketin tüzüğü ve programı sınıf mücadelesinden beslenir; Marx ve Engels Komünist Parti Manifestosu’nda her sınıf mücadelesini siyasal bir mücadele olarak kabul eder.[2] Bu bağlamda sendikalar, ekonomik, siyasi ve ideolojik mücadele yürüten sınıf hareketleridir ve bu mücadeleyi oluşturan üç alan birbirinden ayrıştırılmayıp bir bütün hâlinde yürütüldüğünde zafere ulaşır.

Sendikalar sınıf mücadelesini esas almadıklarında, sendikal etkinlikler alkolsüz düzenlenemeyen kokteyllere, pikniklere ve tekne gezilerine sıkıştırılır. Sendika içindeki bir sendikal hareketin dayanışma toplantısı “meclis” adı altındaki Taksim meyhanelerinde düzenlenerek solun kavramlarının özü alkolle kimyasal değişime uğratılır. Odunun yandığında özünü kaybetmesi gibi kimyasal değişime uğrayan da özünü kaybeder. Bugün karma eğitime karşı çıkan gerici sendikalarla Eğitim Sen’in buluşturulduğu nokta cinsel kimlik çatışması düzlemidir. O da kadın erkek üyelerinin ayrıştırıldığı etkinlikler düzenler; Kazancı Yokuşu’nda 1 Mayıs 77’de katledilen kadın işçiler için ayrı anma yapar; 25 Kasım ve onur yürüyüşlerinde ata-erkiye değil erkeğe küfreden sloganların yazdığı dövizler taşır, kadın işçilerin kanıyla sulanan 8 Mart afişinin kızıl rengini mor bir ojeyle kapatır.

Sendikanın üyeyle bir bağı yoktur, çünkü üreten en başta sendikada yöneten değildir. Çevre ilişkisi yönetimi belirler, geriye 4 emekçiden 1’inin “belirlenmiş” adaya oy verdiği antidemokratik seçim sistemi kalır. Sonra insan, üye ve emekçi yapısının değiştiğinden dem vurulur ki sendikaların niye başarısız olduğunun üstü kapatılır. Yönetimden aforoz edilen işçi-emekçi, sendikal mücadeleye de yabancılaştırılır, o sadece kâğıt üzerinde bir üyedir, yetki sayımında istatistikî veridir.

Kapitalist toplum düzeninde de insan sadece sayısal bir veridir, dijital bir semboldür. Sendikal mücadelenin iletişim mekânı da böylece whatsapp grubuna devredilir. KESK düzenlediği sempozyumlarda, AB ülkelerinin sendika ve STK temsilcilerine kürsü verir, fakat kendi üyesi hiçbir emekçiye söz hakkı vermez. Sempozyumun konusuna uygun iş kolunda çalışan emekçinin görüş bildirme “hakkı” yoktur. Kavramların mübadele süreci biyolojide geçen crossing-over gibidir (genetik parça değişimi).

Günümüz sömürü düzeninde sendikacılık öyle bir noktaya gelmiştir ki sosyal medya üzerinden oluşturulan meslek grupları, sadece paylaşım yapıp, gezi düzenleyerek yakaladığı rüzgarla sendika kurmaktadır. Sendikanın özünden habersiz bu oluşumlar, ilk bin ve ilk üç bin üyeye özel kampanyalar/sürprizler vaat etmektedir. Sınıf mücadelesi temelinde yükselmeyen sendikal hat, öznel birey kurgusuyla sınıf hareketini atomize etmektedir. Sosyal meydanın sosyal medyaya verildiği kapitalist toplum düzeninde sendikacılık da bu durumdan payını almaktadır. Sendika da pazar ilişkisine iniyorsa ve bu yeni sınıf dışı oluşumlar ortaya çıkıyorsa, bunun ana nedeni, sınıf mücadelesini esas alan bir sendikanın mevcut olmamasıdır.


Bugün 1 Mayıs tertip komitesinin diğer bileşeni olan DİSK’in durumunun da KESK’ten çok farkı yoktur. DİSK, AB fonlarından “yararlanan” ilk sendikadır. Hayalini kurduğu Avrupa tipi sendikacılığın bile çok gerisindedir. O, sadece sermayenin temsilcisi olan patronla oturarak poz vermeyi tercih eder, çünkü onun için de işçi “geri”dir, işçi üretendir, fakat yöneten olamaz. Her 1 Mayıs geldiğinde tarihsel alanı olan Taksim’i güvercinlere ve çiçeklere bırakır, Taksim diye diretmeden, gideceği dolgu ve çimenlik alanı kendisi teklif eder. O da “işçi sınıfının biricik gazetesi” gibi Taksim diye diretmeyi “fetişizm” olarak görür. “Bir dahaki yıl Taksim’deyiz” sözü verilerek Maltepe’ye pikniğe gidilir. Tarihten ve mekândan yalıtılan mücadele, işçi ve emekçinin zararına sonuçlanır. Mekân fetişizm değildir, mekândan çekilme sınıf mücadelesinden çekilmedir. Onun da barınma krizine dair söyleyeceği tek söz yoktur, fakat kiralar asgari ücreti bile aşmıştır.

Maltepe’deki illüzyon, 1 Mayıs alanını şehir suçu sayan TMMOB ise orada 1 Mayıs kutlamaktan geri kalmaz. Meslek odasına bağlı bir iş kolunda yapılan seçimi sol kesimlerin kendi içinde ikiye bölünmesiyle gerici-sağ ittifak adayının kazanmasıyla burjuvaziye ve egemenlere destek olmaktan çekinmez. Sendika sınıfı yok sayar, meslek odası da şehir suçu saydığı alanı kutsar. Barınma krizine dair TMMOB’un da sendikalarla ortak mücadele yürüttüğü bir mücadele programı bulunmaz. Yerel seçimlerde kendine yakın adayın kazandığı belediyelerin onayıyla yapılıp depremde yıkılan binalara dair de TMMOB’un hiçbir sözü yoktur.

Odaların ve sendikaların kendi iş koluna yabancılaşma sürecinin diğer bileşeni de TTB’dir. Salgın döneminde aşı yapılması için baskı yapan TTB, hazırladığı “bilimsel” raporlarla Eğitim Sen’i yönlendirip okulların kapatılması yönünde propaganda yapılmasına destek olur. Aşılar hakkında açılan davalar için yeterince bilimsel kanıt oluştuktan sonra TTB, hiçbir özeleştiri yapmadığı gibi, bu konuyu bir daha gündemine almaz. Aynı şekilde, ülkede artan antidepresan krizine dair geliştirdiği bir mücadele programı yoktur. Bu dört yapının da ortak kimliği, sosyal medya hesaplarına yazmaktan çekinmedikleri STK’dır.


Sol Hareketler, Emperyalizm ve Anti-emperyalizm

Yaşadığımız tarihsel dönem emperyalizm çağıdır. 1990 süreciyle sol, antiemperyalist perspektifini kaybetmiştir. Onun kalbinin attığı yer, kimlikler; mantığının işlediği yer, anti-Marksizmdir. Komplo teorilerinin nostaljik anlatıya dönüştüğü günümüzde “anti-emperyalizm” kavramı sol açısından ulusalcı söylemin tekelindedir. O, artık kimlikçi ve radikal demokrattır. Gülşen’de laiklik bayrağı, LGBT’de demokrasi mücadelesi, bireyci anarşizmde aranan medet, ezilen kimliklerdeki isyan, cinsiyette çatışma solun temel motivasyon kaynağıdır.

Sol için artık kapitalizm patriyarka, burjuvazi ise erkektir. Bir konuşmasında zengin, yaşlı ve beyaz erkekler kulübünü dağıtacağını kitleye ajite eden “işçi” partisi vekili Sera Kadıgil’in partisinin başkanı, bu halka sosyalizmi anlattığını iddia ederek, gelmediği bir tarihin üzerine kendini inşa etmektedir. Aynı vekil, siyasetten uzak bir gün geçirip evde Netflix izleyerek “mala bağlama” özlemi olduğunu söylemektedir, çünkü Netflix, artık kapitalist gerçekçi akımın emperyalist medya kuruluşudur ve halkların zihin işgalinin ideolojik aygıtının parçasıdır.

Bağlı olduğu parti, 30 Mart 2023’te Meclis’te gerçekleşen Finlandiya’nın askeri pakt anlaşmasına katılma oylamasına gitmektense yaklaşan genel seçimler için katalog çekimine gitmeyi tercih etmiştir, çünkü o artık sadece fotoğraftır/gösteridir. Halka sosyalizm anlatan partinin ismini almıştır, fakat geçmişteki partinin anti-emperyalist duruşunu terk etmiştir. Bu, bir tesadüf değildir, çünkü üç yüz küsur sayfalık dosyayla hangi emperyalist ülke kuruluşlarından nasıl fon alınacağını açıklayan LGBT hareketinin bayrağını onur/pride haftasında parti bürolarının duvarına asabilmiştir. 


Aynı bayrak, emperyalist ülkelerin büyükelçiliklerinin binasına da asılmaktadır. Destekçisi olduğu LGBT hareketi, Ukrayna’daki faşist neo-nazi taburuna destek vermekte beis görmemektedir. Küresel bir harekete dönüşen LGBT, onur haftasında “Babamız Bandera” marşını söyleyerek faşizme kol kanat germektedir. Destekçisi olduğu Ukrayna faşisti neo-naziler 1 Mayıs’ta Odesa’da sendika binasına sıkışan 52 işçi-emekçiyi yakmıştır.

Kadıgil’in partisinin bir adım ötesine geçen Kadıköy partisi ise milyonlarca Sovyet’in faşizm karşısında uğrunda canını verdiği orak çekiçli bayrağa gökkuşağı renklerini eklemiştir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kuracağını iddia eden, söylemiyle ve bayrağıyla sosyalist olduklarını savunan bu çevrelerin emek mücadelesinin bedel ödenerek üretilmiş sloganlarını cinsel kavramlarla ve küfürlerle tahrif eden LGBT’ye tek ideolojik eleştirisi olmaması, onlar açısından bir çelişki arz etmez, çünkü bu ülkede ezilen kimliklerin ticareti sol tarafından yapılmaktadır. O, kaybettiği sınıfı kimliklerin kitlesinde aramaktadır. O yüzden kimlik mücadelesi ideolojik eleştiriden azadedir, fakat işçi sınıfı “cahil ve geri”dir, çünkü kendine oy vermedikleri için sömürülmekteyizdir. Sera Kadıgil’lerin partisi için LGBT’ye ve Ukrayna’ya destek, genel seçimlerde mültecileri kovma sözü veren adaya destekle perçinlenmektedir. Onlar için mültecilik, emperyalizmin bir krizi/travması değildir çünkü işçi “beyaz” olmak zorundadır.

Ukrayna ve anti-emperyalizm konusunda benzer duruş, işçi sınıfının biricik gazetesinde yer alan köşe yazarlarının Ukrayna liderinin halkıyla bütünleşerek tarihe geçen lider olduğu iddiasıyla netleşmiştir. Süreç içinde geri adım atan gazete, Finlandiya konusunda yapılan meclis oylamasını hiçbir sol parti vekilinin oylamaya katılmadığı gerçeğini örtbas ederek, burjuva medyanın yöntemlerine sığınmıştır. Sağ oylarla kabul çıktığının haber içeriği olarak verilmesi “oy birliği” ile sonuçlandığı gerçeğini gizlemektedir. O da içinde bulunduğu seçim ittifakı gibi antiemperyalist değildir. Bağlı olduğu seçim ittifakının nicel gücünü oluşturan ve ülkedeki radikal demokrasi hareketinin savunucusu olduğunu iddia eden partinin bir vekili de Finlandiya’nın kaygılarını anladıklarını dile getirerek, oylamaya katılıp “hayır!” oyu vermeyi reddetmiştir.

Solun önemli bir kesiminin en büyük kaygısı İranlaşmaktır. Öyle olursa nefes alamayız. Her yanda türeyen tarikat ve hurafe düzeninin doğrudan işçi sınıfı üzerinde baskı oluşturmak olduğunun üstünü sol örtmektedir. Laiklik üzerinden kimlik yarılması gerçekleştirerek sınıfı parçaladığını fark etmeyenler, ülkenin İranlaşmayıp Asyalaştığını ve Afrikalaştığını gizlemektedir.

Sınıfsal perspektifle değerlendirildiğinde, tarikat düzeni medya gibi ideolojik bir aygıt olarak sınıf bilinci üzerinde basınç oluşturmaktadır. Bu yüzden onun akıl hocası medeniyetler çatışmasını savunan Huntington’dır. Solun derdi ise Avrupalaşmaktır. Tanzimattan beri tutulduğu Avrupa/Batı hayranlığı, solun sınıfsal bilincini bulandırmaktadır. Onun için çelişki Doğu-Batı arasındadır, çünkü sol artık yurtsuzdur. Onun yaşam tarzı tehdit altındadır, çünkü o, Haziran direnişinin Gezi kanadına binerek halka gökyüzünden bakmaktadır ve işçi, artık kaçılması gereken “alt” bir formdur. Onun 1 Mayıs afişinde artık nasırlı eller yerine kalem tutan orta sınıf eller vardır. Bu yüzden işçi sınıfı bilinçsizlik ve gerilikle suçlanır, onla ilgili yapılan her hakaret ve eleştiridir bir arınma biçimidir. O da kimlikler gibi ezilendir, ama eleştiriden azade değildir. Eleştirilmek zorundadır (!) çünkü et yer -alabiliyorsa(!)- ve böylece vegan bir dünya kurulmasının önündeki en büyük engeldir. İşçi sınıfının ideolojisine mücadele geliştiremeyenler küçük burjuva hassasiyetiyle hayvan dostlarımıza yönelir, çünkü proletarya kadar “vahşi” değildir ve varoşta yaşamaz, ataerkil değildir, fakat bu hayvansever vegan, sol hayvanı evcilleştirip iğdiş ederek onun bedenine müdahale etmekte etik bir sakınca görmez.

Onun bu kurtarıcı ideolojisinin megafonluğu sendikalardır. Bu yüzden İstanbul 1 Nolu Eğitim Sen’de Vegan Kortej’e basın açıklaması yapması için alan açılır. Bu yönüyle sol, ekolojist anarşisttir. Aynı sol, Ortadoğu’nun ekolojisinin petrol uğruna tahrip edilmesine ses çıkarmaz, çünkü ölen Müslüman Ortadoğu toplumudur, bunda bir beis görmemektedir(!) Huntington’ın medeniyetler çatışması bunu emreder.

Otopoiesis

1990 sonrasını oluşturan solun önemli bir bölümü anti-emperyalist değildir ve sınıf uzlaşmacıdır. Bunun temel nedeni, ideolojik mücadele alanının terk edilerek kimlikler mücadelesine alanına ve toplumsal olandan bireysel olana çekinilmesidir. İçinde bulunduğumuz krizi aşmanın yolu ideolojik mücadeleyi ve tartışmayı yürütmekten geçmektedir.

Otopoiesis terimi, kendi devamlılığını sağlamak için kendini yeniden üreten sistemler için kullanılmaktadır. Bu noktada ideolojik mücadelenin verileceği akımlar bireyci anarşizm, post-modernizm, post-marksizm, beden teorisini esas alan yeni feminist dalga, radikal demokrasi, sivil toplumculuk ve yeni sol hareketleri temel alan, sınıfsallıktan soyutlanmış kimlikler mücadelesidir. Bu ideolojik mücadele yürütülmediğinde, ekonomiden sanata, insan duygularına ve benliğine, bizi biz yapan yüzyılların birikimi olan değer sistemimize, sloganlarımıza ve kavramlarımıza, tarihimize, insan ilişkilerinin sıcaklığına ve mahremiyetine kadar insanın kurtuluşunu sağlayacak her alan çürümenin yaydığı deformasyondan kurtulamayacaktır.

S. Adalı
16 Temmuz 2023

Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Erdoğan Başar, Sol Yayınları, Ekim 1966 Ankara, s. 35.

[2] Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları, çev. Muzaffer Erdost, Ankara 2011, s. 127.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder