İnsanî
olanın yüceltildiği, sanatın iyileştirici bir güce sahip olduğu, bütünlüğün ve
inancın insanı güçlü kıldığı yüzyıllar kapitalist sistemin tarih sahnesine
çıktığı andan itibaren gitgide anlam ve değer yitimine uğramıştır. Kırsaldan
kente göçlerle hızlanan bu süreçte insanı insan yapan değerler siteminin ve
bütünlüğün bozuluşunu Marx Felsefenin Sefaleti’nde şu şekilde tarif
eder:
“Nihayet öyle bir zaman
gelmiştir ki insanların başka bir şeye çevrilemez gözüyle baktıkları her şey
değişime, alışverişe konu olmuş ve başka bir şeye çevrilebilir hâle gelmiştir.
Bu, o zamana kadar iletilip aktarılan ama asla değişilmeyen; verilen ama asla
satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan erdem, aşk, görüş, bilim, vicdan
vs. gibi şeylerin nihayet hep birden, ticaret alanına geçtiği zamandır. Bu,
genel kokuşma zamanıdır, her şeyin alınıp satıldığı zamandır veya ekonomi
politiğin terimleriyle söylersek her şeyin, maddî ve manevî her şeyin satılık
değer olarak, hak ettiği en yüksek paha’yı bulmak için pazara taşındığı
zamandır.”[1]
Marx,
bu tespiti yaptığında yıl 1847’dir. Henüz hiçbir ülkede sınıfsız ve sömürüsüz
bir düzen kurulmamıştır, Paris Komünü inşa edilmemiştir, dünya iki büyük
emperyalist paylaşım savaşı yaşamamıştır; felsefi-politik düzlemde
postmodernizmin görüşleri üretilmeyip ne 68 hareketi yaşanmıştır ne de
emperyalizm hâkimiyetini kurmuştur.
İnsanî
olanın pazara çıkarılıp değişim değerinin kapsamına indirilmesinden ortalama
bir yüzyıl sonra Paris Komünü, Sovyet, Çin, Küba, İspanya, Afrika ülkeleri,
Kore, Hindistan-Kerala, Vietnam, Latin Amerika, Fransa merkezli 68 hareketi ve
birçok sosyalist deneyim tarihe geçer. Tüm bu deneyimlerin temel motivasyonunda
merkezî unsur olan Sovyet deneyiminin 1990 sürecinde dağılmasıyla birlikte
sınıfsız-sömürüsüz bir dünya düzeninin anti-tezi olan emperyalizm, tüm imkânlarıyla
dünya halklarına karşı saldırıya geçerek, kendi insan tipini ve kapitalist
yaşam biçimini inşa eder ve sol kesimlere kadar rol dağıtan bir aşamaya geçer.
1990
sonrası süreçte teknolojinin imkânlarından da yararlanan emperyalizm,
insanların zihnini medya donanımıyla işgal ederek, tek tip/tek boyutlu insanı,
fizikî işgale maruz bıraktığı coğrafyada istikrarsızlığı, tüketim ve görüntü
teknolojilerinin manipülasyonuyla gösteri toplumunu, sivil toplumculuk ve
fonlarla sendikal hareketin tükenişini, kimlikler mücadelesine sağladığı
destekle sol hareketlerin gerileyip parçalanışını, post-marksizm ve
post-modernizmle sınıfsız ve sömürüsüz dünya teorisinin içinin boşaltılmasını,
yapısökümle kavramların tarihsel bağlarından koparılışını ve sloganların
karikatürize edilişini hayata geçirir.
Oluşan bu Yeni Dünya Düzeni’nde en ağır yenilgiyi sol almıştır. Sol hareketler ve sendikalar, bugün matematikteki sabit fonksiyon gibi giriş değerine ne yazılırsa yazılsın, çıkış değerinin/sonucun aynı olduğu bir tek tipleşme sürecine girmiştir. Bugün için Marx’ın tespitine yapılacak katkı, ideolojinin de pazara çıkarıldığıdır.
Sendikalar
ve Meslek Odaları
Sınıfsız
ve sömürüsüz bir dünya kurma yolunda sınıfın sözcüsü olan sendikalar, Marksizme
göre ekonomik, siyasi ve ideolojik mücadele yürütmekle sorumludur. Bugün
sendikalar, iş yerlerinden kopuk birer STK’ya dönüşmüştür. Konut ve kira
krizinin yaşandığı günümüzde hiçbir sendikanın en temel hak olan barınmaya dair
yürüttüğü uzun vadeli bir mücadele programı yoktur. Barınma krizi, ya güncel
talep bülteninde bir madde olarak geçer ya da sosyal medya paylaşımıyla dile
getirilir. Maaşların enflasyon karşısında erimesine karşı herhangi bir güçlü
sesi çıkmayan sendikalar, zincir marketlerin, konut tekellerinin, enerji
şirketlerinin ve bir bütün olarak burjuvazinin destekçiliği görevini yerine
getirmektedir. Tüm bunları ekonomik mücadele/ekonomizm olarak gören sendikalar,
aynı zamanda “Sendika siyaset yapma yeri değildir!” şeklindeki burjuva
düşüncesine sarılmaktadır. Onun derdi kimlikler siyasetidir.
Artık
bu yeni sendikacılığın manifestosu ise sınıf mücadelesini reddedip yerine
uygarlık çatışmasını, radikal demokrasiyi, sivil toplumculuğu, post-marksizmi
koyan “gölge” tüzük görevini üstlenen broşür ile KESK/Eğitim Sen kongresinde
ilan edilmiştir. Oysaki sendikal hareketin tüzüğü ve programı sınıf
mücadelesinden beslenir; Marx ve Engels Komünist Parti Manifestosu’nda
her sınıf mücadelesini siyasal bir mücadele olarak kabul eder.[2] Bu bağlamda
sendikalar, ekonomik, siyasi ve ideolojik mücadele yürüten sınıf hareketleridir
ve bu mücadeleyi oluşturan üç alan birbirinden ayrıştırılmayıp bir bütün
hâlinde yürütüldüğünde zafere ulaşır.
Sendikalar
sınıf mücadelesini esas almadıklarında, sendikal etkinlikler alkolsüz
düzenlenemeyen kokteyllere, pikniklere ve tekne gezilerine sıkıştırılır.
Sendika içindeki bir sendikal hareketin dayanışma toplantısı “meclis” adı
altındaki Taksim meyhanelerinde düzenlenerek solun kavramlarının özü alkolle
kimyasal değişime uğratılır. Odunun yandığında özünü kaybetmesi gibi kimyasal
değişime uğrayan da özünü kaybeder. Bugün karma eğitime karşı çıkan gerici
sendikalarla Eğitim Sen’in buluşturulduğu nokta cinsel kimlik çatışması
düzlemidir. O da kadın erkek üyelerinin ayrıştırıldığı etkinlikler düzenler;
Kazancı Yokuşu’nda 1 Mayıs 77’de katledilen kadın işçiler için ayrı anma yapar;
25 Kasım ve onur yürüyüşlerinde ata-erkiye değil erkeğe küfreden sloganların
yazdığı dövizler taşır, kadın işçilerin kanıyla sulanan 8 Mart afişinin kızıl
rengini mor bir ojeyle kapatır.
Sendikanın
üyeyle bir bağı yoktur, çünkü üreten en başta sendikada yöneten değildir. Çevre
ilişkisi yönetimi belirler, geriye 4 emekçiden 1’inin “belirlenmiş” adaya oy
verdiği antidemokratik seçim sistemi kalır. Sonra insan, üye ve emekçi
yapısının değiştiğinden dem vurulur ki sendikaların niye başarısız olduğunun
üstü kapatılır. Yönetimden aforoz edilen işçi-emekçi, sendikal mücadeleye de
yabancılaştırılır, o sadece kâğıt üzerinde bir üyedir, yetki sayımında
istatistikî veridir.
Kapitalist
toplum düzeninde de insan sadece sayısal bir veridir, dijital bir semboldür.
Sendikal mücadelenin iletişim mekânı da böylece whatsapp grubuna devredilir.
KESK düzenlediği sempozyumlarda, AB ülkelerinin sendika ve STK temsilcilerine
kürsü verir, fakat kendi üyesi hiçbir emekçiye söz hakkı vermez. Sempozyumun
konusuna uygun iş kolunda çalışan emekçinin görüş bildirme “hakkı” yoktur.
Kavramların mübadele süreci biyolojide geçen crossing-over gibidir
(genetik parça değişimi).
Günümüz
sömürü düzeninde sendikacılık öyle bir noktaya gelmiştir ki sosyal medya
üzerinden oluşturulan meslek grupları, sadece paylaşım yapıp, gezi düzenleyerek
yakaladığı rüzgarla sendika kurmaktadır. Sendikanın özünden habersiz bu
oluşumlar, ilk bin ve ilk üç bin üyeye özel kampanyalar/sürprizler vaat
etmektedir. Sınıf mücadelesi temelinde yükselmeyen sendikal hat, öznel birey
kurgusuyla sınıf hareketini atomize etmektedir. Sosyal meydanın sosyal medyaya
verildiği kapitalist toplum düzeninde sendikacılık da bu durumdan payını almaktadır.
Sendika da pazar ilişkisine iniyorsa ve bu yeni sınıf dışı oluşumlar ortaya
çıkıyorsa, bunun ana nedeni, sınıf mücadelesini esas alan bir sendikanın mevcut
olmamasıdır.
Bugün
1 Mayıs tertip komitesinin diğer bileşeni olan DİSK’in durumunun da KESK’ten
çok farkı yoktur. DİSK, AB fonlarından “yararlanan” ilk sendikadır. Hayalini
kurduğu Avrupa tipi sendikacılığın bile çok gerisindedir. O, sadece sermayenin
temsilcisi olan patronla oturarak poz vermeyi tercih eder, çünkü onun için de
işçi “geri”dir, işçi üretendir, fakat yöneten olamaz. Her 1 Mayıs geldiğinde
tarihsel alanı olan Taksim’i güvercinlere ve çiçeklere bırakır, Taksim diye
diretmeden, gideceği dolgu ve çimenlik alanı kendisi teklif eder. O da “işçi
sınıfının biricik gazetesi” gibi Taksim diye diretmeyi “fetişizm” olarak görür.
“Bir dahaki yıl Taksim’deyiz” sözü verilerek Maltepe’ye pikniğe gidilir.
Tarihten ve mekândan yalıtılan mücadele, işçi ve emekçinin zararına sonuçlanır.
Mekân fetişizm değildir, mekândan çekilme sınıf mücadelesinden çekilmedir. Onun
da barınma krizine dair söyleyeceği tek söz yoktur, fakat kiralar asgari ücreti
bile aşmıştır.
Maltepe’deki
illüzyon, 1 Mayıs alanını şehir suçu sayan TMMOB ise orada 1 Mayıs kutlamaktan
geri kalmaz. Meslek odasına bağlı bir iş kolunda yapılan seçimi sol kesimlerin
kendi içinde ikiye bölünmesiyle gerici-sağ ittifak adayının kazanmasıyla
burjuvaziye ve egemenlere destek olmaktan çekinmez. Sendika sınıfı yok sayar,
meslek odası da şehir suçu saydığı alanı kutsar. Barınma krizine dair TMMOB’un
da sendikalarla ortak mücadele yürüttüğü bir mücadele programı bulunmaz. Yerel
seçimlerde kendine yakın adayın kazandığı belediyelerin onayıyla yapılıp
depremde yıkılan binalara dair de TMMOB’un hiçbir sözü yoktur.
Odaların
ve sendikaların kendi iş koluna yabancılaşma sürecinin diğer bileşeni de
TTB’dir. Salgın döneminde aşı yapılması için baskı yapan TTB, hazırladığı
“bilimsel” raporlarla Eğitim Sen’i yönlendirip okulların kapatılması yönünde
propaganda yapılmasına destek olur. Aşılar hakkında açılan davalar için yeterince
bilimsel kanıt oluştuktan sonra TTB, hiçbir özeleştiri yapmadığı gibi, bu
konuyu bir daha gündemine almaz. Aynı şekilde, ülkede artan antidepresan
krizine dair geliştirdiği bir mücadele programı yoktur. Bu dört yapının da
ortak kimliği, sosyal medya hesaplarına yazmaktan çekinmedikleri STK’dır.
Sol
Hareketler, Emperyalizm ve Anti-emperyalizm
Yaşadığımız
tarihsel dönem emperyalizm çağıdır. 1990 süreciyle sol, antiemperyalist
perspektifini kaybetmiştir. Onun kalbinin attığı yer, kimlikler; mantığının
işlediği yer, anti-Marksizmdir. Komplo teorilerinin nostaljik anlatıya
dönüştüğü günümüzde “anti-emperyalizm” kavramı sol açısından ulusalcı söylemin
tekelindedir. O, artık kimlikçi ve radikal demokrattır. Gülşen’de laiklik
bayrağı, LGBT’de demokrasi mücadelesi, bireyci anarşizmde aranan medet, ezilen
kimliklerdeki isyan, cinsiyette çatışma solun temel motivasyon kaynağıdır.
Sol
için artık kapitalizm patriyarka, burjuvazi ise erkektir. Bir konuşmasında
zengin, yaşlı ve beyaz erkekler kulübünü dağıtacağını kitleye ajite eden “işçi”
partisi vekili Sera Kadıgil’in partisinin başkanı, bu halka sosyalizmi
anlattığını iddia ederek, gelmediği bir tarihin üzerine kendini inşa
etmektedir. Aynı vekil, siyasetten uzak bir gün geçirip evde Netflix izleyerek
“mala bağlama” özlemi olduğunu söylemektedir, çünkü Netflix, artık kapitalist
gerçekçi akımın emperyalist medya kuruluşudur ve halkların zihin işgalinin
ideolojik aygıtının parçasıdır.
Bağlı olduğu parti, 30 Mart 2023’te Meclis’te gerçekleşen Finlandiya’nın askeri pakt anlaşmasına katılma oylamasına gitmektense yaklaşan genel seçimler için katalog çekimine gitmeyi tercih etmiştir, çünkü o artık sadece fotoğraftır/ gösteridir. Halka sosyalizm anlatan partinin ismini almıştır, fakat geçmişteki partinin anti-emperyalist duruşunu terk etmiştir. Bu, bir tesadüf değildir, çünkü üç yüz küsur sayfalık dosyayla hangi emperyalist ülke kuruluşlarından nasıl fon alınacağını açıklayan LGBT hareketinin bayrağını onur/pride haftasında parti bürolarının duvarına asabilmiştir.
Aynı bayrak, emperyalist ülkelerin büyükelçiliklerinin binasına da asılmaktadır. Destekçisi olduğu LGBT hareketi, Ukrayna’daki faşist neo-nazi taburuna destek vermekte beis görmemektedir. Küresel bir harekete dönüşen LGBT, onur haftasında “Babamız Bandera” marşını söyleyerek faşizme kol kanat germektedir. Destekçisi olduğu Ukrayna faşisti neo-naziler 1 Mayıs’ta Odesa’da sendika binasına sıkışan 52 işçi-emekçiyi yakmıştır.
Kadıgil’in partisinin bir adım ötesine geçen Kadıköy partisi ise milyonlarca Sovyet’in faşizm karşısında uğrunda canını verdiği orak çekiçli bayrağa gökkuşağı renklerini eklemiştir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kuracağını iddia eden, söylemiyle ve bayrağıyla sosyalist olduklarını savunan bu çevrelerin emek mücadelesinin bedel ödenerek üretilmiş sloganlarını cinsel kavramlarla ve küfürlerle tahrif eden LGBT’ye tek ideolojik eleştirisi olmaması, onlar açısından bir çelişki arz etmez, çünkü bu ülkede ezilen kimliklerin ticareti sol tarafından yapılmaktadır. O, kaybettiği sınıfı kimliklerin kitlesinde aramaktadır. O yüzden kimlik mücadelesi ideolojik eleştiriden azadedir, fakat işçi sınıfı “cahil ve geri”dir, çünkü kendine oy vermedikleri için sömürülmekteyizdir. Sera Kadıgil’lerin partisi için LGBT’ye ve Ukrayna’ya destek, genel seçimlerde mültecileri kovma sözü veren adaya destekle perçinlenmektedir. Onlar için mültecilik, emperyalizmin bir krizi/travması değildir çünkü işçi “beyaz” olmak zorundadır.
Ukrayna
ve anti-emperyalizm konusunda benzer duruş, işçi sınıfının biricik gazetesinde
yer alan köşe yazarlarının Ukrayna liderinin halkıyla bütünleşerek tarihe geçen
lider olduğu iddiasıyla netleşmiştir. Süreç içinde geri adım atan gazete,
Finlandiya konusunda yapılan meclis oylamasını hiçbir sol parti vekilinin
oylamaya katılmadığı gerçeğini örtbas ederek, burjuva medyanın yöntemlerine sığınmıştır.
Sağ oylarla kabul çıktığının haber içeriği olarak verilmesi “oy birliği” ile
sonuçlandığı gerçeğini gizlemektedir. O da içinde bulunduğu seçim ittifakı gibi
antiemperyalist değildir. Bağlı olduğu seçim ittifakının nicel gücünü oluşturan
ve ülkedeki radikal demokrasi hareketinin savunucusu olduğunu iddia eden
partinin bir vekili de Finlandiya’nın kaygılarını anladıklarını dile getirerek,
oylamaya katılıp “hayır!” oyu vermeyi reddetmiştir.
Solun
önemli bir kesiminin en büyük kaygısı İranlaşmaktır. Öyle olursa nefes
alamayız. Her yanda türeyen tarikat ve hurafe düzeninin doğrudan işçi sınıfı
üzerinde baskı oluşturmak olduğunun üstünü sol örtmektedir. Laiklik üzerinden
kimlik yarılması gerçekleştirerek sınıfı parçaladığını fark etmeyenler, ülkenin
İranlaşmayıp Asyalaştığını ve Afrikalaştığını gizlemektedir.
Sınıfsal
perspektifle değerlendirildiğinde, tarikat düzeni medya gibi ideolojik bir
aygıt olarak sınıf bilinci üzerinde basınç oluşturmaktadır. Bu yüzden onun akıl
hocası medeniyetler çatışmasını savunan Huntington’dır. Solun derdi ise
Avrupalaşmaktır. Tanzimattan beri tutulduğu Avrupa/Batı hayranlığı, solun
sınıfsal bilincini bulandırmaktadır. Onun için çelişki Doğu-Batı arasındadır,
çünkü sol artık yurtsuzdur. Onun yaşam tarzı tehdit altındadır, çünkü o, Haziran
direnişinin Gezi kanadına binerek halka gökyüzünden bakmaktadır ve işçi, artık
kaçılması gereken “alt” bir formdur. Onun 1 Mayıs afişinde artık nasırlı eller
yerine kalem tutan orta sınıf eller vardır. Bu yüzden işçi sınıfı bilinçsizlik
ve gerilikle suçlanır, onla ilgili yapılan her hakaret ve eleştiridir bir
arınma biçimidir. O da kimlikler gibi ezilendir, ama eleştiriden azade
değildir. Eleştirilmek zorundadır (!) çünkü et yer -alabiliyorsa(!)- ve böylece
vegan bir dünya kurulmasının önündeki en büyük engeldir. İşçi sınıfının
ideolojisine mücadele geliştiremeyenler küçük burjuva hassasiyetiyle hayvan
dostlarımıza yönelir, çünkü proletarya kadar “vahşi” değildir ve varoşta
yaşamaz, ataerkil değildir, fakat bu hayvansever vegan, sol hayvanı
evcilleştirip iğdiş ederek onun bedenine müdahale etmekte etik bir sakınca
görmez.
Onun
bu kurtarıcı ideolojisinin megafonluğu sendikalardır. Bu yüzden İstanbul 1 Nolu
Eğitim Sen’de Vegan Kortej’e basın açıklaması yapması için alan açılır. Bu
yönüyle sol, ekolojist anarşisttir. Aynı sol, Ortadoğu’nun ekolojisinin petrol
uğruna tahrip edilmesine ses çıkarmaz, çünkü ölen Müslüman Ortadoğu toplumudur,
bunda bir beis görmemektedir(!) Huntington’ın medeniyetler çatışması bunu
emreder.
Otopoiesis
1990
sonrasını oluşturan solun önemli bir bölümü anti-emperyalist değildir ve sınıf
uzlaşmacıdır. Bunun temel nedeni, ideolojik mücadele alanının terk edilerek
kimlikler mücadelesine alanına ve toplumsal olandan bireysel olana
çekinilmesidir. İçinde bulunduğumuz krizi aşmanın yolu ideolojik mücadeleyi ve
tartışmayı yürütmekten geçmektedir.
Otopoiesis terimi,
kendi devamlılığını sağlamak için kendini yeniden üreten sistemler için
kullanılmaktadır. Bu noktada ideolojik mücadelenin verileceği akımlar bireyci
anarşizm, post-modernizm, post-marksizm, beden teorisini esas alan yeni
feminist dalga, radikal demokrasi, sivil toplumculuk ve yeni sol hareketleri
temel alan, sınıfsallıktan soyutlanmış kimlikler mücadelesidir. Bu ideolojik
mücadele yürütülmediğinde, ekonomiden sanata, insan duygularına ve benliğine,
bizi biz yapan yüzyılların birikimi olan değer sistemimize, sloganlarımıza ve
kavramlarımıza, tarihimize, insan ilişkilerinin sıcaklığına ve mahremiyetine
kadar insanın kurtuluşunu sağlayacak her alan çürümenin yaydığı deformasyondan
kurtulamayacaktır.
S. Adalı
16
Temmuz 2023
Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Erdoğan Başar, Sol Yayınları, Ekim
1966 Ankara, s. 35.
[2] Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları, çev. Muzaffer Erdost, Ankara 2011, s. 127.
0 Yorum:
Yorum Gönder