17 Aralık 2012

Müslüman Mahallesinde Kandil Simidi Satmak



Müslüman mahallenin salyangoz tüccarlarına kapıları kapalıydı. Salyangoz tüccarları Hıristiyan’dı ve kapılar bu nedenle mühürlüydü. Belki de Müslüman mahalle, Osmanlı’da Hristiyan’ın veya Yahudi’nin hâkimiyeti altındaki İstanbul pazarlarına giriş iznini padişahtan dilendiği, başı bağlı anlamında “serbest” belgesini aldığı günlerin intikamını alıyordu.

Devlet ideolojisinin tahkimi ve sürekliliği için devreye sokulduğu, merkezî kılındığı günlerden beri bu sefer “gâvur” giremez oldu o pazara. Ama esasında mesele, salt salyangoz gibi bu toprakların mutfak kültüründe olmayan “mekruh” bir canlının satılmamasına indirgendi ama batı menşeli ticaret, İzmir ve Antalya üzerinden, özellikle kaçakçılığın verdiği destekle, güçlendi.

Bugünkü tüccar, bugünkü kapitalist, “işte şimdi gerçek anlamda burjuvazinin doğmakta olduğunu” hem sol hem sağ kalemşorlarına söyletir oldu. Allah’ı bilip tüm yeryüzünü ifsad etme hakkını haiz olduğunu düşünenler, Müslüman olup salt kendisini insan, kendisi dışındakileri hayvan görenler, Müslüman mahallesini ele geçirdiler. Birinciler, ifsad edenler, fena hâlde, Afrika’yı ve Latin Amerika’yı yağmalayan Hıristiyan misyonerlere, ikinciler de fena hâlde Yahudi bankerlere ve tefecilere benzemeye başladı t.

Bu süreç dâhilinde, doğal olarak “Müslüman mahallesinde “yeşile boyanmış salyangoz” satmak da mümkün değildi. Artık salyangoz, birçok “mekruh” veya “haram” yiyeceğin pazara girişini örten bir kılıfa dönmüştü. Belki ticarî ve genelde iktisadî ilişkiler değişmiş, Müslüman tüccar “başı bağlı” olmaktan kurtulmuştu ama o başın içi daha fazla zincirli, daha fazla bağlıydı. Zira mücadele etmeden gelen özgürlük, başkalarının özgürlüğüydü.

Bugünün neoliberal nizamında özgürlük sadece tekellere dair ve sadece onlara aitti. Öte yandan, tüm husumetini başı bağlı, başörtülü kızlara yönelten Kemalist, laik zihniyetin söz konusu ticarî ve iktisadî zincirlere tek laf etmedikleri de bir gerçekti.

Elbette Müslüman mahallesinde kandil simidi satmak, ilk bakışta saf ve sahihmiş gibi görünüyordu. Artık herkes ümmet, millet, cemaat olmaktan çıkıp bireye kapanıyor, her şeyin alınıp satıldığı pazarda birey de kendisini satılabilir ve alınabilir metaa dönüştürmek durumunda kalıyordu. Hayırlı bir bidat olarak kandil, İsevî manada Hz. İsa’nın etinin mecazı olan ekmeği bu yolla yiyordu. Olabilirdi. Ama bunun ticareti, saf Müslüman, ama saf anlamda birey olanın neoliberal piyasaların kulu olmasından başka bir anlama sahip değildi.

İtirazlar tabiî ki makbul ve makuldü: Müslüman mahallesine, tezgâhındaki salyangozla girilemezdi. Salyangozu, yani batılı değerleri veya siyaseti İslamî bir renge, yeşile, boyayarak satmak da mümkün değildi. Ama bu itiraz, güç, enerji, takat bakımından, kandil simidinin satılmasına karşı çıkmayı asla içermiyordu. Oysa içinde yaşadığımız nizamda esasen tehlikeli olan da buydu: AVM ile cami arasındaki mana ve muhteviyat çizgisi silinmiş, her ikisi iç içe geçmişti.

* * *

Bugün pazarın, siyaset alanının ve hayatın kriz noktaları, Ak Parti şahsında, Müslüman mahalleye birebir yansıyor. Sömürü ve zulmü tüm çıplaklığıyla yaşayan Müslüman mahalle, Allah’a açtığı avuçlarını artık kandil simidi tüccarlarına çevirmiş durumda. Bu ticaretin kırıntılarıyla beslenmeyi asla zul ve zulüm görmüyor. Simidin en azından susamlarını yemek ve rahata ermek dışında yapabileceği bir şey yok.

Farklı bir siyasî huruc biçimi olarak Kürd dinamiği, Müslüman mahallesinde de kimi etkilere yol açıyor. Huruc, mahalleyi de vuruyor. Kendilik kaderi değil, kader kendiliği tayin ediyor. Belki yeni pazar oluştuğundan, belki de yeni bir ortaklık sofrası kurulduğundan, Kürd, kendi elindeki kılıçla, bu nizamdan ve ilişkilerden kendisini kesip atıyor.

Ak Parti, güç ve iktidar olmayı başöğretmeninden öğreniyor. O da CHP il başkanlarının aynı zamanda vali oldukları dönemi aynı kibirle yineliyor ve Tayyip Erdoğan, valilere kışın Müslüman mahallesine kömür dağıtmalarını emrediyor. İstediği zaman “yargıya gerekli talimatı verdik” diyor, Allah’lık taslayıp, “ülkede hiçbir derenin ve nehrin kafasına göre akamayacağını”, bunların yağmaya açılması gerektiğini söylüyor.

Simitle idare eden Müslüman mahalle de genişleme imkânlarını burada görüyor: “herkes ne kadar ekmeğe muhtaç kılınırsa, ekmek fırını da bizde kaldığı sürece bizim mahalle güçlü kalır” diye düşünüyor. Bu yaklaşımın taktığı prangaları, zincirleri, kıpırdamadığı için hiç mi hiç hissetmiyor.

Ak Parti, “bu ülkeye komünizm gerekirse, onu da biz getiririz, size ne oluyor, siz tebaasınız” diyen Ankara valisi gibi düşünüyor. Bu açıdan, biraz kendi solunu türetiyor, biraz kendi muhalefetini maniple ediyor, Fethullah ise, Selçuklu veziri, mülkün nizam sözcüsü, Nizamülmülk türü hocalarından aldığı eğitimle, Tayyip’e “her sultanın ona eksiklerini gösterecek, yanlışlarını söyleyecek, bir tür ‘şeytanî’ manada uyarıcı, vezire ihtiyacı vardır” türünden mesaj yolluyor ve özünde “bu vezir benim” diyor.

Fethullah, Müslüman mahallesinin umacısı CHP’yi aba altındaki sopa misali sallıyor, “yola gelmezsen, CHP’yi desteklerim” diyor. Kaçakçılık ve ticaretle palazlanan İzmir’in ideolojisi üzerine kurulu CHP ise bu rant kavgasında umacı olmaya razı bir pozisyon alıyor. Müşteri çekmek için kayıkçıların yalandan çıkarttıkları kavgaya benzer bir didişme, siyaset alanının köpüğü olarak vücut buluyor.

Bu safhada Ak Parti iktidarı ile yetinmeyen, bu iktidar karşısında hayal kırıklığına uğrayan, Ak Parti’nin zevahire zarar verdiğini düşünenler, bir biçimde mahalleyi kendilerince koruma altına alıyorlar. Osmanlı’dan, hatta Emevî’den beri mahallenin iktidara göre, iktidar için ve iktidar içi bir yerde tesis edildiğini görmek istemiyor. Muaviye’nin veya Fatih’in devletten mahalleye uzanan nizamatının ilham kaynağının Bizans-Roma olduğuna bakılmıyor.

Roma mimarîsi, merkeze kiliseyi, önüne meydanı koyuyor, tüm yollar o meydana çıkıyor, hanelerle birlikte bir mahalle tesis edilmiş oluyor. Emevî’de ve Osmanlı’da şeklî bir değişiklikle, kilisenin yerini cami alıyor. Ama o camide ne Allah’ın kelâmı işitiliyor ne de alın secdeye Peygamber gibi değiyor.

Paganizm eleştirisi baki kalmak üzere, esas olarak dönemin kireçleşmiş formel dinleri, Hristiyanlık ve Yahudiliğe karşı bir “din dışı” hatta “dinsizlik” hareketi olan İslam, kitabında, “Biz ne Hristiyanız ne Yahudi, biz İbrahim’in dinindeyiz” buyuruyor. Mahallenin merkezinde devletin bir kalesi olarak inşa edilen cami, devletin Allah’sız Kitab’sız mevcudiyetinin bir tecessüsü oluyor kimi zaman.

Müslüman’a ise kandil simidiyle yetinmek düşüyor. O, batının şaşası, cüssesi karşısında ezilmediği için “Padişahım çok yaşa!” diye bağırıyor. Zevahiri kurtardığını zannediyor ama zevahir kurtulurken, sol memenin altındaki cevahir zamanla kararıyor.

* * *

Bugün meseleyi tek başına Ak Parti’ye indirgemek hatalı. Bu yaklaşım, “işin başı ve sonu benim” kibriyle ayakta duran bu partinin, kendisini Kemalizm gibi sui generis, nev-i şahsına münhasır, özel, güzel, yepyeni, özgün bir pratik olarak satmasına katkı sunuyor.

Ak Parti, sömürü ve zulme karşı mücadelenin ortak hedefinin bir parçası kılınması gerekiyor. Bu ister sosyalist ister İslamcı bir yerden yapılsın, yerel, bölgesel ve dünyasal bir bağlamın dâhilinde anlaşılması gereken bir mesele. Böylesi bir bağlam içre düşünüp hareket etmeksizin, Ak Parti’nin politikasını Müslüman mahalle üzerinde ve üzerinden tahkim etmesine karşı çaresiz kalmak kaçınılmazdır.

Mesele, bu noktada Müslüman mahallede kalmak ama öte yandan mahallenin genişleme imkânlarını iktidara karşı bir silâha dönüştürmeyi bilmektir. CHP umacısı karşısında mahallenin olduğu hâliyle muhafazasını tek siyaset belleyen yaklaşımların Ak Parti’nin kendi iktidarını Müslüman mahalle üzerinde ve üzerinden tahkim etmesi sürecinde basit bir tuğla olmak dışında pek bir şansı yoktur.

Dolayısıyla, belki de İslamcıların ve sosyalistlerin bugün ortaklaşa dile dökecekleri şiar şudur. “Ey Müslüman mahalle, imanın, tevhidî mücadelen sömürücülerin-zalimlerin eliyle zincirlenmiştir. Bu zincirleri kırarak önünde kazanacağın eşit ve âdil bir dünya vardır. Kıyam eyle!”

Eren Balkır
16 Aralık 2012

10 Aralık 2012

,

Futbol ve Filistin


Biz Avrupalı futbolcular olarak bugün kuşatma altında yaşayan ve temel insanî haysiyeti ile hürriyeti inkâr edilen Gazze halkı ile dayanışma içinde olduğumuzu ifade ediyoruz. İsrail’in yüzden fazla sivilin katli ile sonuçlanan Gazze’ye yönelik bombardımanı dünyanın vicdanına başka bir leke daha düşürmüştür.

Bizler, İsrail ordusunun Gazze’deki bir stadyuma 10 Kasım 2012’de saldırdığından ve burada futbol oynayan dört gencin saldırı sonucu katledildiğinden haberdarız.

Futbol oynarken çocukların katledilmeleri kabul edilemez. Bu koşullarda İsrail'in UEFA 21 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası’na ev sahipliği yapması bu devlet için bir ödül niteliğinde olacaktır ve böylesi bir durum spor değerlerine elbette ki aykırıdır.

Kısa süre önce yapılan ateşkese rağmen Filistinliler hâlâ işgal altındaki umutsuz hayatlarına tahammül etmeye zorlanıyorlar. Filistinlilerin uluslararası toplum tarafından korunması zorunlu. Tüm insanların hayatlarını haysiyet, hürriyet ve güvenlik içinde sürdürme hakları vardır.

Yukarıdaki ifadeler Malili yıldız futbolcu Frédéric Oumar Kanouté’nin kendi internet sitesinde yayınladığı dilekçe metninden alıntı. Dilekçe, bir sonraki 21 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası’nın İsrail’de yapılacak olmasını protesto etmek amacıyla Avrupa Futbol Federasyonları Birliği’ne (UEFA) gönderilmiş. Bildiri, aralarında Chelsea futbolcusu Belçikalı Eden Hazard’ın, Arsenalli Fransız Abou Diaby ve Paris Saint-Germain’li Jérémy Ménez’in bulunduğu 62 Avrupalı futbolcu imzalamış. (Fildişili futbolcu Didier Drogba başta imzalamış ama sonra destek vermeyi reddetmiş.)

Ayrıca, sitede “Filistin” yazılı armalar bulunan gömlekler giyen imzacı futbolcuların turnuvanın İsrail’de yapılmasını protesto etmek amacıyla ellerinde “hayır” yazılı dövizler tutan fotoğrafları yayınlanmış.

Dilekçe için öncülük eden Kanouté’nin adalet yanında saf duruşu ilk değil. Ocak 2009’da İspanya’daki kupa maçında eski kulübü Sevilla adına gol attıktan sonra muhtelif dillerde “Filistin” yazılı tişörtünü göstermek için formasını kaldırmıştı. Bu eylemi sonrası Kanouté sarı kart gördü ve maçın ardından da politik mesaj verdiği gerekçesiyle cezaya çarptırıldı.

O dönemde Kanouté’nin amacı, İsrail’in Gazze’ye yönelik kanlı Dökme Kurşun Operasyonu esnasında dünyayı Filistinlilere dönük tatbik edilen adaletsizlik konusunda uyarmaktı. İki yıl sonra, İsrail’in gerçekleştirdiği saldırı ardından, bu sefer en azından futbol dünyası içinde kısmen başarılı olmuş gibi görünüyor.

Sonrasında Real Madrid’in Brezilyalı yıldız savunma oyuncusu Marcelo Vieira da Facebook sayfasında İsrail’e karşı Filistinlilerin yürüttüğü mücadeleyi destekleyen bir mesaj atınca ortalığı ayağa kaldırdı.

Arjantinli efsane futbolcu Diego Maradona da benzer bir tavır geliştirdi. BAE’de Vasl isimli takımın teknik direktörlüğünü yaptığı günlerde, çok öncesinde bir Arap hayranın kendisine verdiği siyah-beyaz Filistin kefiyesi ile çıktı kameraların karşısına. Maradona yüzünü kameralara dönüp zafer işareti yaparak “Yaşasın Filistin!” diye bağırdı sonra.

Fransa’nın ve Manchester United’ın eski yıldız futbolcusu Eric Cantona da geçen yıl başlarında mahkemeye çıkartılmaksızın tutuklanan Filistinli futbolcuları destekleyen isimlerden biriydi. Bilindiği üzere bu futbolculardan biri olan Mahmud Sarsak üç yıllık mahkûmiyete çarptırılmış, Sarsak koşulları protesto etmek için 90 günlük bir açlık grevi gerçekleştirmişti. Cantona bu futbolcular adına kampanya başlattı ve başında hemşerisi Michel Platini’nin bulunduğu UEFA’yı 21 yaş altı futbol turnuvasının İsrail’de yapılmasına izin verdiği için şiddetle kınayarak şunları söyledi:

“Filistin’de ırkçılık, insan hakları ihlâlleri ve uluslararası hukukun kapsamlı bir biçimde delinmesi her gün yaşanan bir durumdur. Şimdi İsrail’in dokunulmazlığına bir son vermenin ve başka devletler için talep ettiğimiz, eşitlik, adalet ve uluslararası hukuka saygıya ait aynı standartlar üzerinde ısrarcı olmanın tam vaktidir.”

İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısı ardından Real Madrid’in Portekizli yıldızı Cristiano Ronaldo, Filistinli çocuklara yardım etmek amacıyla 1,5 milyon avro bağışta bulundu. Alman futbolcu Mesut Özil ise Gazzelilerle dayanışma içinde olduğunu ifade etti ve saldırıda futbol oynarken katledilen 12 yaşındaki Hamid Ebu-Dagga’nın üzerinde kendi formasının olduğunu duyduğunda hissettiği acıyı dile getirdi. Juventuslu Arturo Vidal ise -memleketi Şili’de büyük bir Filistin cemaati mevcut, hatta alt kümede “Palestino” isminde bir de kulüp var- sosyal medya aracılığıyla Filistin davasına dönük desteğini şu şekilde dillendirdi: “İsrail’e ve Siyonizme Hayır! Filistin’e Özgürlük! Bu benim ve tüm arkadaşlarımın paylaştığı bir fikir.”

Bu türden duygular, sadece futbolcular değil İskoçya’daki Celtic ve İtalya’daki Lazio, Roma ve Livorno gibi kulüp taraftarları arasında da giderek artan bir biçimde yankısını buluyor.

Futbol, artık bir klişe olmaktan çıkıyor ve zamanla bir topa vurmanın, şöhret ve servet içinde hayatın tadını çıkartan futbolcuların ötesinde bir şey hâline geldi. Bazı futbolcular artık futbolun Filistin gibi insanî davaların desteklenmesi noktasında önemli ve güçlü bir rol oynayabileceğini söylüyorlar. Bu tavırları ile elbette oynadıkları futbol dışında bu türden eylemleri ve duruşları ile bizim takdirimizi fazlasıyla hak ediyorlar.

Hasan Zeyneddin

İmzacılar
Gael Angoula, Bastia Spor Kulübü (Fransa)
Kerim Ait-Fana, Montpellier HSC (Fransa)
Demba Ba, Newcastle United (İngiltere)
Abdoulaye Baldé, AC Lumezzane (İtalya)
Chahir Belghazouani, AC Ajaccio (Fransa)
Leon Best, Blackburn Rovers Futbol Kulübü (İngiltere)
Ryad Boudebouz, Sochaux Montbéliard Futbol Kulübü (Fransa)
Yacine Brahimi, Granada Futbol Kulübü (İspanya)
Jonathan Bru, Melbourne Victory (Avustralya)
Aatif Chahechouche, Sivasspor Kulübü (Türkiye)
Pascal Chimbonda, Doncaster Rovers Futbol Kulübü (İngiltere)
Papiss Cissé, Newcastle United (İngiltere)
Omar Daf, Sochaux Montbéliard Futbol Kulübü (Fransa)
Issiar Dia, Lekhwiya (Katar)
Abou Diaby, Arsenal Futbol Kulübü (İngiltere)
Alou Diarra, West Ham (İngiltere)
Samba Diakité, Queens Park Rangers (İngiltere)
Pape Diop, West Ham United (İngiltere)
Abdoulaye Doucouré, Stade Rennais (Fransa)
Ibrahim Duplus, Sochaux Montbéliard (Fransa)
Soudani El-Arabi Hilal, Vitoria Sport Club Guimares (Portekiz)
Jires Kembo Ekoko, El Ayn Futbol Kulübü (Birleşik Arap Emirlikleri)
Nathan Ellington, Ipswich Town Futbol Kulübü (İngiltere)
Doudou Jacques Faty, Sivasspor Kulübü (Türkiye)
Ricardo Faty, AC Ajaccio (Fransa)
Chris Gadi, US Boulogne (Fransa)
Remi Gomis, FC Valenciennes (Fransa)
Florent Hanin, SC Braga (Portekiz)
Eden Hazard, Chelsea Futbol Kulübü (İngiltere)
Diomansy Kamara, Eskişehirspor Kulübü (Türkiye)
Frédéric Kanouté, Beijing Guoan (Çin)
Djamal Mahamat, Sporting Braga (Portekiz)
Kader Manganne, El-Hilâl Riyad Futbol Kulübü (Suudi Arabistan)
Sylvain Marveaux, Newcastle United (İngiltere)
Nicolas Maurice-Belay, FC Girondins de Bordeaux (Fransa)
Cheikh M’bengué, Toulouse Futbol Kulübü (Fransa)
Jérémy Menez, Paris Saint-Germain Futbol Kulübü (Fransa)
Laurent Nardol, Chartres Futbol Kulübü (Fransa)
Mahamadou N’diaye, Vitoria Sport Club Guimares (Portekiz)
Mamadou Niang, El-Sadd SC (Katar)
Mbaye Niang, SM Caen (Fransa)
Fabrice Numeric, FK Slovan Duslo Sala (Slovakya)
Billel Umrani, Olympique de Marseille (Fransa)
Lamine Sané, FC Girondins de Bordeaux (Fransa)
Mamady Sidibé, Stoke City Futbol Kulübü (İngiltere)
Momo Sissoko, Paris Saint-Germain Futbol Kulübü (Fransa)
Cheikh Tioté, Newcastle United (İngiltere)
AdamaTraoré, Melbourne Victory (Avustralya)
Armand Traoré, Queen Park Rangers FC (İngiltere)
Djimi Traore, (Mali)
Moussa Sow, Fenerbahçe Spor Kulübü (Türkiye)
Hassan Yebda, Granada Futbol Kulübü (İspanya)

09 Aralık 2012

,

Talebe, İşçi ve Yoldaş


Bilmem kaç yılını Marksizme, sosyalizme ya da devrimciliğe hasır etmiş kesimler, Kürd dinamiği ile kendince ilişki kuruyorlar. Bir kısmı için Kürd ve doğu karanlık olgular, bir kısmı içinse Kürd dinamiği en fazla virtüözite düzeyinde ehemmiyet kazanabiliyor. Yani Kürd dinamiği ile ancak güç olma, kitleleri seferber edebilme, politik müdahale becerisi ve silâhlı mücadeledeki başarı üzerinden ilişki kurulabiliyor.

Batı’daki Kürd ise bu ilişkinin içinde başkalaşıyor zamanla. Kavganın, mücadelenin ve savaşın yoğunluğunun düştüğü momentte Kürd ulusal kurtuluş mücadelesinin küçük burjuva karakteri iyiden iyiye açığa çıkıyor. Daha doğrusu, Türkiye solu düzleminde öne çıkartılıyor. O, “Türkiyelileştikçe” küçük burjuvalaşıyor.

Fanon’dan Amilcar Cabral’a birçok isim, mücadelenin küçük burjuva niteliğini eleştiriyor. Bu niteliğin giderek galebe çaldığı ve son dönemde geriye dönük, derinlikli tartışmaların, özeleştirilerin hâsıl olduğu Güney Afrikalı solcular, Almanya’da Kürdlerin tertiplediği sempozyumda, “Bizim yürüdüğümüz yoldan yürümeyin, bizim gibi olmayın” telkininde bulunuyorlar. Ama Kürd, ısrarla Mandela imal etmeye çalışıyor.

Esas olarak Türk solu, kendi küçük burjuva niteliğini Kürd’de temize çıkartmaya, aklamaya çalışıyor. Kürd, küçük burjuva eleştirilerinin geri plana itilmesi için gerekli zemini teşkil ediyor. Madem ki küçük burjuva bu denli devleti köşeye sıkıştırabiliyor, o vakit, “e, ben de küçük burjuvayım, bu dinamiğin gölgesine sığınayım ve bir şey yapıyormuş gibi görüneyim” deniliyor. Kürd’ün başkaldırısı, bu küçük burjuvanın kendisini temize çıkartma gayreti içinde absorbe ediliyor ve esas olarak tersten, Kürd’ü müesses nizam içinde tutmaya dönük faşizan müdahalelere liberal bir yerden eklemleniyor.

Örneğin DSİP çizgisi, Kürd’le ittifak yapıldığı 96’da gidip CHP’ye oy verilmesini telkin ediyorken, bağlı olduğu İngiltere’deki Sosyalist İşçi Partisi çizgisinin orada İşçi Partisi’ni desteklediği gerçeğini bir biçimde gizliyor. Yıllar sonra İşçi Partisi içinden bir ekip Respect Party’yi kurduğu vakit destek, bu sefer Müslümanlara ve AKP’ye kayıyor.

Respect, bir biçimde ülkede giderek ciddi bir nüfusa ulaşan Müslümanları sisteme entegre etme ve eklemleme girişimi olarak vücut buluyor. Demokrasi, Müslümanların yutulması için Respect’e emir veriyor. Yutan iradeyi sorgulamak gerekiyor.

Aynı şekilde, HDK, temel teorik, ideolojik ve politik zeminini Alman Sol Partisi’nde buluyor. Die Linke olarak anılan bu parti, esasen Doğu Almanya’nın ortadan kalkması sonrası yaşanan sosyolojik, iktisadî ve politik krizi gidermek için SPD’nin, yani sosyal demokratların sola doğru bir kol çıkartması olarak vücut buluyor. Bugün Die Linke’nin giderek sağcılaştığından dem vuruluyor. Başta yapılan güzellemeler, partinin demokrasi içi mekanizmalara örgütlenmesi ile yerini yüzeysel kimi eleştirilere bırakıyor.

Özetle; kimse, Müslümanları ve Doğu Almanları iktidara karşı devrimci bir ocak olarak örgütlemeyi düşünmüyor. Bu pratik, doğal olarak, sistemle, müesses nizamla, demokrasiyle, devletle ve iktisadî ilişkilerle olumlu ilişkiler kuran ya da kurabilecek (İngiltere örneğinde) Müslümanların ve (Almanya örneğinde) doğu Almanların belirli bir bölüğünün ön plana çıkmasına neden oluyor. Teori de, ideoloji de, politika da bu bölüğe göre tanzim ediliyor.

Eğer böylesi bir bölük, Kürd örneğinde Türkiye’de de oluşmuşsa, bu bölüğün koşulladığı teori, ideoloji ve politika, genel mücadeleyi de vuruyor. Yakın dönemde yapılan seçimlerde koca koca örgütler, “bize neden milletvekili kontenjanı açmadınız?” diye küsüyorlar Kürd’e. Örgütlerden biri küsüyor, diğeri de sitem ediyor. Sitem eden, küsen örgütle Kürd’e yakın olma ve durma düzleminde, bir yarışa giriyor. Mahallelerde kimi gerilimler yaşanıyor. Araya Kürd giriyor, kavgadaki yorganı alıp sitem eden örgütün üzerini örtüyor. Bu iki örgütten biri, sitemkâr bir kongre tertipliyor, kavga ettiği örgütün başkanı bu örgütün kongresinde konuşurken, gençler, Kürd’ün rengindeki bayrakları sallayıp konuşmacıyı bir biçimde protesto ediyorlar ve kongre salonundan çıkıyorlar. Küsen örgütün başkanıyla bir haber sitesinde yapılan röportajda ise başkan, Kürd mücadelesiyle “dayanışmacı bir ilişki” yürütmenin ötesine geçtiklerini söylerken, bir yandan da “Kürdistan’da örgütlenme çalışması yürüttüklerini” de ifade ediyor. Aba altındaki sopayı sallıyor.

Kongresini tertipleyen örgüt ise Mahir’in parti-cephesini Kürd’e göre yeniden inşa ediyor. “Parti olmayan parti” olan ÖDP’den ayrılıp “cephe olmayan cephe” olarak HDK’ye giriş yapıyor. Burada kimse kimseye hesap vermiyor, özeleştiri yapılmıyor, herkes, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor.

Kavgalı, gerilimli bir dizi örgüt, “birlik” denilen totemin etrafında buluşabilmek için liberal bir hat çizip hizalanıyorlar. Bu hizalanma dâhilinde, örneğin, örgütünü eleştirip ayrıldığında eski yoldaşlarının bıçaklı saldırısına maruz kalan ve bir bacağı sakatlanan gencin, bir ânda bu seyir içinde kendisini bıçaklayanlarla yoldaş kılması isteniyor.

Herkes, bir “siper yoldaşlığı”ndan söz ediyor. Herkes, kendi dükkânını koruma altına almak dışında bir politika yapamazken, yol, kazılan siperlerden yürünmüyor ya da kazılmayan siperlerde kimse yoldaş olamıyor.

Küçük burjuva tarz, Kürd dinamiği ile salt üst perdeden ilişki kurabiliyor. “Türkiye işçi sınıfı, milliyetçilik denilen mengene içinde sıkışmış durumda. Bu mengeneyi kırmak gerek” diyerek kendi HDK yönelimini meşrulaştırmaya çalışıyor ama bu “milliyetçilik mengenesi”ni kırmak için nedense Kürd mahallesine gidiyor, Türk mahallesindeki işçiye değil.

Küçük burjuva tarz, kendi liberalizmini Kürd üzerinden meşrulaştırıyor. Kürd, kendi mücadelesi dâhilinde, teorik ya da politik kimi kanalları zorluyor ama Türk solu, bu pratiğin artıkları ile beslenip yol alabileceğini zannediyor. Örneğin Kürd, bizzat devlet tarafından ormanları yakıldığı için “ekoloji” diyor ama Türk solcusu, kendi Marksizmini, sosyalizmini ekoloji ile boğmaya çalışıyor.

Bahsi geçen örgütün kongresinde “erkek devlet” gibi bir kavram kullanılıyor örneğin. Geçmişte partide kadın-erkek ilişkileri ve taciz hikâyeleri üzerinden yaşanan bölünme, böylelikle birden hasıraltı edilmiş oluyor.

Marksizm, ekoloji ve feminizmin birikimini görmemekle eleştiriliyor, eksikli kabul ediliyor, aşılıyor, çürütülüyor, tarihten siliniyor. Sanayi devrimini teorik olarak önemsemiş olmakla “doğa düşmanı”, sırf erkek olmakla “kadın düşmanı” yaftası asılıyor Marx’ın boynuna. “Herstory”ye göre Marksizm, bir tür maraz, sapma ya da hastalık olarak kodlanıyor. Kodlamak için böyle diyorlar.

Marksizm, “doğa” ve “kadın” denilen putlar önünde diz çöktürülüyor. Devrimci mücadele dışında bir tanım imkânı bulamayan Marksizm, doğanın ve kadının devrimci mücadeleye duhulüne mani olmak adına, tarihin çöplüğüne gönderiliyor.

Devrimci bir huruç hareketi olarak Marksizm, kendisinden önceki safsataları ve hayalleri satan tüccarların ve tezgâh sahiplerinin intikam yüklü saldırılarına maruz kalıyor.

Genel olarak birileri iktidarı köşeye sıkıştırmaktan, birileri iktidarı dönüştürmekten, birileri iktidarı görmemekten, birileri de iktidarı iyi şeyler yapmaya zorlamaktan bahsediyor. Oysa tüm bu tartışmalar, solun iktidarı alma pratiğini bir biçimde boşa düşürüyor. İktidarı almayı hedef hâline getirmemiş bir pratik, Marksizmi doğallaştırıp kadınsılaştırarak özgürleşeceğini zannediyor.

Bunlar depremi unutmuşlar veya evlâdını yitirmiş bir ananın öfkesini yüreğinde hiç hissetmemişler. Bu kesimlerin düşman bellediği “kapitalizm”, mevcut burjuva ilişkilerin dışında duran, uzaydan gelmiş hayalî bir öcü. Öcü hikâyeleriyle herkesi korkutup kendilerine kul edeceklerini zannediyorlar.

Esasında doğa ve kadın vurgusu, doğa ve kadının satılmasını meşrulaştırıyor, başka da bir işe yaramıyor. O satışın önündeki engelleri kaldırıyor. Bu türden vurgu, doğanın ve kadının satışa daha yoğun biçimde çıkartıldığı momentte yapılıyor. Sol, en fazla, bu konuda vicdanî bir çift gözyaşı olarak örgütleniyor. Gözyaşları, çarkların mekanik sıcaklığında buhar olup uçuyor.

Temel mesele, sol şeflerin kendilerine rahat nefes alabilecekleri dükkân açabilmek istemeleri, başka bir şey değil. Huzur ve rahatlık için iktidar mücadelesinin daraltıcı niteliği doğa ve kadına dönük atıflar dâhilinde giderilmek isteniyor.

Dikey olan her şeye alerji geliştiren ve bu alerjiyi doğa ve kadın vurgusuyla meşrulaştırıp normalleştirmek isteyen zihniyet, sömürülenlerin ve mazlumların ayağa kalkmasına da mani oluyor. Herkesin ve her şeyin yatay düzlemde sahte burjuva bir “eşitlik” düsturu üzerinden yan yana getirilmesi, pratikte oluşan ve oluşabilecek, kavgaya, mücadeleye ve savaşa dair her türden hiyerarşiyi, disiplini ve işbölümünü de siliyor. Bu yaklaşım, esas olarak hiç savaşmayıp yenilenlerin yenilgilerini bir asalet, üstünlük ya da meziyetmiş gibi takdim etmelerini ifade ediyor.

Irak işgalinde Amerikalı efendilerinden ders alan polis, eylemci grubu bir yere kapatıyor, herhangi bir dükkânı anında karakola ve işkencehaneye dönüştürüyor, sonra, herkesi diz çöktürüp ya da mümkünse, yüzükoyun yere yatırıp başını kaldırana cop sallıyor. Özünde millete, doğa ve kadına dair dualar ezberleten sol tarikat şeyhleri, yüzükoyun yatan eylemciye mevcut hâlinden “keyif” almayı öğütlemiş oluyor. Liberalizm ve faşizm, birbirlerini süreç içerisinde bu şekilde tamamlıyorlar.

Yan yanalık demokrasi ile kodlandıktan sonra, geriye kapitalizmin demokrasiye düşman olduğunu söylemek kalıyor. Kapitalizme karşı mücadele, bir tür devlet biçimi olan demokrasiye kul olmakla sonuçlanıyor.

Batı’daki Kürd ise buranın ortamına ayak uydurmak adına, demokrasi müdafisi kesiliyor. Dağdaki proleter diktatörlük, hiyerarşi, disiplin ve işbölümü Sivas’ın batısına taşınmıyor. Kürd, batının kendisini beğenme biçimini hiç eleştirmiyor. Onu içselleştiriyor. Şehirli, yani burjuva değerler birey olma hevesi içinde göğe çıkartılıyor.

Batı’daki politik ama esas olarak apolitik mahfillerdeki teorik faaliyet, Kürd’ü soğuracak bir tür salgı üretmekten ibaret. Kürd’ün “virtüözite”si, üstünlüğü, gücü, kitle seferber etme becerisi dikkate alınarak yürütülen politik-teorik faaliyet, nihayetinde ütopyalar üretip pazarlamakla sonuçlanıyor. Kürd’ün siyaset alanı içi devrimciliğe katkı sunmasına izin verilmiyor. Kürd, baştaki bireye indirgenip, sola yönelik tüm zararlı, tehlikeli yönleri törpüleniyor.

Siyaset alanı, bir pazar misali. Tezgâhlar ve tezgâhlara mal taşıma pratiği olarak ticaret, bu alana hükmediyor. Tüccarların tezgâhlara ve dükkân sahiplerine taşıdığı, sömürülenlerin ve mazlumların döktükleri kan ve ter. O kanın ve terin içinde pişen kitlelerin bu ticarette ve tezgâhlarda belirleyici olmasına asla izin verilmiyor. Sol örgütler, birer tampon, hava yastığı ve soğurma pratiği olarak somutluk kazanıyorlar. Sol, sağın en fazla vicdanî artığı olabiliyor.

Kürd’ün döktüğü kanı pazarlayan, bu kanın ticaretini yapanların teorisi de politikası da rant için, rant içre. İkbal merdivenlerini tırmanmak için o kanı kullananlar hiç mi hiç utanmıyorlar. “Bize milletvekili kontenjanı açmadınız” diye küsüyorlar. Kürd’ü en fazla “birlik ve enternasyonalizm” türü sığ bir edebiyatın figüranı kılabiliyorlar. Kürd’e talebe, işçi ve yoldaş olamıyorlar.

Siper kazılmıyorsa, yoldaşlık da olmuyor, yol yürünmüyorsa, başkalarının kazdığı çukurlara düşülüyor.

Eren Balkır
9 Aralık 2012

04 Aralık 2012

,

LKP: Boş Ümit


Lübnan Komünist Partisi bugün 88 yaşında. Özellikle son yirmi, otuz yıldır Lübnanlıların hakları için inatla dövüşmüş olan partinin mevcut üyeleri bugün partiyi içeriden felç eden bir ideolojik krizden söz ediyorlar ve şu türden sorular soruyorlar: “Partinin o şaşaalı günleri geçmişte mi kaldı?” veya “Parti hayal kırıklığına uğramış halkla yeniden bağ kurmak için belirli planlara sahip mi?”

“Moskova’da yağmur yağsa, Arap komünistleri şemsiyelerini açarlar.”

Bu, geçmişte Arap komünist partilerinin muhaliflerince sıkça dillendirilen bir sözdü. O günlerde ülkedeki sendikal hareketin öncülüğünü Lübnanlı komünistler yapıyor ama öte yandan da bu komünistler Sovyetler Birliği’nden ideoloji ithal etmekle suçlanıyorlardı.

Bugün ise geniş bir kesim Lübnan Komünist Partisi’nin (LKP) kriz içerisinde olduğuna inanıyor. Muhtemelen bu kriz, tabandan başlayıp piramidin en üstüne tırmanan bir seyre sahip.

Partinin sorunlarına ve bu sorunların nasıl tanımlanması gerektiğine ilişkin bugüne dek çok şey söylendi. Kimileri temel sorununun örgütlenme olduğuna inanırlarken, kimileri de sorunun liderliğin başarısız oluşundan kaynaklandığını düşünüyorlar. Bazıları ise yaşananın ideolojideki ve politik vizyondaki bir kriz olduğu kanaatinde.

Bir LKP merkez komitesi üyesine göre, parti kamuoyundan tecrit edilmiş durumda. Parti bağımsızlığına halel getireceğini ve kendisini diğer hiziplere tabi kılacak bir basınç oluşturacağı düşüncesiyle, halk desteği için gerekli kimi ittifaklara girmeyi beceremedi.

LKP üyesi, konuşmasının devamında, “bu bizim en büyük hatamız” diye ekliyor.

Bu zihniyet, tüm politik sınıfın yozlaşmış olduğuna ilişkin bir görüşle pekiştiriliyor. Dolayısıyla mevcut dönem için açık bir politik söylem formüle etmeksizin bu sınıfla ilişki kurmaktan kaçınıyor.

Bir komünist liderin ifadesiyle, “bizler tepkiler üzerine yaşıyoruz. Bir olayın gerçekleşmesini bekliyor, sonra da tepki veriyoruz.” Bu tepkiler belirli sözcüklerle yorumlanıyorlar ve sonra da haber bültenlerinin “en sonunda” yer verilmek üzere, medya kuruluşlarına bildiri niyetine gönderiliyorlar.

Komünistlerin mustarip olduğu diğer bir husus da partinin gelecekte cereyan edecek olaylara ilişkin tahminde bulunamıyor oluşu. Bir LKP üyesi “Arap Baharı bizi şaşkına çevirdi” diyor ve ekliyor: “Bu süreçte politik sınıfın işçi sınıfını ne ölçüde iğdiş ettiğine tanık olmak da bizi epey şoke etti.”

Gerçek dünya ve LKP iki ayrı düzlemde ilerliyor. Bu noktada partinin yapması gereken şey nedir? Lenin’in kitapları parti merkezlerindeki kitaplıkların raflarında toz bağlıyorlar. Eğitim amaçlı dersler koymak, bir seçim çalışması yürütmek kadar güç bir angaryaya dönüşebiliyor.

Üniversitelerde faal olan, önde gelen komünist eylemcilerden birinin kanaatine göre, kendi politik vizyonunu tanıtması amacıyla, partinin halkla doğrudan temas kurması gerek. LKP, bu eylemciye göre, sendikaların ve savunma gruplarının tüm taleplerini benimsemeli ve bu kesimleri politik anlamda birer ilgi odağı hâline dönüşmeye zorlamalı.

Uzun süredir parti üyesi olan bu genç eylemci, LKP’nin 11. Konferans’ının istisnaî bir nitelik arz etmesini ve ikinci konferansıyla eşdeğerde olmasını umut ediyor. Kendisi gibi genç eylemcilerin dışlanmışlık ve marjinalleşmeden uzakta yeni bir eylemcilik modeli geliştirebileceğini, dışlanmışlığın ve marjinalliğin altıncı konferanstan beri parti liderliğinin başını çektiği eylem sürecini çamura sapladığını söylüyor.

Şubat’ta yapılması gereken LKP konferansı muhtemelen ertelenecek. Bir merkez komite üyesine göre bu ertelemenin tek bir sebebi var: LKP, konferansa sunulması gereken politik ve örgütsel evrakı hazırlayacak üyelerini henüz davet etmiş değil.

Bu parti üyesinin tespitine göre, komünistler arasındaki büyük görüş farklılıkları üzerinden söz konusu konferansın zamanında yapılması imkânsız. Bu farklılıklar tüm parti kurumlarını felç etmiş durumda ve muhtemelen ileride daha da derinleşecek.

Komitenin bir diğer üyesine göre ise, partiyi eskisi gibi güçlü kılmak için verilen mücadeleye katılmayanlarla partinin altını oymak isteyenler aynı kişiler. Lübnan Dağı’ndaki Metn bölgesinde ikamet eden bu komite üyesi diğer politik partilerle ortak bir zemin üzerinden ittifaklar kurulması gerektiği üzerinde duruyor.

Komünist partiye ilişkin eleştirel yazılar yazanlar, çoğunlukla beyhude internet tartışmalarına dalıyorlar. Öte yandan gelecek vaat eden isimler olarak takdim edilenlerse en fazla bir iki ay sonra “emekli”ye ayrılıyorlar. Üst düzey bir LKP üyesine göre, “komünist partiye katılmak intihar etmek gibi bir şey.”

Hoşnutsuz ve hayal kırıklığına uğramış kitlelerin içinde hâlâ partiye ve ideolojisine inananlar var. Bu insanlar iç tartışmalar ve LKP toplantılarına ait tutanaklardaki zımnî uzlaşmalar hakkında çok az şey biliyorlar.

Ama partiye ve ideolojisine inanan çoğunluk bir kenara itiliyor. Bu insanlar başkenti sadece özel günlerde ziyaret ediyorlar ve arka arkaya beş politbüro üyesinin ismini sıralamakta zorlanıyorlar.

Bunlar kendilerinin ülkedeki mezhepçiliğe boyun eğmediklerini biliyorlar ve politika baronları ile kıyaslandığında partilerinin mevcut sınırlarını görüyorlar, sonuçta kendileriyle barışık bir pratik sergiliyorlar.

Bilindiği üzere, Lenin Rusya’daki devrimci süreci üç döneme ayırır. Üçüncü dönem, çözünmüşlük, tasfiye ve bocalama dönemidir. Lenin’e göre, bu dönem boyunca hâkim unsur, kendisinin “demokratik formlar dâhilinde çocuk gibi oyunlar oynamak” dediği şeyle bağlantılı olan, “devrimci bürokrasi”dir.

Bu nedenle Bolşevik lider hayatî önemi haiz dördüncü döneme geçebilmek için adım atar ve başarılı olur. Bugün de Lübnan’daki komünistler esasen bu “üçüncü dönem”in zehir dolu kadehini yudumlamaktan kaçınmaya çalışıyorlar.

LKP’nin sembolü olan Kızıl Meşe Ağacı bugün 88 yaşında. Nihayetinde “kimseye herhangi bir imtiyaz vaat etmeyen” parti daha çok çalışmak zorunda. Herkesin malumu olduğu üzere, sadece hiçbir şey yapmayan kişi hata yapmaz. Oysa Lübnanlı komünistlerin yapması gereken daha çok şeyi var.

Elie Hanna

Lübnan Solu ve Suriye

03 Aralık 2012

,

Suriye’de İki Iraklı


Tarihin, coğrafyanın ve Allah’ın ayrı düşürdüğü Ebu Muhammed ve Ebu Hamza Marlboro sigarası içiyorlar ve aynı hususta uzlaşıyorlar: Suriye’deki savaş Irak’la ilgili bir savaş aynı zamanda.

2003’te ABD Irak’ı işgal edince evlerini terk etmek zorunda kalan bu iki adam kırk yaşlarında. Her ikisi de savaş sonrası aileleriyle birlikte Suriye’ye göç etmişler.

Yaklaşık bir on yıl sonra bir zamanlar sığındıkları ülkeye tekrar dönmüşler.

Ama bu sefer karıları ve çocukları yanlarında değil. Suriye’ye savaştan kaçmak değil, aksine başka bir savaşa dâhil olmak için gelmişler. Sünni olan Ebu Muhammed Halep’te asileri eğitiyor. Şii olan Ebu Hamza ise Şam’da Esad güçlerinin yanında savaşıyor.

Suriye’de savaş, Washington Saddam’ı devirdikten sonra dizginlerinden boşanan Sünni-Şii çatışmasını da içine alarak ilerliyor.

“İnsanlar bana bir Sünni Iraklının neden Suriye’de savaştığını soruyorlar, benim cevabım ise gayet basit: Suriye’de kendi ülkemi, Irak’ı, İran yanlısı Şii milislerden özgürleştirmek için savaşıyorum.” 46 yaşındaki Ebu Muhammed, üzerinde kalın askerî elbisesi, ak düşmüş sakalları, bir elinde keskin nişancı tüfeği diğerinde sigara, bu sözleri söylüyor.

Devam ediyor sonra: “Bugün Irak Şii milislerin işgali altında.” “Şii milisler” dediği, İran ile güçlü bağlara sahip Iraklı âlim Muqteda Sadr liderliğindeki Mehdi Ordusu. Bedir Tugayı da Irak İslam Yüksek Konseyi’nin İran’dan eğitim ve silâh desteği alan eski silâhlı kanadı. Diğer bir unsur, Kudüs Gücü de İran’ın kontrolünde.

Ebu Muhammed, Suriye’deki Esad rejiminin kökü Şiiliğe dayanan Alevî mezhebi üyelerinin liderliğinde hareket eden bir rejim olduğunu düşünüyor. Dolayısıyla bu rejim, Sünnilerin çoğunluğu teşkil ettikleri Ortadoğu’ya hükmetmeye çalışan İran’ın bir başka kolundan başka bir şey değil.

Esad’a karşı yürütülen her türden savaş, dolayısıyla İran’ın Irak’taki vekillerine karşı verilen bir savaş oluyor.

“Eğer Suriyeliler Esad’ın Alevî rejimine bir son verirlerse, Irak Sünnileri de Irak’taki İran etkisine sona erdirmek için Suriye’deki yeni Sünni liderden daha fazla destek alabilecekler.” Ebu Muhammed bu kanaatte.

Böylesine mezhepçi bir retoriğin öfkeden başka bir doğurmayacağı kesin. Ama Ebu Muhammed, verdiği mülâkat esnasında gayet misafirperver bir tavır içerisinde, yumuşak ve anlayışlı bir dille konuşuyor.

Saddam’ın güvenlik kuvvetlerinde yüzbaşı olarak görev yapmış olan Ebu Muhammed 2003 işgali sonrası Şam’a karısı ve iki çocuğu ile birlikte kaçtığını söylüyor. Evi Irak’ın Suriye sınırına yakın bir yerde bulunan Enbar şehrindeymiş.

Şam’ın güneyindeki varoşlarda konuşlanmış Iraklı Şii milislerce tehdit edilmesi ardından, Ebu Muhammed ailesi ile birlikte Halep’in kuzeyine taşınıyor. Bu bölgenin ekseriyeti ağırlıklı olarak muhafazakâr Sünni.

Halep ve Bağdat arasında çorap ve iç çamaşırı ticareti ile uğraşan Ebu Muhammed geçmişte ABD birliklerine karşı savaşan savaşçılara yardım ettiğini anlatıyor bir ara. Ve ekliyor: “Tüm bu işler elbette Suriye güvenliğinin bilgisi dâhilinde gerçekleşiyordu.”

Ancak Ebu Muhammed, Esad rejiminin Sünnilerin gerçekleştirdikleri protesto hareketini Mart 2011’de ezmesi sonrası bu rejimle bağlarını kopartıyor.

“Ailemi Irak’a geri gönderdim. Bir yıldan fazla bir süredir Halep’te pek sorun yoktu. Ama sonra Şii şebbihaların (Arapça: ‘hayalet’), yani rejim yanlısı milislerin kontrol noktaları oluşturup Sünni köylüleri aşağılamalarına tanık oldum. Her yere Hameney’in ve Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın posterlerini asıyorlardı. Bu gelişmeler üzerine yaşananın İran, Hizbullah ve Irak başbakanı Nuri Maliki’den destek alan Esad rejimi ile fakir ve zayıf Sünni göstericiler arasında cereyan eden mezhepçi bir savaş olduğunu gördüm.”

Mülâkatın devamında Ebu Muhammed, Suriye’deki savaşa katılmaları yönünde üyesi olduğu Duleym Kabilesi’ni yüreklendirmek amacıyla Suriyeli asilerin yardımlarıyla Enbar’a gidip gelişlerinden bahsediyor.

“Ben tam manasıyla dindar bir adam değilim ama tüm İslamî ibadetleri ve vecibeleri yerine getiriyorum. Ait olduğum kabile yüzünden genelde aşırı Sünni olduğum düşünülüyor ve bu nedenle Irak’ta Şii gruplardan çok baskı görmüşümdür.”

Savaşın ilk yılları süresince ABD’li subaylar Enbar’ı El-Kaide’nin Irak’taki merkezi olarak değerlendirmişler. Örgüt Enbar’da Saddam’ın devrilmesi sonrası güçlerini yitirmiş olmaktan ötürü öfkeli olan Sünni kabileler arasında ciddi bir destek bulmuş. Bu sürece, Bağdat’taki Sünni mahallelerinde Şii ölüm mangalarının gerçekleştirdiği saldırılar da katkı sunmuş.

Bugün Ebu Muhammed, Saddam döneminde Baas güvenlik güçlerindeki uzun yıllara dayanan deneyimini Halep’te bir güvenlik aygıtının teşkil edilip rejime bağlı ajanların kökünün kazınması için kullanıyor.

“İstihbarat savaşı bugünlerde oldukça önemli. Eğer Halep’teki güvenlik birimlerinin karargâhlarını yok edebilirsek, tüm şehir birkaç günde elimize geçer.”

Parasal kaynakları hakkında sorulan soruya ısrarla şu cevabı veriyor: “Suriye’de para için savaşmıyorum. Ben Allah aşkına cihad etmek için buradayım. Ben paralı asker değil, şehid olmak istiyorum.”

İki yüz mil güneydeki Şam’da, din tarihinin 1.300 yıllık farklı bir yolunu takip eden Ebu Hamza Ta’ay da Suriye iç savaşındaki konumunu irdeliyor, bir yandan da elindeki sigarayı tüttürüyor.

Kafası tıraşlı olan bu iri kıyım adamın üzerinde dindar Şiilerin giydiği siyah giysi var. Bu giysi, Şiilerin Peygamber’in gerçek halefi olduğunu düşündükleri İmam Ali’nin ölümünün yasını sembolize ediyor.

Ebu Hamza, ABD ordusunun 2004’te Kerbelâ’ya yaptığı saldırıda Mehdi Ordusu’nda savaşırken bacağından vurulmuş. Kerbelâ, Şiiler için kutsal bir şehir. Sonrasında Şam’ın Seyyida Zeyneb mahallesine yerleşmiş. Şiiler Peygamber’in kız torununun n’aşının buradaki türbede olduğuna inanıyorlar.

2009’da Ebu Hamza Irak’a gitmiş. Ancak tekrar Şam’daki mahallesine geri dönmüş. Geçen Temmuz ayında Irak’tan Şam’a 500 ilâ 600 civarında Iraklı savaşçı gelmiş. Bu savaşçıların amacı “kâfir” Sünnilerden adı geçen türbeyi korumak.

“Mehdi Ordusu ile bağlarımı hâlâ muhafaza ediyorum ama Irak içinde artık askerî faaliyet içine girmiyorum. Evlendim, üç çocuğum oldu. Kerbelâ’da küçük bir dükkânım var.” Mülâkat esnasında türbenin yakınındaki evinde bir yandan çayını yudumluyor bir yandan da süreci anlatıyor. “Suriye’de huzursuzluk baş gösterdiği vakit ben pek ilgilenmemiştim. Ama sonra ben ve tüm diğer Şiiler ‘Ne İran ne Hizbullah. Biz Allah’tan korkan insanlar istiyoruz.’ gibi sloganlar duymaya başladık. Göstericiler ellerindeki İran ve Hizbullah bayraklarını yakıyorlardı. Bunlar gösterici değil, Şii karşıtı eylemcilerdi.”

Sonrasında Ebu Hamza, Kerbelâ yazının o kavurucu sıcağında, Mehdi Ordusu liderlerinden birini ziyaret edişini anlatıyor.

“O, bana tüm Şiileri Suriye’den kovmak isteyen, geçmişte hilafeti İmam Ali’den alıp evlatlarını ve torunlarını katleden Şamlı Nevasib’den (Nasibi: Ehl-i Beyt’ten nefret edenlere ilişkin Şia kavramı) türbelerimizi korumak için Suriye’ye dönmem gerektiğini söyledi. Ben de bunu dinî bir görev olarak kabul ettim.”

Kerbelâ’dan arabayla yola çıkıp uzun bir yolculuğun ardından Seyyida Zeyneb’e vardıktan sonra Ebu Hamza herkesin kendisini gayet sıcak karşıladığını söylüyor. Rejime mensup Halk Komiteleri üyeleri kendisine bir Kaleşnikof veriyor.

Türbedeki günlük devriyeler ve olağan teftişler bir zaman sonra türbeyi kuşatan Sünni asilerle yaşanan çatışmalara dönüşüyor.

“Bu türden bir savaşta ağır silâhların nasıl kullanılacağına ilişkin gerekli tecrübeye sahibiz. Güvenlik güçleri bize destek veriyorlar ve ordu bize yönelik saldırılara karşılık veriyor.”

Ancak yereldeki halk, Ebu Hamza ve onun siyah giyimli Iraklı milislerine karşı artık hasmane bir tutum içerisinde.

“Birçok Iraklı Şii Seyyida Zeyneb mahallesini terk etti, bu nedenle burada bizler birer yabancı durumuna düştük. Asiler bizim şebbiha olduğumuzu ve dolayısıyla öldürülmemiz gerektiğini düşünüyor. Suriyeliler bizden nefret etmeye ve bize karşı ayrımcılık yapmaya başladılar. Evlerini kiralamıyorlar, hiçbir şey satmıyorlar hatta taksilerine bile bindirmiyorlar. Daha öncesinde kimse benim nereden geldiğimi sormazdı. Ama bugün Suriyelilerin ister Suriyeli, ister Lübnanlı ister Iraklı isterse İranlı olsun tüm Şiilerden nefret ettikleri açık.”

Ebu Hamza ve Ebu Muhammed kendi mücadelelerini dinî bir görev olarak takdim ediyorlar ama bu mücadele pek de politikadan uzak değil.

Tıpkı 2003’te Irak’taki ABD liderliğinde gerçekleştirilen savaşın akıbetini bekleyen ve o günlerde Şam’da yaşayan, ileride Irak’ta etkin olacak Şii politikacılar gibi bugün de Ebu Hamza Irak Şiilerinin politik kaderinin Suriye’de kararlaştıracağını düşünüyor.

“Irak Şiilerinin politik liderlerinin geleceği Suriye’de kararlaştırılacak. Eğer Sünniler kazanırlarsa, Irak Sünnileri tekrar Irak’ın başına geçecekler ve daha da güçlü olacaklar, çünkü onlar Suriyeli kardeşlerinden büyük bir destek görecekler. İran ise daha da zayıflayacak, Hizbullah ise tüm silâh edinme imkânlarını ve desteğini kaybedecek.”

Hugh Macleod
28 Kasım 2012
Kaynak

30 Kasım 2012

,

Emperyalist ABD’nin Afrika Politikası


Barack Obama, dünyadaki emperyalist hâkim devlet olan ABD’ye yeniden başkan seçildi. Bu, Obama yönetiminin ilk dönemindeki dış politika hattını aynı şekilde devam ettireceği anlamına geliyor. Söz konusu hat, mazlum halkların emeğinin ve kaynaklarının sömürülmesi ile Afrika, Ortadoğu, Orta Asya ve diğer jeopolitik bölgelerdeki militarizmin giderek yoğunlaşması üzerine kurulu. Obama yönetimi, Bush döneminden kalma ABD Afrika Komutanlığı’nın (AFRICOM) rolünü genişletti, bu gayret, Albay Muammer Kaddafi’nin katli sonrası, petrol zengini Libya’da rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesini sağladı.

Mısır ve Tunus’ta 2011’de cereyan eden ayaklanmalar ABD ve onun bölgedeki müttefiklerini epey sarstı. Ancak bu ülkelerde iktidara gelen hükümetler emperyalizmle aralarındaki ilişkileri köklü bir biçimde değiştirme yoluna gitmediler. Mısır’da yeni bir hükümet kurulmasına karşın Filistin hâlâ İsrail kuşatması altında. Ayrıca Tunus’taki rejim eski Libya başbakanını Libya’da CIA eliyle kurulmuş olan cuntaya teslim etmeye zorlandı.

Emperyalist savaşın bir sonucu olarak dünya kapitalist sisteminin yol açtığı zararlar devasa. Örneğin Irak, Afganistan, Libya, Pakistan ve Haiti ekonomileri tümüyle mahvolmuş durumda.

Emperyalist Militarizm Artacak

Son önemde, Obama yönetimi altında, Afrika Boynuzu’nda kurulu bulunan Somali ABD emperyalizminin ileri karakolu durumuna geldi. Komşu Cibuti’deki Camp Lemonier’de bulunan askerî üsle birlikte Somali Şebab isimli İslamcı direniş hareketine karşı askerî operasyonlar için gerekli zemini teşkil ediyor.

Bugün Somali’deki Afrika Birliği Misyonu’ndan (AMISOM) gelen ABD destekli 17.000’den fazla birlik Somali’de konuşlandırılmış durumda. Bu birlikler Beyaz Saray’ın politik desteğiyle, bizzat Pentagon tarafından eğitilip finanse ediliyorlar.

Somali yeni petrol yataklarının bulunduğu bir yer. Puntland’in kuzey bölgesinde kısa süre önce bulunan petrol Kanadalı ve İngiliz şirketler eliyle çıkartılıyor.

Esasında kıtada ulusötesi şirketlerin ve ABD, Britanya, İsrail ve Avrupa Birliği menşeli askerî güçlerin giderek artan sayıda bulunmaya başlaması, Doğu ve Orta Afrika’nın tüm bölgelerinde yeni petrol, doğal gaz ve muhtelif stratejik madenlerin bulunması ile ilişkili. Afrika semalarında “terörizm” ve “korsanlık”la mücadele kılıfı altında daha fazla sayıda insansız hava aracı ve savaş uçağının uçuyor olmasının nedeni bu.

ABD ve diğer emperyalist devletlerin Orta ve Doğu Afrika’da bulunması politik durumu istikrara kavuşturmuş değil. İnsanların mevcut durumları, Obama yönetimi süresince, Somali ve Etiyopya’da insanların yerlerinden sökülüp atılması ve Kenya’da giderek yaygınlaşan savaş yüzünden, daha da kötüleşti.

Kenya, ABD yönetiminin emriyle, güney Somali’ye binlerce savunma gücü konuşlandırdı. Güney Somali’daki liman şehri Kismayo Kenya Savunma Güçleri ve AMISOM’un eline geçti.

Ekim ayının sonunda İsrail Hava Kuvvetleri Sudan’ı bombaladı. İran ve Sudan’ın Sudan Limanı civarında ortak askerî faaliyetler içine girmesiyle, orduya ait fabrika bu saldırıda hedef alındı.

İsrail’in Sudan’ı bombalaması ilk değil. Bu provokasyonlar ayrıca İsrail’in istediği vakit istediği yeri vurabileceğine ilişkin mesajını İran’a verebilmek için de yapıldı.

Sudan, ABD ve diğer emperyalist devletlerin dayattığı yaptırımların çilesini hâlâ çekiyor. Eskiden Afrika’daki en büyük yüzölçümüne sahip devlet olan Sudan’da kuzey ve güney bölgeleri ayrıştırıldı. Ayrıca bugünlerde ülkenin batısındaki Darfur bölgesinin kopartılması için de benzeri kimi çabalar sergilenmeye devam ediyor.

Geçen yılın Ekim ayında, ABD genelinde İşgal Hareketi’nin zirveye ulaştığı günlerde, Obama yönetimi en az 100 Özel Kuvvet’in ve askerî eğitmenin Uganda, Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan ve doğu Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne konuşlandıracağını söyledi. İddia edildiği kadarıyla bu güçlerin amacı, Rab’bin Direniş Ordusu lideri Joseph Kony’nin yakalanması idi. Tam da bu süreçte internet üzerinden, sosyal medya aracılığıyla, “Görünmez Çocuklar” olarak bilinen kampanya devreye sokuldu.

Esasında tüm operasyonun amacı, ABD genelinde Wall Street finansörlerine ve onların sömürü-zulüm politikalarına karşı yapılan kitlesel gösterilere dönük dikkati dağıtmaktı. Bir diğer amacı da Afrika ve dünyanın diğer bölgelerindeki ABD askerî gücünün rolü konusunda kafa karışıklığı yaratmaktı.

Bugün emperyalistler, Batı Afrika’da Tuareg halkı eliyle ülkenin kuzeyinde başlayan isyanı bastırmak için Mali’ye müdahale etmeyi planlıyorlar. Mali krizi, kısmen Libya’nın Pentagon ve NATO müdahalesi ile istikrarsızlaştırılması ve savaş sonucu binlerce Tuareg’in yersiz yurtsuzlaşması ile ilişkili.

ABD, AFRICOM’un verdiği eğitimler ve ortak askerî tatbikatlar aracılığıyla, Mali ordusu ile sıkı ilişkilere sahip olmasına karşın, Mali ordusu Mart ayında ülkede cumhurbaşkanı Toumani Touré’ye karşı bir darbe tertipledi. Darbenin liderleri, ordunun iktidarı almasının hükümetin Tuareg isyanını bastıramaması ile ilgili olduğunu söylediler. Gene de darbeden sonra kuzeydeki durum daha da kötüleşti ve süreç, Azavad Kurtuluş Hareketi ile bölgedeki diğer İslamcı grupların bağımsızlıklarını ilân etmeleri ile sonuçlandı.

Kasım ayında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Tuareg isyanının bastırılması amacıyla, Mali’ye Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu üyesi devletlerce temin edilen 3.300 birliğin sevk edileceğini açıkladı. Kendi kaynakları ve çıkarları ile ilgili arzularına binaen, kaçınılmaz olarak emperyalizmin işine yarayacak olan bu operasyon için gerekli lojistiği ve parayı Pentagon ve AB askerî güçleri temin edecek.

Güney Afrika’da yükselişte olan emek hareketi ise esas olarak ulusötesi maden endüstrisi ile uğraşıyor. Denetim altına alınamayan grevler, iktidardaki Afrika Ulusal Kongresi’nin neoliberal politikalarını ve bu partinin ülke içindeki müttefikleri olan Güney Afrika Sendikaları Kongresi ile Güney Afrika Komünist Partisi’ni süreç içinde zayıflatıyor.

1955 tarihli Özgürlük Bildirgesi’nin belirlediği hedeflere 18 yıl boyunca hâlâ ulaşamamış olan Güney Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadelesi, mücadelenin geleceğine ilişkin kapsamlı bir tartışmaya tanık oluyor bugünlerde. Güney Afrika devrimi sosyalizme yürümelidir aksi takdirde onun daha derin çelişkilerle ve iç çatışmalarla yüzleşmesi kaçınılmazdır.

Zimbabve’de, iktidardaki Zimbabve Afrika Ulusal Birliği Yurtsever Cephe isimli parti toprakların yeniden dağıtılmasına ilişkin kapsamlı bir program hazırladı ve bugünlerde komşu Güney Afrika’daki benzeri sektörlerle bağlantılı olan madencilik endüstrisi üzerinde geniş bir kontrol tesis etmeye çalışıyor. Tüm Güney Afrika bölgesinde eski kurtuluş hareketleri, aralarındaki diyalogu ve politik koordinasyonu bir kez daha derinleştiriyor.

ABD’deki savaş ve emperyalizm karşıtı hareketlerin Afrika’daki mevcut durumu daha yakından takip etmesi gerekli. Bu hareketler, emperyalizmin tehdidi altındaki muhtelif hareketleri ve devletleri politik açıdan müdafaa etmeye hazır olmalılar.

Batılı endüstrileşmiş devletlerdeki işsizlik, otuzlardaki Büyük Bunalım’dan beri hiç bu kadar yüksek oranlara ulaşmamıştı. Sefalet ve toplumsal yoksulluk, gelişmiş kapitalist ülkelerde giderek daha yoğun bir biçimde artıyor.

ABD ve emperyalist ülkelerdeki işçilerin ve mazlumların ekonomik koşulları günbegün daha da ümitsiz bir hâl aldıkça, gelişmekte olan devletler şeklinde tanımlanan ülkelerde yaşayan halklara karşı yürütülen saldırgan askerî eylemler daha da yoğunlaşacak. Sonuç olarak Batı’daki işçilerin ve mazlumların, gelişmekte olan ülkelerde ve mazlum milletlerdeki muadilleri ile birlikte, gelişen politik eylemleri koordine etmek amacıyla daha sıkı ittifaklar tesis etmesi gerekiyor.

Abayomi Azikiwe
4 Aralık 2012
Kaynak