Müslüman mahallenin salyangoz tüccarlarına kapıları
kapalıydı. Salyangoz tüccarları Hıristiyan’dı ve kapılar bu nedenle mühürlüydü.
Belki de Müslüman mahalle, Osmanlı’da Hristiyan’ın veya Yahudi’nin hâkimiyeti
altındaki İstanbul pazarlarına giriş iznini padişahtan dilendiği, başı bağlı
anlamında “serbest” belgesini aldığı günlerin intikamını alıyordu.
Devlet ideolojisinin tahkimi ve sürekliliği için
devreye sokulduğu, merkezî kılındığı günlerden beri bu sefer “gâvur” giremez
oldu o pazara. Ama esasında mesele, salt salyangoz gibi bu toprakların mutfak
kültüründe olmayan “mekruh” bir canlının satılmamasına indirgendi ama batı
menşeli ticaret, İzmir ve Antalya üzerinden, özellikle kaçakçılığın verdiği
destekle, güçlendi.
Bugünkü tüccar, bugünkü kapitalist, “işte şimdi gerçek
anlamda burjuvazinin doğmakta olduğunu” hem sol hem sağ kalemşorlarına söyletir
oldu. Allah’ı bilip tüm yeryüzünü ifsad etme hakkını haiz olduğunu düşünenler,
Müslüman olup salt kendisini insan, kendisi dışındakileri hayvan görenler,
Müslüman mahallesini ele geçirdiler. Birinciler, ifsad edenler, fena hâlde,
Afrika’yı ve Latin Amerika’yı yağmalayan Hıristiyan misyonerlere, ikinciler de
fena hâlde Yahudi bankerlere ve tefecilere benzemeye başladı t.
Bu süreç dâhilinde, doğal olarak “Müslüman
mahallesinde “yeşile boyanmış salyangoz” satmak da mümkün değildi. Artık
salyangoz, birçok “mekruh” veya “haram” yiyeceğin pazara girişini örten bir
kılıfa dönmüştü. Belki ticarî ve genelde iktisadî ilişkiler değişmiş, Müslüman
tüccar “başı bağlı” olmaktan kurtulmuştu ama o başın içi daha fazla zincirli,
daha fazla bağlıydı. Zira mücadele etmeden gelen özgürlük, başkalarının
özgürlüğüydü.
Bugünün neoliberal nizamında özgürlük sadece tekellere
dair ve sadece onlara aitti. Öte yandan, tüm husumetini başı bağlı, başörtülü
kızlara yönelten Kemalist, laik zihniyetin söz konusu ticarî ve iktisadî
zincirlere tek laf etmedikleri de bir gerçekti.
Elbette Müslüman mahallesinde kandil simidi satmak,
ilk bakışta saf ve sahihmiş gibi görünüyordu. Artık herkes ümmet, millet,
cemaat olmaktan çıkıp bireye kapanıyor, her şeyin alınıp satıldığı pazarda
birey de kendisini satılabilir ve alınabilir metaa dönüştürmek durumunda
kalıyordu. Hayırlı bir bidat olarak kandil, İsevî manada Hz. İsa’nın etinin
mecazı olan ekmeği bu yolla yiyordu. Olabilirdi. Ama bunun ticareti, saf
Müslüman, ama saf anlamda birey olanın neoliberal piyasaların kulu olmasından
başka bir anlama sahip değildi.
İtirazlar tabiî ki makbul ve makuldü: Müslüman
mahallesine, tezgâhındaki salyangozla girilemezdi. Salyangozu, yani batılı
değerleri veya siyaseti İslamî bir renge, yeşile, boyayarak satmak da mümkün
değildi. Ama bu itiraz, güç, enerji, takat bakımından, kandil simidinin
satılmasına karşı çıkmayı asla içermiyordu. Oysa içinde yaşadığımız nizamda
esasen tehlikeli olan da buydu: AVM ile cami arasındaki mana ve muhteviyat
çizgisi silinmiş, her ikisi iç içe geçmişti.
* * *
Bugün pazarın, siyaset alanının ve hayatın kriz
noktaları, Ak Parti şahsında, Müslüman mahalleye birebir yansıyor. Sömürü ve
zulmü tüm çıplaklığıyla yaşayan Müslüman mahalle, Allah’a açtığı avuçlarını
artık kandil simidi tüccarlarına çevirmiş durumda. Bu ticaretin kırıntılarıyla
beslenmeyi asla zul ve zulüm görmüyor. Simidin en azından susamlarını yemek ve
rahata ermek dışında yapabileceği bir şey yok.
Farklı bir siyasî huruc biçimi olarak Kürd dinamiği,
Müslüman mahallesinde de kimi etkilere yol açıyor. Huruc, mahalleyi de vuruyor.
Kendilik kaderi değil, kader kendiliği tayin ediyor. Belki yeni pazar
oluştuğundan, belki de yeni bir ortaklık sofrası kurulduğundan, Kürd, kendi
elindeki kılıçla, bu nizamdan ve ilişkilerden kendisini kesip atıyor.
Ak Parti, güç ve iktidar olmayı başöğretmeninden
öğreniyor. O da CHP il başkanlarının aynı zamanda vali oldukları dönemi aynı
kibirle yineliyor ve Tayyip Erdoğan, valilere kışın Müslüman mahallesine kömür
dağıtmalarını emrediyor. İstediği zaman “yargıya gerekli talimatı verdik”
diyor, Allah’lık taslayıp, “ülkede hiçbir derenin ve nehrin kafasına göre
akamayacağını”, bunların yağmaya açılması gerektiğini söylüyor.
Simitle idare eden Müslüman mahalle de genişleme
imkânlarını burada görüyor: “herkes ne kadar ekmeğe muhtaç kılınırsa, ekmek
fırını da bizde kaldığı sürece bizim mahalle güçlü kalır” diye düşünüyor. Bu
yaklaşımın taktığı prangaları, zincirleri, kıpırdamadığı için hiç mi hiç
hissetmiyor.
Ak Parti, “bu ülkeye komünizm gerekirse, onu da biz
getiririz, size ne oluyor, siz tebaasınız” diyen Ankara valisi gibi düşünüyor.
Bu açıdan, biraz kendi solunu türetiyor, biraz kendi muhalefetini maniple
ediyor, Fethullah ise, Selçuklu veziri, mülkün nizam sözcüsü, Nizamülmülk türü
hocalarından aldığı eğitimle, Tayyip’e “her sultanın ona eksiklerini
gösterecek, yanlışlarını söyleyecek, bir tür ‘şeytanî’ manada uyarıcı, vezire
ihtiyacı vardır” türünden mesaj yolluyor ve özünde “bu vezir benim” diyor.
Fethullah, Müslüman mahallesinin umacısı CHP’yi aba
altındaki sopa misali sallıyor, “yola gelmezsen, CHP’yi desteklerim” diyor.
Kaçakçılık ve ticaretle palazlanan İzmir’in ideolojisi üzerine kurulu CHP ise
bu rant kavgasında umacı olmaya razı bir pozisyon alıyor. Müşteri çekmek için
kayıkçıların yalandan çıkarttıkları kavgaya benzer bir didişme, siyaset
alanının köpüğü olarak vücut buluyor.
Bu safhada Ak Parti iktidarı ile yetinmeyen, bu
iktidar karşısında hayal kırıklığına uğrayan, Ak Parti’nin zevahire zarar
verdiğini düşünenler, bir biçimde mahalleyi kendilerince koruma altına
alıyorlar. Osmanlı’dan, hatta Emevî’den beri mahallenin iktidara göre, iktidar
için ve iktidar içi bir yerde tesis edildiğini görmek istemiyor. Muaviye’nin
veya Fatih’in devletten mahalleye uzanan nizamatının ilham kaynağının
Bizans-Roma olduğuna bakılmıyor.
Roma mimarîsi, merkeze kiliseyi, önüne meydanı
koyuyor, tüm yollar o meydana çıkıyor, hanelerle birlikte bir mahalle tesis
edilmiş oluyor. Emevî’de ve Osmanlı’da şeklî bir değişiklikle, kilisenin yerini
cami alıyor. Ama o camide ne Allah’ın kelâmı işitiliyor ne de alın secdeye
Peygamber gibi değiyor.
Paganizm eleştirisi baki kalmak üzere, esas olarak
dönemin kireçleşmiş formel dinleri, Hristiyanlık ve Yahudiliğe karşı bir “din
dışı” hatta “dinsizlik” hareketi olan İslam, kitabında, “Biz ne Hristiyanız ne
Yahudi, biz İbrahim’in dinindeyiz” buyuruyor. Mahallenin merkezinde devletin
bir kalesi olarak inşa edilen cami, devletin Allah’sız Kitab’sız mevcudiyetinin
bir tecessüsü oluyor kimi zaman.
Müslüman’a ise kandil simidiyle yetinmek düşüyor. O,
batının şaşası, cüssesi karşısında ezilmediği için “Padişahım çok yaşa!” diye
bağırıyor. Zevahiri kurtardığını zannediyor ama zevahir kurtulurken, sol
memenin altındaki cevahir zamanla kararıyor.
* * *
Bugün meseleyi tek başına Ak Parti’ye indirgemek
hatalı. Bu yaklaşım, “işin başı ve sonu benim” kibriyle ayakta duran bu
partinin, kendisini Kemalizm gibi sui generis, nev-i şahsına münhasır,
özel, güzel, yepyeni, özgün bir pratik olarak satmasına katkı sunuyor.
Ak Parti, sömürü ve zulme karşı mücadelenin ortak
hedefinin bir parçası kılınması gerekiyor. Bu ister sosyalist ister İslamcı bir
yerden yapılsın, yerel, bölgesel ve dünyasal bir bağlamın dâhilinde anlaşılması
gereken bir mesele. Böylesi bir bağlam içre düşünüp hareket etmeksizin, Ak
Parti’nin politikasını Müslüman mahalle üzerinde ve üzerinden tahkim etmesine
karşı çaresiz kalmak kaçınılmazdır.
Mesele, bu noktada Müslüman mahallede kalmak ama öte
yandan mahallenin genişleme imkânlarını iktidara karşı bir silâha dönüştürmeyi
bilmektir. CHP umacısı karşısında mahallenin olduğu hâliyle muhafazasını tek
siyaset belleyen yaklaşımların Ak Parti’nin kendi iktidarını Müslüman mahalle
üzerinde ve üzerinden tahkim etmesi sürecinde basit bir tuğla olmak dışında pek
bir şansı yoktur.
Dolayısıyla, belki de İslamcıların ve sosyalistlerin
bugün ortaklaşa dile dökecekleri şiar şudur. “Ey Müslüman mahalle, imanın,
tevhidî mücadelen sömürücülerin-zalimlerin eliyle zincirlenmiştir. Bu
zincirleri kırarak önünde kazanacağın eşit ve âdil bir dünya vardır. Kıyam
eyle!”
Eren Balkır
16 Aralık 2012
0 Yorum:
Yorum Gönder