28 Şubat 2025

, ,

Mezhepçilik Ulusal Kurtuluşun Düşmanıdır


Patrick Higgins Mülâkatı

 

Louis Allday

18 Şubat 2025

 

Bu mülâkatta Louis Allday, araştırmacı-yazar Patrick Higgins’le Suriye’nin Filistin davasıyla uzun zamandır kurduğu çetrefilli ilişkiyi, Siyonizme yönelik muhalefeti, Suriye’nin emperyalizmle ilişkisini, bir bütün olarak dünya sistemi içerisinde, özellikle 2011’den beri üstlendiği rolü, bunun yanında, ülke ve ülkedeki olayların herkesçe çarpık bir biçimde idrak edilmesine sebep olan propaganda gibi konuları konuşuyor. Ayrıca mülâkatta, Suriye hükümetinin Aralık 2024’te yıkılışının, on yılı aşkın bir zamandır ABD’nin öncülük ettiği saldırıların ve yıkıcı faaliyetlerin zirvesi olan gelişmenin olası sonuçları, Suriye’nin kaderinin sadece kendi halkı değil, tüm bölge ve dünya için neden bu kadar önemli olduğu üzerinde duruluyor.

* * *

 

Bu mülâkat talebimizi kabul ettiğin için teşekkür ederiz Patrick. Birkaç ay önce yaparız demiştik ama fırsat bulamamıştık, bugün nihayet gerçekleşiyor olmasından dolayı çok mutlu olduğumu belirtmeliyim. Kanaatimce içinde olduğumuz an, Suriye’nin Siyonizmle, ABD emperyalizmiyle ve Filistin davasıyla ilişkisini dürüstlükle ve belirli bir açıklıkla ele almak için oldukça önemli bir an. Özellikle Aralık 2024’te Suriye hükümetinin yıkılışıyla birlikte dönemin sahip olduğu önem daha da arttı. Konuyla ilgili önemli bir çalışmaya imza atmış, yıllardır bu konuda ilkeli bir duruş sergilemiş bir isim olarak senin bu değerlendirmeyi yapabilecek az sayıda insandan biri olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, bize vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim.

Yıllardır Suriye konusunda benim önemli bir mihenk taşı olarak gördüğüm bir yazar olarak seninle konuşma fırsatı bulduğum için asıl ben sana teşekkürlerimi iletmek isterim. Meseleye dair idrakimi ve analizlerimi geliştirmek adına on yılı aşkın bir zamandır notlarımı, makale taslaklarımı ve araştırma kaynaklarımı paylaştığım bir isimsin sen. Sen de Suriye’nin kaderinin çok önemli olduğu hususunda benimle aynı fikirdesin. Suriye, kendisi için olduğu kadar Filistin davası ve tüm dünya sistemi için önemli.

Kesinlikle öyle. Bunun sonucunda sen ve birçok isim de benim gibi bir tür delüzyon, kaybolmuşluk hissine kapıldı. Dolayısıyla, şunu söylemek abartılı olmaz: hepimiz, yaşanan olaylar, bilhassa İsrail’in ilk elden hükümetin devrilmesinden hemen sonra Suriye’nin savunma kapasitesini yok edişi, hatta Golan Tepeleri’ni geçip Suriye toprağını işgal edişi karşısında endişeye kapıldık. Onca ucuz karalama kampanyasında dile getirilen argümanların aksine, bizim derdiğimiz, bir birey veya lider olarak Beşar Esad değildi. Ona bel bağlıyor değildik. Onca hakareti işittik ama bizim asıl derdimiz, Suriye hükümetine sunduğumuz desteğin asıl sebebi, bizim uzun zamandır emperyalizmin inşa ettiği hâkim söyleme ve dile karşı çıkmayı seçmiş olmamızdı. Ben, senin meseleyi nasıl gördüğünü merak ediyorum. Son gelişmelere sen nasıl tepki verdin? Suriye Arap Cumhuriyeti’nin sonunu ülkenin ve bölgenin genel tarihsel bağlamı dâhilinde nasıl değerlendirirsin?

Suriye Arap Cumhuriyeti’nin yıkılışı, ABD öncülüğünde hareket eden emperyalist dünya sistemine karşı verilen Arapların kurtuluş mücadelesini tümden alışmadığı bir duruma sürükledi. Batı sömürgeciliğinin ilk gününden beri Batı Asya halkları, bağımsızlık, egemenlik ve kalkınma için farklı politik ve askeri mücadele biçimlerine başvurdular. İngiliz ve Fransız imparatorlukları bölgeyi taksim ettiler. Halkları sınırlarla ve kontrol noktalarıyla böldüler. Devletleri doğal kaynaklar için rekabet etmeye zorladılar. Farklı gümrük ve piyasa kurallarıyla hareket eden devletleri ticaretin yol açtığı anarşiye mahkûm ettiler. Ekonomideki anarşiye askeri alandaki örgütsüzlük eşlik etti.

Emperyalistler, Batı Asya ülkelerinin askeri güçlere karşı güçlü bir direniş ortaya koyma becerisini zayıflattılar. Bölgenin parçalanması sonucu oluşan ülkelerde sömürgecilik, devleti mezhepçilik temelinde inşa etti. Lübnan ve Suriye’de bu durum halklar arasındaki güvensizliğe zemin hazırladı, toplum din ve etnisite temelinde bölündü. Bugün Suriye’de farklı gruplar arasında cereyan eden çatışmadan en çok da emperyalizm istifade ediyor. Emperyalizm, Batı Asya’da çoğunluğu teşkil eden yoksulların ağır şartlarda yaşamalarına neden oluyor.

1945’ten, yani İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri bu şartların sürdürülmesinden, sorunların derinleşmesinden, Suriye ve Irak’ın bölünmesinden sorumlu asli unsur ABD. Sömürgeciliğin çizdiği ayrım çizgilerini dikine kesen coğrafya, tarih, dil ve kültüre bağlı sebepler üzerinden Arap ulusal hareketi, misal, NATO üyesi Türkiye’ye karşı mücadele eden Kürt ulusal hareketi gibi örgütlü direniş hareketleri var olsa da, tarihsel düzlemde Batı Asya ve Kuzey Afrika’da ABD emperyalizmine karşı sürdürülen örgütlü direnişin dümenini ele geçirdi.

Arapların kurtuluş hareketi içerisinde kırkların sonunda ABD destekli Siyonist yerleşimci-sömürgeci hareketin fethettiği Filistin, uzlaşma noktası olarak iş gördü, süreç içerisinde Kuzey Afrika’dan Arap Yarımadası’na dek uzanan coğrafyada halkları birleştirdi. Tabii küresel güneye en fazla zulmeden güç olarak ABD ile birlikte Arapların ve Filistinlilerin kurtuluş hareketlerinin kaderi, dünya halklarının büyük çoğunluğunun asli ilgi konusu hâline geldi. Dolayısıyla, mevcut durumun genel hatları bağlamında bizim bugün Suriye ile ilgili olarak şu soruları sormamız gerekiyor: Suriye, ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizme karşı Arapların ve Filistinlilerin verdikleri kurtuluş mücadelelerinde ne tür bir rol üstlendi? Suriye hükümeti ve devlet sistemleri bu rol nezdinde ne kadar önemli?

1946’da bağımsız olan Suriye, o günden itibaren, istikrarı, gelişmiş, ilerici ve bağımsız bir ülke kimliğiyle, Batı Asya’nın merkezinde yürütülen operasyonlar için bir tür üs olarak iş gördü. Suriye, kralcı rejimde kopup cumhuriyetçiliğe yüzünü dönen ilk ülkeydi. Bugünse ABD’nin dünyanın en büyük emperyalist gücü hâline geldiği günden bu yana ilk kez Arapların kurtuluşu için mücadele eden güçler, karşılarında istikrarsız, gerici, kalkınma sürecinden kopmuş, egemenlikten yoksun bir Suriye buldular. Ülke, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere emperyalist ve altemperyalist güçlerce işgal edilip parçalandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Arapların ve Filistinlilerin kurtuluşu için mücadele eden hareketler, böylesi bir durumla ilk kez karşılaştılar. Daha önce temelde egemen bir devlet olarak Suriye’nin varlığı üzerinden hareket ediliyordu.

Bugün hangi haritaya bakarsanız, Suriye’nin ve toprak bütünlüğünün ne kadar önemli olduğunu görürsünüz. Körfez ülkeleri kadar petrolü ve doğal gazı olmasa da Suriye Arap coğrafyasının merkezidir, bölgedeki faaliyetleri birbirine bağlayan kavşaktır, kültürün ve tarihin kalbidir. Lübnanlı siyasetçi Velid Canpolat’ın da bir vakitler dile getirdiği biçimiyle, bölgedeki politik oyuncuların Suriye’yi görmezden gelmeleri mümkün değil. Herkes onunla bir biçimde uğraşmak zorunda. Başında kim olursa olsun, Suriye öyle ya da böyle hâlen daha önemli.

Bununla birlikte, senin de kullandığın ifadeyle “Suriye Arap Cumhuriyeti”, Beşar Esad’ı ve çevresini aşan bir devlet sistemi olarak, Suriye devrimleri dalgasının bir ürünü. Bu anlamda, Esad’ın temsil ettiği sınıf ve bu sınıfın Suriye’nin emperyalizme karşı savunmasının zayıflatılmasında oynadığı rol ile ilgili analizin önemli olduğunu görmek gerekiyor.

En azından, tam anlamıyla işletilmese de Suriye Arap Cumhuriyeti’nin üç önemli ilkeyi yeniden ürettiğini düşünüyorum: bugün Şam’da iktidarda olanlar Arapların ve Filistinlilerin kurtuluş mücadelesi için kıymet arz eden bu üç ideolojik ilkeye karşı çıkıyorlar.

1. Suriye’nin genelde Arap bölgesine özelde Filistin’e karşı sorumluluğunu ifade eden Panarabizm;

2. Suriye’nin kendi halkının yetenek ve becerilerinden dini yönelimler veya cinsiyet temelinde kimi kısıtlamalar getirmeksizin istifade etme imkânı sunan laiklik;

3. Suriye’nin ulusal varlıklarının yabancıların eline geçmesine izin vermeyen sosyalizm.

Ben, sosyalizmin ulusal egemenliğin korunması, ulusal egemenliğin de emperyalizme karşı direniş ve onun mağlup edilmesi konusunda çok önemli olduğuna inanıyorum.

Senin de “Şam’ın Peşinde: ABD’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’ne Karşı Yürüttüğü Savaş” başlığını taşıyan makalende gayet ustalıkla aktardığım gibi, Suriye’nin Filistin davasına sunduğu destek, ABD’nin bu ülkeye uzun süredir karşı olmasının, 2011’de hükümetine karşı örtülü savaş yürütme kararı almasının asli sebeplerinden biri. Tabii bu noktada Suriye ile Filistin kurtuluş hareketi arasındaki ilişkinin tek bir biçim altında yürümediğini, her daim ileriye doğru düz bir hattı takip etmediğini, 1975-1976’da yaşanan Lübnan İç Savaşı gibi karanlık momentlerde Suriye’nin belirli bir rol oynadığını hatırlatmak gerek. Ama gene de bazı insanların dediğinin aksine, bu olaylar, söz konusu ilişkinin ana niteliğini ortaya koymadığını söylemeliyiz. Suriye, Filistin davasının desteklenmesinde farklı dönemlerde özel ve önemli bir rol üstlendi. Örneğin, kısa süre önce izlediğim bir videoda Suriye’yi farklı zamanlarda eleştirmiş bir isim olan FHKC lideri Corc Habeş, 1983’te Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Meclisi’ne hitaben yaptığı konuşmada, Filistin devriminin gücünün doğrudan Suriye’nin gücüne bağlı olduğunu söylüyor, ardından da Suriye ile bağları pekiştirme ve derinleştirme çağrısı yapıyordu. Aradan geçen kırk yıl içerisinde çok şey değişti, ama birçok dinamik olduğu gibi kaldı. Ben, bu noktada senin Suriye-Filistin ilişkisinin tarihine dair fikirlerini merak ediyorum. Habeş’in açıklamasını ne tür bir bağlama oturtmalıyız? Suriye, Filistin davasına başkalarının sunmadığı veya sunamadığı desteği sundu. Sen bu desteği nasıl açıklıyorsun?

Suriye Arap Cumhuriyeti sayesinde Suriye, Filistin’e farklı biçim ve ölçeklerde destek sundu. Bu noktada Suriye, Arap Cumhuriyeti ve Baas Partisi kurulmazdan önce Filistin kurtuluş mücadelesine verdiği destekle diğer Arap ülkeleri içerisinde özel bir yere sahip. Tabii bu noktada İzzeddin Kassam’dan söz etmek gerek. Kassam, 1936’daki intifadaya kapı aralayan, Siyonist yerleşimcilere ve İngiliz mandasına karşı isyanı gerçekleştiren isim. Kassam, yola Suriye’nin sahil kenti Ceble’den yola koyulmuştu.

1947’de Suriye’nin seçimle işbaşına gelmiş cumhurbaşkanı Şükrü Kuveytli’nin emriyle, Şam’da Arap Kurtuluş Ordusu kuruldu. Nekbe’yi durdurmak amacıyla Filistin’e girecek olan orduyu Arap ülkelerinden gelen gönüllüler oluşturuyordu.

Suriye, Filistin konusunda diğer Arap ülkeleri içerisinde özel bir yere sahipti. Bu sayede manevra kabiliyeti elde etti. Bu kabiliyete sahip olmasının, Filistin konusunda önemli adımlar atabilmesinin en önemli sebeplerinden biri, onun kralcılık karşıtı ve cumhuriyetçi oluşuydu. 1920’de Suriye’de kısa süre tahtta kalmış olan kral Faysal gibi bölgenin önde gelen isimleri, halk desteğinden yoksundu ve genelde emperyalist güçlerin nakit ödedikleri maaşlara bel bağlamışlardı. Suriye’de Faysal iktidardayken Lübnan’ın ayrılması ve Filistin’in Siyonistlere teslim edilmesi gibi önerilerle yüzleşti, bir yandan da İngilizlerin ve Fransızların baskılarıyla ve yeni oluşan Suriye Kongresi’yle uğraşmak zorunda kaldı. Bir süre sonra iki efendiye aynı anda hizmet edilemeyeceği görüldü. Suriye halkı, kralı devirdi ve kralcılığı mezara gömdü.

Suriye’de cumhuriyetçilik, 1925’teki Büyük Suriye İsyanı gibi halkın coğrafi ve kültürel açıdan farklılaşmış kesimlerini birleştiren sömürgecilik karşıtı hareketlerle birlikte gelişti. Bu 1925’teki isyan Dürzi Dağı’nı merkez alan, Fransız mandacılığına karşı yürütülen, gerilla mücadelesi temelli ayaklanmayı ifade ediyordu. Bu sömürgecilik karşıtı hareketler, aynı zamanda Fransa’daki Vichy ve Dögol hükümetlerine karşı kırklı yıllar boyunca gerçekleştirilen isyanlardan da beslendi. Ama toprak sahiplerinden ve eski asillerden oluşan Suriye kongrelerini sınıfsal niteliği Suriye’nin Filistin’le ilişkileri dâhilinde atacağı adımları kısıtladı. Bazen işbirliğine giden bazen de rekabet eden unsurlar olarak Arap Sosyalist Baas Partisi, Suriye Komünist Partisi hatta Suriye Sosyal Milliyetçi Parti gibi partilerin kurulduğu süreç, köylülük, işçi sınıfı, aydınlar ve işsizler gibi halk sınıflarının devletle ilişkilerini onları ulusal kalkınma projesine dâhil etmek suretiyle biçimlendirdi.

Devlet iktidarının desteklediği ulusal kurumlar, Filistin ve Cezayir gibi ulusal kurtuluş mücadelesi veren ülkelere askeri ve toplumsal destek sunma imkânı yarattılar. Bu destek, gönüllüler üzerine kurulu gerilla birliklerinin sınırlarını aşan bir destekti.

Süreç içerisinde Baas Partisi ile birleşen Arap Sosyalist Partisi’nin kurucusu Ekrem Hurani, memleketi Hama’da yaşayan köylülerin maruz kaldıkları berbat koşullar karşısında şunu söylüyordu: “Toprak sorununu çözmeyen her yeni anayasa, akim kalacaktır.” Topraklarını Siyonistlere satan Filistinli toprak sahiplerinin ihaneti yüzünden Nekbe’nin gerçekleştiğini söyleyen Hurani, Suriye’deki toprak ağalarının da aynı şeyi yapmaya hevesli olduğuna inanıyordu. İşte bu sınıfsal analiz üzerinden Suriye Filistin’le ilgili konumunu değiştirdi. İnsani yardımı esas alan duygusal empatiden uzaklaşan bu konum, Filistin’e sunulacak desteği Suriye’nin ulusal güvenlik için yaşamsal ve varoluşsal bir zorunluluk olarak gören bir yaklaşımı temel almaya başladı.

Bugün Habeş’ten aktardığın söz bu özel bağlamın ürünü. Habeş, Suriye’de edindiği kişisel deneyimleri üzerinden konuşuyor. Ellilerde Habeş, Ürdün’de ve Lübnan’da Birleşik Arap Cumhuriyeti gayesi doğrultusunda hareket eden, Nasırcılık temelinde örgütlenme faaliyeti yürüten bir isimdi. 1958-1961 arası dönemde Suriye Mısır’la birleşti. Bu proje, kısa süre içerisinde başarısız oldu fakat birkaç yönden Suriye’yi dönüştürdü. Ülke, bu dönemde tarım reformuna tanık oldu. Bu da halk sınıflarının devlet içerisinde yer bulmasını sağladı. Baasçıların gerçekleştirdiği iki darbe sayesinde reformların kapsamı genişledi. 1963’te “ilk dönem Baasçılar”ın gerçekleştirdiği darbeyi partinin kurucu unsurlarına karşı hareket eden “Ulusal Komuta” adı verilen radikal askeri kanadın 1966’da gerçekleştirdiği darbe takip etti. Ulusal Komuta özünde Marksist-Leninistti. Filistin davası ile Suriye’deki sınıf meselesi arasında bağ kuran bu ekip, Filistinli fedailerin desteklenmesi, yönlendirilmesi hatta komuta edilmesi düzleminde önemli adımlar attı. FHKC 1967’de tam da bu bağlamda kuruldu. Cephe, esas olarak Suriye’de faal olan örgütlerin içinden çıktı. Kanaatimce Habeş, bu dönemin sunduğu imkânlar üzerinden konuşuyor. İlgili dönem, Filistinlilere eğitim alacakları alanı, savaşta kullanılacak silâhları, araştırma için gerekli parayı temin eden Suriye devleti, Filistinlilerin çıkarlarıyla örtüşen çıkarları üzerinden önemli kapılar açıyor.

FHKC’nin 1969 tarihli “Filistin’in Kurtuluşu İçin Strateji” isimli belgesi, “Arap Coğrafyasında Devrim Güçleri” başlıklı bölümde ilgili yönelimin teorik zeminini değerlendiriyor. Burada Mısır, Irak, Cezayir, Güney Yemen ve Suriye’deki “milliyetçi rejimler”den bahsediliyor ve bunların sosyalizme yönelmeye başlamış, feodalizmin ve kapitalizmin temsil ettiği Arap gericiliği yanında emperyalizme, Siyonizme, İsrail’e karşı oldukları söylüyor. Ama öte yandan, bu rejimlerin küçük burjuva milliyetçilerinin öncülüğünde hareket ettiği üzerinde duruluyor. Belgeye göre, bu sınıfın bakış açısı köylülükten kurtulma imkânı sunan kurumu, yani orduyu aşamıyor. Küçük burjuva rejimler, bu sebeple teorik programlarını ordu üzerine kuruyorlar, bu anlamda geleneksel askeri devlet anlayışına ait savaş stratejilerini benimsiyorlar. FHKC, buradan, devrimci güçlerin bu devletlerle ilişkilerinin zamanla “ittifakı ve çatışmalı bir ilişkiyi koşullayacağı öngörüsünde bulunuyor. Ona göre, ilgili devletlerin sınıfsal niteliğine bağlı olarak devrimci güçler İsrail karşıtlığı düzleminde ittifak kuracaklar ama mücadele dâhilinde benimsedikleri stratejiler konusunda onlarla çatışma yaşayacaklar.

Başka bir ifadeyle, küçük burjuva devletle devrimci güçler birbiriyle çakışan, örtüşen çıkarlara sahipler, ama bu çıkarlar denk değil. Habeş, tüm bu gerçeği kendi kişisel deneyimi üzerinden görüyor. Hafız Esad’ın 1970’deki “Düzeltici Hareket” sonrası Filistin’e yönelik vaatlerine sırtını dönmesinden önce Habeş, 1968 yılında Suriye’de hapse atıldı. Bu dönemde Suriye devletiyle FHKC arasındaki ilişkiler genelde gergindi. Esad’ın başa geçmesi sonrası devletle Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi arasındaki ilişki daha da gerildi. Senin de bahsini ettiğin, Suriye’nin 1976’da Lübnan’a girişi Suriye ile Fetih arasındaki düşmanlığı derinleştirdi. Esad, bu süreçte kontrolü altındaki bölgelerde Fetih’in hareket alanını epey kısıtladı. Aradaki gerilim, Fetih içindeki ayrışmaları tetikledi. Filistinli güçlerin Suriye’ye yönelik güvensizliği hiç azalmadı. Suriye devleti, farklı örgütlere mensup Filistinlileri hapse atmaya devam etti. Ama bir yandan da söz konusu örgütlere eğitim imkânları, malzeme ve destek sunmayı sürdürdü. Bağlantıları bir biçimde muhafaza etti.

Süreci kendince idrak eden Habeş’in derdi, kendisini hapse atanlardan intikam almak veya Suriye hükümetini basit bir ahlakçılık zemininde değerlendirmek değildi. Ona göre Suriye devleti “küçük burjuva askeri bir devlet”ti. Bu bilimsel değerlendirme, Filistin devrimine uzanan yolda partisine yol gösterecek kılavuzdu.

1983’e geri dönersek, FKÖ o dönemde Lübnan’ı terk ediyordu. FKÖ içerisindeki en büyük yapı olan Fetih, barış için gizli görüşmeler yürütüyordu. Zamanla, Oslo Anlaşmaları’nda zirveye ulaşacak ciddi bir stratejik anlaşmazlık ortaya çıktı. FHKC, barış görüşmelerine itiraz etti. Bu itirazı basit bir duygusal tepki olmaktan çıkartıp eyleme dökülebilecek bir stratejiye dönüştürmek için belirli önceliklerin tespit edilmesi gerekiyordu.

Suriye hükümeti, Filistin hareketiyle ortak çıkarlara sahipti. Devlet, İsrail’in işgal ettiği Lübnan ve Cevlan’da onunla çatışma içerisindeydi. Gerici Arap rejimleriyle yani krallıklarla ortak çıkarlara sahip değildi.

1991’de ve 2003’te FHKC anlaşmazlık içerisinde bulunduğu Irak’taki Baas hükümetiyle benzer bir politikayı benimsedi, yani ABD’li işgalcilere karşı ulusal savunma yönünde çaba ortaya koyanlara destek sundu. Partiye göre, Irak ve Suriye’deki hükümetlerin yıkılması ve ABD emperyalizminin eline geçme ihtimali Arapların ulusal kurtuluş davası açısından felâketlere yol açacaktı.

Irak’ta mezhepçi savaşın iyice şiddetlendiği 2003 sonrası dönemde Amerika’nın Suriye’ye müdahalesinin Irak’taki gibi mezhepçiliği körükleyecek sonuçlara yol açıp açmayacağı sorusuna Habeş, şu cevabı veriyordu: “Umarım hiçbir Arap ülkesinde bu süreç yinelenmez. Ama muhtemelen yeniden yaşanacak, mezhepçilik yeniden körüklenecek, zira bu mezhepçilik eğilimini bizzat işgalci güç besliyor.”

İşin tuhaf yanı şu ki Habeş sonrasında Suriye’de hapis yattığı sürecin politik gelişiminde önemli bir rol oynadığını, birkaç ay hücrede kaldığı dönemi Marx, Engels ve Lenin okuyarak geçirdiğini söylüyor.

Son dönemde genelde savaş karşıtı, özelde Filistin’le dayanışma hareketi ile Suriye’nin bağını kopartmak için yoğun bir çaba ortaya kondu, kapsamlı bir propaganda faaliyeti yürütüldü. Bu çabalar üzerinden 2011’den beri ülkede yaşananlar yanlış aktarıldı, Suriye’nin Beşar Esad döneminde bölge genelinde oynadığı rolün niteliği görülmez oldu. Bu propaganda diline karşı koyanlar itibarsızlaştırıldı, tecrit edildi, lekelendi.

Filistin davasına destek sunan birçok ismin Esad’ın yıkılışına dur diyememiş, yol açtığı sonuçları anlayamamış, Suriye’nin Filistin, Lübnan ve Siyonist-emperyalist kurgulara bölgede karşı çıkanlar için sahip olduğu önemi görememiş olması üzücü ve hayal kırıklığına yol açan bir zaaf. Ama bu zaafın gösterilmiş olması hiç de şaşırtıcı değil.

Üzülmek şöyle dursun, kimi isimler, HTŞ ve Cevlani gibi hepimizin bildiği unsurların başarısına sevindiler veya süreci “ihtiyatlı bir iyimserlik”le karşıladılar. Suriye’nin geleceğine ve hükümetin yıkılışının tüm bölge nezdinde yol açacağı sonuçlara dair üzüntülerini ve korkularını ifade edenler “Esadçılık”la suçlandılar.

Bu olaylara sen nasıl tepki verdin? Filistin’le dayanış hareketi ile Suriye gibi güçler arasındaki bağın kopmuş olmasını, Filistin’e sunulan maddi desteğin son bulmasını nasıl değerlendiriyorsun?

Sorunda Filistin’le dayanışma hareketine mensup belirli kesimlerin tepkileriyle ilgili meseleleri üç başlıkta ele alıyorsun. Ben, burada bu üç husus üzerinde durulması gerektiği düşüncesindeyim.

Bahsini ettiğin ilk başlık, bilgi üretimi, analiz, ideoloji ve propaganda alanı ile ilgili. Küresel kuzeydeki dayanışma hareketi, çeşitli sebeplere bağlı olarak, Batı Asya’daki ulusal kurtuluş güçlerinin askeri imkânlarına maddi katkı sunabilecek konumda değil. Bugün için bu güçler, sadece kendi ülkelerindeki emperyalist devletlerin adımlarına mani olacak çalışmalar yürütebiliyorlar. Bu noktada bilinçlendirme ve ajitasyon çalışmaları en önemli unsurlar olarak öne çıkıyor.

Suriye hükümetinin yıkılışına sevinen kimi örgütler, küresel güneydeki bir ülkenin egemenliğinin ortadan kaldırılması konusunda emperyalist devletlerin uzun süredir ortaya koydukları çabaları görmeyen veya onlara destek çıkan bir bilincin şekillenmesine katkıda bulunuyorlar. Bu çabaların güneydeki başka ülkelerin egemenliğini yok ettiğini, bu yönde maddi destek sunan güçlerin becerilerini arttırdığını görmüyorlar. Nesnel planda dayanışma hareketi, Esad’ın yıkılışına destek sunmak suretiyle, emperyalizmin savaş dâhilinde belirlediği hedeflerine bir tür kuvvet çarpanı olarak katkıda bulunuyor.

Bahsini ettiğin ikinci mesele, HTŞ konusunda “bekleyip görelim” tutumu ile ilgili. Oysa bölgedeki ve dünyadaki yönelimler birer sır değil. Elimizde İdlib’i işgal eden bu güçlerle ilgili yığınla kanıt mevcut. Araç-gereçlerinin ve askerlerinin nereden geldiği belli. 2011’den beri Suriye Arap Cumhuriyeti’ne karşı yürütülen örtük savaşta NATO’nun üs bölgesi olan Türkiye, önemli bir harekât noktası olarak iş gördü. Diğer bir nokta da Ürdün’dü.

Türkiye, Suriye’yle uzun zamandır ilişkili. 1939’da İskenderun’u ele geçiren Türkiye, HTŞ’nin Aralık’ta Şam’ı ele geçirmesi sürecinde önemli bir rol oynadı. Ermenilere, Kürdlere, Alevilere ve Hristiyanlara karşı yobaz fikirlerin beslenmesine katkıda bulundu. Tekfirci akımlar, Türkiye’nin desteğinde hareket etti. Aksi yönde ifadelere başvursalar da bu ekipler, Filistin’in kurtuluşunu hiçbir zaman öncelikli bir mesele olarak görmediler. Ulusal kurtuluş anlayışına felsefi düzeyde karşı çıktılar. Bu güçler, Siyonizm karşıtlığının her türden somut biçiminin karşısına İran’a karşı duvar örme seçeneğini öncelikli gördüler.

Suriye’deki savaşa destek veren kimi isimler, bugün Siyonist teşekkülün HTŞ’den korktuğu için Suriye ordusuna ait tesislere ve araştırma merkezlerine saldırdığını iddia ediyorlar. Bu iddia iki şekilde cevaplanabilir:

1. İsrail’in askeri bilgi depolarını imha eden saldırıları, silah sistemlerine yönelik saldırılardan daha fazla zarara yol açmıştır. Zira bu depolarda biriken bilgi, doğrudan veya vekil güçler aracılığıyla Suriye Arap Cumhuriyeti’nin İsrail’e karşı yürüttüğü faaliyetler dâhilinde bir araya getirdiği bilgilerdi.

2. İsrail, hükümetin yıkılmasının ardından gerekli fırsatı elde edebildiği için, hemen harekete geçip askeri altyapıyı yok etti. Bölgede hâkim bir güç olarak İsrail hava kuvvetleri risk altındaydı. “Niteliksel Askeri Eşik” ismini taşıyan doktrinlerinin amacı, bölge halklarını şok edip dehşete sürüklemekti.

İsrail, Aksa Tufanı operasyonuna soykırımla cevap verdi, zira o, zaaflarının açığa çıkması ardından askeri gücünün her yere ve her şeye yetişebileceğini göstermek zorunda kaldı. Suriye hükümeti yıkılmazdan önce İsrail, direniş alanlarına ve altyapıya saldırmıştı, 2011’den beri süren bu saldırılar sınırlı bir nitelik arz etmiş, İsrail askeri güçleri hemen geri çekilmişlerdi. Suriye Arap Cumhuriyeti varken hava savunma sistemleri Suriye’nin egemenliğini koruma imkânına sahipti. Emperyalizmin devleti intikam amaçlı aşındırma çabalarına rağmen bu koruma faaliyeti sürdü.

3. Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nin kullandığı tabirle “sahte bölgecilik”, dayanışma hareketine mensup kişi ve örgütlerin tavrını tanımlayan bir tabir. Bu tabir, sanki Filistin, Lübnan ve Suriye belirli kişilerin etrafında tavaf ediyormuş gibi konuşanları anlatıyor. Michael Parenti’nin kullandığı “rastlantı teorisi” de süreci anlamak için kâfi gelmiyor.

Bu noktada olayların seyrine bakmak gerekiyor. Kasım 2024’te Güney Lübnan’da Hizbullah’ın ağır kayıplar yaşadığı dönemde Siyonist teşekkülün yürüttüğü operasyonlar, yenilgilerle yüzleşti. Üstün hava güçleriyle büyük zararlar vermesine rağmen Litani Nehri’nin kuzeyinde Hizbullah’ın cephaneliğine de kullandığı güzergahı da yok edemedi. Bu sebeple İsrail Savunma Güçleri, kara harekâtı başlattı ama bu harekât Hizbullah askerlerinin pusuları neticesinde hiçbir sonuç vermedi.

26 Kasım günü ABD’nin Lübnan elçisi (Kudüslü bir ailenin oğlu) Amos Hochstein, BM’nin 1701 sayılı kararında belirtilmiş şartlar uyarınca bir ateşkes anlaşmasına aracılık etti. Ertesi gün, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu Suriye hükümetine karşı yıldırım harekâtı başlattı. 8 Aralık günü HTŞ Humus’u ele geçirdi, böylelikle Irak’tan gelip Suriye üzerinden Güney Lübnan’a uzanan, silah nakliyatı için kullanılan köprüyü kapattı. Akşam karanlığında bu güçler Şam’daki hükümeti devirdiler. Aynı gün İsrail, Suriye ile Güney Lübnan arasındaki sınır bölgelerini kuşatmak adına, kuzeye doğru ilerleyerek Katana’nın ötesine geçti. Burada amaç bir “tampon bölge” oluşturmaktı.

Şurası açık ki ABD, Lübnan’daki “ateşkes” anlaşması sürecini Suriye’ye yönelik saldırı planlarıyla bağlantılı olarak yürütmüştü. Burada amaç, İsrail’in Lübnan’daki kayıplarını telafi etmekti. Birçok gözlemcinin gördüğü bu gerçeği kimse dikkate almadı. Sayısız örgüt, bu aleni bağlantıya hiçbir şekilde değinmedi. ABD ve İsrail’in direnişe karşı, bölgesel düzeyde elde ettiği mevzilere kimse değinmedi.

Ben bu noktada insanların Gassan Kenefani’nin 1964 tarihli “Yemen ve Irak: Tek Bir Hikâye mi İki Ayrı Hikâye mi?” başlıklı makalesini okumalarını öneriyorum. Bu makalede Kenefani, Yemen’de ve Irak’ta cereyan eden ve birbiriyle alakasızmış gibi görünen olayların esasında birbiriyle bağlantılı olduğunu, bölgenin bir bütün olarak analiz edilebileceğini söylüyor. Devamında da “Elimizde tutarlı bir analiz hattı varsa bu tür şeylerin rastlantısal olarak cereyan ettiklerine dair tespit kabul edilir olmaktan çıkıyor” diyor.

Yanlış hatırlamıyorsam, yaklaşık on yıl önce medyada, akademide ve başka alanlarda Suriye’yle ilgili propagandanın yoğun bir biçimde, belki de bugünkü hâlinden daha beter bir içerikle yürütüldüğü günlerde oturup seninle Suriye’ye dair sohbetler ediyor, yazılar yazıyorduk. Sen, emperyalizmin dilinin gözdağı verme ve zorbalama gibi taktiklerle kullanıldığı kötü niyetli eleştirilerle ve fikre değil de şahsa yönelen saldırılarla yüzleştiğimde beni cesaretlendirmiş, bana destek sunmuştun.

O dönem de dediğim gibi, o günlerde en berbat tavrı sergileyen de, en rezil dili kullanan da en korkunç analizleri yapanlar da solcular oldular. Robin Yasin Kassab ve Gilbert Achcar bu solcular arasında yer alıyor. Bugün bu kişilere hâlen daha kürsü veriliyor olması (burada EMEP’liler de kastediliyor -çn), dillerine doladıkları yalanların hâlen daha yaygın bir biçimde kabul görüyor olması beni deli ediyor. Son on yıl içerisinde yayılan yalan yanlış bilgilere dönük baktığında, bu tür isimlerin yaydıkları en tehlikeli yalanlar içerisinde hangileri üzerinde durursun?

Hakikati gizleyenler, çok tehlikeli iddialar ortaya attılar. Hepsi de tarihte kayıtlı. Bu isimler, gerçekliğe saldırarak, kafa karışıklığını beslediler. Bu noktada, ABD ve İsrail’in Şam’daki Suriye hükümetine saldırmak gibi bir derdinin olmadığını söylediler. Bazen bu yorumcular, ilk başta ABD’nin Körfez ülkelerinin muhalif milislere teslim edeceği silahları sınırlandırmak veya bu sevkiyata mani olmak gibi bir rol üstlendiğini iddia ettiler. Esad’ın ve Suriye Arap Cumhuriyeti’nin mirasını sorgulayanlar, ABD, İsrail, Türkiye, Ürdün ve Körfez Ülkeleri’nin Suriye’de yapıp ettiklerini hiç tartışmadılar. En korkunç yalanları dile dökmekten çekinmediler. Teorik düzeyde bile herhangi bir açıklama yapma gereği duyulmadı. Bize o günlerde ABD ve İsrail’in Esad’a destek sundukları, çünkü Golan cephesindeki istikrarı değerli gördükleri söyleniyordu.

Suriye, Hizbullah’a ve Filistinli direniş örgütlerine sunulan destekte önemli bir role sahipti. İkinci İntifada’nın da 2006 Temmuzu’ndaki savaşta da onun payı vardı. Bu sürecin sonunda İsrail, “istikrar”a kavuşmadı. Çünkü “istikrar”, ABD’nin her dönem değer verdiği bir şey değildir. Irak, Libya ve Yemen’e açılan savaş, onun istikrar talep ettiği iddialarını çürütür. O, sadece kendisi için istikrar ister, şartlar kendi lehine değilse, bir ülkeyi önce istikrarsızlaştırır sonra da kalkınma yolundan uzaklaştırır. Ali Kadri’nin gayet ikna edici makalesinde dile getirdiği biçimiyle, kalkınma yolundan uzaklaştırma girişimleri, ABD sermayesini besleyen temel birikim biçimi hâline gelmektedir.

Samir Amin’in teorisi, bağımlı kalkınmanın yol açtığı birikim sürecini ele alır. Burada üçüncü dünya emekçilerinin birinci dünyadaki tüketim pazarları için lüks mamuller üretmesi, bu süreçte ölümüne çalışmaları üzerinde durulur. Ali Kadri ise merkez ve çevre arasındaki ilişkinin dünya düzleminde artık üretimi biçimini aldığını, nüfustan arındırma savaşlarının bu sürecin ürünü olduğunu söyler.

Modern polis devletlerinin üçüncü dünyada sendikaları ezemediği, dolayısıyla emeğin maliyetlerini aşağı çekemediği koşullarda savaş, emperyalizmin emeği hem maddi hem de ideolojik düzlemde yönsüz kılma, dağıtma ve yok etme aracı hâline gelmiştir. Bir emekçinin sürekli mülteci kılındığı, hatta öldürüldüğü koşullarda onun sömürüye karşı örgütlenmesi imkânsızdır.

ABD ve İsrail’in Suriye’deki niyetleriyle ilgili yalan beyanlarda bulunanlar, savaşın ilk aşamalarında olan biteni gizleme yoluna gittiler. ABD, Suriye’yi açıktan işgal ettiği süreç ilerledikçe bu iddialar da geri çekildi. Sonra en nihayetinde ABD’nin Suriye özel temsilciliğini yapan, bir ara Türkiye elçiliği görevinde bulunan James Jeffrey, işgalin amacının direniş ekseniyle Suriye liderlerinin bağını kopartmak ve Suriye’deki petrol rezervlerini ele geçirmek olduğunu itiraf etti.

Yasin Kassab ve Achcar gibiler, sonrasında kafa karışıklığını beslemeyi sürdürdüler. Zira ortada derin siyaset konusunda çalışma yürüten antiemperyalist araştırmacı kıtlığı vardı. 2010’lar, nesiller arasındaki kopukluğa şahit oldu. Genç eylemciler ve örgütçüler, ABD’nin seksenlerde Orta Amerika’da yürüttüğü örtülü savaşların sunduğu derslerden de o savaşlara dair deneyimlerden de yoksunlardı.

Filistinlilerin “teraküm” dediği birikim meselesi, derslerin gelecek için biriktirilmesini ifade eden önemli bir kavram. Bu birikim de nesiller arası sürekliliğe ihtiyaç duyuyor.

Eldeki empirik verilere dayanan bilgiler bulanık olmadığı vakit, Suriye’yi tartışanlar, çok farklı bir yöne bakabiliyorlar. Örgütçüler böylelikle farklı eylemler gerçekleştiriyor, farklı ihtiyaçları görüyorlar.

Suriye savaşına karşı çıkanlar, “aptalların antiemperyalizmi”ne bağlı oldukları için alaya alınıyorlar. Bu insanlar, Suriye halkının özne ve fail olma ihtimalini değerli görmemekle suçlanıyorlar. Oysa başkaları, o ihtimali değersiz görüp inkâr ediyorlar. Batılı antiemperyalistler değil, CIA’in silahları o halka değer vermiyor.

ABD’nin ve Siyonistlerin Suriye’deki eylemlerini de niyetlerini de özetleyen cümle şu: bu güçlerin tek derdi yatırımlar, silah akışı ve personelin konuşlandırılması. Bu değerlendirme özne ve faile kim değer veriyor sorusuna net bir cevap sunmamızı sağlıyor.

Bu noktada William Van Wagenan’ın 2011’de savaşın ilk aşamalarını ele alan çalışmasını herkes okumalı. Kitap, Çınar Kerestesi Operasyonu dâhilinde ortaya konulan lojistik çalışmalarına dair delilleri sunuyor. Bu makaleler, 2015’te Jacobin dergisinde çıkan, ülkede ta Suriye Arap Cumhuriyeti kurulduğu günden beri toprak sahiplerinin ve tüccarlarının beslediği öfkenin harekete geçirdiği mezhepçi-tekfirci hareketlerin tarihine dair detayları sunan “Suriye Savaşı” başlıklı makalemle birlikte okunduğunda, küresel paralı asker ağlarının para silah ve talimat veren istihbarat kuruluşlarının himayesi altında hareket eden mezhepçi örgütlerle bağlantılı olduğu görülür. Burada failliğe zemin hazırlayan hareketler veya duygulardan değil, karşı-devrimci örgütlerden ve onların örgütlenme sürecinden bahsediliyor. Hakikati açık ve dürüst bir yaklaşımla aktarmak istiyorsanız, gerici veya emperyalist failliği antiemperyalistlere kaba insanlar veya duygusuz kişiler diyerek aklamamalısınız.

Araştırmam dâhilinde doğru olmadığını gördüğüm çok sayıda iddia mevcut. Bunlarla ilgili itirazlarımı aktardım. Bunlardan biri şu: “Suriye’de diktatörlük 1958, 1963 veya 1966’dan beri var”. Oysa sosyalizm öncesi Suriye de diğer ülkeler gibi toprak ağalarının köylüler, erkeklerin kadınlar üzerinde inşa ettiği diktatörlük biçimlerine tabi. Asillerin iktidarda olduğu dönemi yücelten veya liberal Nahda’yı öven kesimler, sömürü biçimlerine hiç değinmiyorlar.

Tabii bu demek değil ki Arap sosyalizmi, sınıfsal yabancılaşmanın, ihmallerin ve zulmün köklerini tüm Suriye’den söküp attı. Aslında bu kökler taşraya kadar uzandı. Suriye Baas Partisi’nin kitle tabanını oluşturan köylülerin hayatı doksanlardan sonra harap oldu.

Bugün dalgalandırılan, sosyalizm öncesi Suriye bayrağı, esasında Alevilerin yoksulluğun çilesini çektiği döneme ait. Bugün devleti ele geçiren intikamcı Sünni mezhepçiliğin iddialarının hiçbir temeli yok.

Mart 2023’te yaptırımları ve baskıcı ekonomik tedbirler ele alan Uluslararası Halk Kürsüsü’nde ikimiz de konuşmacıydık. Kanaatimce bu yaptırımlar meselesi ve onların ABD eliyle düşman ülkeler içeriden çökertmek için nasıl kullanıldıkları, yanlış idrak edilen bir mesele. Yaptırımlar, emperyalist savaşın pek üzerinde durulmayan bir yönü aslında. Suriye’deki insanlarla temas halinde olan ve Suriye halkıyla yakından ilgilenen insanlar olarak bizler, kurgu itibarıyla Suriye’ye dayatılan yaptırımların halkı yoksullaştırdığını, savaş sonrasında toparlanma sürecinin işletilmesini imkânsız kıldığını biliyorduk. Ama sanki biz de bu yaptırımların yıllar içerisinde yol açtığı tahribatın kapsamını yeterince değerlendiremedik. Sence yaptırımlar, mevcut bağlam dâhilinde nasıl bir rol oynadı?

Bu noktada “Düşmanınızı tanıyın” ilkesine işaret eden Gassan Kenefani’nin yolundan ilerlemeliyiz. Bu da bizim emperyalizmin kullandığı kaynakları, çevirdiği entrikaları ve geliştirdiği stratejileri ciddiyetle ele almamızı gerekli kılıyor.

Yenilgici yaklaşımın tehlikesi, emperyalizmi her şeye kadir, her şeye hâkim bir güç olarak görmesinde. Oysa böyle değil. Ama aynı şekilde, emperyalizmin yenilgisini kaçınılmaz sonuç olarak görmek de tehlikeli. Daha ölçülü ve aklı başında değerlendirmelere ihtiyacımız var. Bu tür değerlendirmeler ışığında Suriye hükümetinin yıkılışını ABD’nin yürüttüğü melez savaş ve yaptırımların bir sonucu olarak görebiliriz.

Küresel güneyin halkları, ancak bu soğukkanlı değerlendirmeler temelinde Suriye’de yaşananlardan gerekli dersleri çıkartır, kendi egemenliklerini korumak için verdikleri mücadelede Suriye Arap Cumhuriyeti’nin yanlışlarından ve kusurlarından kaçınma imkânı bulur.

Bu tür bir değerlendirmeyi yaparken, emperyalizmin vahşiliğine işaret etmekle yetinilemez. Hedef ülkenin kimi zayıf yönleri vardı ki emperyalist güçler bu yönlerden istifade edebilmişler. Bu açıdan bizim ülke içinde başvurulan kalkınma modeline de bakmamız gerekir.

Örneğin ABD ve gerici Arap devletleri Suriye’ye karşı yürüttükleri örtülü savaşı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne karşı yürütebilirler miydi? Görebildiğim kadarıyla Kore, 2011’e uzanan süreçte Suriye’nin emperyalizme verdiği öncelikten daha fazla öncelik veriyor. Aradaki farklara bakmamız gerekiyor.

ABD istihbaratı, Suriye’deki toplumsal kalkınmada açığa çıkmış olan zayıf yönleri yakından incelemiş. 1991’de Sovyetler’in dağılışıyla birlikte Suriye önemli bir ticaret ortağını yitirmiş. SSCB’nin küçük devletlere ayrışmasıyla birlikte Rusya yardımları kesmiş, sanayi bölgelerini kapatmış, böylelikle Suriye temel girdilerden mahrum kalmış. Bu da ülkenin ABD ve Körfez’e ait finans kapitale erişme önerisine daha fazla destek sunulmasını sağlamış. Yeni yatırımlarla birlikte “yeni bir burjuvazi” doğmuş. Rami Mahluf, bu burjuvazinin önemli simgelerinden biri.

Peki bir burjuvazi ne yapar? Haberleşme, inşaat, petrol ve bankacılık gibi sahalarda oluşturulan yeni projelerden pay ister. Yabancı şirketlerle ve devlet arasında arabuluculuk yapar. Rant peşinde koşan bu aracı sınıf, kârlarını sınır ötesi bankacılık hesaplarına aktarır. Serveti büyüdükçe ulusal savunmadan çok kendi çevresine ait birikimi koruyacak gizli bir polis teşkilâtını oluşturup besler. Kara para ile devletin bankasına baskı uygulayan sınıf, taşraya kooperatifler üzerinden aktarılan payı küçültür. Tarım işçileri, bunun üzerine yeni büyüyen şehirlere akın ederler. Emeklerini satacak yeni proleterler olarak üretim sürecine dâhil olurlar veya işsizler ordusuna katılırlar. Şehirler büyür. Buna temiz içme sularını çalan Siyonizmin girişimleri eşlik eder. Böylelikle, Suriye’deki en kıymetli tarım arazilerinin durumu giderek kötüleşir. Baas, ideolojik nüfuzunu öncelikle bu bölgelerde yitirir. Suudi Arabistan ve Mısır tarafından inşa edilmiş mezhepçi-tekfirci propaganda ağları ülkeye sızmaya başlar.

Seksenlere ait raporlarında ABD istihbaratı, daha Sovyetler dağılmazdan önce Suriye’nin giderek azalan ABD doları rezervine bağımlı hale geldiğini söylüyor. Bilindiği üzere dünya ticaretinde kullanılan rezerv para birimi olarak ABD doları, ülkelerin küresel pazarlara girmesini sağlıyor.

Süreç içerisinde Suriye, bu dolar birikimini artırmak için petrol rezervlerine bağımlı olduğunu gördü. İşte ABD askerleri, bugün gidip bu petrol sahalarını işgal etti, savaşın ardından yürürlüğe konulacak her türden yeniden inşa projesi için gerekli kazanç kapısını böylelikle kapattı. Bu bağlamda uygulanan yaptırımlar ekonomiyi her yönden kuşattı, ülkeye yoğun bir baskı uyguladı. Bu baskı, Suriye burjuvazisini ve halk sınıflarını farklı şekillerde etkiledi. Suriye, 1979’dan beri terörizme destek sunan devlet olduğu iddiasıyla ve Filistinli fedailere eğitim görecekleri alanlar tahsis ettiği gerekçesiyle yaptırımlara zaten maruz kalıyordu. Fakat yaptırımlar, 2004, 2011’de ve 2020’de daha da ağırlaştı. En ağırı da Sezar Yaptırımlar Kanunu idi.

Şimdi de burjuvazinin başına gelenleri ele alalım. ABD hazinesi, Avrupa’daki bankalara Mahluf’la iş yapmamalarını emretti. Bu dönemde Suriye hazinesindeki birikim azalmıştı. Bunun üzerine, kendi sınıfsal varlığını muhafaza etmek adına Esad ailesi, elde kalan para kaynaklarına yöneldi. Rami Mahluf’a ağır vergiler getirdi. 2020’de Sezar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği günlerde Suriye devleti Mahluf’un varlıklarına el koydu. Esma Esad, Mahluf’un şirketlerinin başına geçti. Telefon şirketi Syriatel ve savaşta öldürülen devlet destekçilerinin ailelerine yardım için kurulan yardım derneği de ona bağlandı. Bu gelişme, devlete destek sunanların moralini epey bozdu. Bu insanlar, Mahluf’un yolsuzluklarının ardında Esad ailesi olduğunu düşünüyorlardı.

Aralık ayından beri yaşananları şu şekilde özetlemek mümkün: yaptırımlar yoğunlaştıkça iktidar çevresi devleti, emperyalizm de iktidar çevresini tüketti. Bugün emperyalizm, devlete, ülkeye ve halka ait tüm varlıkları tüketiyor, tüm savaş ganimetlerini topluyor.

Suriye’nin müttefikleri olarak Rusya ve İran, bu süreçte kapsamlı bir askeri destek sundu ama ülkenin yeniden inşası için gerekli yatırımları gerçekleştiremedi. Esad, Direniş Ekseni’yle bağlarını tümüyle kopartmak istemedi, çünkü bu eksen, başka ittifakların sunmadığı askeri desteği sunuyordu. Bu sebeple Esad, yatırımlar için gidip BAE’nin kapısını çaldı, muhtemelen Direniş Ekseni’nden tümüyle kopmayı gerekli kılmayan yatırım şartlarının kendisine sunulacağını, böylelikle kendisine bir yardım eli uzanacağını umdu. Ensarullah’la kapıların kapatılmasına neden olan bu anlaşma, Eksen dâhilinde güvensizliğe yol açtı. Neticede Esad, uluslararası planda yalnızlaştı.

İlk başta emperyalizmin Suriye devletine yaptığı yatırımlar üzerinden doğmuş olan ve kalkınmanın zaruri olduğuna çeşitli sebeplere bağlı olarak ikna olan bu “milli burjuvazi”, içteki eşitsizlikleri derinleştirdi, böylelikle tüm ülkenin emperyalizme karşı gerçekleştirdiği savunma hattının zayıflamasına neden oldu.

Bu noktada aklıma köyleri terk etmenin tehlikesi konusunda Kim Il Sung’un yaptığı uyarıları içeren “Ülkemizde Sosyalist Kır Meselesine Dair Tezler” isimli çalışması geliyor. Kim Il Sung o metinde kentle kır arasındaki çelişkinin asgari düzeyde tutulması gerektiğini, tarım işçilerinin sosyalist projeye iştiraklerinin daim kılınmasının ve partinin taşrada yoğun bir ideolojik çalışma yürütmesinin şart olduğunu söylüyor.

Ülkeye uygulanan yaptırımlar olumsuz sonuçlara yol açtı elbette. Gıda, barınma ve ısınma imkânlarına erişimden yoksan kalan çoğunluk, burjuva sınıfıyla aynı durumda değildi. Sezar Yaptırımları Kanunu, “Sivil Koruma Kanunu” adı altında yürürlüğe kondu. Ama öncelikle kanun, enerji sektörünü ve sivil halkın kullandığı temel sektörleri hedef aldı. Görebildiğim kadarıyla İngilizcede bu yaptırımların sıradan Suriyeliler üzerindeki etkilerini konu alan hiçbir metin kaleme alınmadı. Tek istisna, Monthly Review dergisinde 2020’de çıkan Chris Ray imzalı rapor. Ray, birinci elden tanıkların gözlemlerine ve onlarla yapılan söyleşilere dayanan çalışmasında, bu yaptırımların insanların evleri ısıtmak için kullanılacak yakıta, savaşın harap ettiği evlerini ve çatılarını tamir etmek için kullanılacak inşaat malzemelerine erişmelerine mani olduğunu söylüyor.

Avrupa’dan diyaliz makineleri getiremeyen Suriye’de sağlık sektörü çökmenin eşiğine geldi. Devletin teşvik sunduğu ilaçlar dağıtılamadı. Hükümetin pirinç, yakıt ve ekmek konusunda destek sunmaya devam ettiği koşullarda kamu bütçesi iyice küçüldü. Suriye parası bu süreçte pul oldu. Tüm halk, 2007’de kuşatma altındaki Gazze halkı gibi kuşatıldı. Suriye’deki çöküş, bu yaptırım politikasını inşa etmiş olan ve bugün büyük bir başarı elde ettiğini düşünen güçlerin bu politikayı başka yerlerde uygulamaları konusunda yüreklendirecektir.

Bizim de saygı duyduğumuz ve sevdiğimiz kimi insanlar bile Suriye’deki çöküşün önemini ve yol açacağı etkiyi göremiyorlar. Suriye’de yeni kurulan düzen, Filistinli örgütlerin eğitim kamplarını kapattı. İsrail’in Suriye toprağını işgal girişimlerine tepki koymadı. “Serbest piyasa” reformlarını ilân etti. Suriyeli komünistlerin, sosyalistlerin ve Arap milliyetçisi partilerin oluşturduğu Ulusal İlerleme Cephesi’ni dağıttı. Tam da bu bağlamda, insanların Suriye Arap Cumhuriyeti’nin sona erişinin etkilerini önemsiz görmelerini, bu etkilerin Suriye’nin egemenliği ve bölgedeki kurtuluş hareketi açısından yol açacağı sonuçları gereğince değerlendirememelerini nasıl değerlendiriyorsun?

Suriye, Direniş Ekseni’ne sunduğu destek basit bir söylemsel destek değildi. Köprü işlevi gören ülke bugün önemsiz görülemez. Dünya emperyalizminin hüküm sürdüğü koşullarda malların nakledilmesi için böylesi bir kanal açmak, epey bir zamana ve mücadeleye ihtiyaç duyar.

İdeolojik planda Suriye, laik solcularla Müslüman direniş hareketleri arasındaki köprü olarak iş gördü. Ülke, İran İslam Cumhuriyeti’ni Filistinli direniş örgütlerine bağladı. Suriye, bu örgütlere eğitim verdi. Bugün Suriyeli bilim insanlarını hedef alan suikastların asıl sebebi, devletin kendi araştırmacılarını Siyonizm karşıtlığı temelinde görevlendirmiş olması.

Suriye, İsrail’le onlarca yıldır savaştaydı. İsrail’e göre bu ülke, yok edilmesi gereken bir uzman havuzu meydana getirmişti. Bu suikastları ister Siyonistler gerçekleştiriyor olsun isterse tekfirciler, bir önemi yok. Önemli olan, bu suikastların Suriye’nin emperyalizm eliyle kalkınma yolundan kopartma girişimlerinin parçası olması.

“Kurtarılmış Suriye”de mezhepçi katliamlar gerçekleştiriliyor. Mezhepçilik, milletin önemli bir kısmının becerilerini ve yeteneklerini doğası gereği dışladığı için ulusal kurtuluşun düşmanıdır. Tam da bu sebeple HTŞ’nin tüm ülkeyi bir mücadele yürütmeden yönetebilmesi mümkün değil. Yeni direniş biçimleri oluşmaya başladı bile. İç savaş, Suriye’yi Siyonizme ve emperyalizme karşı itirazı besleyecek kaynakların aktarılması ve güçlendirilmesi imkânına sahip bölgesel bir aktör haline getirecektir.

Ama bugün görülüyor gericiliğin zaferi, eldeki kaynakların Siyonizmle ve emperyalizmle uzlaşma kanalına yönlenmesine neden oluyor. Suriye halkı, Siyonist teşekkülün topraklarını işgal etmesine karşı çıkacak, sınırlarındaki tehdide karşı koyacaktır. Ama bunun için Suriye halkının söz konusu fikirleri ve duyguları gerçeğe dökmek için örgüte ve egemenliğe ihtiyacı var. Suriye’nin geleceği, Irak, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de sürecin ne yönde seyredeceğini tayin edecek. Suriye için mücadele, bölge, oradan da tüm dünya için mücadeledir.

Olan biteni kusursuzca aktardın, Patrick. Bize vakit ayırdığın için, ayrıca bu üzerine düşünülmüş, bilgilendirici cevapların için çok teşekkür ederiz.

Kaynak

27 Şubat 2025

İşçi Partisi İşçi Sınıfını Nasıl Kaybetti?


İngiltere’de konsey seçimlerinin yapıldığı dönemde herkesin dikkatini, parlamentodaki bir koltuk için yapılan seçimin sonucu çekti. İngiltere’nin kuzeydoğusundaki County Durham’a bağlı olan ve uzun yıllardır İşçi Partisi’nin yüksek oy aldığı, işçi kasabası Hartlepool’da ilk kez bir muhafazakâr aday seçildi. En azından Corbyn döneminden beri İngiltere siyasetini takip edenler için, daha önce olmasa bile, bu sonuç kesinlikle ilginçti ancak gene de bu sonuca kimse şaşırmadı.

Tony Blair’in başbakan seçilmesinden bu yana, İşçi Partisi kendisine oy veren işçi seçmen sayısında ciddi bir düşüşe tanıklık etti. Partinin en solundakiler mevcut lider Keir Starmer’la, partinin sağındakiler ise Korbincilerle dalga geçseler de gerçek şu ki bu eğilim yapısal ve uzun bir eğilime denk düşüyor. İşçi sınıfı tabanının yitirilmesi noktasında Tony Blair’dan Keir Starmer'a kadar tüm liderler suçlu.

Bu eğilimi anlamak için, Tony Blair’ın 18 yıllık muhafazakâr parti büyüsünün dağılması sonrası, 1997’de seçimi nasıl kazandığını anlamak gerek.

Tony Blair, Gordon Brown ve Yeni İşçi Partisi (1997-2010)

Margaret Thatcher, 1979’da Muhafazakâr Parti’nin adayı olarak girdiği seçim sonucunda başbakan seçildi ve İngiltere’de neoliberal ekonominin yürürlüğe konulması işini üstlendi. Politikaları sendikaları zayıflatma, piyasalar üzerindeki kontrollerin gevşetme, bütçede açığa sebep olan harcamaları kısma, vergileri düşürme ve endüstrileri gelişmekte olan ülkelere taşıma üzerine kuruluydu. 1992’de yapılan seçimde Thatcher’ın yerini, aynı partiden seçilen John Major aldı.

Bu arada Tony Blair, 1994 liderlik seçimlerinde İşçi Partisi’nin lideri seçildi. Seçim sürecinde Blair, partiyi emek ve sendika sorunlarına yoğunlaşmayacak, bunun yerine modernleştirilmiş yeni bir parti hâline getireceğine dair söz verdi. Partide yaptığı en önemli politika değişikliği dâhilinde, İşçi Partisi programının, sosyalizmin önemli bir ayağı olan üretim araçlarını kamulaştırma taahhüdünü içeren dördüncü maddesini programdan çıkarttı.

Blair, sonrasında (Hintlilerde görülen ve işçi kooperatiflerini talep eden üçüncü yol önerisiyle karıştırılmaması gereken) üçüncü yol öğretisini benimsedi. Bu öğreti, esasen Thatcher’ınki kadar sert olmayan bir merkez sağcı ekonomiyle sosyal adalet fikrine gevşek bağlarla bağlı olan merkez sol politikaları birleştirmeyi öngörüyordu. Başka bir deyişle, söz konusu öğreti, mal ve hizmetleri kamu sektörünün eline teslim etme konusunda herhangi bir taahhüdü içermiyordu, bunun yerine parti, daha fazla kâr amacı güden ve özel sektöre odaklanan bir siyasete yöneldi ve İşçi Partisi’nin eskiden beri savunduğu değerleri dışlayıp sağda konumlanmayı seçti. Burada amaç, şehirlerdeki finans elitleri arasında zemin kazanmaktı. Söz konusu desteği kazanmak amacıyla parti, o elitlere partinin finans düzleminde ihtiyatlı, o elitleri gözeten bir tutum içerisinde olduğunu kanıtlamaya çalıştı.

1997’de Yeni İşçi Partisi, 659 sandalyeli parlamentoda 418 sandalye kazanarak Muhafazakâr Parti’yi yendi. Margaret Thatcher, 2002’de en büyük başarısının “Tony Blair ve Yeni İşçi Partisi” olduğunu söyledi. Bu tespitine ek olarak, rakiplerini fikirlerini değiştirmeye zorladıklarından bahsetti. Bahsi geçen seçimde İşçi Partisi zaferi, hem işçi sınıfı kitlesini muhafaza ettiği hem de profesyonel yönetici sınıfı etkilediği için zafere ulaşmıştı. Parti, söz konusu yönetici sınıfın toplam oyunun yüzde 39’unu aldı.

Bir yandan İngiliz yurtseverliğine destek sunan Blair, ulusal asgari ücreti de uygulamaya soktu, eğitime yönelik reel yatırımı artırdı ve halka sunulan sosyal yardımları bir miktar artırdı. Ama bir yandan da Blair, on yıllık görev süresi boyunca işçi sınıfı kitlesinin partiden soğumasına neden kimi adımlar da attı.

Örneğin Blair, İngiltere'ye göçü rekor sayılarla artırdı. 1997’de iktidara gelmesi ardından İngiltere’ye gelen yıllık göçmen sayısı 48.000’i buldu. Blair 2007’de istifa ettiğinde, bu sayı yılda neredeyse altı kat artışla 273.000 göçmene yükseldi. İşletmeler başka ülkelere taşınmaya devam ettiği için işverenler düşük maaşlı göçmen işçilik kullanmayı sürdürdüler. Blair, ayrıca Kosova Savaşı’na, sonra Afganistan Savaşı'na ve son olarak da yasadışı Irak Savaşı’na müdahale etti.

Dahası Blair, belirli yetkileri İskoç ve Gal meclislerine devredince İskoç Ulusal Parti’nin önü açıldı; parti, sonrasında İşçi Partisi’ne ait koltukları ele geçirdi.

İşçi Partisi, işçi sınıfı seçmenlerini hafife almaya başladıkça, daha sosyal liberal, göç yanlısı ve neoliberal politikalara onay veren şehirlere daha fazla güvenmeye başladı.

2001’de Blair, Afganistan ve Irak savaşlarına katılmasından önce girdiği seçimde ikinci kez çoğunluğu elde etme imkânını altı koltukla kaybetti. 2005 yılında Blair, üçüncü kez mecliste çoğunluğu elde etti ama bu süreçte 48 koltuğu kaybetti.

İşçi Partisi, Blair’ın istifa ettiği 2007 yılında 355 koltuğa sahipti. Bu durum, Gordon Brown’ın lider ve başbakan olarak görevi devralmasına imkân sağladı.

Blair hükümetinde eskiden maliye bakanı olarak görev yapmış olan Brown, Yeni İşçi Partisi çatısı altında girdiği seçimde bankacıların oyuna talip olduğu için bankacılık sektörünün düzenlenmesi fikrine karşı çıkmıştı. Çeşitli işkollarında işletmeleri ülke dışına taşınması süreci devam etti. Bu aşamada Brown ülkedeki gençlerin yarısını üniversite mezunu yapma politikasına bağlı kaldı (Burada amaç elitlerin sayısını artırmaktı.) Maliye bakanı olarak Brown, İngiltere’nin, Avrupa Birliği'ne üye ülkelere neoliberal ekonomiyi dayatması için gerekli zemini teşkil eden Maastricht Antlaşması’na yönelik bağlılık düzeyini daha da yukarı çekti. Bu anlaşma uyarınca, sıkı enflasyon kontrolleri ve bütçe açıkları konusunda katı sınırlamalar tatbik edilecekti. Lâkin bu adımlar, hükümetin ekonomiye müdahale etme imkânlarını ortadan kaldırıyor; yeniden dağıtım sürecini, kamulaştırma pratiklerini, hatta teşvikleri kısıtlıyordu.

Sonra 2008 krizi yaşandı. Ekonomi tepetaklak oldu. Aşırı şişmiş olan profesyonel yönetici sınıfın iş bulma imkânları ortadan kalktı. 2010 seçimleri yaklaşırken Brown, seçim çalışması sırasında eskiden İşçi Partisi’ne oy veren bir kadına “bağnaz” deyince seçimden zaferle çıkma ihtimalini sıfırlamış oldu.

Seçim süresince oluşan hissiyat, esasen parti içerisinde profesyonel sınıf kitlesi ile işçi sınıfı kitlesi arasındaki yarılmanın bir karşılığı idi. Aradaki uçurum daha da derinleşti. İşçi sınıfı kitlesi salt kültür temelli görüşlere karşı tavır aldı. Neticede liderliğini David Cameron’ın yaptığı Muhafazakâr Parti 306 koltuk kazandı ve Liberal Demokratlarla koalisyon hükümeti kurdu. Böylece İşçi Partisi’nin 13 yıllık iktidarı son bulmuş oldu. 2001’den 2010 yılına gelindiğinde uzun yıllar hep İşçi Partisi’ne oy vermiş şehirlerde partinin oyu iyice düştü.

Ed Miliband ve Tek Ulusun İşçi Partisi (2010-2015)

2010’daki seçim yenilgisi ardından Gordon Brown istifa etti ve yeni liderlik seçimleri yapıldı. Ed Miliband, kendi kardeşi David Miliband'a karşı yarıştı ve kazandı.

2011'den 2014'e kadar uzanan, seçimlerin yapılmadığı dönemde Miliband, 23 yıl içinde Madenciler Bayramı’nda konuşan ilk İşçi Partisi lideri oldu. David Cameron’ın 2011’de (şimdi yalanları temel aldığını bildiğimiz gerekçelere dayanarak) Muammer Kaddafi’ye karşı yapılan askeri müdahale çağrısını destekledi. 2013 yılında İngiltere’nin AB üyeliği için referandum çağrısını reddetti. Ancak 2011 durgunluğundan sonra, neoliberal korkunun orta yerinde, Miliband bütçe açıkları sorununu çözemeyince işler kötüye gitmeye başladı. Başlangıçta kimse, açığın “aşırı arttığı”ndan veya Miliband’in, açığı onlardan daha hızlı keseceğini iddia ederek Muhafazakârlara saldırıp saldırmayacağından emin değildi. Miliband, daha sonra daha fazla borçlanmayı destekleyerek Keynesçilik sahasına girme kararı verdi, ancak 2015 seçim manifestosunda borç almayacağını söyledi.

Daha sonra 2014’te Avrupa seçimleri yapıldı. Miliband, eski ABD Başkanı Obama’nın kampanya yöneticisi David Axelrod’u göreve getirdi. Axelrod, o süreçte Miliband’in “Tek Ulusun İşçi Partisi” adı yanında partinin kendisinden de uzaklaşan beyaz işçi sınıfı kitlesine cazip gelecek, ona hitap eden bir kampanya için herhangi bir vizyona sahip olmadığını söyledi. İşçi Partisi, Avrupa seçimlerini Nigel Farage’ın Avrupa Birliği’ne şüpheyle yaklaşan Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne (UKIP) kaybetti.

Bu noktada İşçi Partisi, anketlerde Muhafazakârlarla hemen hemen aynı oya sahipti ama hâlen onun gerisindeydi, bu da mecliste kimsenin çoğunluğa sahip olmayacağının deliliydi.

Ardından Muhafazakârlar, parlak bir taktikle ortaya çıktılar: İşçi Partisi’nin azınlık hükümeti kurma ihtimali karşısında Muhafazakârlar da oyları giderek artan İskoç Ulusal Partisi (SNP) ile koalisyon kurma fikrini gündeme getirdiler. SNP, 2011 İskoçya parlamento seçimlerinde hâkim güç olan Liberal Demokratların itibarının, partinin Muhafazakârlarla kurduğu ilişkiler yüzünden lekelenmiş durumda olması ve İskoç İşçi Partisi’nin seçmenlere heyecan vermemesi sebebiyle 2011 seçiminde çoğunluğu elde etti. SNP, bağımsızlık referandumuna desteğini de açıkladı. 2014 bağımsızlık referandumunda İskoçların sadece %44,7’si “Evet” kullandığı için SNP başarısız olsa da sonuçta partinin mevcut lideri Nicola Sturgeon’ın yıldızı parladı, ayrıca partinin üye sayısı 23.000’den 92.000’e çıktı.

İşçi Partisi içerisinde etkin olan gruplar, Miliband’in SNP ile hükümet kurmama konusundaki sözüne inanmadı, partinin işçi kitlesi başkanlığını Nigel Farage’ın yaptığı UKIP’ye geçti; SNP de İskoçya’da ele geçirdiği kaleleri bir daha kimseye vermedi.

Gordon Brown ekonomiyi o kadar kötü yönetmişti ki böylesine berbat bir geçmişin tüm acı hatırası onun bir daha başa geçme ihtimalini ortadan kaldırdı, yürüttüğü kampanya kitleleri harekete geçirmekten uzaktı; doğal olarak Miliband o kaçınılmaz felâketle yüzleşti.

2015 seçiminde İşçi Partisi elindeki 26 koltuğu kaybetti, koltuk sayısı 232’ye düştü. Liberal Demokratlarsa meclisten tümüyle silindi. SNP İskoçya dışında 56 koltuk kazandı. Muhafazakârlarsa 330 koltukla çoğunluk partisi olmanın eşiğine geldi.

2015 seçiminde İşçi Partisi’nin İskoç seçmenleri SNP’ye geçti. Ayrıca, eskiden beri İşçi Partisi’ne oy vermiş olan bölgelerde UKIP ciddi bir zemin kazanmaya başladı. İşçi Partisi, sadece Londra’daki oylarını artırdı, meclise 73 vekil veren Londra’da parti elindeki 39 koltuğu 45’e çıkarttı.

Jeremy Corbyn ve “Sol Popülizm” (2015-2019)

Miliband’in partiyi küçük düşüren yenilgisinin ardından Jeremy Corbyn, İşçi Partisi’ndeki sağ Bleyırcılıktan kopmak adına, açıktan solcu olduğunu ilân eden bir zeminde aday olmaya niyetli olduğunu açıkladı. Corbyn, parti içi liderlik yarışını “o güne dek bir parti liderinin aldığı en büyük oyu alarak” kazandı.

NATO’dan çekilmek türünden önerileri askeri liderlerin sert eleştirisiyle karşılandı. Corbyn ile ilgili, onu olumsuz biri olarak gösteren, yalan haberler yapılmaya devam edildi. Londra Ekonomi Okulu’nun yaptığı bir araştırmaya göre, Corbyn’in gerçek görüşlerini aktaran makalelerin onunla ilgili toplam makale içerisindeki oranı sadece yüzde 25’ti.

2016'da Brexit referandumunun yapıldığı sırada yürüttüğü kampanya çalışması esnasında bir süre tatile çıktı. Ünlü sosyalist, ayrıca AB’ye şüpheyle yaklaşan Tonn Benn türünden isimlerden övgüler alan Corbyn, süreç içerisinde partiye genç, üniversite mezunu ve kentli yeni çok sayıda kişiyi taşıdı. Tıpkı işçi sınıfı gibi bu kesim de 2008 ve 2011’deki yıkımdan ağır bir darbe almıştı, fakat işçi sınıfından farklı olan ilgili kesim, sosyal liberal görüşlere sahip, geleceğe dair umudu olan elitlerden oluşuyordu. Dolayısıyla, bu elit kesim, Bleyırcılardan daha fazla sosyal liberal ama ekonomik açıdan onlardan daha solcuydu.

Bu anlamda, İşçi Partisi’nin giderek daha fazla sosyal liberal olması ve daha önceleri AB’ye daha fazla entegre olma fikrini savunan Bleyırcı partinin “AB’de kalalım” siyasetine dönük savunusu, esasen sadece finans elitlerinin ve Bleyırcıların değil, Corbyn’in partiye taşıdığı o hevesli ve eğitimli elitlerin de sınıfsal çıkarlarının birer yansımasıydı. Her iki kesim de hareket serbestiyetini kendi hayrına görüyor, her ikisi de kendi kimliğini Britanyalı değil kozmopolit ve Avrupalı olarak tanımlıyordu.

Britanya, nihayetinde ayrılma yönünde oy kullandığında Corbyn, referandumun sonucuna saygı duymaya karar verdi. Bu karar, Corbyn’in AB’de kalma siyasetine destek sunmaması sebebiyle gölge kabine üyesi 21 ismin istifa etmesine yol açtı. Neticede Corbyn, parti içerisinde güvenoyu için yapılan liderlik seçiminde 40 oy alırken, rakibi 172 oy aldı. Bu noktada Muhafazakâr Partili Başbakan David Cameron da umulandan farklı bir sonuç çıktığı için istifa etti; yerine Theresa May getirildi.

2016’da Corbyn’in tekrar kazanmayı başardığı bir liderlik seçimi daha yapıldı. Bunun nedeni, partiye yönelik genç seçmen akınıydı. Corbyn, daha sonra AB’den çekilme sürecini başlatmak için parlamentodaki parti üyelerinin Brexit oylamasına toplu olarak katılması emrini verdi, ancak 47 partili vekil bu karara karşı çıktı. Bu arada 2017 konsey seçimlerinde İşçi Partisi 400 meclis üyesi kaybetti.

Sonrasında Theresa May, “güçlü ve istikrarlı” bir hükümet kurmak için 2017’de erken genel seçim çağrısında bulundu. Seçimi kazandı ama herkesi şaşkına çeviren bir sonuç dâhilinde çoğunluğu elde edemedi çünkü Corbyn, sadece genç ve eğitimli seçmenlerin desteğini artırmakla kalmadı, aynı zamanda eskiden beri İşçi Partisi’ne oy veren ve Kızıl Duvar olarak anılan bölgelerde işçi desteğini de artırdı. Eğitimin ücretsiz olması, kamu sektöründe çalışanların ücretlerinin artırılması, ev fiyatlarının düşürülmesi, kemer sıkma politikasına son verilmesi, demiryollarının millileştirilmesi ve okul öğrencilerine ücretsiz öğle yemeği gibi politika önerileriyle sadece profesyonel sınıf ve üniversite eğitimi almış seçmene değil işçi sınıfına da hitap etmeyi bildi. Lâkin bu süreçte SNP İskoçya’da zemin kaybetmiş olmasına rağmen Corbyn, bu bölgeye Blair’ın 1997’de başardığı kadar girebilme imkânı bulamadı.

Corbyn, İşçi Partisi’nin Londra’daki performansını 45 sandalyeden 49 sandalyeye çıkarttı. Ülke genelinde aldığı yüzde 40’lık oy oranı (%9,6’lık bir sıçrama) ile 1997’den bu yana İşçi Partisi’nin sandalye ve seçim oylarındaki ilk kazanım oldu. Ama gene de kaybetti. Sadece bu da değil, Muhafazakârlar, ülkenin ortasındaki şehirlerden ve Kızıl Duvar bölgelerinden yedi milletvekili çıkarmayı bildiler. Nihayetinde Theresa May, Kuzey İrlanda’da faal olan Demokratik Birlikçi Parti (DUP) ile koalisyon hükümeti kurdu.

Ne var ki yaşanan antisemitizm skandalı, Brexit’i ya da sol politikalarının çoğunu destekleme fikrine karşı çıkan, Corbyn’e düşmanca yaklaşan parti içi kadim güç odaklarının faaliyetleri, ayrıca halktan destek görmeyen kültür politikaları ile birlikte Corbyn’e dönük destek seçim sonrasında iyice azaldı.

İşçi Partisi, bu süreçte Corbyn’e AB ile çıkış anlaşmasının müzakere edilmesi sonrası seçmenlere AB ile yapılacak anlaşmayı kabul etme veya AB’de kalma imkânı sunacak “ikinci referandum” önerisini desteklemesi çağrısında bulundu. Gelgelelim, Corbyn bu çağrıya şiddetle karşı çıktı, fakat bir süre sonra İşçi Partisi konferans düzenledi ve bu konferansta bu öneriyi destekleyen bir önerge kabul edildi (Hatırlanacağı üzere, bu önergeye eğitimli ve hevesli elitler ile üyelerin çoğunluğunu teşkil eden Bleyırcılar sınıf çıkarları gereği destek vermişlerdi.) Devamında “AB’de kalalım” diyen, bazı isyankâr milletvekilleri, partiden ayrılıp ChangeUK grubunu kurdular.

Bleyırcılarla birlikte, ikinci referandumun en çok ses getiren destekçilerinden bazıları Guardian köşe yazarı Owen Jones ve seçimini sınıfsal gerekçelere bağlı olarak yapan ve Brexit’i “kültür savaşı” olarak niteleyen Novara Media yazarı Ash Sarkar’dı.

Bleyırcılar ve Korbinciler, aynı madalyonun iki yüzü idi. Madalyonun bir yüzünde “AB’de kalalım” diyenlerin ekonomik çizgisi, diğer yüzünde aynı siyasetin kültür çizgisi kazılıydı (Bu durum, esasen duyarcı kimlik politikasının sadece statükonun güçlenip sağlamlaşmasına katkı sunduğunu ortaya koyuyor.) Her iki çizgi de Kızıl Duvar bölgesindeki işçi seçmenin karşısında konum alıyordu, çünkü işçi sınıfı, söz konusu bölgede ağırlıklı olarak Brexit’ten yana oy kullandı. Zira Brexit, işçi sınıfına sadece göçmen akışını kontrol altına alma fırsatı sunmakla kalmıyor, aynı zamanda Corbyn’in, AB’nin hazırladığı Maastricht Anlaşması üzerinden eli kolu bağlanan politikalarının yürürlüğe konulması için gerekli zemini sağlıyordu.

Joseph Rowntree Vakfı’nın hazırladığı grafiğe bakıldığında, Brexit, en fazla desteği düşük gelirli ailelerden, el işçilerinden, işsizlerden, üniversite mezunu olmayanlardan ve yaşlı seçmenden almış. Bu arada, Brexit’e çoğunlukla yüksek gelirli kesimler, profesyonel sınıf, genç seçmenler ve üniversite mezunları karşı çıkmış.

Theresa May’in istifası ardından Boris Johnson başbakan olunca “Britanya’nın AB’den çıkış işini halledeceğini” açıktan dile getirdi (Başbakan bir yandan da bölgesel eşitsizliği azaltacağını, Britanya yurtseverliğine destek sunacağını söyledi.) Ayrıca, Brexit için seçime gidebileceğini beyan etti. Öte yandan medyada çok az ilgi gören, Brexit için sunduğu desteği çeken, parti içinden ağır bir dille eleştirilen, medyayı karşısına alan Corbyn, 2019’da kenara itildi. Bu dönem, tarihe İşçi Partisi’nin 1935 yılından beri tanık olduğu en kötü performansın tecrübe edildiği dönem olarak geçti.

İlgili döneme ilişkin hatırda tutmamız gereken bir husus daha var. Bu dönemde Muhafazakârların elde ettikleri zafere en çok da İşçi Partisi kitlesini bölen ve kimi şehirlerde Boris Johnson’ın kazanmasını sağlayan, başını Nigel Farage’ın çektiği yeni Reform Partisi’ne kayan Brexit yanlısı İşçi Partisi seçmeni katkıda bulundu.

Parti, 2019 seçiminde İskoçya’da ciddi güç kaybetti, Kuzeydoğu bölgesinde silindi, Kızıl Duvar denilen bölgede de yıkıma uğradı. Parti, ayrıca orta bölgedeki şehirlerde de ciddi oy kaybetti. Seçimde İşçi Partisi sadece 202 koltuk kazandı. SNP 48 koltuk elde etti. Bunun sonucunda Boris Johnson 365 koltukla mecliste çoğunluğu elde etti. Buna karşılık, Corbyn, Londra’da 49 koltuğu korumayı bildi. Bu gelişme, bir yandan da parti içerisinde yeni bir gruplaşmanın ortaya çıktığının deliliydi. Neticede Corbyn, utanç içerisinde hazırladığı istifa mektubunu partisine sundu.

Keir Starmer ve Statükocu Siyaset (2019-günümüz)

Corbyn’in yıkıcı sonuçlar doğuran yenilgisinin ardından, insanların toplumsal politikalarda daha çok, ekonomi politikalarında daha az güdülen aşırı sol siyasetin yol açtığı sapmayı ortadan kaldıracağını umduğu Keir Starmer, İşçi Partisi başkanı seçildi. Corbyn döneminde partinin ekonomi politikaları halktan destek görse de Brexit, iç çekişmeler, kültürel meseleler ve Corbyn’in kendi popülerliği partiye ciddi bir oy getirmedi.

Peki Starmer ne yaptı? Starmer, mali kısıtlama politikası önerisiyle halkın desteğinden uzak olan Bleyırcı ekonomiye geri dönüş yaptı (Merkez sağ partinin bütçede açığa yol açacak harcamalara destek verdiği dönemde merkez sol parti mali kısıtlama önerisinde bulunuyordu.) Bir yandan da Starmer, Corbyn döneminde tabu olarak görülen, Britanya yurtseverliğine destek vermek ama bir yandan da “Siyahların Hayatı Önemlidir” türünden radikal örgütlere destek vermek gibi birbiriyle çelişen politikaları benimsedi. İstemeye istemeye ılımlı ve ilerici kesimlerin gönlünü almak zorunda kalan Starmer, halkçı ekonomi politikalarını terk etme yönünde kimi sinyaller verdi. İkinci referandumun en önemli destekçilerinden biri olan Starmer, Koronavirüs’ün Britanya’yı kasıp kavurduğu dönemde arkasındaki desteği önemli oranda yitirdi.

Asıl kötü olansa sözde işçi sınıfının partisi olan İşçi Partisi’nin arkasındaki işçi desteği, zamanla sınıfın Muhafazakâr Parti’ye kaymasıyla birlikte iyice azaldı.

Partiye son darbeyi Kızıl Duvar bölgesinde yer alan Hartlepool’da 6 Mayıs günü yapılan seçim indirdi. Burası, Corbyn’in bile elinde tutmayı bildiği bir kaleydi. Esasen Ed Miliband’e kıyasla bu kasabadaki oy oranını artırmış olan Starmer, ancak yüzde 29 oy alırken Muhafazakâr Parti’nin oyu yüzde 52’ye çıktı.

Ayrıca son dönemde sağlık emekçileri arasında yapılan anketler, bu kesimin artık yüzünü Muhafazakâr Parti’ye çevirdiğini ortaya koyuyor. İşçi Partisi’nin oluşturduğu Ulusal Sağlık Sistemi’ne bağlı çalışan emekçiler bugün sağa örgütleniyorlar. Bu emekçilerin yüzde 82’si 2019 seçiminde İşçi Partisi’ne oy vermişti. Gelgelelim iki yıldan az bir zaman içerisinde bu kesim içerisinde Muhafazakâr Parti’nin oyu yüzde 42’ye çıktı.

“Ne Yapmalı?”

İşçi Partisi, artık işçi sınıfının partisi değil. Kendisine geleceğe uzanan bir yol çizmeden önce bu gerçeği kabul etmelidir. Şu anda İşçi Partisi’nin seçmen tabanı, ülkelerinden nefret eden sosyal liberal, üniversite eğitimi almış ve profesyonel sınıfa mensup kentli seçmenlerden oluşuyor. Kendilerini İngiliz vatandaşı olmaktan ziyade küresel vatandaş olarak görüyorlar, kültür politikaları alt ve orta sınıf İngilizlerle çelişiyor, sınıfsal konumları uyarınca geliştirdikleri ekonomi politikaları, en iyi ihtimalle işçilerin önüne kırıntıları atmayı vaat ediyor.

Esasen genel manzara, insanların size inandırmak istediğinden daha da basit: İşçi sınıfını veya Britanya halkını hakir görüyorsanız, onu küçümsüyorsanız, onların oyunu alamazsınız. Demek ki Yeni İşçi Partisi’nin mezarına toprak atılmalı. Ed Miliband, Jeremy Corbyn ve Keir Starmer’ın bu partinin gerçekte zerre hükmü ve karşılığı bulunmayan evlatları olduğu görülmeli. Bu tür bir siyasetin maddi koşulları ortadan kalktı, artık neoliberal dönem sonrasını kucaklayacak yeni bir konsensüse ihtiyaç var.

Kültürel açıdan muhafazakâr ve ekonomik olarak sosyalist olan, İşçi Partisi içinde faaliyet yürüten Mavi İşçi Partisi isimli baskı grubu, partide bunu tercih etmesi hâlinde, kendisine yol açma imkânına sahip. Şu an kurumsal destekten mahrum olan grubun vizyonunu Lordlar Kamarası içerisinde sadece bir isim (Maurice Glasman) destekliyor.

Özetle, İşçi Partisi’nin kültür ve ekonomi politikaları ile profesyonel sınıf yerine işçi sınıfına hitap edebilmesi, onun desteğini alabilmesi için partinin köklü bir değişime uğraması gerekiyor, aksi takdirde partiye dönük ilgi tümüyle ortadan kalkacak, sınıfla arasındaki bağlar hepten kopacak. Ya parti son kez kurtarılacak ya da yeni bir parti kurmak için o feshedilecek. Görünen o ki zaten statüko, partinin ölümüne uzanan yolu açmakla meşgul.

Alexei Arora
7 Mayıs 2021
Kaynak