31 Aralık 2020

, ,

Radio Rebelde


Spiker: Burası İsyan Radyosu, yayınımızı Santiago de Cuba’nın girişinden yapıyoruz, 26 Temmuz Hareketi ve İsyan Ordusu adına konuşuyoruz.

Küba halkı, başımızdaki zalim ülkeyi terk etti, etrafındaki katilleri İsyan Ordusu’nun karşı konulamayan ilerleyişi karşısında kaçmak zorunda kaldı, eskiden zalim diktatörü destekleyen aynı kişiler, bugün onun yerini almaya çalışıyorlar.

Bunlar, askerî cunta ile iktidarı ele geçirdiler. Şimdi halkımız, her zamankinden daha fazla tetikte olmalı, devrimle omuz omuza hareket etmeli, talimatlar yayınlanır yayınlanmaz devrimci bir genel grev ilân etmek için gerekli hazırlıkları yapmalı.

Asla askerî cuntadan yana olmayacağız!

Çok kısa bir süre içerisinde devrimin lideri ve İsyan Ordusu’nun başkomutanı Küba halkına seslenecek ve önemli açıklamalarda bulunacak.

Havana’daki tüm radyolar ayarlansın, İsyan Radyosu’ndaki yayın dinlensin.

İsyan Ordusu ve 26 Temmuz Hareketi bu sürece göre hareket edecektir.

Kimse devrimi çalamayacak. Şuan devrim her zamankinden daha güçlüdür.

Fidel Castro konuşacak, lütfen radyonuzun başından ayrılmayın.

Spiker: Burası İsyan Radyosu, Santiago de Cuba’nın girişinden yapıyoruz yayınımızı. Dikkat! Burası çok önemli, Küba Devrimi’nin lideri Dr. Fidel Castro Ruz, çok önemli bir açıklama yapmak için mikrofonumuzun başına geçecek.

Küba halkı, şuan konuşan Dr. Fidel Castro’dur.

Binbaşı Fidel Castro: İsyan Ordusu’nun tüm binbaşılarına ve halkımıza talimatımdır.

Başkentten ne tür haberler geliyor olursa olsun askerlerimiz ateş kesmeyecek, ne olursa olsun parmaklar tetikte olacak. Güçlerimiz, savaşın her cephesinde düşmana karşı yürüttüğü operasyonlara devam edecek. Ateşkesi ancak garnizonlar teslim olmak istediklerinde kabul edebiliriz.

Görünüşe göre şuan başkentte bir darbe gerçekleşiyor. Darbeyle bağlantılı olaylar, İsyan Ordusu’nun bilgisi dâhilinde değil. Halk tetikte olmalı ve sadece Genel Komutanlık’ın talimatlarına göre hareket etmeli.

Son birkaç haftadır aldığı ezici mağlubiyetler sonucu diktatörlük tuzla buz olmuşsa da bu, devrimin muzaffer olduğu anlamına gelmiyor.

Askerî operasyonlar, hiçbir değişiklik yapılmaksızın devam edecek, Genel Komutanlık aksi yönde bir talimat vermiş değil. Operasyonların durdurulması talimatı, ancak devrimci liderliğe karşı ayaklanmış askerî unsurların teslim olmaları durumunda verilecektir. Devrime evet, askerî darbeye hayır!

Halka sırtını dönmüş bir askerî darbeye de devrime de hayır. Böylesi bir darbe ve devrim, sadece savaşın uzamasına hizmet eder.

Batista ve tüm o suçlu büyük başların kaçmasına yardım eden askerî darbeye hayır, böylesi bir darbe, sadece savaşın uzamasına hizmet eder.

Batista’yla işbirliği içerisindeki bir askerî darbeye hayır! Böylesi bir darbe, sadece savaşın uzamasına hizmet eder.

Zaferin halkın elinden çalınmasına hayır! Böylesi bir darbe, sadece savaşın halkın nihai zaferine dek uzamasına hizmet eder. Yedi yıllık mücadelenin ardından halkın demokratik zaferi tamama erdirilmeli, böylelikle vatanımız, 10 Mart’ı bir daha yaşamamalıdır.

Kimsenin kafası karışmasın, kimse yanlış bir yola girmesin. Bugünün parolası “tetikte kalmak”tır.

Halkımız, bilhassa cumhuriyetimizin tüm işçileri İsyan Radyosu ile bağını kopartmamalı, talimat gelir gelmez genel grev ilân etmek için her bir işyerinde gerekli hazırlıkları yapmalı, gerektiğinde karşı-devrimci darbe girişimlerini önlemelidir.

Halkımız ve İsyan Ordusu, birliğini her zamankinden daha fazla kaim kılmalı, sağlam durmalı, böylelikle uğruna çok kan kaybettiği zaferi muhafaza edebilmelidir.

Spiker: Burası İsyan Radyosu, yayınımızı Santiago de Cuba girişinden yapıyoruz. Şuan İsyan Radyosu’nun mikrofonunun başında başkomutanımız Dr. Fidel Castro bulunuyor. Kendisi Santiago de Cuba halkına önemli açıklamalar yapıyor.

Dr. Fidel Castro.

Binbaşı Fidel Castro: Santiago halkı, Santiago de Cuba garnizonu, güçlerimiz tarafından kuşatıldı. Bugün akşam saat altıda silâhlarını bırakmazlarsa, askerlerimiz şehre girecek ve düşmanın tüm mevzilerini dümdüz edecek.

Bugün akşam saat altı itibarıyla şehirde her türlü hava ve deniz aracı ile seyahat yasaklanacaktır.

Birçok genç evladımızı katleden çeteler elimizden kurtulamayacak. Batista ve büyük başları ise geçen akşamki hain darbeye öncülük eden subayların işbirliğiyle kaçtı.

Santiago halkı, henüz özgür değilsiniz. Yedi yıldır size zulmedenler, yüzlerce evladınızı katledenler, hâlen daha sokaklarınızda rahatça dolaşıyorlar. Savaş henüz bitmedi, zira katiller hâlen daha silâhlı.

Darbeci askerler, isyancıların Santiago de Cuba’ya girmesine mani olmaya çalışıyorlar. Diğer şehirleri ele geçirdiğimiz için savaşçılarımızın cesaretiyle bu şehre girmemize yasak getirmeye çalışıyorlar. Vatanımızı özgürleştirenlerin Santiago de Cuba’ya girişine mani olmak için uğraşıyorlar. 1895’deki bağımsızlık savaşımızda yaşananlar bu sefer yaşanmayacak, kurtuluş savaşının o gerillaları, Mambiler, bu kez Santiago de Cuba’ya girecek!

Santiago halkı, özgür olacaksınız, çünkü siz özgürlüğü diğer şehirlerden daha fazla hak ediyorsunuz, çünkü zulmü savunanların sokaklarınızda dolaştığını görmek, size yapılmış bir hakaret.

Santiago de Cuba, sizin desteğinize güveniyoruz!

Bugün öğleden sonra üçte tüm şehir durmalı. Herkes çalışmayı bırakmalı, şehri kurtarmak için dövüşen savaşçılarla dayanışma içinde olunmalı. Sadece elektrik santrali çalışmalı ki halk radyodan talimatlarımızı alabilsin.

Santiago halkı, tekrar ediyoruz: Özgür olacaksınız, çünkü siz özgür olmayı hak etiniz, çünkü devrimcilerin kanına bulanmış çizmeleriyle o zalim diktatörün askerlerinin hakkı değil sizin sokaklarınızı arşınlamak.

1 Ocak 1959

[Kaynak: Fidel Over Radio Rebelde, Granma, Havana, 18 Mart 1973, s. 29.]

30 Aralık 2020

,

Pandemi Koşullarında Sınıflar Mücadelesi


ABD’nin ilk koronavirüs vakası, Washington eyaletinde rapor edildi ve takvim yaprakları o gün 19 Ocak 2020’yi gösteriyordu.

Mart ayının sonu itibarıyla hastalığın artış hızını azaltmak için 245 milyon Amerikalı eve kapatıldı, çeşitli yasaklar getirildi. Ana akım medya milleti, abartılı grafikler, tıbbi imkânlardaki yetersizliğin yol açacağı tehditlere dair tespitler ve her yerin dezenfekte edildiğiyle ilgili görüntülerle terörize etti. Bilim, halkın kurallara riayet etmesini sağlamak adına, silâh gibi kullanıldı. Medya, kapanma karşıtı göstericileri, “halkı tehlikeye sokan gericiler” ve “beyni yıkanmış beyaz milliyetçiler” olarak takdim etti.

Bugün milyonlarca Amerikalı yoksullaştı ve sefaletin eşiğine gelip dayandı. Teşvik amaçlı dağıtılan paralar, çoğunlukla şirketlere dağıtıldı. 160.000 küçük işletme kapandı. Mart ve Nisan aylarında kaydedilen işsiz sayısı, 30 milyonu buldu. Geçici iş kayıpları kalıcılaştı. 12 milyon işsiz, Kongre yeni bir yardım paketini kabul etse bile, sosyal yardımlarının kesildiğine şahit olabilir. Evsizlerin sayısı hızla artıyor, 11,4 milyon hanenin kira ve fatura borcu 70 milyar doları buluyor. 40 milyon insan, evinden atılma tehlikesiyle karşı karşıya. Bazı eyaletlerde aşevleri önünde kilometrelerce kuyruk oluşuyor. Her dört çocuktan birinin gıda güvensizliği sorunuyla yüzleşmesi bekleniyor.

Öte yandan Walmart ve Target, satış rekorları kırıyor. Amazon, kârlarını üç katına çıkarttı, Jeff Bezos, bu süreçte 70 milyar dolar kazandı. Milyarderler hep birlikte, Mart ayından beri bir trilyonun üzerinde kâr elde ettiler. Alphabet, Amazon, Apple, Facebook ve Microsoft’un borsanın toplam değerinin yüzde yirmisini ellerinde bulunduruyor. Teknoloji endüstrisi, eşi benzeri görülmemiş düzeyde servete ve hâkimiyete sahip oldu. 2017 yılından beri petrolden daha değerli olan verilerin ekonomik parmak izini büyütmesi ve nüfuz alanını genişletmesi bekleniyor.

İşsizlik, açlık, kurumlardaki çöküş ve toplumsal bağların çözülmesi, virüse ait semptomlar değiller. Bunlar, sınıf savaşında dolaylı olarak açığa çıkan şiddetin parçası. Pandemi, modern insanlık tarihinin gördüğü, yukarıya doğru gerçekleşen en büyük servet transferi için en uygun günah keçisi. Halk sağlığı politikası bahanesinin ardına sığınan elitler, çalışma koşullarının kötüleşmesi ve sonraki nesillerin yaşam kalitesinin düşmesi ile sonuçlanacak bir karşı-devrime imza attılar.

Kendi Kendisini Doğrulayan Kehanet

Ölüm, hastalık ve pandemiler, insan hayatının her daim birer parçasıydı ve öyle de kalacaklar. Her yıl 2,8 milyon Amerikalı ölüyor. Dünya genelinde bu sayı 56 milyonu buluyor. Her yıl 1,3 milyon insan veremden, 445.000 insan sıtmadan, 290 ilâ 650 bin kişi ise gripten ölüyor. 1968’de H2N3 salgını sebebiyle bir ilâ dört milyon insan ölmüş, ama tüm işletmeler ve okullar açık kalmış, geniş kitlelerin katıldığı sayısız etkinlik gerçekleştirilmişti.

Süresi belirsiz kapatmalar, dünya ölçeğinde, hastalığı kontrol yöntemi olarak daha önce hiç kullanılmamıştı. Bu deneme-yanılma yöntemi üzerine kurulu kısıtlama kararlarının ardındaki kuruluşsa uzun süredir itibarsız olan Emperyal Kolej’di. Onun geliştirdiği model, salgın sonucu ABD’de 2,2 milyon insanın öleceği öngörüsünde bulunmuştu. O süreçte birçok epidemiyolog ve doktor, bu türden tahminleri sorguladı ve elde kapatmaları meşru gösterecek yeterli miktarda veri olmadığını söyledi.

Virüsün öldürme oranı, bilhassa 65 yaş altı insanlarda düşük. ABD’de Kovid kaynaklı ölümlerin yüzde 94’ü ek hastalıklarla birlikte gerçekleşti. Birçok istatistik temelli analiz, kapatma tedbirlerinin öldürme oranını düşürme noktasında etkili bir strateji olmadığını ortaya koyuyor.

Mart ayında daha önce hiç uygulanmamış olan politikalar, Kuzey İtalya’dan gelen videolar ve oradan aktarılan şoke edici hikâyeler üzerinden rasyonalize edildi. Bölgede yer bulunmayan yoğun bakım üniteleri, Avrupa ve ABD için bir tür ikaz olarak ele alındı. Oysa kimse, Lombardi’nin hâlihazırda uygulamada olan özelleştirme çalışmalarından olumsuz yönde etkilendiğini, gribin musallat olduğu hastane sisteminin giderek küçüldüğünü bilmiyordu. Ana akım medya, bu gerçeği görmezden geldi ve ekonomik faaliyetlerin durdurulması kararının mucizevi bir biçimde virüsü yok edeceğini söyleyen efsanenin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Gerçekte ise kapatmalar, tasarruf tedbirlerinin hızla uygulanmasını sağladı ve daimi kriz koşullarına dair kehanet, bu sayede kendi kendisini doğrulamış oldu.

Bakımevlerindeki personel yetersizliği ve kapatmalarla birlikte artan işten çıkartmalar sebebiyle Kovid kaynaklı ölü sayıları hızla arttı. ABD’de yaşanan Kovid kaynaklı ölümlerin yüzde kırkı, bakımevleriyle bağlantılı. Vermont’taki her altı ölümden biri, bakımevlerinde gerçekleşmiş. Milyon kişi başına düşen en yüksek Kovid kaynaklı ölüm sayısına sahip olan New York’ta hastaneler, 6.300 yaşlı Kovid hastasını gerisin geri bakımevlerine gönderdiler. Korunmayan, yetersiz hizmet alan ve yalnız olan yaşlılar, bir yandan da yalnızlık belası sebebiyle yavaş yavaş öldürülüyorlar. İzolasyon, kalp hastalığı, felç ve Alzheimer riskini artırıyor. Neticede izolasyon, obezite ve günde 15 sigara içmek kadar tehlikeli.

Yaşlılarda sağlıkla alakalı riskleri finansal güvensizlik de artırıyor. Ekonomik faaliyetlerin durdurulması ile dünya genelinde emeklilik fonları daraltıldı, muhtemelen bu fonlar, eski hâllerine bir daha asla kavuşamayacak. İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte dünyaya gelmiş olan milyonlarca insan, yeterince para biriktirme imkânı bulamadan erken emekliliğe mecbur edildi. Birçok Amerikalı, mecburen erken davranıp emeklilik fonlarından medet ummak durumunda kaldı. Kongre Bütçe Bürosu’nun tahminine göre Sosyal Güvenlik fonlarındaki 2,8 trilyon dolar, düşük istihdam ve işsizliğin sosyal yardımlar üzerindeki etkisine bağlı olarak, on yıl içerisinde sıfırlanacak.

Kapatmalar, çocuklar için de ağır sonuçlara yol açıyor. Ocak 2021’de birinci sınıftan on ikinci sınıfa kadar tüm sınıflarda eğitim gören çocuklar ders başı yapacak olsa da bu, öğrencilerin yedi ay boyunca eğitim alamadıkları gerçeğini değiştirmiyor. Okuryazarlık ve eğitim düzeyleri yaşam süresi açısından önemli göstergeler, dolayısıyla bu öğrenim düzleminde yaşanan söz konusu kayıpla birlikte öğrencilerin yılları çalınmış oldu. Dahası, acil servise gidip durdukları için oluşan psikolojik rahatsızlıklar da çocukları kötü yönde etkiliyor. Ayrıca mevsimsel virüslere ve doğal patojenlere maruz kalmadıkları için çocukların ileride bağışıklık sistemleri de zayıflayacak.

Kronik sağlık sorunları bulunan veya acilen tıbbi tedavi görmesi gereken insanlar açısından kapanma, uzun vadede felâkete sebep olacak sonuçlara yol açıyor. ABD’de kanser görüntüleme işlemlerinin sayısı, bahar ayında yüzde 86-94 oranında düştü. Birçok hastane, rutin ameliyatlardan ve tedavi işlemlerinden gelen gelirin eksilmesi sebebiyle kapanmak zorunda kaldı. Genel beklentiye göre bu yılın sonunda hastanelerin toplam kaybı, 323 milyar doları bulacak. Nisan ayı içerisinde 1,4 milyon hastane personeli işten çıkartıldı, öte yandan özel sağlık sigortası şirketleri kârlarını ikiye katladılar.

Sağlık hizmetleri altyapısına gereken yatırımların yapılmadığı koşullarda merkezî devletin, eyalet yönetimlerinin ve yerel idarelerin salgının etkilerini azaltmaya yönelik geliştirdikleri stratejilere kimse güvenmediği gibi bu stratejiler herhangi bir etki de yaratmadı. Seçimle işbaşına gelen devlet yetkilileri, korkuyu artırmak ve bireyleri virüsün yayılması ile ilgili olarak suçlamak amacıyla, vaka sayılarını yüksek gösterip durdular. Sonuçta bugün hep birlikte hayatları, insanları öldürerek kurtarıyoruz. Burada, dışarıdan zorla dayatılmış bir hata veya kötü uygulanmış iyi bir politika fikri değil, sağlık protokolleri maskesi ardına gizlenmiş bir ekonomi ajandası söz konusu.

Yeni Kast Sistemi

Kaliforniya valisi Gavin Newsom, çocuklarına evde özel hocalardan ders aldırtırken, devlet okullarında okuyan öğrencileri sanal eğitime mecbur ediyor. Bir iki hafta önce kapalı bir mekânda maskesiz olarak, Michelin listesine girmiş, üç yıldızlı bir restoranda, kişi başı 850 dolar ödedikleri yemekte lobicilerle akşam yemeği yedikten sonra vali, eyaleti ikinci kez eve kapattı. Newsom, kuralları çiğneyen birçok siyasetçiden, elitten ve bürokrattan biri. Burada o hiç değişmeyen toplumsal düzen, tüm somutluğuyla karşımıza çıkıyor. Yeni kast sisteminde zenginler, temiz ve hastalıksız kabul edildikleri için belirli politik ve toplumsal imtiyazlara sahip olurlarken, bir kişinin geliri düştükçe o oranda daha fazla hastalıklı ve kirli muamelesi görüyor.

“Evden çalışma” fikri üzerine kurulu kast sisteminde kapanmayı şevkle savunanların amacı, riski kendilerinden uzak tutup onu zaruri işleri yapan işçilerin ve yoksulların üzerine atmak. Bugün işgücünün sadece yüzde kırkı, evde kalabilecek ekonomik imkâna sahip. ABD’de yetişkinlerin yüzde 43’ü, yeterli sağlık sigortasına sahip değil. Ücretli hastalık izninden düşük gelirli işçilerin sadece yüzde 31’i yararlanabiliyor. Bu oran, yüksek gelirli işçilerde yüzde 92. “Evde kal”, esasen virüsü erdemli bir tavır takınmak suretiyle kapmadığına inanan meslek sahiplerinin kendilerini tebrik eden tutumları dâhilinde dillerine doladıkları bir slogan. Oysa virüsün öldürme becerisini temelde gelir düzeyi belirliyor.

Kapanmayı bağnaz bir tutumla savunanlar, milyonlarca insanı serflik düzenine teslim edecek olan, emeği ezerek onu yeniden organize eden müdahalelere yönelik rızanın imal edilmesine katkıda bulundular. Evden çalışma üzerine kurulu yaşam tarzı, ancak malları nakil, tasnif ve teslim eden lojistik işçilerinin emeği ile mümkün. Hâlihazırda Şubat ayı içerisinde boş kalan iş sayısı, on milyonu buldu. Birçok işçi, yarı zamanlı, sözleşmesiz işlerde çalışmaya mecbur edildi ki bu, uzun ve zorlu mücadelelerle elde edilen koruma zırhının onlarca yıllık uğraşla kaldırılmasını öngören bir çalışma modeli.

Obama-Biden yönetiminde oluşturulan yeni işlerin yüzde 94’ü kısa süreli. 2017’de işçilerin yüzde 34’ü, bu kısa süreli işlerde istihdam edildi. İşletmelerin kapatılması ile birlikte bu süreç hızlandı. Paket servis uygulamalarının kârına kâr kattığı koşullarda işçiler, iki yakalarını bir araya getirebilmek için mücadele ediyorlar.

OnlyFans türünden abonelik esası üzerine kurulu platformlar, kapanmanın başladığı günlerde hesaplarının kabardığına şahit oldular. Mart ayında OnlyFans şirketinin kullanıcı sayısı, 60.000 yeni üye ile birlikte, yüzde 75 arttı. Eve kapanma sayesinde şirketin değeri bir milyar dolara ulaştı. Oysa kullanıcılarının büyük bir kısmı, ayda 145 dolardan az geliri olan insanlardan oluşuyor.

Uluslararası planda işyerlerinin kapanması ve tedarik zincirlerindeki kırılmalar sonucu 305 milyon insan işini kaybetti. Hâlihazırda enformel sektörde çalışan 1,6 milyar işçi, geçim imkânlarını yitirme riskiyle karşı karşıya. Bu yıkım süreci, ileride yaşanacak kıtlıkla ve verem gibi tedavi edilmemesi durumunda ölüme sebep olan hastalıklardaki artışla birlikte daha da ağırlaşacak. Temmuz ayı içerisinde gıda marketlerinin kapanması sonucu bir ay içerisinde on bin çocuk öldü. Bu yıl açlık meselesiyle yüzleşen insanların sayısı iki katına çıkıp 265 milyona ulaşırken, tonlarca gıda ürünü çöpe atılıyor, mahsul tarlalarda çürümeye terk ediliyor.

Kovid krizinin başlangıcında Amerikan solunun sesi en fazla çıkan kesimi, ekonomik faaliyetlerin durdurulmasının milyonerlere ve kapitalizme karşı koymanın bir yolu olduğunu söyledi. Oysa bu insanlar, finansçıların ekonomik daralmayı kâr elde etme yolu olarak kullanabileceklerini görmüyorlardı. Birçok solcu, ekonomik faaliyetlerin durdurulması ile oluşacak devasa yıkımı görmezden gelmeyi tercih etti ve Kovid krizinin bir fırsat sunduğunu söyledi. Bugün sol, yapılacak yardımlarla sorunların giderileceği yanılsamasını savunmaya devam ediyor, ama öte yandan işçilerin emeklilik maaşlarına el konuluyor, çocuklar geleceksizleştiriliyor, 150 milyon insan, dünya genelinde aşırı yoksulluk koşullarına sürükleniyor. Beceriksiz liderler, eve kapatma sürecini ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Aslında eve kapatma süreci kusursuz bir biçimde işletiliyor, zira liderlerin derdi, halk sağlığı değil, STK’ların teşkil ettikleri endüstri kompleksinin oluşturduğu gerici neoliberal ajandanın hızla uygulanması.

Ortaçağ’a Giriş

Solunum rahatsızlıklarına yol açan virüsten daha karanlık bir döneme adım atıyoruz. Güvenlik bahanesi ardında büyük bir hırsızlık gerçekleşiyor. Sadece işçilerin, emekçilerin işleri, birikimleri ve mülkleri çalınmıyor, ayrıca belirli bir anlama sahip hayatımız da çalınıyor. Japonya’da sadece Ekim ayında yaşanan intihar vakalarının sayısı, ülkede Kovid'den ölenlerin sayısını aştı. ABD’de gençlerin yarısından fazlasında depresyon belirtilerine rastlanıyor. Her dört gençten biri intiharı düşünüyor. Aşırı ilâç kullanımı, 2019 yılına kıyasla yüzde 20 arttı.

Bu yeni feodal distopya, sadece mülk sahibi sınıfın, teknoloji şirketlerinin yönetim kurullarının, yatırımcılarının, STK’ların ve özel vakıfların hayrına. Bu güçler, işçileri bilerek ve kasten yoksullaştırıyorlar. IMF’in gelişmekte olan ülkelere verdiği Kovid kredilerinin yüzde sekseni, kamu sektöründe iş imkânlarının ortadan kaldırılması, sağlık hizmetlerinde yapılacak kesintiler türünden tasarruf tedbirlerinin uygulanması şartıyla veriliyor. ABD’de ilk 25 içerisindeki şirketlerin on yedisi, bu yıl içerisinde 85 milyar dolar daha fazla kâr elde edecek, bu sürecin semeresini ise hissedarlar toplayacak. Aynı dönemde Amerikalı işçilerin cebinden 1,3 trilyon dolar çıktı.

Kovid döneminde yaşanan sınıflar mücadelesi, geride belirli kalıntılar bırakacak ve bu kalıntılar, onlarca yıl herkesin hayatına etki edecek. Yetkililer, bugün sosyal mesafenin zorunlu aşılama çalışmaları sonrasında bile devam etmesi önerisinde bulunuyorlar. Maskeler, hem fiziksel saflığın hem de insanlararası güvensizliğin güçlü bir sembolü hâline geldiler. Bizdeki o steril ve ölümsüz toplum fantezimiz, evin hapishaneye, dostların ve ailenin sağlığa yönelik bir tehlikeye dönüştüğü bir dünya meydana getirdi. Bu dünyada çocuklara, dedelerini ve babaannelerini sırf varlıklarıyla öldürdükleri söyleniyor. Şuan hepimiz henüz, sosyal kredi, bağışıklık pasaportları, kiralık işçi üzerine kurulu ekonomi, yapay zekâ ve robotlardaki artış, doğal kaynakların finansallaşması, kitlesel gözetleme pratikleri, her şeyin Uberleşmesi, iklim değişikliği veya grip için eve kapanma gibi adımları içerecek köklü değişikliklerin yaşanacağı sürecin başındayız. Aile, toplum, kültürel miras, toplumsal alan, kamu kurumları, müşterek mekânlar ve serbest dolaşım gibi hayatımızı yaşamaya değer kılan şeylerin ellerimizden kayıp gitmesine mani olmak için çok az zamanımız var. Bu süre de hızla bitebilir. Ama henüz tümüyle bitmediğini bilelim.

Alex Gutentag
16 Aralık 2020
Kaynak

[Eskiden sendika temsilcisi olarak çalışmış olan Alex Gutentag, Kaliforniya’daki bir devlet okulunda öğretmenlik yapmaktadır.]

29 Aralık 2020

Ulusötesi Elit Faşizm


Mart 2020’den bu yana, 1989-1990 sonbaharından beri sistemsel düzeyde gelişmekte olan yönetim biçimi, kendisini tümüyle ortaya koymuştur: ulusötesi düzlemde faaliyet yürüten oligarşik kast, Batı “demokrasiler”inde hâkimiyeti ele geçirmiştir.

“Geleneksel” faşizmin kitle tabanı, propagandayla tahrik olmuş, coşkulu küçük burjuvaziydi.[1] Bu anlayışa göre lider (devlet) kitleye tüm kötülüklerden kurtulma sözü veriyordu. Lider kitleleri, kitleler de lideri (devleti) geleceğe taşıyacak, lider kitleleri savaşa sürükleyecek ve (tekelci) sermayenin çıkarları doğrultusunda onları mahvedecekti.

Son yirmi-otuz yıl içerisinde sahneye, kendi aralarında güçlü bağlara sahip ulusötesi kast çıktı. Artık bu kast, açıktan bir savaş yürütmüyor, toplumsal yapıları kendisine yönelik birer tehdit olarak görüyordu. Mart 2020’den beri iktidar merkezleri, savaş alanını içeriye doğru genişlettiler ve bu işi korona rejimini tesis etmek adına yaptılar.

“Ulusötesi elit faşizm” derken ben, yürütme komiteleri olarak ulusötesi dijital, askerî, istihbari kuruluşları, bilim, medya ve hükümetlerden oluşan yapıyı içeren ulusötesi iktidar elitlerini, ulusötesi kapitalist sınıfın tesis ettiği ittifakı kastediyorum.[2] Ben, bu birlikteliği kendi “konak” bedenlerine hizmet eden, sivil toplumlara ait parazitler olarak adlandırıyorum.

Yeni düzenin yönetim aracı, herhangi bir zamanda etkinleştirilebilen bir salgın rejimine dayanan sağlık diktatörlüğüdür. Bugün Covid-19, belki yarın gündeme gelecek rinovirüsler, başka bir zaman yaşanacak sıtma salgını veya “biyolojik savaş” saldırısı, bu türden bir araçtan ibarettir.

Şu bitmek bilmeyen “terörle mücadele” hattı, Mart 2020’den itibaren “salgınla mücadele” hattı ile birleştirilerek derinleştirildi. Bu sefer mücadelenin hedefinde tüm insanlık duruyor.

İktidar merkezlerinin asıl büyük endişesi, “halk sağlığı”dır. Halk sağlığı ise insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir başyapıttır. O, hazırlık süreci yıllardır devam eden, toplumlara karşı yürütülen bir psikolojik savaştan başka bir şey değildir.

İktidardaki kliklerin onlarca yıllık başarısızlıklarının ardından Batı’da siyasetin meşruiyeti 2019’un sonuna gelindiğinde iyice sıfırlanmıştı. Gezegeni, insanlığı, birlikteliği, iç ve dış huzuru ve insanlık tarihindeki tüm olumlu değerleri mahvedenler, bugün kendilerini insanlığın büyük kurtarıcıları olarak pazarlıyorlar.

Dünya için felâket hâlini almış olan kapitalizmi yönlendirenlerin, bu felâkete sebep olanların halk sağlığı konusunda endişe ettiklerini düşünmek için, medyanın tarihle bağı kopmuş, şüphe nedir bilmeyen, çocukça hareket eden, medya eliyle beyni yıkanmış kişiler olmak gerekiyor.

Kalıcı Bir Hâl Olarak Olağanüstü Hâl

İktidar merkezlerinin “kitle tabanı”, uzun zamandır birileri tarafından ikna edilmiş isimlerin peşinden gitmiyor. İktidar merkezlerini korku ve panikle yönlendirilen, yalana boğulan, terörize edilen kitleler destekliyorlar. Kitle iletişim araçlarının yaydığı aptallık, insanlığın korkuya kul olmasını güvence altına alıyor.

Amerikan Ekonomik Araştırma Enstitüsü'nden Jeffrey A. Tucker, “Bu Delilik Ne Vakit Sona Erecek?” başlıklı makalesinde şunları söylüyor:

“Anksiyete bozuklukları, paranoyak sanrılar ve irrasyonel korku konusunda uzmanlaşmış pratisyen bir psikiyatristim. Tüm bu hastalıkları bir uzman olarak tedavi etmeye çalışıyorum. Olağan zamanlarda bu sorunları gidermek güç bir iştir. Bugünse tıpla alakalı olan bu koşul, herkesi bağlamaktadır. Sebebi her şey olabilir ama bugün hastalığa yönelik korku, kitlesel panik hâlini almaktadır. Görünüşe göre bu panik, bilerek ve kasten yayılmaktadır. Bu, çok üzücü bir gelişmedir. Zira panik bir başladı mı yol açacağı psikolojik hasarı onarmak yıllar alacaktır.”[3]

Ayrıca bu noktada maske zorunluluğundan da bahsetmek gerekir. Maskenin zorunlu kılınmasında amaç, kitlelere boyun eğdirmek ve onların itaat etmesini güvence altına almaktır. Böylesi bir süreç dâhilinde maske takanlar, “uyumlu” bireyler kılınacak, onların otoriteye teslim olmaları sağlanacak, öte yandan “maske düşmanları” ise “birbirinden kopuk tehlikeli unsurlar” olarak gösterilip yasadışı ilân edileceklerdir.

Şuan görebildiğimiz kadarıyla bu düzeni tesis edenler, okullarda çocuklara zorla maske takarak onları terörize etmektedirler. Egemenler, yeni tebaasını bu şekilde yetiştirmektedirler.

İktidar merkezlerinin yönetim aracı, yurttaş haklarının ortadan kaldırıldığı, “salgın” üzerine kurulu olağanüstü hâldir. Merkel kliği ve çevresi, anayasayı bu tür haklardan arındırmış, tüm o soğukkanlılıkları ile onu egemenler için pırıl pırıl etmiştir. Artık ortada, bunların olağanüstü hâli istedikleri vakit kalıcı kılmalarına mani olacak hiçbir güç ve kanun bulunmamaktadır.

Zaten “partili demokrasi” denilen eksik bir biçimini tecrübe ettiğimiz demokrasi, salgın koşulları üzerinden askıya alınmış durumdadır. Güçler ayrılığı ilkesinin yerinde epeydir yeller esmektedir.

Bill Gates ve onun bilim ile siyaset sahasındaki işbirlikçileri, bizim bir daha salgın öncesi döneme dönmememizi istiyorlar.[4]

Bildiğimiz şekliyle demokrasi rafa kaldırıldı. Bernd Hamm bu gerçeği 2017’de şu şekilde dile getirmişti:

“Neoliberal ideoloji, devlet düzenlemelerinin kaldırılmasına ve servetin yüzde birlik zengin kesimin elinde toplaşmasına katkıda bulundu. Bugün zenginler, eyalet yasalarının önemli bir bölümünü kendi lehlerine olacak şekilde biçimlendirebiliyorlar.

Parlamenterler, müdürler, muhasebe firmaları, avukatlar, vergi danışmanları, düşünce kuruluşları, radyo istasyonları, film stüdyoları, yayıncılar, medya, araştırmacılar, yazarlar, lobiciler, koruma görevlileri ve hizmetlerindeki diğer uşaklar, zenginlere tavsiyelerde bulunuyorlar ve onları yapıp ettikleri işler dâhilinde koruyorlar.

Özel mülkiyet, kapitalizmin altın buzağısıdır. Kural ve yasa tanımayan kapitalizmse egemen sınıfın kutsal kitabıdır. Bunlar, polisi ve orduyu bile kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirebilirler. Ulus devlet ve başındaki hükümet, önemsiz kurumlar hâline gelmiştir. Buna karşın bugün her şeyin ötesinde hükümetler için asıl zorunluluk, kitleleri kontrol altında tutmaktır. Bu, demokrasi projesinin sonunu ifade eder. Artık nihayet plütokrasi muktedir olmuş, o sessiz darbeyi gerçekleştirmiştir.”[5]

Geleneksel faşizm, kitlesel destek ve propagandayı, düşmanlarına karşı vahşi (sokak) terörü ve meclis kavgalarıyla birleştirdi. Oysa ulusötesi seçkinlerin faşizmi, çok daha incelikli ve zekidir. Bu tür faşizmin Almanya versiyonu olarak Merkel kliği, neoliberalizm yanlısı partidir ve onun medya yüzüdür. Merkel çizgisi, zenginlerin yatağından çıkmayan bilimle[6] birlikte, konumlarını güçlendirmek ve iktidarlarını sürdürmek için her türden propaganda aracı ve sansür yöntemiyle muhalefeti susturmaya, “sapkınlar”ı ezmeye çalışmaktadır.

Dünya Ekonomisinin Sıfırlanması

İktidar merkezleri, hedeflerine ulaşmak için kitleleri birkaç kez eve kapatma derdindedirler. Nihayetinde onların amacı, dünya ekonomisini sıfırlamaktır.[7]

Dünyayı felâketin eşiğine getirip bırakmış olan kapitalizmi “yenilemek” istiyorlar. Asıl amaç, kapitalist sistemi büyük sıfırlamanın ardından dördüncü sanayi devriminin yaratacağı yeni koşullarla birlikte sürdürmek.

Devletler, tümüyle uluslararası finans endüstrisinin denetimine tabi olacaklar.

Korona krizinden önce Almanya’nın ulusal borcu, yaklaşık 2 trilyon avroydu. Bu borç, 75 yılda birikti. Merkel ekibi, söz konusu borcu üç ayda ikiye katladı.

Deutsche Bank, korona krizinin neden olduğu dolaylı hasar konusunda, 24 Nisan 2020’de şunları söylüyordu:

"Hesaplamalarımıza göre Alman devleti, krizle mücadele kapsamında uygulamaya konulan paketler aracılığıyla 1,9 trilyon avro gibi gerçekten baş döndürücü olan bir tutarı devreye sokabilir ki bu tutar, Alman GSYİH’sinin yarısından fazlasına denk düşüyor.”[8]

Deutsche Welle ise 24 Haziran 2020 şunları yazmış:

“Korona salgını ve sonuçlarına karşı mücadele için hükümetler ve merkez bankaları, en az 15 trilyon doları [...] şimdiden gözden çıkarttılar. Bu, dünyadaki borç yükünün daha hızlı büyümesine neden oluyor: Şirketlerin ve bankaların borçları da dâhil olmak üzere, bankacıların lobi çalışması için kullandıkları dernek olan Uluslararası Finans Enstitüsü’nün toplam borcu, akla hayale gelmeyecek bir rakama ulaştı ve 250 trilyon doları buldu.”[9]

Haziran 2020’de Dünya Bankası Belarus’a, ülkenin kapanmayı, yani ekonomisinin çökmesini kabul etmesi şartıyla, 940 milyon dolar tutarında bir kredi teklifinde bulundu.[10]

Bugün iktidar merkezleri, devletleri borçlandırmak suretiyle, devletlerin elinde kalmış malı mülkü uluslararası finans endüstrisinin kontrolü altında özelleştirmek için elinden geleni yapıyorlar.

Korona kriziyle iflasın eşiğine gelen şirketler, bu şirketlerin maliyetinin yükünü vergi mükelleflerinin sırtına zorla yüklemek adına, devlet kontrolü altında radikal kararlar alan hükümetlere teslim ediliyorlar. Devletlerin borçlandırılması ise insanları köleleştirmek için kullanılan bir yöntem.[11]

Avrupa’da AB, ulus devletlerin demokratikleştirilmesinin ana kontrol merkezidir. İktidardaki ekonomik ve siyasi klikler, hasta AB’yi iktidar projesi olarak muhafaza etmek, ulus devletlerin demokratik kurumlarını tamamen baltalamak ve parlamentoların yetkilerini daha da zayıflatmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.

Yirmi yedi AB ülkesi, kısa süre önce, 1,8 trilyon avroluk finans paketi ve bütçe konusunda anlaşmaya vardı.

Daha önce Yunanistan’a yapılan yardımda da görüldüğü üzere bu para, önce eski borçları ödemek için bankalara akacak.[12]

Demokrasiyle bir alakası bulunmayan komisyonlar, yönetim kurulları, senatolar, paydaş anlaşmaları ve kapalı kapılar ardında oluşan her türden komitenin görevi, ulusötesi oligarşinin kast sistemini muhafaza etmek. Burada ulus devlet, sadece halkları kontrol altında tutacak baskı aygıtı ve gözetleme organı olarak iş görüyor.

Nüfusun Azaltılması

Dünya nüfusunun azaltılması meselesi, dünya genelinde ekonominin sıfırlanması girişiminin ayrılmaz parçasıdır.[13]

Dünya nüfusunun “arındırılması”, küçük ve orta ölçekli işletmelerin yanı sıra yüz milyonlarca çalışanı olan küresel tedarik zincirlerinin yok olması demektir.

Uluslararası yatırım stratejistlerinin “sömürdüğü”, alt ve orta sınıfın belirli bir kısmı, serbest meslek sahibi olmaktan çıkarılıp bağımlı düşük ücretli sektöre girecek, diğerleri dijital sahaya ve platform şirketlerine, onların sömürüyü artırma amaçlı stratejilerine tabi olacak, tam da hükümet stratejistlerinin amaçladığı gibi, bu insanların büyük kısım yok olacak.

Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, kayıt dışı olarak adlandırılan sektörde çalışan, düzenli bir iş sözleşmesine sahip olmayan 1,6 milyar kişi, ilk kapanmanın sonucu olarak işsiz kaldı.

Bu noktada sorulması gereken soru şudur: “Bu süreçte geçim imkânları ortadan kaldırılan kaç yüz milyon insan ölecek?”

İktidar merkezleri, milyonlarca cesedin üzerine çıkmış, etrafa gülücük dağıtıyorlar. Sadece 1989’dan sonra yaşanan savaşlara baksak, o pis gülümsemeyi görecek çok fazla sahneye tanıklık ederiz. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı 100 milyondan fazla can aldı.

Hedeflendiği biçimiyle, geçim imkânlarının ortadan kaldırılmasıyla bu 1,6 milyarlık nüfusun sadece yüzde onu bile ölse, bu, 160 milyon kişinin öleceği anlamına gelir.[14] Oysa daha fazla insan ölecek, burası kesin.

İktidar merkezlerinin ve onları sembolize eden isim olan Bill Gates’in aşı uygulamalarıyla dünya nüfusunu azaltmayı amaçlayıp amaçlamadığı, bugün herkesin tartıştığı bir konu.[15]

Bill ve Mellinda Gates, aşılama çalışmalarıyla insanlığın büyük kurtarıcıları olarak takdim edilmektedir.[16] Ama asla kurtarıcı değiller! Tek yaptıkları, büyük ilâç tekelleri, büyük finans tekelleri ve dünya hükümeti için yeni devasa çalışma modelleri oluşturmak ve bu modelleri, bugün her türden propaganda ve baskı aracı ile birlikte sahneleniyorlar.

Bill Gates için aşılama faaliyeti, aşıyla ilgili yürüttüğü işleri parasal açıdan besleyen ve küresel sağlık siyaseti üzerinde kendisine diktatörlere has bir kontrol yetkisi bahşeden “stratejik bir hayırseverlik” pratiği.[17]

Dördüncü Sanayi Devrimi

Dördüncü sanayi devrimi[18] şunları hedefliyor:

Tüm demokrasinin ilga edilmesi,

Yeni bir jeopolitik düzen,

5G[19] ve onunla bağlantılı uydu teknolojisi. 5G, her şeyden önce ordunun savaşları tümüyle yeni temeller üzerinden yürütmesi için geliştirilmiş bir teknolojidir. 5G’nin tesis edilmesi durumunda insanlar ve doğa için yol açacağı sonuçlar tamamen görmezden gelinmektedir,

Nesnelerin İnterneti[20], bilgi toplumunun küresel altyapısının teknolojileri ile ilgilidir,

Nakit parasız bir dünya[21],

Sosyal mesafeli soğuk bir sosyal yaşamın kurulması ve topyekûn biyometrik kontrol,

İlâç firmalarının her türlü sorumluluktan kurtarıldığı genetik ve nanoteknoloji kullanan zorunlu bir aşılama rejimi,

Yapay zekânın post-hümanizm ve transhümanizm ile bağlantılı olarak genişlemesi, yani insan ve makinenin birleşmesi[22],

“Akıllı Şehirler”in geliştirilmesi[23].

Özetle, ulusötesi “elit” faşistlerin, dünyanın diktatörlükle yönetildiği bir yeni dünya düzeni için uğraştıklarını söyleyebiliriz.

Büyük sıfırlamadan[24] sonra, arındırma faaliyetleri ardından dünyada kalan nüfus gözlerini muhtemelen yeni bir dünyaya açacak. İktidar merkezleri, dördüncü sanayi devrimine geçişten sonra kurulacak yeni dünya düzeninin eski hâle döndürülmemesini güvence altına almak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.

Yeni Bir Başlangıç İçin Gerekli Şartlar

İktidar merkezleri, dünyayı sınırlama olmaksızın yeniden inşa ettiklerinden, onlara karşı direnişin de insanlığın bilhassa Batı demokrasilerindeki insanların mevcut bataklıktan nasıl çıkılacağı konusunda düşünceler geliştirmesi gerekmektedir: Bu konuda şu türden öneriler sunulabilir:

Siyasi partilerin önceki şekil ve işlevleriyle tasfiyesi,

Paranın kölesi olmuş lobi kuruluşlarının lağv edilmesi,

Gizli servislerin feshi, en azından büyük ölçüde küçültülmesi,

Ordunun milli savunmaya indirgenmesi,

Siyasetçi dokunulmazlığının kaldırılması,

Anayasa veya yasanın ihlal edildiği ve genel kamuoyunun zarar görmesi durumunda parti mallarına veya politikacıların mal varlıklarına el konulması,

Gerçek sorumluluğu, politik sorumluluğu üstlenme, göreve geldiğinde edilen yemin çiğnendiğinde verilen cezaların artırılması,

Kurucu meclislerin toplanması,

Doğrudan demokrasinin güçlendirilmesi,

Tümüyle yeni bir medya anlayışı, bu bağlamda medyanın halk demokrasisinin kontrolüne teslim edilmesi.

Yeni nesil siyasetçiler, kamu görevine geçmeden önce kendilerini “hayatta” kanıtlamış, etik ve ahlaki ilkelere uymalı, anayasa ve hukuka uygun olmalı ve bundan sorumlu olmalıdır.

Böylece ilk önemli adım atılmış olacaktır.

Ullrich Mies
22 Ağustos 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Ignazio Silone, Seine Entstehung und seine Entwicklung, (ilk basım tarihi 1934), Frankfurt 1978, s. 273 ve sonrası.

[2] Bkz. William I. Robinson, Global Capitalism and the Crisis of Humanity, New York 2014.

[3] Jeffrey A. Tucker, “When Will the Madness End?”, 10 Temmuz 2020, AIER.

[4] Michael Morris, Lockdown, 2. baskı, Fichtenau 2020, s. 153.

[5] Bernd Hamm, “Das Ende der Demokratie – wie wir sie kennen”, Ullrich Mies, Jens Wernicke (Hg.) Fassadendemokratie und Tiefer Staat. Auf dem Weg in ein autoritäres Zeitalter içinde, Viyana 2017

[6] “Milletvekili Kretschmer ve Profesör Reiss”, Yuvarlak Masa, 7 Ağustos 2020, Youtube.

[7] Klaus Schwab, “Great Reset”, 3 Haziran 2020, Youtube.

[8] Deutsche Bank, “Corona-Krise”, 24 Nisan 2020, PDF.

[9] “Bring die Corona-Krise den Schulden-Ballon zum Platzen?”, 24 Haziran 2020, DW.

[10] “WB Offered Belarus”, 29 Temmuz 2020, Gateway.

[11] “Bundesregierung”, 11 Ağustos 2020, DWN.

[12] “Corona”, 30 Temmuz 2020, DWN.

[13] Michael Morris, A.g.e., s. 142 ve sonrası.

[14] James Brownsell, “Half the World’s Workers”, 29 Nisan 2020, Cezire; ILO Monitor, “Covid-19”, 29 Nisan 2020, PDF; “Job Losses”, 29 Nisan 2020, ILO.

[15] “Bill Gates”, 24 Mart 2020, Youtube, 42. Saniye.

[16] “Bill Gates”, 1 Nisan 2020, Youtube; “Bill Gates”, 28 Eylül 2012, Youtube.

[17] Children’s Health Defense, CHD; ayrıca bakınız Michael Morris, a.g.e., s. 148.

[18] “Fourth Industrial Revolution”, WEF; “Leadership”, WEF.

[19] Frank Adlkofer’in yazıları, Rubikon.

[20] Internet der Dinge”, Wikipedia; “Internet of Things”, WEF.

[21] “Blockchain”, WEF.

[22] “Roboter”, 8 Ağustos 2020, DWN; “Artificial Intelligence”, WEF.

[23] “Smart City”, 6 Ağustos 2020, DWN.

[24] “Great Reset”, WEF.

28 Aralık 2020

,

Mevcut Konjonktüre Dair

“Burjuvaziye noel moel yok!


Politik açıdan mevcut konjonktür, nadiren rasyonel bir değerlendirmeye tabi tutuluyor. Çevreciliğin en mutaassıp ama mutaassıp olduğunun bile farkında olmayan kesimlerinin (“Kıyametin eşiğindeyiz” diyen) felâket tellallığı ile dümensiz gemide kendi hayalleriyle yaşayan (“Hepimiz önlenemeyen kitle hareketlerinin ibretlik mücadelelerine ve krizin içerisindeki liberal kapitalizmin çöküşüne tanıklık ediyoruz” diyen) solun varolduğu koşullarda, rasyonel her türden yönelim, hükmünü yitiriyor, aktivist ya da yenilgici fark etmez, akıl keşmekeşe teslim, keşmekeş de her yana hâkim oluyor. Burada hem gözleme hem de öngörüye yaslanan birkaç kanaatimi aktaracağım.

Birkaç yıldır, “Arap Baharı” denilen olaydan beridir, neredeyse tüm gezegen ölçeğinde, mücadelelerle, daha net bir ifadeyle, kitlesel hareketliliklerle ve toplu gösterilerle yüklü bir dünyaya tanıklık ediyoruz. Kanaatimce genel konjonktüre asıl damgasını “hareketçilik” vuruyor. Bu anlayış, önemli halk birlikteliklerinin illaki mevcut durumu değiştireceğine inanıyor. Bu türden eylemlere Hong Kong’da, Cezayir’de, İran’da, Fransa’da, Mısır’da, Kaliforniya’da, Mali’de, Brezilya’da, Hindistan’da, Polonya’da, daha birçok yerde ve ülkede tanıklık ediyoruz.

İstisnasız tüm bu hareketler, üç özelliğe sahipmiş gibi görünüyorlar:

1. Bu hareketler, toplumsal köken, isyanın gerekçesi ve kendiliğindenliği esas alan politik kanaatleri açısından farklı yönelimleri içinde barındırıyorlar. Bu çok farklı biçimlere sahip olan yönü, aynı zamanda hareketlerin ulaştığı sayıları da izah ediyor. Hareketler, salt işçilerin meydana getirdikleri birlikteliklerden, öğrenci hareketi eliyle gerçekleştirilmiş gösterilerden, vergilerin altında inim inim inleyen esnafın isyanlarından, feministlerin protestolarından, ekolojik kehanetlerin yol açtığı eylemliliklerden veya göçmenler olarak adlandırılan, benimse “göçebe proleterler” dediğim insanların yürüyüşlerinden ibaret değiller. Bunların hepsini bir miktar içeriyorlar. Hâkim eğilimin saf manada taktiksel olan idaresine girebiliyorlar veya mekâna ve koşullara bağlı olarak, birkaç eğilimi birden kucaklayabiliyorlar.

2. Bu gerçeklik üzerinden, söz konusu hareketlerin birleşmesi mümkün değil, ayrıca ideolojilerin ve örgütlerin mevcut hâli dikkate alındığında, bu hareketler, zaten birleşemezler. Bu birleşemezliğin, farklı gerçeklikleri bağrında taşıdığını söylemeye bile gerek yok. Birileri, Çin hükümetinin adımlarına karşı isyan edebiliyorken, bir başkası, Cezayir’deki askerî kliklerin elinde tuttuğu iktidara karşı başkaldırabiliyor veya İran’da dinî hiyerarşinin engellemelerine karşı geliniyor, Mısır’daki kişisel despotizme itiraz ediliyor, Kaliforniya’da milliyetçi ve ırkçı gericiliğin manevraları karşısında duruluyor, Mali’de Fransız ordusunun eylemlerine, Brezilya’da neofaşizme, Hindistan’da Müslümanlara yönelik zulme, Polonya’da kürtajın ve gelenekselin dışındaki cinsel yönelimlerin damgalanmasındaki gericiliğe vs. karşı çıkılıyor.

Ne var ki bu hareketlerde genel bir kapsama sahip bir karşıt öneriyi ifade edecek, yeni hiçbir şey söylenmiyor. Günün sonunda bugünkü kapitalizmin sahip olduğu kısıtları aşacak müşterek bir politik öneriden mahrum olan hareket, uygun bir isme, genelde devlet başkanına itiraz üzerine kurulu bir birlik hâlini alarak sonlanıyor. Bir yerde “Mübarek gitmeli” sloganı, başka bir yerde “Faşist Bolsonaro Defol!”a, başka bir yerde “Irkçı Modi haydi yoluna!” sloganına, Amerika’da “Trump defol!”a, Cezayir’de “Buteflika emekli ol!”a dönüşüyor. Elbette bu noktada, doğal hedefimiz olan Macron’cuğa yönelik hakaretleri, azil çağrılarını ve kişisel saldırıları unutmamak gerek.

Bana kalırsa tüm bu hareketler, tüm bu mücadeleler, en nihayetinde “defolculuk”tur. Burada daha çok liderin defolup gideceğine dair bir dilek söz konusu ve bu dilekte bulunanlar, ne o liderin yerine gelecek kişiyle, ne de gittiğini varsaysak bile, bu gidişin mevcut durumu nasıl değiştireceğiyle ilgileniyorlar.

Hâsılı, herkesi birleştiren reddiye, yeni türde bir siyasetin ne olacağına, ne olması gerektiğine, konjonktürün analizine dair herhangi bir pratik anlayışa veya olumlayıcı bir yaklaşıma ve yaratıcı bir iradeye sahip değil. Bunların yokluğu, hareketin sonuna delalet eder ve en nihayetinde hareket, birliğin nihai biçimi, yani o herkesi mağdur eden polis baskısına karşı ayaklanma biçimini alarak sona erer. Başka bir ifadeyle, bir reddiye biçimi olarak hareket, devlet eliyle redde tabi tutulur.

Bu, bizim Mayıs 1968’den aşina olduğumuz bir gelişmedir. Müştereken olumlu gördüğümüz herhangi bir şeyin bulunmadığı koşullarda, yani hareketin başlarında hepimiz sokaklarda “faşist polis!” diye bağırıp durduk. Ne mutlu ki sonrasında, elbette karşıt politika anlayışları, farklı olumlanan şeyler arasında yaşanacak çatışma pahasına, isyancılardaki o olumsuzlayıcı tutum, yerini daha ilginç şeylere bıraktı.

3. Aradan epey zaman geçti ve bugün dünya genelinde hareketçilik, sadece ilk planda isyan edilen şeyden daha kötüsüne dönüşme ihtimali bulunan, makyajlanmış değişikliklerden ya da güçlerin daha da pekişmiş bir biçimde yeniden üretilmesinden gayrı bir sonuca ulaşamadı.

Mübarek gitti, yerini askerî gücün muhtemelen daha kötü bir versiyonu olan Sisi aldı. Sonuçta Çin’in Hong Kong’un boynuna geçirdiği boyunduruk, Pekin’i yönetenlerin düşünceleriyle uyumlu kanunlarla ve eylemcilerin toplu olarak gözaltına alınmalarıyla daha da güçlendi. İran’daki dinî zümrenin kılına zarar gelmedi. Şükürler olsun ki Modi ve Bolsonaro türünden en faal gericiler ya da Polonya’daki din adamları kliğinin façası hiç bozulmadı. Bizim Macron’cuğumuzsa yüzde 43’lük güvenoyu ile seçim bağlamında çok daha sıhhatli duruma geldi. Macron’un durumunu mücadelelerin ve hareketlerin çıkış aldığı günlerdeki destek üzerinden ele aldığımızda bile geçmiş cumhurbaşkanlarıyla önemli bir farklılığın ortaya çıktığını görürüz. Gerici bir isim olan Sarkozy veya pek sosyalist Hollande gibi Macron’la benzer sürelerle görevde kalan isimlerin arkasındaki destek, eylem günlerinde en fazla yüzde 20’yi bulmuştu.

Bu noktada şu türden bir tarihsel kıyaslama yapılabilir: 1847-1850 yılları arasında Avrupa genelinde büyük işçi ve öğrenci hareketleri, geniş kitleler, 1815 tarihli restorasyon sonrası tesis edilen ve 1830 Fransız Devrimi ardından pekiştirilen despotik düzene karşı ayaklanmışlardı. 1848’te açığa çıkan tüm coşkulu hâlleriyle iktidarı reddiyeye tabi tutan, ama temelde farklı bir siyaseti neyin temsil edeceği konusunda sağlam bir fikri bulunmayan o öfke, geriletici sürecin domino taşlarını devirmekten başka bir işe yaramadı. Neticede Fransa’da yeni gelişen kapitalizm, kendi vekilini buldu. III. Napolyon, Victor Hugo’nun tabiriyle “Küçük Napolyon” adındaki bu vekil, bitmek bilmeyen bir saltanata hükümdar oldu.

Buna karşın, 1848’de Almanya’daki ayaklanmalara katılan Marx ve Engels, tüm gelişmelerden dersler çıkarttı ve bu dersleri hem Fransa’da Sınıf Mücadeleleri isimli broşürde, hem de sürece olumlu yaklaşan, bir anlamda onu ebedi kabul eden, tümüyle yeni bir siyasetin nasıl olması gerektiği üzerinde duran Komünist Parti Manifestosu’nda aktardı. Bu olumlayıcı bir yaklaşımla gerçekleştirilen teorik inşada, aslında varolmayan ama olması gereken bir partinin “manifesto”suyla, uzun vadede başka bir siyaset tarihi başlamış oldu.

Marx manifestoyu yazdıktan yirmi üç yıl sonra, Paris Komünü denilen, olumlu birlik sürecinin etkili teşkilâtından bir kez daha mahrum olan, ama düşmana karşı kendisini kahramanca savunan, o hayranlık uyandırıcı deneyimden yeni dersler çıkarttı.

Bugün içinde bulunduğumuz şartların o günkünden çok farklı olduğunu söylemeye bile gerek yok! Ama ben, bugün reddiyeci sloganların ve savunmacı eylemlere dönük ihtiyacın etrafında dönüp duran her şeyin, nihayetinde kendi amaçlarına dair net ve senteze dayalı bir vizyona tabi olacağına inanıyorum.

Kanaatim şudur ki bu amaca ulaşmak için bizim her hâlükârda Marx’ın kendi düşüncesinin cevheri, özü olduğunu söylediği şeyi anımsamamız gerekiyor. Bu elbette ki reddiye üzerine kurulu, ama belirli bir ölçekte ancak etkili bir olumlayıcı tutumla desteklenebilecek bir öz. Burada ben, “özel mülkiyetin ilgası” sloganından bahsediyorum.

Yakından bakıldıklarında “özgürlüklerimizi savunalım” veya “polis şiddetini durdurun” türü sloganlar, esasen muhafazakâr sloganlardır. İlk slogan, mevcut statüko dâhilinde keyfini çıkarttığımız gerçek özgürlüklerin savunulması gerektiğinden söz eder. Oysa asıl meselemiz, eşitlik olmaksızın özgürlüğün bir tuzaktan ibaret olmasıdır.

Resmi evraklarından mahrum olan, büyük badireler atlatıp destanlar yazarak Avrupa’ya gelen göçebe proleterin kendisini gerçek gücü elinde bulunduran, özel jeti ve pilotu olan, devlet bünyesinde çalışan vekillerinin seçildiği, halka yem diye sunulmuş seçimlerle koruma altına alınmış milyarderle bir tutup “özgürüm ben” demesi, nasıl mümkün olabilir?

Eğer karşı çıktıkları dünyadan başka bir dünyayı olumlayıcı ve akli bir arzu temelinde istiyorlarsa, devrimciler, müesses iktidara bağlı polisin kendilerine karşı her daim dost canlısı, nazik ve barışçıl olmasını nasıl bekleyebilir? Bu polislerin karşılarına çıkan maskeli, silâhlı isyancıların “Elysée Sarayı’na nereden gidiliyor?” sorusuna “Caddenin sağındaki büyük kapıdan” diye cevap vermeleri gibi bir ihtimal söz konusu mudur?

Demek ki meselenin özünü teşkil eden mülkiyete geri dönüp bakmak gerekecek. Olumlayıcı bir tutumla sahiplenilmesi gereken, herkesi birleştirecek genel slogan şu olabilir: “Tüm üretim sürecinin kolektifleştirilmesi.” Bu sloganın reddiye içeren hâli, hemen ulaşılacak bir amaca işaret etmek anlamında, “Devletin 1986’dan beri aldığı tüm özelleştirme kararları iptal edilsin”dir. Reddetme arzusuyla yanıp tutuşanlara iş çıkartacak, güzel ve alabildiğine taktiksel bir slogan olarak, “Ekonomi ve Maliye Bakanlığı’nın en önemli dairesi olan ‘İştirakler ve Transferler Komisyonu’nu ele geçirelim” sloganı da önerilebilir. Ama bu eylemi “İştirakler ve Transferler” ifadesinin başka bir şeyi anlattığını bilerek yapalım. Bu ad, esasen 1986’da kurulan Özelleştirme Komisyonu’nun üzerine geçirilmiş kılıftır. Böylesi bir eylemle halkın şu veya bu şekilde kamu yararı olarak görülen her şeyde özel mülkiyetin her biçimi ortadan kaybolana dek kendimizi özelleştirme komisyonunda görevlendirdiğimizi bilmesini sağlayalım.

İnanın bana; bu türden taktiksel ve stratejik hedeflerin halktan destek almasını sağlamak suretiyle biz, hem kendisini hem bizi tüketen negatif diyalektiği ile tüm o “mücadeleler, “hareketler” ve “protestolar” döneminin ardından yeni ve bambaşka bir dönemi başlatırız. Biz böylelikle, Marx gibi söylersek eğer, sadece Fransa veya Avrupa’ya değil, tüm dünyaya “hayalet”iyle bir kez daha musallat olacak olan yeni kitlesel komünizmin öncüleri oluruz.

Alain Badiou
21 Aralık 2020
Kaynak

27 Aralık 2020

Neofeodalizm


Bugün “neofeodalizm” olarak adlandırdığım sosyo-ekonomik düzen hakkında düşünce üretmeye, kalem oynatmaya ve konuşmaya, onu tarif etmeden çok önce başladığımı itiraf etmeliyim. Bugün bile hâlâ onu tam olarak tarif edebiliyor değilim. Zira ben, küreselleşmenin, şirketleşmenin ve olağan neoliberal piyasa köktenciliğinin etkilerinin, Amerikanvari kapitalist rüyanın merkezinde zenginlerin elini güçlendirmekle kalmadığını, aynı zamanda yerini daha sinsi ve daha eski bir ekonomik düzene bıraktığını yeni fark ettim. Bu yeni ekonomik düzen, bir tür iç sömürgeciliği ve eski döneme ait borç köleliğini andırıyor.

Aradan geçen beş yılın ardından bugün sanırım nihayet sosyo-ekonomik yapının tanımını yapacak zemine sahibiz. Bu yapı, Batı dünyasında hayatı dönüştürmekle kalmıyor, aynı zamanda sömürgeciliği o bir deri bir kemik kalmış hâlden kurtarıyor, bu anlamda ölmekte olan dünyanın geri kalanına teşmil etmek adına bu cılız bedene finans ve şirketler dünyasının ruhunu üflüyor.

Bu anlamda neofeodalizm, fosil yakıtta, maden arama faaliyetlerinde ve ormansızlaştırma çalışmalarında somutlaşan çevre karşıtı kapitalizmin yıkıcı bir biçimi olarak ekstraktivizmin (doğal kaynakların topraktan çıkartılması işleminin) tüm dünya genelinde bireylere uygulanmasını ifade ediyor.

Burada “birey” kelimesi önemli, çünkü birey, kapitalizmin yeni (ama bir o kadar da eski) sınırına denk düşüyor. Sömürgecilik ve neoliberalizm formu almış, küresel kapitalizmin eski yapıları, halkları sömüren milletler eliyle sömürürler. Gelgelelim gelişmiş veri toplama, kayıt ve gözetleme teknolojisi ile mümkün kılınan bu yeni sistemde her bir birey, temelde birer “kâr madeni”ne dönüştürülür. Sistem, bu “insan madeni”nin zaman içerisinde kârı çoğaltmak için ne kadar para kazandıracağını, ne oranda kâr getireceğini, bu kişinin ne ölçüde sağılabileceğini inceleyecek araçlara sahiptir.

Bu araçlar arasında, bugün her yerde karşımıza çıkan “kredi notu” denilen mesele de var. Ne var ki son dönemde Cambridge Analytical üzerinden patlak veren skandaldan ve internet teknolojisi devlerinin yapıp ettiklerine dair incelemelerden öğrendiğimiz kadarıyla, bizi inceleyen, değerlendiren, iliğimizi sömürmeye ahdetmiş çalışmaların herhangi bir sınırı yok. Bugün bu çalışmaları internete hâkim olan tekeller, müşterileri ve her ikisine kul olmuş devletler yürütüyorlar. Bunun sonucunda işçi sınıfına dronlarla takip edilmek düşüyor.

“İnsan madenleri”nden servet temin etme yöntemleri, açıktan uygulanıyor ve her yeri kuşatıyor. Bu noktada aklımıza, banka kredisiyle konut alımı, kiralar, yüksek eğitim borçları, sağlık ücretleri, elektrik, su, doğalgaz faturaları ve tabii ki yiyecek masrafı gibi zorunlu olarak, tekrar tekrar yaptığımız harcamalar geliyor. Ama giderek şirketleşen kapitalist “Batı dünyasında” telefon hizmeti, internet erişimi, ulaşım, bankacılık ücretleri, çocuk bakımı giderleri gibi şeyler, neofeodalizmin temel aldığı, tercihe bağlı olmayan ve tekrarlanan harcama formatına denk düşüyorlar.

Serbest piyasa köktencilerinin “tercihler”den söz ettiği yerde insanlar, şu basit gerçekle yüzleşiyorlar: aslında tercih etmediğiniz şeyleri satın alıyorsunuz, ama bu konuda “seçim”i siz yaptınız sanıyorsunuz. Esasında içinde yaşadığımız toplum, bizim çok sayıda mal ve hizmeti satın almaya veya kiralamaya ihtiyaç duymamızı sağlayacak şekilde yapılandırılmış durumda.

Ulaşım ve telefon hizmetlerini örnek vermek mümkün. Yaşadığınız yerden işyerinize ulaşamıyorsanız işinizi kaybediyorsunuz, telefon bağlantınız yoksa başka bir telefon bulmak zorunda kalıyorsunuz. İşiniz yoksa kiranızı ve konut için aldığınız banka kredinizi ödeyemiyorsunuz, zar zor geçinmek için uğraşıyorsunuz, sonra da yalnızlaşma, evsizleşme ve erken ölümle sonuçlanan yoksulluk sarmalına giriyorsunuz.

Üstelik bu tür durumlar, hiç de tercihe bağlı şeyler olarak yaşanmıyorlar. Zira dünya, “yapacağına inan” diyen Ayn Rand romanlarında olduğu gibi dönmüyor. İnsanlar, “ya ben bir gün de yoksul olmayayım” veya mali çöküntü sonrasında “gideyim de öleyim” diye bir tercihte bulunmuyorlar.

Bu zorunlu harcamalarla geçen sürecin her bir aşamasında karşınıza, tüketiciden gerekli ödemeyi alacak bir şirket ve özelleştirilmiş bir devlet kurumu çıkıyor. Bunlar, “insan madeni” üzerindeki yarığı veya sondaj deliğini ifade ediyorlar.

“Ne yani, bu bildiğimiz, eski kapitalizmin tüm o acımasız açgözlülüğüyle ulaştığı yaldızlı çağ değil miydi?” diyebilirsiniz. Eğer yoksullara ve mahrumlara artık devletlerin yardım yapmadıklarını, devlet kurumlarının içinin boşaltıldığını görmezseniz, yoksul mahallelerde artık belediye otobüslerinin çalışmıyor olmasına, refah devletinin işlemiyor oluşuna, yaşlılara her yıl 11.000 dolar civarında, yoksulluk sınırının altında gelir verilmesine de tek laf etmezsiniz.

Bize anlatılan masalın sonuna geldik. Artık Amerika’da özelleştirme, tekellerin gücü ve paranın siyasetteki nüfuzudur aslolan. “Lobi faaliyeti” olarak bilinen yolsuzluklar, “kampanya finansmanı, hayırsever vakıflar ve politik eylem komiteleri” olarak bilinen rüşvetçilik ve “şirket medyası, akademi ve düşünce kuruluşları”ndan ibaret olan propaganda araçları ile birlikte sermaye ve tekeller, devletin düzenlemeyle ve ekonomiyle ilgili yönlerine el koydular. Politik süreçler parayla satın alındı. Devlet, toplumu, işçi sınıfını isteyerek ya da istemeyerek bu neofeodal ekonomi sürecine “insan madeni” olarak dâhil olmaya zorlayacak şekilde dönüştürdü.

İşçi sınıfının iliğini sömürme, onun sırtından kâr elde etme ve o kârı özel sektöre aktarma üzerine kurulu olan bu mekanizma, vergilerin, devlet politikalarının ve mali enstrümanların gizli niteliği ile örtbas ediliyor. Eğitimin özelleştirilmesi, devlete ait askeriyeyle ve istihbaratla ilgili bölümlerin işlerinin şirketlere yaptırılması, Wall Street’i kurtarma operasyonları, altyapı projeleri için kurulan özel-kamu ortaklıkları, Uber, Amazon veya Walmart gibi işçi sınıfına saldıran şirketlere sunulan teşvikler, emek yasalarının uygulanmadığı düzenleme dışı özel ekonomi bölgelerindeki cepçi sömürgeciliğin tesisi, bu noktada iyi birer örnek olarak görülebilir.

Anca bazen bu zorla servet devşirme pratikleri, açıktan sergilenebiliyor. Obamacare olarak bilinen Uygun Bakım Yasası, bu konuda güzel bir örnek. Sağlık sigortasını ödeyemeyen milyonlarca yoksul Amerikalıyı düşük standartta kapsam dâhiline alan bu yasa, esasen milyonlarca Amerikalının özel sağlık sigortalarını kendi ceplerinden karşılamaya mecbur ediyor. Bu zorunlu ödeme, işçi sınıfının hilafına olacak şekilde, sigorta şirketlerinin kasasını dolduruyor. Söz konusu yasa üzerinden işçiler, kendi şirketleriyle pazarlık içine girmek zorunda kalıyorlar, ama aynı şirketler, özel sigortacılık sektörüyle kaliteli sağlık sigortası için asla pazarlık yapmıyorlar. Aynı zamanda yasa, sigorta hizmeti sunan şirketin piyasadaki rolünü pekiştiriyor, böylece bu şirketler, müşteri denilen “insan madenleri”ni kâr için uzun süre sömürme hakkını elde ediyorlar.

Bunun adı, neofeodalizmdir. Onun önemini anlamak için Amerika’da “Herkese Sağlık Hizmeti” türünden önerilere bakmak gerekir. “Herkese Sağlık Hizmeti” olarak adlandırılan öneri, devletin kaliteli sağlık hizmeti vermek için kaynaklarının önemli bir bölümünü devreye sokmasını ve bunun sonucunda da özel sağlık sigortası sektörünün silinip gitmesini öngörüyor. Peki sizce sağlık sigortası şirketleri, Obamacare’i üreten yasanın hazırlanması için neden tonla para harcıyorlar, “Herkese Sağlık Hizmeti” ile ilgili talepleri gündemden düşürmek için neden lobi faaliyeti yürütüyorlar? Ellerindeki parayla yapabilecekleri daha hayırlı şeyler yok mu bunların?

Emekçilerin sırtından servet elde ediyorlar, zorunlu harcamalarsa tam da bu sürece hizmet ediyor. İlgili süreç, soyut bir kamu politikası ve özel sektörün işçilerin cebini gizliden boşaltmasını sağlayan politikalarla ilerliyor. Bu politikalar, tümüyle kontrol altında olan devletin yardımıyla uygulanıyorlar. Ceplerin boşaltılması işlemi ne kadar gizli yürütülürse yürütülsün, çoğunlukla deri rengine ve gelir sıralamasında ne kadar aşağıda olduğunuza bağlı olarak gerçekleştiriliyor.

Missouri eyaletinin Ferguson şehrini örnek vermek mümkün bu noktada. Burada yapılan bütçe kesintileri, belediyenin “kâr için çalışan polislik faaliyetleri” programını ırkçılık temelinde yürütmesine neden oluyor. Emniyet teşkilâtı, düşük gelirli mahallelerde oturan siyahîlere aşırı yüksek cezalar kesiyor. Siyahîler, caddede dikkatsizce yürüdükleri, stop lambaları kırık olduğu, şehirde boş boş dolaştıkları vs. için ağır cezalara çarptırılıyorlar. Bu paralar, şehrin belediye bütçesindeki kayıp olan milyonlarca doların boşluğunu dolduruyor. Kimi değerlendirmelere göre bu durum, esasen bir tür siyah-beyaz sömürgeciliğini ifade ediyor. Afrikalı-Amerikalılara kesilen cezalar sayesinde beyaz seçmenlerin düşük vergi ödemeyi sürdürmeleri sağlanıyor. Kimse, bütçedeki açığın esasen büyük şirketlere akıtıldığını sorgulamıyor. Bu aşırı zenginler, hükümetle birlikte işçi sınıfına karşı kurdukları ortaklığı, sadece Ferguson’da değil, tüm ülke genelinde sürdürüyorlar.

Bütün bu gelişmeler, yeni bir liberalizmin zalim biçiminden ziyade yeni bir feodalizmle karşı karşıya kalmamızı sağlayan en önemli bileşenle yüzleşmemizi sağlıyor: Bizi birer “insan madeni” olarak tanımlayan, izleyen, sömürü için sahip olduğumuz potansiyeli değerlendiren, her şeyi gören gözleri olan teknoloji, artık her yerde.

Kredi notları, gelişkin tahmin amaçlı algoritmalar, özel sektöre ait internet tabanlı gözetleme faaliyetlerinden oluşan bu insanlık dışı simya aracılığıyla giderek küçülen dünya, dijital planda küresel ekonomiye bağlanıyor. Kaçacak bir yerin bulunmadığı, bu ürkütücü panoptikon, Amerikan polisi ve ulusal güvenlik devletleri arasındaki bağ üzerine kurulu. Hepimizin değeri, kâinatın efendileri ve şirketlerin neofeodal projesi adına, bir makine tarafından değerlendirmeye tabi tutuluyor.

“İnsan madeni” olarak görülüp değerlendirildikten sonra sömürüye tabi tutuluyoruz. Uzun zaman boyunca ihmal edilebilecek düzeyde gelir elde etmiş olan üçüncü dünyadaki bir emekçinin kemiğindeki ilik, makine tarafından büyük bir açgözlülükle sömürülüyor, kanından ve terinden artık kâr temin edilemediği için bu emekçi, sefil ve müflis ilân edilip kenara atılıyor.

Buna karşılık Amerikan işçi sınıfı, o düzgün işleri ve iyi kredi notları ile birlikte ömrü boyunca kâr devşirme sürecine kul ediliyor. Bu neofeodalizm süreci üzerinden işçiler, onlarca yıl şirketlerin düzenine kâr temin ediyorlar, ta ki faydasız görülüp çöpe atılana dek.

İster Haitili bir konfeksiyon işçisi, isterse Ortabatı’da bir otomobil işçisi, isterse şehir dışında çalışan, yüksek gelir alan bir ofis müdürü olun, bu neofeodal sömürü düzeni, kâr getirmediği noktaya kadar sırtınızdan para kazanacak şekilde oluşturulmuş bir düzendir.

Mecburen almak durumunda olduğunuz belirli mal ve hizmetleri satın alamıyorsanız, kiranızı ödeyemiyorsanız, sermaye, başınıza ne geldiğiyle hiç ilgilenmez, hatta sizin ölmenizi ümit eder. Tekellerin sosyal yardım ödemelerine karşı olmalarının, tüm Batı dünyasında mevcut olan sosyal güvenlik ağının bütünüyle dağılmasını istemelerinin sebebi budur.

Neofeodalizmle feodalizm arasında belirli bir fark söz konusudur. Feodalizmde yoksul serf, bağlı olduğu toprakta harcadığı emeğinin lord eliyle sömürülmesine izin verirken, neofeodalizmde tüm Batı toplumu “toprağın kendisine” dönüşmüştür. Tarlalarda artık zorunlu emeğiniz buğday üretmemektedir. Kâinatın efendileri, sizi veya potansiyelinizi para kazandıran, kredi biriktiren bir şey olarak görürler. Onların gözünde insan, hasat edilmesi gereken üründür. Sizin sırtınızdan kazandığı parayı banka hesaplarına aktarır ve o gelirin kaynağına hiç bakmaz.

Bu adımların hiçbirisi, güçlü bilgisayarlar, internet ve sürekli genişleyen internet tabanlı gözetleme aygıtı olmadan atılamaz. Bu gözetleme aygıtı, özele ve kamuya ait operatörlerin abone sayıları arttıkça büyümektedir. Her şeyi her vakit tablolaştıran, ölçümleyen ve nicelikselleştiren göz, asla uyumaz. O göz, her birimizi, muktedir sınıfa mensup kontrolörlerin ve aç tekellerin hizmetinde olan sömürü ve borç kölesi olarak damgalar.

Makineler bizi giderek daha fazla, üstelik hiç sekmeden izlemektedirler. Ayrıca bu makineler, hiç de sevgi dolu ve kerem sahibi değildirler. Burada daha çok dijital bir mezbaha söz konusudur. “Peki ama et nerede?” diye soranlara şunu söyleyelim: “Eğer menüde adınız varsa bayağı şanslısınız.”

Nina Illingworth
14 Kasım 2019
Kaynak