Bir belgeselde anlatılıyordu: Kuzey Afrika’da
milyonlarca karınca göç ediyor, yüzlerce kilometrelik yola revan oluyor.
İkişerli sıra hâlinde yürüyen karıncaların önüne, onlar için bir nehri ifade
eden bir su akıntısı çıkıyor. Öndeki karıncalar birbirlerine kenetlenerek,
nehrin üzerine bir köprü kuruyorlar ve geridekiler o köprünün üzerinden
geçiyorlar. Kervan yoluna devam ediyor, köprü kuran karıncalarsa nehrin akıntısına
karışıyorlar.
Ebru Timtik’in (de) ardından “ölüsevicilik” edebiyatı
yapan küçük burjuvalar, yürüyüşü, davanın sürmesini, ateşin sönmemesini değil,
kendi içi geçmiş, çürük yaşamlarını yücelttiklerini ikrar ediyorlar. Devletin
ve sermayenin ağzıyla konuşuyorlar.
Yaşam nedir, insan nedir, insanın yaşama hakkı nedir,
hiç sorgulamıyorlar. Sınırsız ve sınıfsız zannettikleri yaşamı yücelterek
devrimcilere küfredebileceklerini, ateşin ilerleyişini durdurabileceklerini
düşünüyorlar. Ölçüleri birey olunca dilleri ve elleri birbirine dolanıyor.
O yaşamın ve insanın birer kurgu olarak burjuvaziye
ait olduğunu görmüyorlar. Burjuvazinin eteğine tutunarak, önünde diz çökerek,
ona öykünerek, onun elinden tutarak, burjuvazinin yarım bıraktığı, “gücünün
yetmediği” işleri üstlenerek varolabileceklerini zannediyorlar. Dolanan dil ve
el, bireyi yere deviriyor.
Burjuvazi ise beyni bilgisayarlara bağlayıp zararsız
kılmanın yollarını düşünüyor. “Yeryüzünde fazla nüfus var, çözüm bulmalıyız”
diyor. Kendisini iyi polis gibi gösterip kötü polislerin ardına saklanıyor.
Ezilenleri, halkları ve işçileri “ölümle korkutup sıtmaya razı etmek” için
uğraşıyor.
Sıtmaya razı gelen küçük burjuvalar, meydan okumayı,
itirazı ve kavgayı geleceğe taşıma iradesini hiç anlamak istemiyorlar. Onlar,
sıtmadan tir tir titreyen bedenleriyle, bedenlerini silâh yapanlara
küfrediyorlar.
Bir duvar örülüyor ve birileri çıkıp “o duvarınız vız
gelir bize” diyor. Onlar, bunu diyebildikleri için bugün devrimden ve
sosyalizmden bahsedilebiliyor. Sıtmaya razı gelmiş solculuk, emperyalizmin,
kapitalizmin ve devletin ilerleyişine kilitleniyor. Kendi içinde yanan ateş
yüzünden şenlik ateşine karışamıyor.
* * *
Sanırım 2004 1 Mayısı idi. “Ölüsevici” dedikleri
örgüt, o günlerde hapse düşme ihtimali bulunan, hapse düşülecek bir kavga
veren, hapis yolunu illaki bilecek herkes adına ölüm orucu sürecini
yürütüyordu. O 1 Mayıs’ta örgüt korteji içerisinde yürüyen herkesin elinde
AKP’yi hedef alan, AKP’yi eleştiren, AKP’den hesap soran döviz ve pankartlar
vardı.
Kortejin yanında dururken veya yürürken, başka
örgütlerden insanların şu tür alaycı ifadelerine denk geliyordunuz: “Ne AKP’si
canım, o alt tarafı basit bir hükümet, aslolan emperyalizm!” Bazı kişiler
“emperyalizm” yerine “kapitalizm”, bazıları da “devlet” diyorlardı. Yani “AKP
önemsiz bir hükümetti, aslolan emperyalizme, kapitalizme ve devlete karşı
koymak”tı.
Ama devran döndü: O gün içten içe AKP’nin liberal
programına destek verdikleri için böyle konuşan bu sol örgütler, sonrasında
“asıl önemli olan” dedikleri şeyin yanına sığındılar, emperyalizmden,
burjuvaziden veya devletten medet umdular. 2007 sonrası oradan düşünmeye, AKP
karşıtı muhalefeti oradan örmeye başladılar ve aldıkları emir gereği,
“başdüşman Tayyip” dediler. Sonuçta “AKP faşizminden bizi ancak emperyalizm,
kapitalizmin ilerleyişi veya gerçek devlet kurtarabilir”di. Herkes, yüzünü
oraya dönüp yalvaran gözlerle bağırmaya başladı. Siyaset de teori de bu bağırmadan
ibaretti.
Sıtmaya razı gelinmişti bir kez. Ölüm oruçları,
operasyonlar, baskılar, hapishaneler… her türden araçla sol, ölümle korkutulup
sıtmaya razı edilmişti. Sol muhalefetin bu titrek, kararsız ve dağınık hâlinin
sebebi, bu sıtma idi. Bugün bu sıtma, “Ebru için hiçbir şey yapamadık, yazıklar
olsun bize!” diyerek, yalandan gözyaşı döküyor, özünde o “bizsiz hiçbir şey
olmaz” diyor. Zira bu lafı, yakın geçmişte ÇHD’yi bölüp tasfiye edenler ediyor.
* * *
Kara Panter Partisi lideri Huey Newton, “özgürlük
mücadelesinin bedeli ölümse o vakit bizi özgürleştirecek olan, ölümün ta
kendisidir” diyor. Ama bizim solcumuz, aynı Newton gibi, “ezilenin zalimin
yaptığı kanunlara saygı göstermek gibi bir zorunluluğu yoktur” diyemediği için
o kanunlara saygılı bir siyaset yürüteceğine yemin ediyor. Dolayısıyla,
“zalimin savurduğu kırbacın sesini duyduğu her yerde kendisine yoldaşlar”
bulamıyor.[1] Bulmak istemiyor. Ölümden korkan hâli, ölümün sıradanlaştığı
ezilen kesimlerle asla buluşamıyor.
Sol, o ezilenin, halkın ve işçinin ölümle karılan
mayasından korkuyor. Kendi bireysel yaşamını yücelttikçe o mayadan kaçıyor,
burjuvaziye veya devlete sığınıyor. Devrim ateşinin değil, kendi canının
ilerleyişine bakıyor. Yaşama imkânı neredeyse oraya kul oluyor.
Bu nedenle “bireyin yaşam hakkı”ndan söz ediyor. Hemen
burjuva söylemin ve dilin gölgesine sığınıyor. O sınıfın taşlarını
devrimcilerin üzerine fırlatıyor.
Devrimse kararlılık ve inatla ilerliyor. Yoksa en
kolayı, burjuva seyrin, hikâyenin bir yerinde yaşanan değişimi, kırılmayı ve
sıçramayı devrim diye kodlamakta. Sıtmaya razı gelenlerin aklı bu şekilde
işliyor, işlemeye mecbur. Onlar, “cumhuriyetin ve burjuvazinin gerisine
düşmemek gerek” diyerek, hem kendilerini hem de başkalarını kandırıyorlar.
Sıtma, küçük burjuvaların başkalarını düşünmesine mani
oluyor. Hastalık, bireyin kendisine gömülmesini, kendi çıkarına kilitlenmesini
beraberinde getiriyor. Ait olduğu kavgayı düşünemez hâle geliyor, ancak mülk
edindiklerini önemseyebiliyor. Efendilerin kendisine bahşettiği, üretim süreci
içerisinde yalandan yücelttiği canı ve bedeni, kendisine bayrak ediniyor. Adsız
adressiz, ezeli ve ebedi kavganın neferi olmak, başkalarıyla düşünmek, ağlamak,
gülmek, yürümek “gericilik ve yobazlık” olarak kodlanıyor. Bugün sol, AKP
şahsında, onunla alakası olmayan İslam’la dövüşürken, kendi bindiği dalı
kestiğini görmüyor. Bu sol, yarın on kişiyi bir araya getiremeyeceğini iyi
biliyor. O, “azgelişmiş Orta Doğu ülkelerinin arada kalmış arabesk insanları”na
küfrederek, burjuvaziden madalya alacağını sanıyor.
“Sol” derken, Türkiye’de varolan yüz örgütün
tepesindeki üç-beş kişiden, toplam üç yüz-beş yüz (Üst)İnsan’dan bahsediliyor.
Fabrikada, kırda, kampüste, sokakta kendisini davaya adayan, kolektife bağlı,
mücadeleyi düşünerek yaşayan, o şeflere göre henüz İnsan olamamış, olamayacak
fukaradan söz edilmiyor.
* * *
Elbette ölüm orucu sürecinin ardındaki iradenin de
eleştirilmesi gerekiyor, ama bu eleştiri, toplam solun eleştirisinden ayrı ele
alınmamalı. Sol, rekabet ve mülkiyet ilişkilerine tabi. Dolayısıyla söz konusu
örgütün mayası da belli bazı örgütlerle rekabet üzerinden karılmış. Örgüt
üyeleri buna göre şekilleniyor, teorisi ve pratiği bu rekabete göre oluşuyor.
Rekabetin kendisi sorunlu olduğu için o teori ve pratik de ciddi krizler
yaşayabiliyor. Ayrıca dışarıdan, “liberal komünistler”in örgütü yumuşatmak, o
“demirden leblebi”yi eritmek için türlü oyunlar çevirdiğini görmek gerekiyor.
“En devrimci benim, ben olacağım, ben görüneceğim”
sözünün bir anlamı bulunmuyor. Bunu söylemekten gayrı teorisi ve pratiği
olmayan devrimcilerin kitleselleşmesi, çoğullaşması, kolektifleşmesi mümkün
değil. Bu iradenin, isteğin kolektifleşmesi, kitlelerde karşılık bulması şart.
Özne, burjuva rekabet dünyasına itirazını ortaya koymalı.
Dolayısıyla, cenaze töreninde cemevi dedesinin o an
pek ciddiye alınmayan konuşmasına dikkat kesilmek gerekiyor: orada dede,
Muharrem Ayı’na işaret ediyor ve Ebru Timtik’i Zeynep Ana ile birlikte anıyor.
Zeynep Ana, bir direnişin yarına taşındığı köprü
olarak anlam kazanıyor. O tarihe, o direnişe batının aydınlanmacı, burjuva
değerleri ölçüsünde küfredenlerin hakikat kavgasına yoldaş olması mümkün değil.
Onların devrimciliği de burjuvaziyle tanımlı ve onunla başlıyor. Bizimse
ezilenlerin, emekçilerin devrimciliğine ihtiyacımız var.
Bu anlamda, toplumsal-tarihsel mücadelelerin yüce,
özel, kendinden menkul, öznel bir dürtüye, iradeye bağlanmaması gerekiyor.
İşten atılmalarla ilgili mücadele yükseltilecekse, tüm işten atılanları kesen,
sınıf mücadelesini oraya taşıyan, oradaki mücadeleyle buluşan, oranın
iradesiyle hemhal olan bir kavga yürütülmeli. Ve o kavgada biri düştüğünde,
herkes ayağa kalkıp o bayrağı geleceğe taşıyabilmeli. Herkesi kendine mecbur
etmek, herkese “bensiz olmaz” demek, o “ben”i de eksiltiyor, kavgayı temelsiz
kılıyor.
Ama sonuçta Lenin’in “dün yandı, bugün yanıyor, yarın
da yanacak” dediği ateş, herkesin iliklerine ölüm korkusunu işleyen zalimin
karşısına dikilen, ölümü öldüren, hayatı dirilten kolektif iradeyle birlikte
ilerliyor. Ebru ve diğerleri, birer bayrak misali, sınıf mücadelesine ait olan
o iradeyi yarına taşıyorlar. Önden gidip ateşte yananlara, onu yarına taşıyanlara
selam olsun!
Eren Balkır
30 Ağustos 2020
Dipnot:
[1] Huey Newton, “Yoldaşların Ardından”, 15 Ağustos 1970, İştirakî.