30 Ağustos 2020

,

Ateş

Bir belgeselde anlatılıyordu: Kuzey Afrika’da milyonlarca karınca göç ediyor, yüzlerce kilometrelik yola revan oluyor. İkişerli sıra hâlinde yürüyen karıncaların önüne, onlar için bir nehri ifade eden bir su akıntısı çıkıyor. Öndeki karıncalar birbirlerine kenetlenerek, nehrin üzerine bir köprü kuruyorlar ve geridekiler o köprünün üzerinden geçiyorlar. Kervan yoluna devam ediyor, köprü kuran karıncalarsa nehrin akıntısına karışıyorlar.

Ebru Timtik’in (de) ardından “ölüsevicilik” edebiyatı yapan küçük burjuvalar, yürüyüşü, davanın sürmesini, ateşin sönmemesini değil, kendi içi geçmiş, çürük yaşamlarını yücelttiklerini ikrar ediyorlar. Devletin ve sermayenin ağzıyla konuşuyorlar.

Yaşam nedir, insan nedir, insanın yaşama hakkı nedir, hiç sorgulamıyorlar. Sınırsız ve sınıfsız zannettikleri yaşamı yücelterek devrimcilere küfredebileceklerini, ateşin ilerleyişini durdurabileceklerini düşünüyorlar. Ölçüleri birey olunca dilleri ve elleri birbirine dolanıyor.

O yaşamın ve insanın birer kurgu olarak burjuvaziye ait olduğunu görmüyorlar. Burjuvazinin eteğine tutunarak, önünde diz çökerek, ona öykünerek, onun elinden tutarak, burjuvazinin yarım bıraktığı, “gücünün yetmediği” işleri üstlenerek varolabileceklerini zannediyorlar. Dolanan dil ve el, bireyi yere deviriyor.

Burjuvazi ise beyni bilgisayarlara bağlayıp zararsız kılmanın yollarını düşünüyor. “Yeryüzünde fazla nüfus var, çözüm bulmalıyız” diyor. Kendisini iyi polis gibi gösterip kötü polislerin ardına saklanıyor. Ezilenleri, halkları ve işçileri “ölümle korkutup sıtmaya razı etmek” için uğraşıyor.

Sıtmaya razı gelen küçük burjuvalar, meydan okumayı, itirazı ve kavgayı geleceğe taşıma iradesini hiç anlamak istemiyorlar. Onlar, sıtmadan tir tir titreyen bedenleriyle, bedenlerini silâh yapanlara küfrediyorlar.

Bir duvar örülüyor ve birileri çıkıp “o duvarınız vız gelir bize” diyor. Onlar, bunu diyebildikleri için bugün devrimden ve sosyalizmden bahsedilebiliyor. Sıtmaya razı gelmiş solculuk, emperyalizmin, kapitalizmin ve devletin ilerleyişine kilitleniyor. Kendi içinde yanan ateş yüzünden şenlik ateşine karışamıyor.

* * *

Sanırım 2004 1 Mayısı idi. “Ölüsevici” dedikleri örgüt, o günlerde hapse düşme ihtimali bulunan, hapse düşülecek bir kavga veren, hapis yolunu illaki bilecek herkes adına ölüm orucu sürecini yürütüyordu. O 1 Mayıs’ta örgüt korteji içerisinde yürüyen herkesin elinde AKP’yi hedef alan, AKP’yi eleştiren, AKP’den hesap soran döviz ve pankartlar vardı.

Kortejin yanında dururken veya yürürken, başka örgütlerden insanların şu tür alaycı ifadelerine denk geliyordunuz: “Ne AKP’si canım, o alt tarafı basit bir hükümet, aslolan emperyalizm!” Bazı kişiler “emperyalizm” yerine “kapitalizm”, bazıları da “devlet” diyorlardı. Yani “AKP önemsiz bir hükümetti, aslolan emperyalizme, kapitalizme ve devlete karşı koymak”tı.

Ama devran döndü: O gün içten içe AKP’nin liberal programına destek verdikleri için böyle konuşan bu sol örgütler, sonrasında “asıl önemli olan” dedikleri şeyin yanına sığındılar, emperyalizmden, burjuvaziden veya devletten medet umdular. 2007 sonrası oradan düşünmeye, AKP karşıtı muhalefeti oradan örmeye başladılar ve aldıkları emir gereği, “başdüşman Tayyip” dediler. Sonuçta “AKP faşizminden bizi ancak emperyalizm, kapitalizmin ilerleyişi veya gerçek devlet kurtarabilir”di. Herkes, yüzünü oraya dönüp yalvaran gözlerle bağırmaya başladı. Siyaset de teori de bu bağırmadan ibaretti.

Sıtmaya razı gelinmişti bir kez. Ölüm oruçları, operasyonlar, baskılar, hapishaneler… her türden araçla sol, ölümle korkutulup sıtmaya razı edilmişti. Sol muhalefetin bu titrek, kararsız ve dağınık hâlinin sebebi, bu sıtma idi. Bugün bu sıtma, “Ebru için hiçbir şey yapamadık, yazıklar olsun bize!” diyerek, yalandan gözyaşı döküyor, özünde o “bizsiz hiçbir şey olmaz” diyor. Zira bu lafı, yakın geçmişte ÇHD’yi bölüp tasfiye edenler ediyor.

* * *

Kara Panter Partisi lideri Huey Newton, “özgürlük mücadelesinin bedeli ölümse o vakit bizi özgürleştirecek olan, ölümün ta kendisidir” diyor. Ama bizim solcumuz, aynı Newton gibi, “ezilenin zalimin yaptığı kanunlara saygı göstermek gibi bir zorunluluğu yoktur” diyemediği için o kanunlara saygılı bir siyaset yürüteceğine yemin ediyor. Dolayısıyla, “zalimin savurduğu kırbacın sesini duyduğu her yerde kendisine yoldaşlar” bulamıyor.[1] Bulmak istemiyor. Ölümden korkan hâli, ölümün sıradanlaştığı ezilen kesimlerle asla buluşamıyor.

Sol, o ezilenin, halkın ve işçinin ölümle karılan mayasından korkuyor. Kendi bireysel yaşamını yücelttikçe o mayadan kaçıyor, burjuvaziye veya devlete sığınıyor. Devrim ateşinin değil, kendi canının ilerleyişine bakıyor. Yaşama imkânı neredeyse oraya kul oluyor.

Bu nedenle “bireyin yaşam hakkı”ndan söz ediyor. Hemen burjuva söylemin ve dilin gölgesine sığınıyor. O sınıfın taşlarını devrimcilerin üzerine fırlatıyor.

Devrimse kararlılık ve inatla ilerliyor. Yoksa en kolayı, burjuva seyrin, hikâyenin bir yerinde yaşanan değişimi, kırılmayı ve sıçramayı devrim diye kodlamakta. Sıtmaya razı gelenlerin aklı bu şekilde işliyor, işlemeye mecbur. Onlar, “cumhuriyetin ve burjuvazinin gerisine düşmemek gerek” diyerek, hem kendilerini hem de başkalarını kandırıyorlar.

Sıtma, küçük burjuvaların başkalarını düşünmesine mani oluyor. Hastalık, bireyin kendisine gömülmesini, kendi çıkarına kilitlenmesini beraberinde getiriyor. Ait olduğu kavgayı düşünemez hâle geliyor, ancak mülk edindiklerini önemseyebiliyor. Efendilerin kendisine bahşettiği, üretim süreci içerisinde yalandan yücelttiği canı ve bedeni, kendisine bayrak ediniyor. Adsız adressiz, ezeli ve ebedi kavganın neferi olmak, başkalarıyla düşünmek, ağlamak, gülmek, yürümek “gericilik ve yobazlık” olarak kodlanıyor. Bugün sol, AKP şahsında, onunla alakası olmayan İslam’la dövüşürken, kendi bindiği dalı kestiğini görmüyor. Bu sol, yarın on kişiyi bir araya getiremeyeceğini iyi biliyor. O, “azgelişmiş Orta Doğu ülkelerinin arada kalmış arabesk insanları”na küfrederek, burjuvaziden madalya alacağını sanıyor.

“Sol” derken, Türkiye’de varolan yüz örgütün tepesindeki üç-beş kişiden, toplam üç yüz-beş yüz (Üst)İnsan’dan bahsediliyor. Fabrikada, kırda, kampüste, sokakta kendisini davaya adayan, kolektife bağlı, mücadeleyi düşünerek yaşayan, o şeflere göre henüz İnsan olamamış, olamayacak fukaradan söz edilmiyor.

* * *

Elbette ölüm orucu sürecinin ardındaki iradenin de eleştirilmesi gerekiyor, ama bu eleştiri, toplam solun eleştirisinden ayrı ele alınmamalı. Sol, rekabet ve mülkiyet ilişkilerine tabi. Dolayısıyla söz konusu örgütün mayası da belli bazı örgütlerle rekabet üzerinden karılmış. Örgüt üyeleri buna göre şekilleniyor, teorisi ve pratiği bu rekabete göre oluşuyor. Rekabetin kendisi sorunlu olduğu için o teori ve pratik de ciddi krizler yaşayabiliyor. Ayrıca dışarıdan, “liberal komünistler”in örgütü yumuşatmak, o “demirden leblebi”yi eritmek için türlü oyunlar çevirdiğini görmek gerekiyor.

“En devrimci benim, ben olacağım, ben görüneceğim” sözünün bir anlamı bulunmuyor. Bunu söylemekten gayrı teorisi ve pratiği olmayan devrimcilerin kitleselleşmesi, çoğullaşması, kolektifleşmesi mümkün değil. Bu iradenin, isteğin kolektifleşmesi, kitlelerde karşılık bulması şart. Özne, burjuva rekabet dünyasına itirazını ortaya koymalı.

Dolayısıyla, cenaze töreninde cemevi dedesinin o an pek ciddiye alınmayan konuşmasına dikkat kesilmek gerekiyor: orada dede, Muharrem Ayı’na işaret ediyor ve Ebru Timtik’i Zeynep Ana ile birlikte anıyor.

Zeynep Ana, bir direnişin yarına taşındığı köprü olarak anlam kazanıyor. O tarihe, o direnişe batının aydınlanmacı, burjuva değerleri ölçüsünde küfredenlerin hakikat kavgasına yoldaş olması mümkün değil. Onların devrimciliği de burjuvaziyle tanımlı ve onunla başlıyor. Bizimse ezilenlerin, emekçilerin devrimciliğine ihtiyacımız var.

Bu anlamda, toplumsal-tarihsel mücadelelerin yüce, özel, kendinden menkul, öznel bir dürtüye, iradeye bağlanmaması gerekiyor. İşten atılmalarla ilgili mücadele yükseltilecekse, tüm işten atılanları kesen, sınıf mücadelesini oraya taşıyan, oradaki mücadeleyle buluşan, oranın iradesiyle hemhal olan bir kavga yürütülmeli. Ve o kavgada biri düştüğünde, herkes ayağa kalkıp o bayrağı geleceğe taşıyabilmeli. Herkesi kendine mecbur etmek, herkese “bensiz olmaz” demek, o “ben”i de eksiltiyor, kavgayı temelsiz kılıyor.

Ama sonuçta Lenin’in “dün yandı, bugün yanıyor, yarın da yanacak” dediği ateş, herkesin iliklerine ölüm korkusunu işleyen zalimin karşısına dikilen, ölümü öldüren, hayatı dirilten kolektif iradeyle birlikte ilerliyor. Ebru ve diğerleri, birer bayrak misali, sınıf mücadelesine ait olan o iradeyi yarına taşıyorlar. Önden gidip ateşte yananlara, onu yarına taşıyanlara selam olsun!

Eren Balkır
30 Ağustos 2020

Dipnot:
[1] Huey Newton, “Yoldaşların Ardından”, 15 Ağustos 1970, İştirakî.

29 Ağustos 2020

,

Algoritma


Solun siyaseti, geçen aylarda Facebook’ta çevrilen dümene benziyor. Bu dümen uyarınca kişilerin sayfalarında, “Facebook yeni algoritma geliştirdi, bu algoritma paylaşımlarınızı en fazla 25 kişinin görmesine izin veriyor” yazısı belirdi. Yazıyla birlikte bu kısıtlamadan kurtulmanın yolu da önerilmekteydi. Buna göre, işaret parmaklarınızı iki yandan şakaklarınıza dayıyorsunuz, “yıkılsın Facebook duvarları!” diye üç kez mırıldanıyorsunuz, sonra bilgisayar ekranına üç kez üflüyorsunuz! Böylece sonsuz âleme açılıyorsunuz.

Dinci gericiliğe, batıl inanca kapalı olan ilerici-bilimci solcular, hiçbir şeyi sorgulamadıkları için bu tuzağa hemen düştüler. Kadın ve şarap resimleriyle süslü sayfalarında bahsi geçen yazıyı paylaştılar ve yoldaşlarını “sınırları aşmaları” ile ilgili ipucu konusunda bilinçlendirdiler. Çünkü sonuçta ait oldukları Facebook, onların başkalarıyla iletişim kurmasına mani oluyordu.

Teyit sitesine göre[1] bu yalan, ilkin 2017’de İngilizce olarak gündeme gelmiş. Birçok kez yanlış olduğu söylenmesine rağmen tekrar piyasaya sürülmüş. İnsanların sayfalarına musallat olmuş. Ağa yakalanan yaralı sinek gibi çırpınan insanlar, Facebook’un bu gizli çağrısına kulak vermişler. Ülkenin, siyasetin ve solun içine düştüğü ağı anlaması gereken solcular, bu dümeni hiç sorgulamamışlar.

Esasen Facebook, belirli bir ağ kurma mantığı ile işliyor. Yani şirketin, faaliyetinin kişilerin etkileşim kurmasına mani olması mümkün değil. Facebook, şirketlerle ilgili genel algıyı sisteme entegre ediyor, o kötü algıyı kendi çıkarı için kullanıyor. Herkese şunu dedirtiyor: “Facebook, kişilerin etkileşim kurmasına mani oluyor, demek ki daha fazla etkileşim kurmalıyız.” Böylece sisteme ait bir özellik, ondan bağımsız ele alınıyor ve yüceltiliyor. Bu sayede o özelliğe bağlanmak suretiyle kişiler, sisteme dâhil oluyorlar. Şirket, “kötü reklâm olmaz” kuralına uygun hareket ediyor.

Zaten “solcu” da kurulan etkileşimin politik ve sınıfsal anlamını sorgulamama imkânı demek. Kimse, “niye etkileşim kurmamızı istiyorlar?” sorusunu sormuyor. İlkokulda duvarları süsleyen gazetelerin mantığını kullanan Facebook, herkesi gazeteci, muhabir, pazarlamacı ve reklâm panosu kılıyor. İnternette arattığınız gömleğin resmini Facebook’ta reklâm olarak görüyorsunuz. İlişki alanı genişledikçe reklâm pastası da büyüyor. Şirketler, kendileriyle ilgili kötü imajın da yağını çıkartıp ekmeklerine sürüyorlar. Solcu bireyler de insandan sayılmanın, var kabul edilmenin esrikliğiyle, bu yalana ortak oluyorlar. Dünyaya ve hayata kendilerinden bakıyorlar, başkadan, başka yerden ve başka zamandan bakanlara küfretmeyi maharet sayıyorlar. Birey putuna iman ediyorlar.

* * *

“Kapitalizm demokrasiye, çevreye, insana vs. karşı” diyenlerden şüphe etmek gerekiyor. Bunu diyenler, döne dolaşa düzene hizmet ediyorlar, bu kavramların kapitalizmle ilişkisini perdeliyorlar. “Facebook, bizim iletişim kurmamıza mani oluyor” cümlesi ile aynı mantığı paylaşıyorlar. Oysa kapitalizm, kendi eleştirisini de örgütlüyor. O eleştirinin sınırlarını tayin ediyor. Bazılarına “sadece mali sermayeye düşman olun” diyor. Böylece mal üretme ve sömürü ilişkileri, koruma altına alınıyor. “Cambaza bak” deyip aşağıda cepleri boşaltıyor.

Sol, üretim araçlarının sahipleri için ve onlar adına hareket ediyor. Meselenin şahdamarına dokunmadan, sermayenin ve/veya devletin işleyişindeki pürüzlere odaklanıyor. “Solun tek derdi, kapitalizmin önündeki engelleri kaldırmak, onu ‘sürtünmesiz’ kılmak. Tek dert, ezilenleri, işçileri bu uğraşa ortak etmek.”[2] Çünkü solun bir kısmı “devletin; bir kısmı da kapitalizmin özünde, cevherinde sosyalizm olduğuna inanıyor, politikasını ve teorisini bu kanaat biçimlendiriyor.”[3] Kadrolarının mayasını bu teori ve politika yoğuruyor. Bu sol, özün kabuktan kurtulması için uğraşıyor.

Sol, bu noktada ezilenleri, halkı ve işçileri devletin veya sermayenin adımlarına tabi kılıyor. Onların belirli bir yer ve zamanda güç olmalarına izin vermiyor, bunu asla istemiyor. Sol, ezilenlerin, halkın ve işçilerin karşısına geçip, “bu kapitalizm (bu devlet) demokrasiye karşı. Biz demokrasi istiyoruz” diyor. Aslında onda sermaye veya devlet dil buluyor. Tıpkı Facebook gibi, devlete veya sermayeye ait bir özelliğin kitleler nezdinde yücelmesini, öne çıkmasını sağlıyor.

Sınırsız ve sınıfsız, havada asılı, kendinden menkul bir olgu olarak demokrasi, kırmızı boyalı şekere daldırılan çürük elma misali, halka ve işçilere yedirilmeye çalışılıyor. Halkın ve işçinin o demokrasiye yönelik itirazlarına bakılmıyor. Akademi koltuklarında ve istihbarat odalarında paketlenen “ileri”, “doğrudan”, “hiper”, “devrimci” demokrasiler, raflardaki yerini alıyorlar. Herkes, bir şekilde ağa bağlanıyor. Ağın her bir düğümüne “komün” deyince kapitalizmi ve emperyalizmi perdeleyeceklerini sanıyorlar.

Davos 2020 toplantısında tam da bu sebeple “paydaş kapitalizmi” kavramı üzerinde duruluyor. Efendiler, sivil toplumu ve hükümetleri şirketlerle uyumlu kılmaktan söz ediyorlar. Aydın Çubukçu, tam da bu bağlamda “sendikalar STK olsun” diyor. O, aslında sömürü ve zulme ortak olmak istiyor.

Sol, kapitalizmin karşı olduğunu söylediği şeyleri, sınırsız ve sınıfsız olgular olarak anlıyor. Sanki solcular, kapitalizme yeryüzünü sınıflara böldüğü, kendi sınırsız-sınıfsız varlıklarına halel getirdiği için kızıyor gibiler. Mesele kapitalizm değil, solcuların kendisine kapalı yüce bütünlük olarak bireylikleri.

Engels, otorite karşıtlarını, “politik devletin tek darbede, hatta onun varolmasını sağlayan toplumsal koşullar ortadan kaybolmazdan önce yok olmasını talep ettikleri” için eleştiriyor.[4] Bugün tüm sol, liberaller olarak bu otorite karşıtlarının hükmü altında. Artık sol, özgürlüğünü eşikte bırakmasına ihtiyaç duyan her tür faaliyete düşmanlık ediyor.

* * *

Bugün CHP varken Toplumsal Özgürlük Partisi isminde bir “parti” niye kurulur? Belirli bir şefin ego tatmini dışında, bir anlamı var mıdır? TÖP gibi yapılar, ezilenlere, halka ve işçilere “advanced” sosyal demokrasiden gayrı bir şey önerebilirler mi? Bu öneriler, CHP’nin ve devletinin sınırlarını aşabilir mi? Ezen-ezilen ve emek-sermaye arasındaki sınırı silikleştirmekten gayrı bir anlamı var mı solun?

Hazır CHP’nin genel sekreteri Selin Sayek Böke olmuşken, EMEP, TÖP, Sol Parti, ESP, SYKP, TİP-TKP, bilcümle sol örgütler, CHP’ye katılmalıdırlar. İkbal kapısı oradadır. Sermayeyle, uluslararası odaklarla, AB ve ABD ile, sürtünmesiz “sosyal kapitalizm”le ve “paydaş kapitalizmi”yle orada ilişki kurulmaktadır. Tüm devrimci yolların kavşağı, CHP’dir. Şefler, bir kez olsun kendisi dışındaki insanları düşünmeli, “bana koltuk yok, adım anılmaz benim oralarda” kibrinden sıyrılmalı, derhal, memleketin geleceği ve güzel yarınlar için CHP kapısında, sosyal mesafeyi de gözeterek, sıraya girmelidirler.

Çünkü AKP iktidara getirilirken Baykal partiyi sağa çekmiş, bu durumun tabanda sancıya sebep olacağını düşünen ağalar-paşalar, hemen SHP’yi kurup başına Sarp Kuray ve Karayalçın’ı getirmişlerdir. Bugün Sarp Kuray, “görevim tüm devrimcileri CHP’li yapmaktır” demektedir. Sol örgütler, bu emre kulak vermelidirler. Aslında eski “Doktorcu” Kuray, eski “Doktorcu” TÖP gibi yapıları yanına çağırmaktadır.

AKP’nin kurulduğu dönemde özellikle Alevi kitlesinin sağa sola savrulmasına mani olmak, fay hatlarında kırılmalara sebebiyet vermemek için SHP kurulmuştur. SHP, “sol”a savrulan aracı frenlemek içindir. (Sağ cenahta İyi Parti, benzer bir yere oturur.)

Sosyalistlerin bir ara “kurtarıcı mesih” ilân ettikleri, bugünse küfürle andıkları Muharrem İnce’nin çıkışını, yüzünü “sol”a dönen CHP yönetiminden rahatsız kesimlerin gönlünü alma, kontrol altında tutma operasyonu olarak okumak mümkündür.

Bugün yeni dönemin gerçekliğinde, CHP “sol”a çekmekte, yüzünü HDP sahasına çevirmektedir. Bu saha, Öcalan’ın masa çağrısı yapan yazısının Jacobin dergisinde yazıldığı yerdir. Eski mektubu yönetmen olmamasına rağmen “Yılmaz Güney’in varisi devrimci yönetmen” diye sunulan Sırrı Süreyya Önder kaleme almıştır. “Bugünkü mektubu kim yazdı, kim Amerikan dergisine gönderdi?”, bu soru üzerinde durulmalıdır.

Bugün sosyalist hareket, tüm mirasını, birikimini, mevzilerini, zeminini üç kuruşa satmıştır. Özgür Demirtaş, Kemal Derviş ve Selin Sayek Böke çizgisi, sosyalist hareketi tayin etmektedir. Bunlar, bu sebeple “devir” değiştirmekte, devrime karşı örgütlenmekte, Erdoğan’ın ürküttüğü yabancı sermayeyi tabana “adil düzen”le yayma yalanına sarılmaktadırlar. Bu solun önerebildiği tek şeyse “artan oranlı servet vergisi”dir.[5] Servet sahiplerinden vergi değil, kelle alacak devrime düşmandırlar. Onun CHP’yi, CHP’li zenginleri rahatsız etmesi, gücendirmesi, kızdırması mümkün değildir. Sol, ağaların-paşaların piyonudur.

Solun yönetim anlamında önerdikleri ise şudur: Ankara’da “örümcek bağlamış” meclis, çoğaltılmalı, tüm Kürd illerine nüfuz etmeli, eskiden askerin-polisin, doktorun, öğretmenin iktidar alanını ele geçirmelidir.

Patron adına kendisine baskı uygulayan sendika başkanını öldüren işçi, tüm sol örgütlerin korkusudur. Politik otorite karşıtlarının derdi, o işçinin öfkesinin kendisine dönmemesidir. Bu anlamda TÖP gibi yapılar meclislerden söz ediyorlarsa, bilinsin ki o meclisler, geri kalmış, tehdit ve tehlike arz eden halk kitlelerini dizginlemek için icat edilmiş araçlardır. Sol, devlet ve sermaye adına ezilene, halka ve işçiye konuşmak, onların dişlerini sökmektir. O sosyal medyaya müşteri üretmekten başka bir işe yarayamaz.

Eren Balkır
29 Ağustos 2020

Dipnotlar:
[1] Ayşe Ece Zübeyir, “Facebook’un Yeni Algoritması”, 8 Ağustos 2020, Teyit.

[2] Eren Balkır, “Davos Limanı”, 15 Ağustos 2020, İştiraki.

[3] Eren Balkır, “Cevher”, 13 Temmuz 2019, İştiraki.

[4] Frederick Engels, “Otorite Üzerine”, 1872, İştiraki.

[5] “TÖP”, 13 Ağustos 2020, Sendika.

26 Ağustos 2020

Kavga Devam Ediyor: Safiye Buhari’nin Kitabı

1968’de Brooklyn Koleji öğrencisi Bernice Jones, sosyal hizmet çalışmaları kapsamında, Harlem’de Kara Panter Partisi’nin kahvaltı programı bünyesinde gönüllü olarak çalışmaya başlar. Bu karar, hayatının dönüm noktasını teşkil eder. Tıpkı Kwame Ture’nin (Stokely Carmichael) Howard Üniversitesi’ne gitme kararında olduğu gibi, Jones’un Harlem’de kahvaltı programına katkıda bulunma kararı da devrimci örgütlenme faaliyetleriyle örülü bir hayatın başlamasını sağlar.

İlk başta KPP’nin siyasetine destek sunmayan Jones, zaman içerisinde yoksulluğun ve polis zulmünün dönemin gerçeği olduğunu anlar, buradan da birçok Amerikalı gibi KPP’ye katılır ve partinin New York’taki baş örgütçülerinden biri hâline gelir. Altını çizelim: Jones bir örgütçüdür artık. O siperlerdeki yerini hiç terk etmez ve sunduğu örneklikle harekete öncülük eder.

İki yıl içerisinde aldığı kararla kendisini ABD hükümetinin Panterlere açtığı savaşın ortasında bulur. Bu, yalanların, dedikoduların ve cinayetlerin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Tüm bunların altında ise partiyi yok etmek isteyen Adalet Bakanlığı’nın ve FBI’ın imzası vardır.

Bernice Jones, sonradan Safiye Buhari ismini alır ve Müslüman olur. Hapiste kaldığı süreçte bir çocuk büyütür. 2003 yılında ölür.

Annesinin ölümü ardından Buhari’nin kızı, annesinden kalan yazıları ve konuşmaları temas kurduğu, eski Yeraltından Hava Durumu örgütü üyesi Laure Whitehorn’a teslim eder ve bunları bir hatırat olarak yayına hazırlanmasını ister.

The War Before ismini taşıyan kitap, bildiğimiz hatıratlara benzemez. Kitap gazete yazılarından, makalelerden, notlardan ve konuşmalardan oluşmaktadır. Bunlar, aslında bir hatırat kapsamında yayımlansınlar diye kaleme alınmamış yazılardır. Yazılar, daha çok, devrimci bir örgütçü ve mahpus olan Afrikalı-Amerikalı bir kadının çalışmalarıdır.

Kitapta bir de Buhari’nin Müslüman oluşuna ve bu gelişmenin bir devrimci olarak hayatındaki yerine dair görüşleri de içermektedir. Ayrıca kitap, New York Panterlerinin ve onun halefi olan Siyah Kurtuluş Ordusu’nun siyasetine ve çalışmalarına dair görüşlere de yer vermektedir. Bir yandan da kitapta, KPP sürecine ait anılara ve politik tutsaklarla yaptığı sohbetlere de rastlamak mümkündür. Hep birlikte ele alındığında elde edilen toplam, tek tek parçalarının çok ötesindedir. İyi bestelenmiş müzikli şiir gibi burada da okur kitabı bitirdiğinde, böylesi bir çalışmayı okumanın kattığı değerle birlikte, belirli bir kavrayış gücüne ve doygunluğa ulaşmaktadır.

Altmışların ve yetmişlerin tarihi, ayrışmalara sebep olan güçlü itirazlara yazgılıdır. Birçok yorumcu, siyasetçi ve tarihçi, bu dönemi toprağa gömmek için çok uğraşmıştır. 2008’de Yeraltından Hava Durumu örgütünün eski üyesi Bill Ayers’ın Barack Obama’ya yakınlaşması sonrası kopan fırtına, bunun bir kanıtı gibidir. Bu dönem genelde, ot içip gösteri yapan, uzun saçlı genç beyazlara veya polisin dövdüğü, deri ceket giyip silâh taşıyan Afrikalı-Amerikalılara dair görüntülerle takdim edilir. Bu türden görüntüler ve onlara eşlik eden, geçmişe özlemle dolu hikâyeler, dönemin asıl gerçeğini göz ardı ederler. Bu gerçek de dünya genelinde, bilhassa Batı’da toplumsal, kültürel ve politik yapının temellerinden sarsıldığı ile ilgilidir. Bu gerçeği tarihten silip atma konusunda onca çaba harcanmış olmasına rağmen o, sohbetlerimizde kendisine önemsiz de olsa bir yer bulmaya, hatta nadiren sohbetin ana konusu olarak anlatılmaya devam eder. ABD’de Kara Panter Partisi, söz konusu sarsıntıyı gerçekleştiren en önemli unsurlardan birisidir. Safiye Buhari, o partinin asli parçasıdır.

Laura Whitehorn’un belirli bir bağlam dâhilinde aktardığı hikâye bize, Buhari’nin yazılarının ele aldığı dönem boyunca birçok Amerikalı solcunun algıladığı dünyaya ilişkin bir tarif sunar. Bu, adaletsizliğin tutsakların gündelik hayatının parçası hâline geldiği, Kara Panterler Fred Hampton ile Mark Clark’ın, FBI’ın verdiği yardımla kurulan, Illinois polisinden oluşan bir ölüm mangasının yağdırdığı kurşunlarla öldüğü bir dünyadır. Bu dünyada, FBI ve onun Beyaz Saray’daki yandaşları paranoyayı harlamış, bu paranoyanın kuşattığı kişilikler ve siyaset, ABD’li siyasetçilerin ve kolluk kuvvetlerinin hedefi hâline gelmiştir. Ayrıca bu dünya, onca güçlüğe rağmen, adalet ve özgürlük mücadelesinin devam ettiği, umudun ölmeye direndiği bir yerdir.

The War Before isimli kitaba sonsöz kaleme alan politik tutsak, gazeteci ve eski Kara Panter Mumya Ebu Cemal, Buhari’yi partiye katıldığı gençlik yıllarından tanımaktadır. Hatta kendisiyle partinin Bronx’taki bürosunda birlikte çalışmıştır. Yazıda dile getirdiği biçimiyle Buhari, davasına sıkı sıkıya bağlı bir isimdir. Ondaki bağlılık, kendi içinde, genç yaşlı herkese dersler barındırmaktadır. Zamansız ölümü, acı veren tek şey değildir. Mumya’ya göre “asıl acı veren, birçok insanın onu tanımaması, ondan bir şeyler öğrenmemesi, onun bin bir meşakkatle edindiği akıldan beslenme imkânı bulamamasıdır.” The War Before, Buhari’nin ölümünün yol açtığı acıyı en azından bu açıdan bir miktar dindirebilecek bir çalışmadır.

Ron Jacobs
11 Ocak 2010
Kaynak

24 Ağustos 2020

,

Safiye Buhari’yi Hatırlamak


Laura Whitehorn Söyleşisi

Angola 3 News

18 Şubat 2010

 

Eski politik tutsak Laura Whitehorn, The War Before: The True Life Story of Becoming a Black Panther, Keeping the Faith in Prison, & Fighting for Those Left Behind [“Önceki Savaş: Siyah Panter Olmanın, Hapishanede İnancı Korumanın ve Geride Kalanlar İçin Mücadele Etmenin Gerçek Hayat Hikâyesi” -The Feminist Press, 2010] isimli kitabın yayın yönetmenliğini üstlendi. Kitapta, New York’ta doğan ve 1969’da Kara Panter Partisi’ne katılmış olan merhume Safiye Buhari’nin yazılarına yer veriliyor. Siyah Kurtuluş Ordusu ile bağlantısı olduğu suçlaması üzerinden dokuz yıl hapis yatan Buhari, 1983’te hapisten çıktı ve başka isimlerle birlikte New York’ta Mumya Ebu Cemal’e Özgürlük Koalisyonu’nu, ayrıca politik tutsakların serbest bırakılması yönünde mücadele veren diğer benzeri örgütleri kurdu. 2003’te 53 yaşındayken aramızdan ayrıldı.

Kitapta ayrıca kızı Wonda Jones’un yazdığı bir giriş bölümü, Angela Y. Davis’in yazdığı önsöz ve Mumya Ebu Cemal’in yazdığı sonsözün yanı sıra Whitehorn’un takdim yazısı da yer alıyor. Bu ay içerisinde piyasaya çıkan The War Before isimli kitap için Lenore J. Daniels, Dan Berger ve Ron Jacobs eleştiriler kaleme aldı. Safiye Buhari adına kurulan internet sitesi kitapla ilgili olarak şunları söyledi:

The War Before, ezilenlerin haklarını savunma davasına ömrü boyunca bağlı kalan Buhari’nin ayak izlerini takip ediyor. Orta sınıf bir aileye mensup bir öğrenci iken Kara Panter oluşuna, oradan politik tutsak olarak hapse girişine kadar uzanan süreci kapsayan bu yazılar, kendi döneminde Panterlerin tartışma konusu hâline gelen mirası, hareket içerisindeki kadın düşmanlığı, Müslüman olma kararı, lafını sakınmayan devrimcilerin hapse atılması ve geride kalan aileler gibi meseleleriyle boğuşan bir kadının samimi görüşlerini aktarıyor. Buhari’nin samimiyet ve tutku yüklü değerlendirmesi, sosyal adalet hareketlerinin verdikleri mücadelelerin, bugündeki ilerleme için gerekli yolu nasıl açtıklarını ortaya koyuyor.”

● ● ●

 

Safiye Buhari’yle ilk ne zaman tanıştınız?

Safiye’yle ilk olarak 1997’de, Kaliforniya’nın Dublin şehrinde kadınlar için kurulmuş olan Federal Islah Kurumu’nun ziyaretçi salonunda tanıştım. Yalnız onunla ilk kucaklaştığımda, onu çok öncesinden tanıyormuşum hissine kapıldım. O dönemde Safiye farklı hapishanelere gidiyor, buralarda Herman ve Iyaluua Ferguson, ayrıca politik tutsak Celil Müntekim gibi isimlerle birlikte örgütlediği, Beyaz Saray’a yürüyüş yapma hazırlığı içinde olan Jericho 98 isimli ulusal kampanya hakkında sohbet etmek için politik tutsakları ziyaret ediyordu. Dublin Islah Kurumu’ndayken yanımda altı kadın tutsak daha vardı: Porto Riko’nun bağımsızlığı için mücadele eden Lucy ve Alicia Rodriguez, Carmen Valentin ve Dylcia Pagan, ayrıca benimle birlikte yargılanan Marilyn Buck ve Linda Evans. Kısa süre önce Dublin’de olan Donna Willmott yeni çıkmıştı.

Safiye, politik tutsakları desteklemeyi tüm kalbiyle bir dava bellemişti ve bu davaya sıkı sıkıya bağlıydı. Tutsakların kabul görmesi ve serbest kalması için uğraşıyordu. Tabiri caizse kısa sürede barikatlarda uzun zamandır birlikte mücadele etmiş iki eski dost hâline geldik.

Safiye hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Safiye, siyaseti tüm varlığıyla yaşayan bir isimdi. Dayanışma, onun iliklerine işlemiş bir konuydu. Görüşlerini ve inançlarını sürekli sorguluyor, geliştiriyordu. Kitabı okuduğunuzda, adalet mücadelesinin onun için bir gereklilik olduğunu göreceksiniz. Siyahların ve diğer ezilen gruplarının eşitsizlik ve zulüm üzerine kurulu gerçekliklerinden kurtulmaları, onun en çok istediği şeydi. Safiye her saniyesini, ileriye doğru adımın nasıl atılacağını görmek, geçmişteki eylemleri değerlendirmek ve başkalarını çalışmaya, mücadeleye sevk etmek için harcıyordu. Parmaklıklar ardındaki yoldaşlarını devrimciye has bir biçimde seviyor, onların unutulmasına izin vermemek için uğraşıyordu.

Safiye, her politik tavsiyeyi ciddiye alır, onları uygulamaya çalışır, dikkatle inceler, samimiyetini sorgular, her sabah kalktığında bu tavsiyeleri gerçekliğin süzgecinden geçirirdi. O, sadece devrimciliğin hâkim olduğu altmışların ve yetmişlerin devrimcisi değildi. Devrimci olmayan dönemde de devrimci bir kadın olarak yaşamak için mücadele etti.

Safiye’nin politik tutsaklara destek hareketinde oynadığı rol konusuna biraz daha değinebilir misiniz? Genel anlamda kadınlar, bu hareket içerisinde ne tür bir rol oynadılar?

Safiye çok çalıştı ve bu çalışmasıyla harekete öncülük etti. Ama daha da önemlisi Safiye, kendi pratiğini acımasız bir biçimde belirli bir samimiyet testine tabi tutardı. COINTELPRO konusunda insanları eğitmekle kalmadı, ayrıca zafiyetlerimiz yüzünden altmışlarda ve yetmişlerde hareketin içerisinde kendisinin ve başkalarının yapıp ettiklerine baktı ve bu pratikler üzerinden COINTELPRO’nun çalışmalarımızı nasıl yok ettiğini gösterdi. Safiye, sadece hapishanelerin politik tutsakların ailelerinde yol açtığı yıkımdan bahseden biri değildi, o, bu yıkımı tüm kalbiyle hissetti ve onu tutsaklarla ve aileleriyle her daim birlikte olmak suretiyle, ifade etme imkânı buldu.

Yuri Koçiyama gibi kadınlarla birlikte Safiye, tutsak yoldaşlarımıza sırtımızı dönmemeyi en önemli ölçüt olarak belirledi. O bu süreci, büyük bir yaratıcılık ve bağlılıkla yönetti. Yazılarında, politik tutsaklara destek toplama sürecine öncülük eden kadın olmanın anlamını tüm derinliğiyle görmek mümkün. Safiye, bu öncülüğü nasıl ifa edeceği konusunu sürekli düşünürdü. Bulduğu bazı cevaplar, onun çalışmasını bugün sürdürmeye çalışan bizleri hâlen daha şaşırtıyor.

The War Before’da Safiye’nin yıllar boyunca, tutsaklar için kurulmuş, işleyen bir destek ve savunma ağının oluşturulması adına ortaya koyduğu çabaları okuyacaksınız. Safiye bu çalışmayı yürütmekle kalmadı, ayrıca hareketin politik ilkeleri üzerine de düşündü. Genelde ideolojik ve strateji düşünce erkeklerden çıkar sanılır, oysa burada sürece çalışmaları yürüten kadınlar öncülük etmişlerdir. Safiye’nin kitabı, bu açıdan ideolojik ve stratejik düşüncenin kadınlardan çıkabileceğini göstermektedir. Teori ve pratik bütünlüğü içerisinde kadınlar, bu türden sosyal adalet çalışmaları için gerekli politik çerçevenin oluşumuna ciddi katkı sunmuşlardır.

Bu kitapla ilgili çalışmalara ne zaman başladınız?

Ben, bu kitabın çalışmalarına dört-beş yıl önce, Safiye’nin kızı Wonda Jones o çok önemli kararı aldığı gün başladım: Erken ölümünün acısını çektiğimiz günlerde eserinin yitip gitmesine izin vermememiz gerektiğini düşündük. Safiye, örgütlenme faaliyetleriyle meşgul olduğundan, bir kitap yazmayı hiç planlamamıştı, dolayısıyla karşımızda devasa bir proje duruyordu. Kitaba yazdığım takdim bölümünde kitabın oluşum sürecini anlatıyorum.

Kitap bugüne dek nasıl karşılandı?

Sıcak ve coşkulu bir biçimde karşılandı. Ama öte yandan, bundan sonra nasıl yorumlanacağı konusunda bir yorumda bulunmak için henüz erken. Wonda ile birlikte bu kitabı hazırlamamızdaki amaç, Safiye’nin çalışmalarının ve düşüncelerinin ayrıca politik tutsaklar meselesinin parmaklıklar ardında olan o muhteşem kadın ve erkekler konusunda henüz bir şeyler öğrenememiş insanlara aktarılmasını sağlamaktı.

Sizce kitabın verdiği ana mesajlar nelerdir?

Birçok farklı okur, birçok farklı sonuca ulaşacak, birçok farklı mesaj alacaktır. Kitabın sonsözünü kaleme alan Mumya Ebu Cemal’in de dediği gibi, Safiye’nin cümlelerini okuduğumuzda bir ruh ve güç kuşatır bizi ve bu ikisi, adalet mücadelesini daha da yaratıcı kılar. Angela Davis, yazdığı önsözde kendi dileğini aktarır ve “umarım kitap, politik tutsakların özgürlük kavgasına katılma ve hapishanelerde adalet güneşinin doğması için mücadele etme konusunda okuru teşvik eder” der. Bence Safiye’nin yazılarındaki ana mesajlar bunlardır. Ayrıca bu yazılar şunu söylemektedirler: adalet kavgası, herkesin tüm gücüyle çalışmasına değecek bir kavgadır ve bu kavga dürüstlükle, sağduyuyla ve açıklıkla yürütülmelidir ki kendi aramızda sosyal adaleti tesis edebilelim, insanlığımızı bireysel ve örgütsel düzeyde yenileyebilelim, böylelikle insanlık dışı kapitalist değerleri teşvik edip duran sisteme karşı mücadele edebilelim.

Bugün eylemciler, Safiye’nin hayatından başka neler öğrenebilirler?

Uğruna mücadele ettiğimiz değerleri anlamalı, benimsemeli, onları iliklerimizde hissetmeli, bunları pratiğe dökebilmeliyiz. Safiye, düşündüğü gibi yaşadı. “Adalet istiyorum” diyorsanız, adaleti elde etmek için bir şey yapmalısınız. Ayrıca Safiye, politik tutsakların serbest bırakılmasını sağlayacak mücadelenin bir bütün olarak adalete kavuşma noktasında neden ve nasıl zaruri olduğunu ortaya koydu.

Safiye’nin tüm yazıları, aynı zamanda, yirminci yüzyılın ortalarında hüküm süren devrimci hareketlerin tarihin belirli bir kesitine ait olmadığını görmemizi sağlar. İlgili dönemde belirleyici olan ilkeler, farklı bir biçimde bugün de geçerlidirler. O dönemi devrimci kılan, sadece verdiğimiz mücadelenin düzeyi değil, ayrıca emperyalizmin hâkim olduğu sistemin kökten değiştirilmesinin zaruri olduğuna dair anlayış idi. Umarım, Safiye’nin tasvir ettiği bütünsel politik tarih anlayışı, ABD genelinde sol örgütlerin tüm politik tutsakların özgürlüğü talebini programlarına almalarına katkıda bulunur.

Kaynak

23 Ağustos 2020

Sacco ve Vanzetti

“Vardık… Varız… Varolacağız…”

Özgürlüğün Esmer Yüzlü Çocukları: Sacco ve Vanzetti


Özgürlüğe ve halka karşı iktidarlar böyle savaşır. Bizler, Anarşi uğruna ölüyoruz! Yaşasın Anarşi!

[Bartolomeo Vanzetti]

Kapitalist sınıfın, devrimcilere karşı katı ve acımasız olduğunu biliyoruz. Ölümümüze ilişkin gurur duyuyoruz. Ve bütün anarşistlerin düştüğü gibi düşeceğiz.

[Nicola Sacco]



9 Mayıs 1920, Massachusetts’te iki arkadaş, 3 Mayıs’ta polis tarafından katledilen arkadaşları için düzenlenen yürüyüşe katıldı. Sacco ayakkabı ustası, Vanzetti seyyar arabayla balık satan iki İtalyan göçmendi. Üç hafta önce gerçekleşen bir soygundan ötürü tutuklandılar. Alakaları yoktu soygunla. Ama üzerlerinde tabanca ve komünist bildiriler bulunmuştu. Hükümetin “soyguncu” olduğunu yazan.

Yeni umutlar, sil baştan bir yaşam için her yıl on binlerce göçmen ABD’ye geliyordu o yıllarda.

Nitekim kısa süre sonra göçmenler nasıl bir cehenneme geldiklerini anlıyor ve buna karşı bir şeyler yapma hissiyle yanıp tutuşuyorlardı. 

Zulme, eşitsizliğe ve adaletsizliğe başkaldıranlar örgütleniyor, fabrikalarda sendikalar, alanlarda kızıl bayraklar giderek artıyordu. Zengin sınıf korkuyla faşizmi kucaklıyor, işçi ve emekçilere karşı gaddarlaşıyordu. Göçmenler tehlikeli ilân edilmişti, çözümlenmesi devlet meselesi hâline getirildi. Tek çözüm de sınır dışı olarak görüldü. Ama nasıl yapılabilirdi. Yüz binler, milyonlar nasıl dizginlenebilirdi? İşte bu atmosferde Sacco ve Vanzetti kurban seçildi. Kendilerini anarşist olarak tanımlayan iki arkadaş, yedi yıl süren davalarında, mücadelelerinden bir an bile kopmadı, ezilenlerin sesi oldu. Faşist ABD adaleti onları idama mahkûm ettiğinde, Vanzetti ölüm kararlarının açıklanmasından sonra, ayağa kalkarak, yedi yıldır ödün vermediği o dik duruşuyla, “Sizin beni iki kez öldürme şansınız olsa ve ben iki kez dünyaya gelebilsem, şu ana kadar yaptıklarımı tekrar yapmak için bir daha yaşamak isterdim” der.

Albert Einstein, George Bernard Shaw, Arturo Giovannitti, Bertrand Russell gibi birçok tanınmış ismin çabalarına rağmen, 23 Ağustos 1927’de 00:19’da Sacco ve Vanzetti yedi dakika arayla, elektrikli sandalyeye bağlanarak idam edildi.

Artlarından onlarca film çevrildi. Yüzlerce kitap yazıldı. Bu yoksul iki anarşist, yüzü oldu işçi sınıfının. İnsanca yaşamanın onurunu dirilttiler küllenen bedenlerinde, onlar giderken sonsuzluğa, bizlere kutsal davalarını miras bıraktılar. Ve bugün hâlâ taşıyorsak umut güneşini yüreğimizde, hâlâ inanıyorsak güneşli güzel yarınlara, bu uğurda yitip giden canları unutmayın. Hatırlayın onları…

Can Şahin
23 Ağustos 2020

22 Ağustos 2020

Yoldaşların Ardından

Jonathan Jackson ve William A. Christmas[*] katledildi. Çokları bunu bir trajedi olarak gördü, onlarından ardından gözyaşı döktü. Kara Panter Partisi ise Jackson ve Christmas için ağlanmaması gerektiğini söylüyor. Onlar özgürleştiler, biz geride kalanlarsa hâlâ köleyiz. Ağlayacaksak, hâlen daha zincirlerinden kurtulamamış olan bize, kendi hâlimize ağlayalım.

Kara Panter Partisi, bu cesur devrimcilerin açtığı yoldan ilerleyecektir. İnsanlar, birkaç yıl daha şu dünyada yaşamak için köleliğe ve esarete boyun eğmeyi reddetmelidir. Özgürlük mücadelesinin bedeli ölümse o vakit bizi özgürleştirecek olan ölümün ta kendisidir.

Özgürlük yoksa hayatın anlamı da yoktur. Zincirlerimizden başka kaybedeceğimiz bir şey yoktur, kazanılacak bir özgür hayat vardır. Bugün burada sadece Yoldaş Jonathan Jackson ve William Christmas’a saygımızı sunmak için değil, ayrıca onların ortaya koyduğu eylemde kendilerini ifade etme imkânı bulmuş olan hedeflerimize ulaşmak için hayatımız üzerine yemin etmek amacıyla bir araya geldik.

Ezilenin zalimin yaptığı kanunlara saygı göstermek gibi bir zorunluluğu yoktur.

Kanunlar halka hizmet etsinler diye yapılırlar. Kanunlar halka hizmet etmiyorlarsa, bu türden kanunların boyunduruğundan kurtulmak, halkın hem hakkı hem de görevidir.

Genelde ezilen halklar özelde Siyahlar, uzun zamandır çile çekiyorlar. Dolayısıyla, bizim ayrım çizgimiz bu gerçek olmalıdır. Otuz milyon silâhsız Siyah ile otuz milyon tepeden tırnağa silâhlı Siyah arasında büyük bir fark vardır.

Yalnız değiliz. Her yerde müttefiklerimiz var. Zalimin savurduğu kırbacın sesini duyduğumuz her yerde kendimize yoldaşlar buluyoruz. Dünyanın her yanında insanlar ayaklanıyorlar. Devrimin yükselen dalgaları, Amerika sahillerini dövmek üzere. O dalgalar gelip zenginlerin şer iktidarını ve yozlaşmış memurlarını süpürüp atacak.

Yoldaşlarımız Jonathan Jackson ve William Christmas bize devrimci bir ders verdi. Mücadeleyi yoğunlaştırdı, koyulttu ve üst mertebeye yükseltti.

Yaşadığımız gerçeklik yığınla sözü hak ediyor, ama asıl yüce olan eylemdir. Jonathan Jackson ve William Christmas kendilerini feda etti. Devrime canlarını verdi.

Huey Newton
Oakland -15 Ağustos 1970

[Kaynak: To Die For the People: The Writings of Huey P. Newton, Vintage Books, 1972, s. 221-222.]

Dipnot:
[*] Jonathan Jackson ve William Christmas, 7 Ağustos 1970 günü Marin Adliye Sarayı’nı silâhlarla bastı ve bir hâkimi, bir savcıyı ve iki jüri üyesini rehin aldı. Eylemin amacı, aralarında Jonathan Jackson’ın ağabeyi George Jackson’ın da bulunduğu, Soledad Hapishanesi’nde kalan üç mahkûmun serbest kalmasını sağlamaktı. Polisin saldırısı sonucu hâkim ve o sırada binada olan iki mahkûmla birlikte Jonathan Jackson ve William Christmas öldü.

21 Ağustos 2020

George Jackson Kardeş


Kara Panter Partisi’nin Düzenlediği Anma Töreninde

Halkın Hizmetkârı Huey P. Newton’ın

George Jackson Anısına Yaptığı Konuşma

 

İktidar halka.

Kara Panter Partisi üyesi şehit yoldaş George Jackson’a selam olsun.

Önce birçok insanın merak ettiği mesele, George Jackson ile Kara Panter Partisi arasındaki bağ konusunda bir açıklama yapmak istiyorum.

George’la 1967’de hapse girdiğimde tanışmıştım. Tabii bu fiziki bir tanışma değil, fikirler, görüşler ve kelimeler üzerinden gerçekleşmiş bir tanışmaydı. O dönemde George, Soledad Hapishanesi’ndeydi. Bense Kaliforniya Ceza Kolonisi’ndeydim. Ömrünün büyük kısmını geçirdiği hapishanede George efsanevi bir isimdi.

Ruhunu tanıdım önce. Sonra Kara Panter Partisi’ne katılmak istediğine dair söylentiler geldi kulağıma. İsteği üzerine general ve mareşal rütbesiyle Halkın Devrimci Ordusu’na üye yapıldı. Hapishanedeki örgütlenme çalışmalarının başına getirildi. Kendisinden devrimci bir örneklik sergilemesi istendi. Bu, bir kişinin yapabileceği, asla katledilemeyecek, en önemli şeydi.

Efsanevi bir isimdi o, ama aynı zamanda bir kahramandı. George Jackson benim kahramanımdı. George, mahkûmlar, politik tutsaklar, tüm insanlar için başvurulacak bir ölçüt hâline geldi. Halk için savaşan her bir askerin temel özellikleri olan sevgiyi, gücü ve devrimci gayreti sergilemeyi bildi. George, benim de sonradan tanıştığım mahkûmlara ilham verdi. Düşüncelerini pratiğe döktü, böylelikle ruhu capcanlı bir varlık hâline geldi.

Bugün George’un bedeni bizimle değil, ama fikirleri yaşadığı için onun ruhu da yaşamaya devam ediyor. Görüyoruz ki bu fikirler bizim bedenimizde, bizim evlatlarımız olan genç Panterlerin bedenlerinde cisimleştiği için hâlen daha capcanlı. Demek ki “devrim nesilden nesle bir bayrak gibi taşınacaktır” sözü doğru.

Bu, George’un mirasıdır. O mücadeleye devam edecek, ölümsüz olmayı sürdürecek. Çünkü biz halkın muzaffer olacağına inanıyoruz, biz halkın nesilleri kucaklayarak geleceğe doğru ilerlediği için muzaffer olacağını biliyoruz.

Peki George Jackson ne tür bir ölçüt getirmiştir? Öncelikle o korkusuz, kararlı, sevgi dolu, kendisini halkın davasına adamış güçlü bir insandı. George, bizim övgüyle söz etmemiz gereken bir hayat yaşadı. Ne kadar zulüm gördüğünün, ona ne tür yanlışlar yapıldığının bir önemi yoktu, o gene de halka olan sevgisini muhafaza etmeyi bildi. Halkın davası için hayatından vazgeçmek, tam da bu sebeple ona zerre acı vermedi.

Bizim dünyamızda, bilhassa hapishanelerde yaşanan çatışmaların ve şiddetin yaşandığı zemini bizzat devlet oluşturmuştur. ABD’nin başındaki muktedirler dünyayı terörize etmişlerdir. Devlet, herkesi öldürme hakkına sahip olduğunu söyleme cüretini gösterebilmektedir. Ölüm cezasını bir sopa gibi sallamakta ve onun yasal olduğunu söylemektedir.

Oysa doğanın kanunları gereği hiçbir ölüm cezası meşru ve yasal olamaz. O, soğukkanlılıkla işlenen bir cinayettir. Ölüm cezası her türden şiddeti tetikler, çünkü her insanın kendisiyle imza ettiği bir akit vardır ve buna göre ne pahasına olursa olsun kendisini hayatta tutmak ister. Yasal düzlemde bir devlet, insanı sadece hapsedebilir, bir süreliğine onu ıslah sürecine tabi tutabilir. Devlet yanlış yapsa bile kendisini düzelteceğini söyleyerek gene de belirli bir yasallık kuşanır. Ama ölüm cezasında böyle bir durum söz konusu değildir.

Bizim toplumumuzda asıl şiddet, polisin yapıp ettikleridir. Polis aynı zamanda cellât olarak iş görmektedir. Bizimse müzakere yürütme şansımız bulunmamaktadır. Onlar büyük bir cüretle çıkıp insanların mücadele içine girmeden hayatlarını kendilerine teslim etmelerini isterler. Bunu hiçbirimiz kabul edemeyiz. George Jackson, kendi hayatını, yoldaşlarının hayatını ve halkının hayatını koruma konusunda her şeyi yapma hakkına sahipti.

Öldükten sonra bile o, efsanevi bir isim ve kahraman olarak anılmaya devam etti. Zalimler bu gerçeği gördüler. Onun katlini örtbas edebilmek için George Jackson’ın otuz saniye içinde beş kişiyi, beş zalimi öldürdüğünü, üç kişiyi yaraladığını söylediler. Oysa bu, fiziken imkânsızdı.

George Jackson benim kahramanımdı. Dolayısıyla ben bu iddialarının gerçek olduğunu düşünüyorum. Onun bu işi yapacak güce sahip olduğunu düşününce mutlu oluyorum. Onlar George’u bir üstinsan hâline getirmişlerdi. Ve tabii benim kahramanım da ancak bir üstinsan olabilirdi.

Çocuklarımızı George gibi olsunlar, George gibi yaşasınlar, George gibi özgürlük için dövüşsünler diye yetiştireceğiz.

San Quentin’deki o korkunç günde yaptıkları, George’un bu dünyaya sunduğu son bildiriydi. Geride politik tutsaklar, ırkçı ve gerici Amerika’nın tüm mahkûmları için bir ölçüt bıraktı. O, dünyanın tüm kurtuluş ordularının eylem kılavuzlarına kayıt düşülecek bir ölçüttü. George, bize nasıl eylem koymamız gerektiğini gösterdi. Bu adaletsiz dünyanın silâhla nasıl eleştiribileceğini hepimize öğretti. Bu ölçüt doğru ve yerindedir, çünkü halk onu önemsemeyi ve kuşanmayı bilmiştir.

Ayrıca George, zalimin çok güçlü olduğunu ama yere çalınabileceğini bize eylemiyle anlattı. Zalim bize diz çöktürse de, kafamızı çizmeleriyle ezse bile, George onun artık fiziken yaşamasının imkânsız olduğunu bize gösterdi. Bir noktada zalimin bacaklarında takat kalmayacak, o da yorulacak, o vakit George Jackson ve halk onun diz kapaklarını un ufak edecek.

Şiddet için gerekli sahneyi ilk devlet kuruyor. Bazıları, bu türden bir fiziki çatışmayla aynı şiddeti uygulayarak kurtulamayacağımızı söylüyor. Bu, bizim tartışmamız gereken bir yaklaşım. Burada aklımıza George’un dizlerini ezen zalim, George’un yürüyemediği o günler gelsin.

Şiddetin intikamını şiddetle alacağız. Zalim şiddet uygulayacak, bizim canımız yanacak ve biz tüm kararlılığımızla onun halkımızı öldürmesine izin vermeyeceğiz. Biz zalimin halkımızı yok edemeyeceğini biliyoruz, çünkü biz kavgamıza devam ediyoruz. Onun bacaklarını kıracağız, kafasını kopartacağız, George bu noktada bize örnek olacak.

Sevgi ve özgürlük adına, rehberimiz olan sevgi adına halkımızı ve evlatlarımızı tehdit eden herkesin boğazını keseceğiz. Mecbur kaldığımızda bunu yapacağız, üstelik bunu barış adına yapacağız. Bu iş bittiğinde şiddetin görülmediği bir dünya kurulacak.

Dolayısıyla pratik olmalıyız. Açıklamalar yapıp hapishane yetkililerinin otuz saniye içinde bir adamın beş kişiyi öldürdüğüne dair o inanılması mümkün olmayan hikâyelerine inanmaya devam edemeyiz. Yolumuza gerçekçi bir yaklaşımla devam edip hayatımızı bu şekilde sürdüreceğiz. Acı ve ızdırap çekeceğiz ama bunlar bizi geliştirecek.

Izdırap çektiğimizde bile gücümüzün arttığını görüyorum. George’un sunduğu örnekliğin capcanlı olduğunu görüyorum. Hepimiz bir gün öleceğiz, bunu biz de biliyoruz. Ama öte yandan biz iki tür ölüm olduğunu, San Quentin’de ölenlerin ölümlerinin tüyden hafif olduğunu da biliyoruz.

Bugün o zalimlere destek verenler bile ileride o desteklerini çekecekler, çünkü biz onların zihinlerini değiştirme konusunda kararlıyız. Ya onların zihinlerini değiştireceğiz ya da halk adına onları kökten, tümden, kesin olarak ve birini bile atlamadan yok etmek zorunda kalacağız.

Tüm iktidar halka.

Huey P. Newton

[Kaynak: Blood in My Eye, Black Classic Press, 1972.]

George Jackson

Jackson'ın Cenaze Töreni

20 Ağustos 2020

,

Faşizm



19 Haziran 1971

John Yoldaş’a

Angela Davis’in faşizm analizini yeniden okudum. Angela, muhteşem ve güzel bir devrimci kadın, kurşun işlemeyecek kadar da güçlü.

Faşizm konusunda bana yazdığın mektupları dikkatle inceledim. Keşke Angela, sen ve ben birlikte bu meseleyi ayrıntısıyla tarihsel analize tabi tutabilseydik.

Tarih görüşü ve yorumu konusunda aramızda farklılıklar var, varsın olsun. Bedenen bir araya gelmemiz, ancak üçüncü dünya savaşı ile mümkün, ama temel hususlarda anlaşmamız çok daha büyük bir ihtimal.

Angela’ya en derin ve en samimi sevgilerimi ilet ve ondan, benim yorumlarımı eleştirmesini iste. Söyleyeceklerim, buradakilerle sınırlı değil. Meseleye hep geri dönüp incelemelerime devam edeceğim. Umarım yüz iki yüz sayfa bir şeyler karalayıp bu türden konuları ele alabilirim. Ama şimdilik bu mektubu yazıyorum ki siz ikiniz, beni yoğun bir çaba içine girme konusunda teşvik edesiniz.

Angela’nın analizi, bugün itibarıyla belirli ölçüde sorgulanması gereken bir dizi eski solcu anlayışla bağ kuruyor. Kanaatimce faşizm-korporatizm, son büyük buhranla birlikte açığa çıkan ekonomik kriz üzerinden gündeme geldi, ortaya çıkıp gelişti ve Amerika’da en gelişkin biçimine kavuştu.

Süreç içerisinde sosyalist hareket, bazı ağır yenilgilerle yüzleşti. Angela’dan farklı olarak ben, bu sürecin tarih konusunda yenilgici bir anlayışın oluşmasına sebep olduğunu düşünmüyorum.

Gelecekte yürütülecek devrimci faaliyetin başarıya ulaşabilmesi için mevcut durumumuzun gerçekliğini anlamamız gerekiyor. Dolayısıyla korporatizmin ortaya çıkıp geliştiğini söylemek, “korporatizm muzaffer oldu” demek değil.

Biz yenilmiş değiliz. Saf faşizm, mutlak totalitarizm imkânsız bir şey. Hiyerarşi, altı bin yıldır sanık kürsüsünde. Faşizm ve tarihsel önemi, bendeki siyaset felsefesinin ve uzatılmış biçimi olan savaşın ana meselesi.

Kanaatimce totaliter dönem, tarihsel planda zirvesine (tutuşma noktasına) ulaşmıştır. Gene de bu, derin analizi hak eden bir konudur.

Önemli yanları bulunsa da Wilhelm Reich’ın (Faşizmin Kitle Psikolojisi) ve Franz Neumann’ın faşizmle ilgili çalışmaları, sınırlı veri ve bilgi sunmaktadırlar. Wilhelm Reich, meselenin analizini aşırı uç bir noktaya götürüp idealizme varmaktadır. Neumann ise sosyalizm karşıtı hareketin önemini gerçek anlamıyla kavrayan bir isimdir. Neumann’ın Dev Yaratık: Nasyonal Sosyalizmin Yapısı ve Pratiği isimli çalışması ise sadece Almanya’daki Nasyonal Sosyalizm deneyimi üzerine kuruludur.

Dolayısıyla faşizm konusunda yapılacak çok iş vardır ve vaktimiz de tükenmektedir. Eğer haklıysam, kısa süre sonra o eski solun uzak durduğu kavgaya mecburen gireceğiz.

● ● ●

 

20 Haziran 1971

Savaşı kaybettiğimizi kabul etmek, tümden yenildiğimizi kabul etmek anlamına gelmez. Bu gerçeği kabul etmediğimiz takdirde yeniden örgütlenemeyiz, hatta kavgaya devam etme fikrine bile sahip olamayız.

Devrimin merkezinde gerçekçilik durur. Başımıza gelen bir iki veya on on beş aksaklığı yenilgi olarak görürsek, devrimin dalgalı seyrini göz ardı etmiş oluruz. Devrim süreci, bazen bizim hesaplamalarımızı doğrulayacak şekilde seyreder, bu dalga bazen geri çekilir, ama hiçbir zaman sabit kalmaz.

Bir şey inşa ediliyorsa, demek ki başka bir şey de mecburen çöküyordur. Bir güç ortaya çıktığında karşıt gücünü de doğuruyor olmalıdır. Bir güç ilerliyorsa, diğeri geri çekilir, ricat eder. Ricatla mağlubiyet farklı şeylerdir.

ABD’de faşist korporatizmin ortaya çıkıp geliştiği sonucuna ulaştığımda, anne babalarımızın mağlup olduklarını söylemiş olmuyorum. Faşist korporatizm ilerledikçe, doğası gereği, dünya genelinde sosyalist bilincin artmasına da sebep olmuştur:

“ABD kapitalizmi emperyalizm aşamasına ulaştığında, Batılı büyük güçler, dünyadaki tüm önemli pazarları kendi aralarında çoktan bölüşmüşlerdi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda diğer emperyalist güçler zayıflayınca ABD, en güçlü ve en zengin emperyalist güç hâline geldi. Bu dönemde dünyanın hâli eskisi gibi kalmadı: emperyalizmle sosyalist kamplar arasındaki güç dengesi kökten değişti, emperyalizm artık dünyaya hâkim değildi, ayrıca dünyadaki mevcut hâlin gelişiminde önemli bir rol oynayamaz olmuştu.” [Vo Nguyen Giap].

Geliştirdiğim analiz dâhilinde ben, gerici ve karşı-devrimci güçlerin tüm enerjilerini buraya, ABD’ye teksif ettikleri ve yoğunlaştırdıkları gerçeği üzerinde duruyorum. Sürecin sonunda kapitalizm, son kez reforma tabi tutuldu ve bu reform, ekonomik, politik ve kültürel açıdan belirli bir girdaba sebep oldu.

Benim görüşlerim esasen, tüm Üçüncü Dünya devrimcilerinin görüşleriyle uyumludur. Temelde devlet iktidarının ele geçirilmesi meselesine odaklanır. Bizim amacımız, sadece kendimizi değil, tüm milleti ve tüm milletler topluluğunu sömürgeci ekonomik baskıdan kurtarmaktır.

ABD kendisini, tüm halk hükümetlerinin, dünyanın her yerinde bilimsel sosyalizmin ürettiği tüm bilincin ve tüm anti-emperyalist faaliyetlerin can düşmanı olarak teşkil etmiştir. Bu ülkenin tarihinin son elli yıllık döneminde belirleyici olan bütün temel unsurlar, ekonomik, toplumsal, politik ve askerî seferberlik faaliyetleri, sahip oldukları nitelik itibarıyla beynelmilel faşist karşı-devrimin prototipi olarak örgütlenmiştir. ABD demek, Kore sorunu, Vietnam sorunu, Kongo sorunu, Angola sorunu, Mozambik sorunu ve Ortadoğu sorunu demektir. O, Britanya’nın ve Latin Amerika devletlerinin halklara doğrulttuğu silâhlarda kullanılan yağdır.

● ● ●

 

21 Haziran 1971

Faşizmin doğası, özellikleri ve nitelikleri, 1922’de İtalya’da devlet desteğini arkasına almış endüstrilerin gelişme kaydettiği koşullardan neşet eden ayrı bir olgu olarak tanımlandığı günden beri tartışılan meselelerdir. Kütüphaneler, bu konuyu ele alan kitaplarla doludurlar. Faşizmin tam olarak ne olduğu tartışması yüzünden partili mücadele çizgisi, yüz ayrı kola ayrılmıştır. Gene de Marksistler ve Marksist olmayanlar, en azından iki genel faktör konusunda uzlaşma içerisindedirler. Faşizmin kapitalist yönelimi, ayrıca emek ve sınıf düşmanı oluşu. Bu iki faktör, faşist-korporatist devlet olarak ABD’yi tanımlayan temel unsurlardır.

Kanaatimce faşizmin tanımı önemli, çünkü böylesi bir tanım, bizim düşmanımızı tanımlamamıza ve devrim hedeflerini belirlememize katkıda bulunacak. Ayrıca faşizm incelemesi, bizim düşmanın yöntemlerinin nasıl uygulamaya konulduğunu anlamamıza da yardımcı olacak. Faşizmin olgunlaşıp olgunlaşmayacağı sorusuna verilecek cevap, nihayetinde kurtuluş mücadelemizde ortaya koyduğumuz çabaların üzerindeki sisi de bir miktar dağıtacak. Böylelikle daha kapsamlı ve daha yoğun çaba harcama imkânına kavuşacağız. Düşmanın bilinçli, kararlı, maskeli, totaliter ve tüm acımasızlığıyla karşı-devrimci olduğu gerçeğini kabul etmediğimiz sürece asla başarıya ulaşamayız. Etkin bir mücadele ortaya koymak için bizim, düşmanın kendisini, hep savunduğu, her daim çıkarlarına hizmet eden reformist mekanizma aracılığıyla güçlendirdiğini görmek gerekmektedir.

Savunma ve misilleme üzerinden işleyen askerî eylemle ilgili ısrarımızın romantizmle veya aceleci idealist coşkuyla bir alakası yoktur. Tarihin bize öğrettiği biçimiyle başarılı kurtuluş mücadeleleri, özgürlük mücadelesine aktif olarak katılan silâhlı insanlara ihtiyaç duyarlar.

Faşizmi nihai bir tanıma kavuşturmak, hâlen daha mümkün olamamıştır. Çünkü faşizm, gelişmekte olan bir harekettir. Daha önce tartıştığımız üzere, bir hareketi sürecinden ve kurduğu ilişkilerden bağımsız olarak analiz etmeye çalışmak, bazı kusur ve yanlışlara yol açabilmektedir. Böylesi bir analiz, insana ölü geçmişe renksiz bir bakış atma imkânından başka bir imkân sunmaz.

Faşist korporatizmin tarihte yol açtığı sonuçları ve sahip olduğu stratejiyi gerçek bir faşist manipülatör veya perdeyi yırtıp faşist kurguyu açığa çıkartabilecek bir araştırmacı dışında hiç kimse tam olarak kavrayamaz. Faşizm, sınıf mücadelelerinin bir ürünüdür. O, kapitalizmin bir uzantısı, kapitalizmin sosyalizme karşı verdiği o eski mücadelenin gelişkin bir formudur. Bence faşizmi netleştirip açık bir biçimde tanımlayamıyor oluşumuz, tam bir tanıma ulaşma ısrarımızla, yani başka bir ifadeyle, tüm milletlerde birbirine benzer semptomlar arıyor oluşumuzla alakalı bir meseledir. Faşizmin milliyetçi pratiği dâhilinde döşediği tuzaklara sürekli düştük, düşüyoruz. Faşizmin temelde beynelmilel olan vasfını ve niteliğini kavrayamıyoruz. Esasında faşizm, tüm dünya genelinde beynelmilel sosyalizmin ayak izlerini takip ediyor. Faşizmin en belirgin özelliği, beynelmilel oluşudur.

● ● ●

 

22 Haziran 1971

Amerika’da sermayenin tekelcileşmesi eğilimi, pratikte iç savaşın sona ermesinden hemen sonra açığa çıkmaya başladı. Daha öncesinde Amerikan toplumunda hâkim olan politik güç, burjuva demokratik yönetimdi. Tekelci sermaye olgunlaştıkça, eski burjuva demokrasisinin oynadığı rol, süreç içerisinde azalmaya başladı. Tekelci sermaye, küçük ve dağınık fabrika kurgusunu dağıtınca yeni korporatizm politik üstünlüğü ele geçirdi.

Tekelci sermaye, eski burjuva demokrasisinin uzantısı olarak yorumlanamaz. Tekelci sermayenin elindeki güçler, yirminci yüzyılın ilk yarısında Batı dünyasını ele geçirdiler. Ama bu noktada yalnız değillerdi. Karşılarında muhalif bir güç buldular: enternasyonal sosyalizm.

Lenin ve Fanon’da ulusal kurtuluş savaşlarına yön veren milli burjuvazi değil, halktı, sıradan emekçi halktı.

Özünde faşizm, ekonominin yeniden düzene sokulmasıdır. Faşizm, beynelmilel kapitalizmin beynelmilel bilimsel sosyalizmin meydan okumasına verdiği cevaptır. Yıkımla yüz yüze gelen kapitalizmin farklı ülkelerde ulaştığı düzeylere göre farklı bir biçim almaktadır. Tüm faşizm pratiklerinin ortak özelliği, sosyalist devrime karşı örgütlenmesidir.

Faşist düzenleme, bağımsız herhangi bir ulus-devlette ortaya çıkmaya başladığında esasında işleri başkaları adına yapar. Faşizm, temelde kapitalist ekonominin yeniden düzene sokulması girişimidir. Bu çaba dâhilinde ekonominin idaresi yenilenir, kalıcı hâle getirilir ve meşrulaştırılır. Bunun için de aşağıdan baskı uygulayan devrimci bilinç yumuşatılır, bastırılır ve çeşitli araçlarla dağıtılır.

Faşizm, bir kriz durumunda kapitalizmin sosyo-ekonomik gelişimi dâhilinde gündeme gelen ve belirli bir mantığa dayanan bir aşama olarak görülmelidir. O, zayıf kalan ve bir biçimde sonuca ulaşmayan devrimci hamlenin bir sonucudur. Uzlaşma içerisindeki bilinçtir. “Devrimin yenilgisi, öncü partilerin hatasıdır.”

Şurası açık ki faşizm varsa sınıf mücadelesi de vardır. Faşizm ortaya çıkıp gelişmişse demek ki antikapitalist güçler gelenekçi güçlerden daha zayıf durumdadırlar. Bu zayıflık, faşizm geliştikçe daha da fazla dillendirilecektir. Faşizmin nihai hedefi, tüm devrimci bilinci yok etmektir.

● ● ●

 

23 Haziran 1971

Burada amacımız, faşizme karşı nasıl hamle yapacağımızı görebilmek adına, bu yaşayan ve hareket eden şeyin özünü idrak etmektir.

Faşizm, sadece ABD’de mevcut değildir. O, her yerinden dökülen, geberen kapitalizmin yıkıntıları arasından çıkıp gelmiştir. Zümrüdüanka gibi karşımıza dikilen faşizm, kapitalizmin en ileri ve en mantıklı düzenidir.

Faşist düzenlemenin geçerliliğe sahip herhangi bir devrimci faaliyete hoşgörüyle yaklaşmayacağını herkes anlamalıdır. O, devrimci sınıfın bilincini artıracak eski yöntemlerimize karşı geliştirilmiş, doğası gereği, cüsseli, karmaşık ve otomatik bir savunma mekanizmasıdır. ABD’deki totaliter sosyo-politik kapitalizm, kitle katılımını esas alan toplum yanılsamasının ardına gizlenmektedir. Bu kapitalizmin yüzündeki maske yırtılıp atılmalıdır. O vakit tüm tartışma sona erecek, muzaffer olacak silâhlı devrim kültürünün gelişimi temelinde mücadele yeni bir aşamaya girebilecektir.

14 Mayıs 1787’de sandık başkanlığını George Washington’ın üstlendiği anayasa kongresinde yeni anayasa elli beş kişiyle hazırlanmıştır. Bu elli beş kişinin sadece ikisi patron değildi!!!

Bu ülkede ve tüm Batı yarımküresi genelinde kapitalizmin tarihinde, ta ilk gününden beri iniş-çıkışlar oldu. Dert ve sıkıntılarla yüklü bu ekonomi, mevcut uyuşukluğundan hep genişleme yöntemiyle kurtulabildi. Ta başından beri artık değer nihayetinde konjonktür dalgaları dâhilinde belirli bir noktaya ulaştı. O noktada üretim faktörlerinin devreye sokulması, üretimin büyük kısmını teşkil eden emeğin kendi pratiğinin meyvelerinden istifade etmesini imkânsızlaştırdı. Bu da “aşırı üretim”e yol açtı. Aslında bu, yanlış bir ifadeydi, çünkü aslında mesele, aşırı tüketimdi. Bu derde deva olarak hep genişleme yoluna gidildi, ekonomiyi canlandırmak için (emperyalizme işaret eden bir belirti olarak) yeni ucuz hammadde kaynakları arayışı içine girildi

Batı ülkeleri arasında çıkar çatışmaları yaşandı, bu da sonuçta pazarlar için rekabet edilmesine neden oldu. Kapitalist elitlerin, kartellerin uluslararası düzlemde merkezileşme süreci giderek hızlandı. Uluslararası telgraf birlikleri (şimdinin uluslararası telekomünikasyon birliği), genel posta tekelleri, tarım, ulaşım ve bilim konsorsiyumları oluştu. Birinci Dünya Savaşı öncesi bu tür uluslararası şirket birliğinin sayısı kırk beş-elli civarındaydı. Üstelik bu rakama karteller dâhil değildi.

Kapitalizmin beynelmilel bir nitelik kazanması, asla tesadüf değil. Anlaşılan o ki yönetici sınıf, büyümeyi ve birleşmeyi kendi çıkarına görüyor.

Ben Marksist-Leninist-Maoist-Fanonist biri olarak, kapitalizmin sömürgeler için rekabet ederken çıkarttıkları eski savaşların her bir ülkenin yöneticilerince istendiğini söyleyen görüşe katılmıyorum. Bu ülkelerin ekonomileri, bu savaşlar için gerekli gerekçeleri sunup alt sınıflarda milliyetçiliği körüklemiş olsa da bu tespite katılmak pek mümkün değil.

Gelirlerin azalmasına neden olan savaşlar, savaşa girenleri güçlendirmez, aksine zayıflatır. Sonuçta bu ülkelerin yöneticileri, hiçbir şey değilse bile iyi birer işadamıdır. Kaçınılmaz olarak savaşa yol açan genişleme, kontrol edilemeyen, amaçsızca savrulan bir sistemin yol açtığı sorunlar karşısında eskiden beri başvurulan bir çaredir. Ama bu çareye başvurulduğunda sistemin işleyişine ve temel dinamiklerine asla bakılmaz. Ta ki o sistemin varlığına aşağıdakilerin gerçek ve tehditkâr itirazları kendilerine yol bulana kadar. Faşizm, ilk aşamasında kapitalizmin güçlenen, tehdit hâline gelen, ama henüz zayıf olan eşitlikçi sosyalist bilince karşı kendisini yeniden düzene sokmasıdır.

Bölgesel veya ulusal ekonomik kriz durumunda geleneksel bir yaklaşım dâhilinde önerilen çarelere, uluslararası planda genişleme sürecini durdurmayı öngören tedbirler, devlet müdahalesi, gümrük tarifeleri, kamusal harcama, ihracat teşvikleri, sermaye piyasasının kontrol altına alınması, ithalat izinleri biçimini alan genişleme ve savaşsız eski tip kontrol yöntemleri dâhil edilir. Bu süreçte tekeller, hükümeti kullanırlar ve onların doğrudan yatırımlara katkı yapmalarını sağlarlar.

George L. Jackson

[Kaynak: Blood in My Eye, Black Classic Press, 1972.]