Enternasyonal’in
çöküşü, bazen konunun yalnızca biçimsel yönü, yani savaş hâlindeki ülkelerin
sosyalist partileri arasındaki enternasyonal bağın kesilmesi, enternasyonal
konferans toplamanın veya Enternasyonalist Sosyalist Büro’nun toplanmasının
imkânsızlığı anlamında ele alınıyor. Savaşa taraf olmayan, küçük ülkelerdeki
birtakım sosyalistler, hatta bu ülkelerdeki resmî partilerin belki de çoğunluğu
ve oportünistlerle onlara destek verenler, bu görüşü savunuyorlar. Rus
basınında söz konusu konum, Bund’un Enformasyon Bülteni’nin sekizinci
sayısında Bay V. Kosovski tarafından saygıya değer bir açık sözlülükle müdafaa
edilmiş, yayın yönetmenleri, yazarın görüşüne katılmadıkları konusunda tek laf
etmemişlerdir. Ümit edelim de Bay Kosovski’nin savaş kredilerine evet oyu veren
Alman sosyal demokratlara hak vermeye kadar giden milliyetçilik savunusu, artık
Bund’un burjuva milliyetçi niteliğini epey işçinin kavramasına katkıda
bulunsun.
Sınıf
bilinçli işçiler için sosyalizm, küçük burjuva uzlaşmacı ve milliyetçi sınırlar
içinde muhalefet yürütme çabalarını gizlemeye uygun bir perde değil, ciddi bir
görüştür. Onlara göre Enternasyonal, tam da resmi sosyal demokrat partilerin
ekseriyetinin Stuttgart ve Basel’deki enternasyonal kongrelerinde yapılan
konuşmalar ve bu kongrelerde alınan kararlar dâhilinde açıktan sosyalizme
ihanet etmesiyle çökmüştür. Söz konusu ihaneti, ancak görmek istemeyenler
veya görmeyi çıkarlarına uygun bulmayanlar fark edemezler. Soruyu bilimsel bir
yaklaşımla, yani günümüz toplumunda sınıfsal ilişkiler açısından koymak
istersek; sosyal demokrat partilerin ekseriyetinin, cümlesinin başında da
İkinci Enternasyonal’in en büyük ve en etkili partisi olan Alman partisinin
proletaryaya karşı kendi genelkurmaylarının, kendi hükümetlerinin ve kendi
burjuvazilerinin safını tuttuklarını belirtmeliyiz. Bu, tarihsel önemi haiz
olan, kapsamlı bir analize ihtiyaç duyan bir olaydır. Çoktandır kabul
edilmektedir ki dayattıkları her türlü iğrençlik ve yıkıma karşın savaşlar, en
azından bir işe yaramış ve insan eliyle tesis edilmiş kurumların çoktan
çürümüş, köhnemiş ve ölmüş yanlarını tüm o acımasızlığıyla ortaya
çıkartmışlardır. Hiç şüphe yok ki 1914- 1915’te Avrupa genelinde yaşanan savaş
da medeni ülkelerin ileri sınıfına, partileri içinde iğrenç ve irinli bir
çıbanın oluştuğunu, birtakım odakların dayanılması mümkün olmayan leş kokusunu
yaydıklarını göze sokmuş olmasıyla faydalı bir iş yapmaya başlamıştır.
I
Avrupa’nın
başlıca sosyalist partilerinin tüm inançlarını ve görevlerini terk ettikleri
bir gerçek mi değil mi? Tabii bu, ne hainlerin ne de onlarla dost geçinmek,
onlara anlayış göstermek zorunda olduklarını bilenlerin veya sananların
kolaylıkla sözünü edebildikleri bir konu. İkinci Enternasyonal’in belirli
makamlarında oturan isimler ile onların Rus sosyal demokratları arasındaki
fikirdaşlarına ne kadar tatsız gelirse gelsin, gerçekleri olduğu gibi görmek ve
her şeyin adını doğru zikretmek, işçilere gerçekleri anlatmak zorundayız.
Elimizde,
sosyalist partilerin şimdiki savaştan önce ve bu savaşın beklentisi içindeyken
görevlerini ve taktiklerini nasıl ele aldıklarını ortaya koyan herhangi bir veri
mevcut mudur? Elbette mevcut. 1912 tarihli Basel Enternasyonal Kongresi’nde
alınan, bizim sosyalizmin artık unutulmuş olan amaçlarını hatırlatmak için
Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin aynı yıl Chemnitz Kongresi’nde[1] aldığı
kararla birlikte tekrar yayımladığımız karar, bu türden bir veri olarak ele
alınmalı. Tüm ülkelerin oluşturdukları o savaş karşıtı propaganda-ajitasyon
yazınının özünü ortaya koyan bu karar, sosyalistlerin savaş ve savaşa dair
taktikler konusunda geliştirdikleri görüşlerin en tam ve isabetli, en ciddi ve
resmi ifadesidir. Dünün Enternasyonal’inin ve bugünün sosyal şovenizminin
otorite olan isimlerinden hiçbirisinin, Hyndman’ın, Guesde’nin, Kautsky’nin ve
Plehanof’un okurlarına bu kararı hatırlatmaya cesaret edememesi, ancak ihanetle
açıklanabilir. Bu zevat, ilgili konuya dair ne ağızlarını açabiliyor ne de
(Kautsky gibi) metinden önem açısından tali olan alıntılar yapıp, gerçekte
kayda değer ne varsa üzerinden atlıyor. Bir yanda en “sol” ve devrimciliğin
şahikası olan kararlar, öte yanda ise bu kararların utanç verici bir yaklaşımla
nisyana gömülmesi veya redde tabi tutulması, Enternasyonal’in çöktüğünü bundan
daha iyi anlatan bir şey var mıdır? Söz konusu tutum aynı zamanda, yalnızca o
nadiren görülen yavanlıklarıyla eski riyakârlığı daimi kılmak gibi şeytanî bir
niyete sahip olanların, sosyalizmin sadece karar alarak “yanlışlarından
arındırılabileceği” ve “doğru yola sokulabileceği”ne inanabileceğine dair en
ikna edici kanıttır.
Savaştan
önce Hyndman, emperyalizm savunusuna çark ettiği vakit tüm “saygıdeğer”
sosyalistler, daha düne kadar onu, “dengesiz çatlağın” biri olarak görüyor,
ondan ancak tiksintiyle söz ediyorlardı. Bugünse tüm ülkelerin en önde gelen
sosyal demokrat liderleri, hep birlikte Hyndman’ın düştüğü batağa saplandılar.
Bunlar, yalnızca ton farklılıkları ve mizaçlarıyla birbirlerinden ayrılıyorlar.
Biz böylelerinin, örneğin yazılarında “Bay” Hyndman’ı lanetlerken Kautsky
“yoldaş”tan saygıyla (dalkavuklukla) söz eden ya da ona hiç leke dahi
sürdürmeyen, Naşe Slovo [“Bizim Sözümüz”] dergisi yazarları gibilerinin
medeni cesaretlerini tartacak veya tarif edecek, meclisimize layık bir ifade
bulmakta zorluk çekiyoruz. Böylesi bir tutum, özelde sosyalizme genelde kişinin
görüşlerine saygıyla bağdaştırılabilir mi? Hyndman’daki şovenizmin aldatıcı ve
yıkıcı bir nitelik arz ettiğine ikna olmuş iseniz, eleştiri ve saldırınızı
Kautsky’ye, bu görüşlerin daha etkili ve tehlikeli olan savunucusuna
yöneltmeniz gerekmez mi?
Jülgedeci
(Fransız Sosyalist Partisi yöneticisi Jules Guesde yanlısı) Charles Dumas, Bizim
Arzuladığımız Barış başlıklı broşüründe Guesde’nin görüşlerini, belki başka
hiçbir yerde rastlanmamış olan ayrıntılarıyla aktardı. Broşürün ön sayfasında
takındığı unvanıyla bu “Jules Guesde’nin Özel Kalemi”, sosyalistlerin eskiden
ortaya koydukları (Alman sosyal şovenist David’in de anavatan savunması ile
ilgili son broşüründe benzerlerine yer verdiği) yurtsever beyanları doğal
olarak alıntılıyor, ama Basel Manifestosu’na nedense atıfta bulunmuyor!
Şovenist bayağılıkları olağanüstü bir kendini beğenmiş eda ile sağa sola saçan
Plehanof da Manifesto konusunda dut yemiş bülbüle dönüyor. Kautsky de tıpkı
Plehanof gibi davranıyor: Basel Manifestosu’ndan alıntı yaparken, sansür
yönetmelikleri bahanesi ardına saklanıp, tüm devrimci kısımları (yani tüm o
hayatî önemi haiz içeriği!) es geçiyor. Sınıf savaşından ve devrimden
bahsedilmesini dahi yasaklamış olan sansür yönetmelikleriyle polis ve askerî
makamlar, tam da uygun bir zamanda sosyalizme ihanet edenlerin imdadına
yetişiyorlar!
Yoksa
Basel Manifestosu, bugünkü somut savaşla doğrudan bağı bulunmayan, tarihsel
veya taktiksel herhangi bir net içerikten yoksun, bomboş bir çağrı mıdır?
Hayır
değil. Basel kararı, diğer alınan kararlara kıyasla daha az boş nutuk, daha
fazla net içerikle yüklü bir karardır. Basel kararı, 1914-1915’te emperyalistler
arasında yaşanan çatışmalardan, patlak veren savaştan bahsetmektedir. Avusturya
ile İtalya Arnavutluk vs., İngiltere ve Almanya pazar ve sömürgeler, Rusya ve
Türkiye Ermenistan ve İstanbul için savaşmıştır. Tüm bu savaşlar, bugünkü
savaşa dair beklentisi dâhilinde Basel kararının bahsini ettiği hususlardır. Bu
karardan anlaşılan şudur ki “Avrupa’nın Büyük Güçleri” arasında cereyan eden
bugünkü savaş, “halkın çıkarlarına uygunluk noktasında asla haklı
gösterilemez.”
Ayrıca
eğer bizim gayet iyi tanıdığımız, en sembolik sosyalist isimlerden olan, Rusça
yazan Plehanof ile bugün tasfiyeciler eliyle (Akselrod’un yardımıyla) Rusçaya
tercüme edilen Kautsky, savaş konusunda halka satılabilecek her türden “kılıf”
arayışına girmişse (veya burjuvazinin elindeki sansasyonel basından alınmış en
kaba gerekçeleri kullanma yoluna gitmişse), bilgiç bir eda ve Marx’tan alındığı
söylenen yalan yanlış laflarla 1813 ile 1870’teki savaşlardan (Plehanof) veya
1854-71, 1876-77, 1897’deki savaşlardan (Kautsky) dem vuruyorlarsa bilinmelidir
ki bu isimler, hakikatte sosyalist görüşün kırıntısına bile sahip olmaksızın,
sosyalist bilinçten zerre nasiplenmeden, bu tür argümanları dile getiren
kişiler olarak, eşi benzeri bulunmayan birer düzenbaz, riyakâr ve sosyalist
hareketin fahişeleridirler! Varsın Alman Sosyal Demokrat Parti’nin yürütme
kurulu Mehring’in ve Rosa Luxemburg’un (Die Internationale isimli) yeni
dergilerini Kautsky’yi dürüstçe eleştiriyor diye lanetlesin, varsın
Vandervelde, Plehanof, Hyndman ve şürekâsı, muarızlarına aynı şekilde muamele
etsin, hatta gidip Müttefik Kuvvetler’in polisinin yardımını alsın. Biz de
gidip onlara, liderlerin ancak ihanet olarak adlandırılabilecek bir yol
seçtiklerini gösteren Basel Manifestosu’nu yeniden yayımlayarak cevap
vereceğiz.
Basel
kararı, bir milletin veya halkın savaşından, örneklerine Avrupa’da rastlanmış
olan, hatta 1789-1871 dönemi için olağan sayılabilecek savaşlardan değil,
sosyal demokratların hiçbir vakit reddetmedikleri devrimci bir savaştan değil, bugünkü
savaştan, “kapitalist emperyalizm” ve “hanedanlıkların çıkarları”ndan, savaşan
güçlerin her iki grubunun da, Avusturya-Almanya ile İngiltere-Fransa-Rusya
grubunun takip ettiği “fetih siyaseti”nden kaynaklanan savaştan söz etmektedir.
Plehanof, Kautsky ve şürekâsı ise emperyalist olmayan savaşlardan
örnekler vererek, bu yaşanan savaşı haklı göstermeye çalışmakta, bu suretle,
sömürgeler için verilen emperyalist ve yağmacı savaşı bir halk savaşı, (her
taraf için de) bir savunma savaşı olarak takdim etmeye can atan tüm ülkelerden
burjuvaların bencil yalanını yineleyerek işçileri aldatmaktadırlar.
Bugünkü
savaşın emperyalist, yağmacı ve proletarya düşmanı bir savaş olup olmadığı,
salt teorik bir soru olma aşamasını çoktan geçmiştir. Emperyalizmin tüm
yönleri, teorik olarak ele alınmış, bunamış ve ölümün kıyısına gelmiş
burjuvazinin dünyayı paylaşmak ve “küçük” milletleri köleleştirmek için verdiği
mücadele olarak görülmüştür. Bu varılan sonuçlar, tüm ülkelerde zengin
sosyalist basında binlerce kez tekrarlanmıştır. Örneğin müttefik kuvvetlerin
parçası olan bir milletin temsilcisi olarak Fransız ekonomist-yazar Francis
Delaisi, Yaklaşan Savaş (1911!) isimli broşüründe bugünkü savaşın
yağmacı niteliğini basit bir dille anlatmış, savaşı Fransız burjuvazisi
bağlamında izah etmiştir. Sadece bu da değil. Basel’de tüm ülkelerin proletarya
partilerinin temsilcileri, emperyalist bir savaşın yaklaşmakta olduğuna dair
sarsılmaz kanaatlerini oybirliğiyle ve resmi olarak değiştirerek, bu temelde
kimi (taktiksel) sonuçlara ulaştılar. Başka bir yığın sebebi var elbette ama (Naşe
Slovo’nun 87. ve 90. sayılarında Akselrod’la yapılan son söyleşide de
görüldüğü üzere) ulusal ve uluslararası taktikler arasındaki farkın yeterince
tartışılmadığını söyleyenlerin sözlerinin safsatadan ibaret olduğunu tam da bu
sebebe bağlı olarak redde tabi tutmalıyız. Burada safsatadan başka bir şey söz
konusu değildir, zira emperyalizmin kapsamlı bir bilimsel analizi önemli bir
meseledir; bu analiz ki henüz yeni yeni yapılmaya başlanmıştır ve esasen
bilimin kendisi gibi, uçsuz bucaksızdır. Bilimsel analiz ile sosyal demokrat
gazetelerin milyonlarca nüshasında ve enternasyonalin kararında kapitalist
emperyalizme karşı mücadele ile ilgili olarak izah edilen sosyalist taktikler,
başka başka şeylerdir. Sosyalist partiler, tartışma kulüpleri değil, mücadele
içindeki proletaryanın örgütleridirler. Müfrezelerin bir kısmı düşman safa
geçmişse, onların adlarını anıp her birini hain olarak damgalamak zorundayız.
Şovenist Kautsky ve şovenist Cunow’un hakkında ciltler dolusu laf ettiği
“emperyalizmi herkesin aynı şekilde algılamadığı”nı söyleyen veya sorunun
“yeterince tartışılmadığı”ndan bahseden o riyakârlara ait iddialara
kanılmamalıdır. Kapitalizm, yağmacı niteliğine ait tüm o tezahürleri,
tarihsel gelişimi ve milli özelliklerinin yol açtığı en ufak sonuçları
dâhilinde, enine boyuna, tam anlamıyla incelenebilecek bir olgu değildir. Bilim
insanları (bilhassa meseleleri kılı kırk yaranlar) ayrıntılar konusunda
yürüttükleri tartışmalara asla son vermeyeceklerdir. Dolayısıyla, kapitalizme
karşı sosyalist mücadeleyi terk etmek ve böylesi bir zemin üzerinden,
mücadeleye ihanet etmiş olanlara karşı koymaktan vazgeçmek, saçma bir yaklaşım
olacaktır. Peki ama Kautsky, Cunow, Akselrod gibi isimler, bize bundan başka
bir şey mi öneriyorlar?
Bugünlerde,
savaşın koptuğu koşullarda, kimse oturup, Basel kararını inceleme ve onun
yanlışlığını ispatlama gayreti içine bile girmiyor.
II
Peki
ama belki de samimiyetinden şüphe duyamayacağımız sosyalistlerin Basel
kararını, yaşanan olaylar aksini göstermesine ve devrimin böylesi bir şeyin
imkânsız olduğunu ispatlamasına rağmen, savaşın devrimci bir duruma yol açacağı
beklentisiyle desteklemelerini nasıl açıklayacağız?
O
sosyalistler, burjuvazinin kampına geçişe kılıf bulmak için (Parti Çöktü mü?
başlıklı broşüründe ve kaleme aldığı bir dizi makalede) Cunow’un yaptığı gibi
safsatalara başvurarak verdiler bu desteği. Başını Kautsky’nin çektiği diğer
tüm sosyal şovenistlerin neredeyse tamamı, yazılarında benzer “argümanlar”a
başvuruyorlar. Devrim ümitlerinin boş, devrimin hayal olduğunu, Marksistlerin
işinin bu tür boş ümitler ve hayaller için dövüşmek olduğunu söylüyorlar,
Cunow’un ağzından. Ama bu Struveci Cunow, Basel Manifestosu’nun altına imza
atan tüm isimlerce paylaşılan “hayaller”e dair tek kelime etmiyor. Oysa birçok
namuslu insan gibi Cunow da Pannekoek ve Radek gibi aşırı solcuları
suçlamalıydı!
Basel
Manifestosu’nun yazarlarının samimiyetle devrimin şafağını beklerken dile
getirdikleri, fakat olayların çürüttüğü argümanın özüne bakalım bir de. Basel
Manifestosu şunları söylüyor:
1.
Savaş, ekonomik ve politik krize yol açacaktır;
2.
İşçiler, savaşa katılımlarını suç addedecek, “kralların şerefi ve diplomatik
gizli anlaşmalar aşkına kapitalistlerin çıkarları adına birbirlerine kurşun
sıkmayı suç sayacak”, neticede savaş, işçilerde “öfkeyi ve isyanı”
tetikleyecek;
3.
Sosyalistlerin görevi, bu krizden ve işçilerde açığa çıkan öfkeden istifade
etmek, buradan da “halkı ayaklandırıp kapitalizmin yıkılış sürecini
hızlandırmaktır”;
4.
İstisnasız tüm hükümetler, ancak “kendilerini tehlikeye atarak” bir savaş
başlatabilirler;
5.
Hükümetler, “proleter devrimden korkmaktadırlar;
6.
Hükümetler, Paris Komünü’nü (yani iç savaş olasılığını), Rusya’daki 1905
devrimi türünden olayları akıllarına getirmelidirler.
Bunların
hepsi, apaçık ve gayet net fikirlerdir. Devrimin gerçekleşmesi konusunda
herhangi bir güvence sunmasalar da olgu ve eğilimlerin gerçek niteliğine vurgu
yapmaktadırlar. Bugün beklenen devrimin “hayal” olduğunu söyleyenler, Marksist
değil, Struvecidirler ve devrim konusunda kendisini polise satmış hain
konumundadırlar. Devrimci durum yoksa devrim imkânsızdır; Marksistler için bu,
tartışmaya kapalı bir gerçekliktir. Öte yandan her devrimci durum da devrime
yol açmaz. Peki genel bir ifadeyle devrimci durumun semptomları nelerdir? Şu üç
ana semptoma işaret ettiğimizde yanlış yapmış olmayız:
1.
Yönetici sınıfların kendi iktidarlarını herhangi bir değişiklik yapmadan
sürdürmelerinin imkânsız olması, “üst sınıflar” arasında, şu veya bu biçim
altında cereyan eden bir krizin var olması, bu krizin yönetici sınıfın siyaseti
dâhilinde açığa çıkması ve ezilen sınıflarda hoşnutsuzluğa ve öfkeye sebep
olacak bir çatlağa yol açması. Bir devrimin gerçekleşebilmesi için genelde “alt
sınıfların eskisi gibi yaşamak istememeleri yeterli değildir”; ayrıca “üst
sınıfların da eskisi gibi yaşayamaması gerekir”;
2.
Ezilen sınıflardaki çile ve sefaletin her zamankinden daha fazla derinleşmesi;
3.
Bu iki sebebe bağlı olarak ortaya çıkan sonuç dâhilinde, “barış zamanları”nda
kendilerinin soyulup soğana çevrilmesine hiç şikâyet etmeden izin veren
kitlelerin faaliyetlerinde ciddi bir artışın yaşanması, çalkantılı dönemlerde,
hem krizin tüm koşulları hem de “üst sınıflar” eliyle kitlelerin bağımsız ve
tarih yapan eylemlilik sürecine girmesi.
İradeden
bağımsız olan bu nesnel değişimler olmaksızın, genel kural dâhilinde, ne tek
tek örgütlerin ve partilerin ne de belirli sınıfların devrim yapması mümkündür.
Tüm bu nesnel değişimler toplamına “devrimci durum” denilir.
1905’te
Rusya’da ve Batı’nın tanık olduğu tüm devrimci dönemlerde böylesi bir durum
vardı; geçen yüzyılda, 1860’larda Almanya, 1859-61 ve 1879-90’de Rusya da bu
türden bir duruma tanıklık etti, ama bilindiği üzere, bu momentlerde tek bir
devrim bile gerçekleşmedi. Peki neden?
Çünkü
her devrimci durum devrime yol açmaz; devrim, ancak yukarıda bahsi edilen
değişimlere öznel bir değişimin, yani devrimci sınıfın devrimci kitle eylemini,
kriz döneminde bile asla “yıkılmayacak” olan eski devleti yerle yeksan etmese
de onu parçalamaya (veya altüst etmeye) yetecek ölçüde güçlü kılma becerisinin
eşlik ettiği bir durumdan neşet eder.
Bunlar,
tüm Marksistlerin tartışmasız kabul ettikleri, birçok farklı dönemde
geliştirilmiş devrime dair görüşlerdir ve biz Ruslar açısından bu görüşler,
1905 deneyimiyle doğrulanmışlardır. Peki Basel Manifestosu 1912 konusunda ne
söylüyor, 1914-15’te yaşananları nasıl değerlendiriyor?
Manifesto,
devrimci durumdan söz ediyor ve onu ileride oluşacak bir “ekonomik ve politik
kriz” olarak tanımlıyor. Peki bu tür bir durum oluştu mu? Hiç şüphe yok ki
oluştu. Hatta şovenizmi hiç sakınmadan, gizlemeden, açıktan, üstelik riyakâr
Cunow, Kautsky, Plehanof ve şürekâsından daha samimi bir biçimde savunan sosyal
şovenist Lensch, daha da ileri giderek, “Bugün bir tür devrime tanıklık ediyoruz”
diyordu (Alman Sosyal Demokrasisi ve Savaş başlıklı 1915 tarihli
broşürünün 6. sayfası).
Evet,
politik kriz vaki, hiçbir devletin bir gün sonrasına çıkacağı garanti değil,
herkes finansal çöküş, toprak kaybı ve (Belçika hükümetinin kovulduğu gibi) ülkeden
kovulma tehlikesiyle karşı karşıya. Tüm devletler, uyuyan birer volkan; hepsi
de kitlelerden irade koyup kahramanlık yapmasını istiyor. Avrupa’daki tüm
politik düzen, sarsıntı içerisinde. Muazzam politik çalkantıların yaşandığı
koşullarda (özellikle bu satırların kaleme alındığı sırada İtalya’nın savaş
ilân ettiği gerçeklikte) yeni bir döneme girmiş olduğumuz, kimsenin inkâr
edemeyeceği bir hakikat. Savaş ilânından iki ay sonra Kautsky’nin (2 Ekim
1914’te Die Neue Zeit’a [“Yeniçağ”] yazdığı yazıda, “bugün hiçbir
hükümet, savaşın patlak verdiği günlerdeki kadar güçlü değil, ama hiçbir parti
de o kadar zayıf değil” dediği koşullarda bu yaklaşım, esasen Südekum’ları[2]
ve başka oportünistleri memnun etmek için Kautsky’nin tarih bilimini tahrif
etme girişimine verilecek onlarca örnekten biri.
İlk
olarak şunu söyleyelim: hiçbir hükümet, yönetici sınıf partilerinin tümüyle bu
türden bir anlaşma yapma ihtiyacı veya ezilen sınıfları savaş döneminde olduğu
gibi, iktidara “barışçıl” yoldan teslim etme ihtiyacı ile karşı karşıya değil.
İkinci
olarak; “Savaşın başında”, bilhassa hızla zafere ulaşma beklentisi içinde olan
bir ülkede, hükümet oldukça güçlü görünür, dolayısıyla, dünyada hiç kimse,
devrimci durumla ilgili beklentileri çıkıp sadece “savaşın başlaması” olgusuna
bağlamaz, en azından kimse, şekle ve görünene bakıp fiilî gerçeği onunla
tanımlamaya çalışmaz.
Herkesin
de bildiği, gördüğü ve kabul ettiği üzere, Avrupa’da patlak verecek bir savaş,
geçmişte yaşanmış her türden savaştan daha şiddetli olacaktır. Savaşla ilgili
deneyim birikimi, bu gerçeği ispatlayacak verilerle yüklüdür. Çatışmalar, geniş
bir coğrafyaya yayılmaktadır. Avrupa’nın politik temelleri her zamankinden daha
fazla sarsılmakta, kitlelerin çektiği çileler giderek daha da ağırlaşmakta,
hükümetlerin, burjuvazinin ve oportünistlerin bu çilelerin üzerini örtme
çabalarının beyhude olduğu, her gün daha açık bir biçimde görülmektedir.
Belirli
kapitalistler savaştan devasa kârlar elde etmekte, çelişkiler giderek daha da
derinleşmektedir. Kitlelerin içinde biriken öfke, ezilen ve cahil kesimlerin
bir tür (“demokratik”) barış için boş yere yalvarmaları, “alt sınıflar”da
hoşnutsuzluğun baş göstermesi, somut ve gerçektir. Savaş uzadıkça koşullar daha
da ağırlaşmakta, hükümetler olağanüstü çaba ortaya koymalarını ve fedakârlık
yapmalarını istedikleri kitlelerin hareketini daha da büyütmek zorunda
kalmaktadırlar.
Tarihte
görülen her tür kriz deneyimi, her türden büyük felâket ve insan hayatındaki
her türden ani sapma gibi savaş deneyiminin kendisi de bazı insanları şaşkına
çevirip onların iradesini kırarken bazılarını da bilinçlendirir, aydınlatır ve
güçlendirir. Genel anlamda, bir bütün olarak dünya tarihi, şu veya bu devletin
çökmesiyle ve yıkılmasıyla ilgili tekil kimi vakalar istisna, bilinçlenen ve
güçlenen insanların sayısının ve kudretinin, şaşkına dönüp dağılan insanların
sayısından ve kudretinden daha büyük olduğunu kanıtlamaktadır.
Bu
çilelere ve çelişkilerde yaşanan derinleşmeye “hemen” son vermek şöyle dursun,
birçok yönden barış, o çilelerin nüfusun en geri kesimlerince daha büyük bir
şiddetle ve derinden hissedilmesine neden olacaktır.
Özetle,
birçok gelişmiş ülke ve Avrupa’nın büyük güçleri, devrimci bir durumla karşı
karşıyadır. Bu açıdan Basel Manifestosu’nun öngörüsü, tümüyle doğrulanmıştır.
Bu hakikati doğrudan ve dolaylı olarak inkâr etmek veya Cunow, Plehanof,
Kautsky ve şürekâsı gibi görmezden gelmek, kitlelere yalan söylemek, işçi
sınıfını aldatmak ve burjuvaziye hizmet etmek demektir.
Sotsial-Demokrat [“Sosyal
Demokrat”] gazetesinde (34, 40 ve 41. sayılarında) biz, devrimden korkan küçük
burjuva Hristiyan papazların, genelkurmayın ve milyonerlere ait gazetelerin
Avrupa’da devrimci duruma ait semptomların varolduğunu kabul etmek zorunda
kaldıkları kimi olaylardan bahsetmiştik.
Peki
bu durum uzun sürecek mi ve daha ne kadar derinleşebilir? Bir devrime yol
açacak mı? Bunu bilmiyoruz, kimse bilemez. Cevabı ancak, ileri sınıf olarak
proletaryanın devrimci eyleme geçiş süreci ve devrimci fikriyat ve hissiyatın
gelişimiyle elde edilen deneyim verecektir.
Hiçbir
sosyalist (bir sonraki savaş değil de) bu savaşın, (yarın oluşacak devrimci
durum değil de) bugünkü devrimci durumun devrime yol açacağı konusunda bir
güvence veremeyeceğinden, kimse, bu bağlamda devrimin hayal olduğunu söyleyemez
veya devrimi reddedemez.
Biz
esasında burada, tüm sosyalistlerin tartışma kabul etmeyen, temel görevine,
yani devrimci durumun varlığının kitlelere gösterilmesi, onun kapsam ve
derinliğinin açıklanması, proletaryanın devrimci bilincinin ve devrimci
kararlılığının artırılması, ona devrimci eyleme geçme konusunda yardım edilmesi
ve bu amaç doğrultusunda, devrimci duruma uygun örgütler kurması görevine dair
bir tartışma yürütüyoruz.
Belirli
bir nüfuza veya sorumluluğa sahip hiçbir sosyalist, sosyalist partilerin
böylesi bir göreve sahip olduğu gerçeğine şüpheyle yaklaşma cesareti
gösteremez. “Hayal” satmayan, içeriğinde tek bir vesveseye bile yer vermeyen
Basel Manifestosu, tam da sosyalistlerin halkı ayaklandırıp harekete geçirme
görevinden, Plehanof, Akselrod ve Kautsky gibi kitleleri şovenizmle uyuşturan
yaklaşımdan uzak durulması gerektiğinden, sosyalistlerin kapitalizmin yıkılış
sürecini hızlandırmak için krizden istifade etmelerinin, bu noktada Komün’ün ve
Ekim-Aralık 1905 döneminin sunduğu örneklerin kılavuzluğunda faaliyet
yürütmelerinin şart olduğundan bahsetmektedir. Mevcut partilerin bu görevi
yerine getirememeleri, ihanetten, politik ölümden, kendi rollerini inkârdan ve
burjuvazinin safına geçmekten başka bir anlama sahip değildir.
III
Peki
ama İkinci Enternasyonal’in en önemli temsilcileri ve liderleri, nasıl oldu da
sosyalizme ihanet ettiler? Bu soruyu sonra ayrıntısıyla ele alacağız, önce bu
ihanete “teorik” kılıf bulma çabalarını inceleyeceğiz. Bu noktada (esasen İngiliz-Fransız
şovenistlerin, Hyndman’ın ve onun yeni yandaşlarının argümanlarını yinelemekten
başka bir şey yapmayan) Plehanof ve (çok daha “ustalık” işi argümanlar ortaya
atan) Kautsky’deki sosyal şovenizmin dayandığı ana teorileri, teorik derinliğe
sahipmiş gibi görünen temsilcilerindeki görüntü ile tanımlayacağız.
Belki
de bu teorilerin en ilkeli, “kim başlattı?” diye soran teoridir. Bu teori,
şundan başka bir şey söylememektedir: “Bize saldırdılar, biz de kendimizi
savunuyoruz. Proletarya, çıkarları gereği, Avrupa’da barışı ihlal edenlerle
uğraşılmasını talep ediyor.”
Bu
laflar, dünya genelinde sansasyon düşkünü basının ve burjuvazinin attığı
çığlıkların ve tüm devletin yaptığı beyanların pilav gibi ısıtılmasından gayrı
bir anlama sahip değildirler. Hatta Plehanof, işi ifrata vardırıyor ve söz
konusu bayat ve kaba yaklaşımı ikiyüzlülükle atıfta bulunduğu “diyalektik”le
ilgili sözleriyle süslemeye çalışıyor: somut durumu değerlendirme imkânı bulmak
adına o, “her şeyden önce savaşı kimin başlattığını bulup onu cezalandırmamız
gerek. Diğer tüm sorunlar başka bir durum oluşana dek beklemek zorunda” diyor.
(Bkz. Plehanof’un 1914 tarihinde Paris’te yayımlanan Savaş isimli
broşürü ve Akselrod’un bu broşürdeki argümanları yineleyip durduğu, Golos
dergisinin 86 ve 87. sayıları.) Böylece Plehanof, “diyalektiği safsatayla ikame
etme” denilen o yeni spor dalında rekordan rekora koşuyor.
Safsatacı,
elinde bolca bulunan “argüman”lardan birine sarılır. Hegel’in yıllar önce
tespit ettiği gibi, “dünyada her şeyi ispatlamak için bir argüman bulunabilir.”
Diyalektikse belirli bir toplumsal olguyu kendi gelişim süreci dâhilinde,
birçok açıdan incelemeyi, dışsal olanı, görünümü, üretim güçlerinin gelişimi,
sınıf mücadeleleri, temel itici güçler üzerinden anlamayı talep eder.
Plehanof,
kendince Alman Sosyal Demokrat basınından bir cümleyi cımbızlayıp alıyor:
“Savaştan önce süreci başlatanların Avusturya ve Almanya olduğunu Almanlar da
kabul ediyordu.” Alın size diyalektik! Oysa Plehanof çalışmasında, Rus
sosyalistlerinin çarın Galiçya ve Ermenistan gibi yerleri işgal etme planlarını
defaten ifşa ettiği gerçeği üzerinde durmuyor. O, hiç olmazsa son otuz yılın
ekonomik ve diplomatik tarihini inceleme zahmetinde bile bulunmuyor.
Dolayısıyla, tarihin sömürgelerin fethinden, yabancı ülkelerin yağmalanmasından,
bugün savaşan güçlerin her iki tarafının yürüttüğü siyasetin omurgasını
nispeten daha başarılı olan hasımların ayaklarının kaydırılıp yıkıma
sürüklendiğinden bahsettiğini görmüyor.[3]
Plehanof,
savaşlardan bahsederken, diyalektiğin ana tezini sırf burjuvazinin gönlünü hoş
tutacağım diye utanmadan tahrif ediyor: “Savaş siyasetin başka araçlarla
(şiddet araçlarıyla) sürdürülmesidir.” Bu, Hegel’in düşünce dünyasından
etkilenmiş, savaş tarihinin en büyük yazarlarından biri olan Clausewitz’e ait
bir formüldür.[4] Bu önermeyi çıkış noktası olarak ele alan Marx ve Engels, her
türden savaşı, bu ülkelerde belirli bir dönemde ilgili güçlerin ve muhtelif
sınıfların siyasetinin sürdürülmesi olarak kabul eder.
Plehanof’taki
kaba şovenizm, Kautsky’nin daha bir ustalıkla ve şerbete daldırılmış uzlaşmacı
şovenizmiyle aynı teorik bakışı temel alır. Kautsky, tüm ülkelerdeki
sosyalistlerin “kendi” kapitalistlerinin safında yer almaları fikrini kutsarken
şu türden argümanlara başvurur:
“Vatanı savunmak, herkesin
hakkı ve görevidir; gerçek enternasyonalizm, bu hakkın, benim milletimle
savaşanlar da dâhil, tüm milletlerin sosyalistlerince tanınmasından ibarettir.
[…]” [Bkz. Die Neue Zeit, 2 Ekim 1914 ve aynı yazarın diğer çalışmaları.]
Bu
eşi benzeri bulunmaz mantık, aslında sosyalizmin kelimelerle anlatılamayacak
türden bir karikatürüdür ve ona en iyi cevap, bir tarafında II. Wilhelm’in ve
II. Nikola’nın, diğer yüzünde Plehanof ve Kautsky’nin resimlerinin bulunduğu
bir madalya basmak olacaktır.
Bu
tür kişilere göre gerçek enternasyonalizm, Alman işçilerin Fransız işçilere,
Fransız işçilerin de Alman işçilere “vatan müdafaası” adına ateş etmesine hak
vermek demek!!
Nitekim,
Kautsky’nin mantığının teorik kalkış noktalarına daha yakından bakılırsa,
altında Clausewitz’in seksen yıl önce alaya aldığı fikrin ta kendisinin yattığı
görülür. Bu fikirse “uluslar ve sınıflar arasında tarihsel planda kurulmuş tüm
ilişkiler savaş koptuğunda kesilir, böylelikle yeni bir durum ortaya çıkar”
der. Ortada artık “sadece” saldırıya uğrayanlar, kendisini koruyanlar ve
“sadece” vatanın düşmanlarını kovanlar vardır! Dünya nüfusunun yarısından
fazlasına sahip bir dizi ülkenin hâkim emperyalist ulusların zulmüne uğraması;
bu ülkelerdeki burjuvazinin yağmadan daha fazla pay almak için giriştikleri
rekabet; kapitalistlerin işçi sınıfı hareketini bölme ve ezme niyetleri, tüm bu
gerçekler, Plehanof ve Kautsky’nin zihninde birden silinip gider. Oysa savaştan
önce bu iki isim de kendisini tam da bu “siyaset”le tanımlıyordu.
Bu
noktada sosyal şovenizmin bu iki lideri, Marx ve Engels’e yalandan atıfta
bulunuyor ve argümanlarını kendilerince süslemeye çalışıyor. Plehanof,
Prusya’nın 1813’te girdiği savaşı ve Almanya’nın 1870’deki savaşını
anımsatırken, Kautsky daha bilgiç bir eda ile, Marx’ın 1854-55, 1859 ve
1870-71’te yaşanan savaşlarda kimin başarılı olmasını, (yani hangi tarafın burjuvazisinin
başarısını) istediğimiz sorusunu incelediğini, Marksistlerin de aynı şeyi 1876-
77 ve 1897’deki savaşlar için yaptıklarını söylüyor.
Safsatacıların
her zamanki âdetidir: Bu insanlar, ilkesel olarak birbirlerine hiç benzemeyen
durumlarda yaşanmış olaylara atıfta bulunmayı alışkanlık hâline getirmişlerdir.
Bu isimlerin bahsini ettikleri, geçmişe ait savaşlar, burjuvazinin uzun yıllara
yayılan ulusal hareketlerinin devamıdır ve bu hareketler, yabancı boyunduruğuna
ve mutlakiyetçiliğe (Türk veya Rus mutlakiyetçiliğine) karşıdırlar.
Dolayısıyla,
o dönemde yegâne mesele, hangi tarafın burjuvazisinin tercih edileceği idi. Bu
türden savaşlar konusunda Marksistler, ilk elden halkları ayaklandırmalı,
ulustaki nefreti körüklemelidirler. 1848’de Rusya’ya karşı savaş çağrısı yapan
Marx ve 1859’da Alman halkındaki III. Napolyon ile Rus çarlığının zulümlerine
yönelik nefreti körükleyen Engels, tam da bunu yapmıştır.[5]
Özgürlük
mücadelesi dâhilinde burjuvazinin güttüğü siyaset anlamında feodalizme ve
mutlakiyetçiliğe karşı verilen ve “siyasetin uzantısı” olarak yapılan
savaşlarla, proletaryayı feodal toprak ağaları ile ittifak içerisinde ezmeye
çalışan, tüm dünyayı yağmalayan, bir ayağı çukurda olan emperyalist
burjuvazinin “siyasetin uzantısı” olarak gerçekleştirdiği savaşları kıyaslamak,
tebeşirle peyniri kıyaslamaktır. Bu, “burjuvazinin temsilcileri” olarak
Robespierre, Garibaldi ve Zelyabof’u Millerand, Salandra ve Guçkof gibi
isimlerle kıyaslamak gibi bir şeydir.
Kendi
burjuva “vatanlar”ını temsile tarihsel açıdan hakkı olan, feodalizme karşı
mücadelelerinde on milyonlarca insanı yeni bir ulus dâhilinde medeni bir hayata
taşıyan büyük burjuva devrimcilerine derin bir saygı duymayan kişi, Marksist
olamaz. Aynı zamanda, Alman emperyalistlerinin Belçika’yı boğazlaması konusunda
“neticede vatan savunmasıdır kardeşim!” diyen ve Avusturya ile Türkiye’nin
yağmalanması konusunda Britanyalı, Fransız, Rus ve İtalyan emperyalistlerle
barış yapılmasından bahseden Plehanof ve Kautsky’deki yanıltıcı ve safsatalara
dayalı yaklaşımdan nefret etmeyen de Marksist olamaz.
Diğer
bir “Marksist” sosyal şovenizm teorisi ise şunu söylemektedir: “sosyalizm
kapitalizmin hızlı gelişimine dayanır; benim ülkemde kapitalizm gelişsin ki
sosyalizmin doğuşu kapitalizmin zaferi ile hızlansın. Dolayısıyla, benim
ülkemin yaşayacağı bir yenilgi, ekonomik gelişimi, sonuçta da sosyalizmin
kurulmasıyla sonuçlanacak süreci durduracaktır.”
Rusya’da
bu Struveci teori, Plehanof tarafından geliştirilmiştir. Almanya’da ise söz
konusu gelişimin ardında Lensch gibi isimler vardır. Kautsky, bu teoriyi
açıktan savunan Lensch’e ve zımnen savunan Cunow’a karşı çıkar. Aslında
Kautsky’nin yegâne amacı, tüm ülkelerdeki sosyal şovenistleri daha da
inceltilmiş ve daha ikiyüzlü bir şovenizm teorisi temelinde uzlaştırmaktır.
Bu
kaba teori üzerinde daha fazla durmaya gerek yok. Struve’un Eleştirel Notlar
isimli çalışması 1894’te yayımlandı. Son yirmi yıldır Rus sosyal demokratlar, o
aydın Rus burjuvazinin, kendi isteklerini devrimci içeriğinden arındırılmış bir
Marksizm kılıfı altında savunup kendi fikirlerini öne sürme alışkanlığına epey
aşina olduklarını söylemek lazım.
Struvecilik,
sadece Rusya’ya has değil, son olayların da açık biçimde ispatladığı üzere, o,
esasen beynelmilel bir çabanın adıdır. Struvecilik dâhilinde burjuva
teorisyenler, Marksizmi “nezaketle” öldürmeye, onu benimseyenleri ezmeye,
ondaki “ajitatif”, “demagojik”, “Blankist-ütopyacı” yan hariç, tüm gerçek
manada "bilimsel” yönleri ve öğeleri yalandan kabul ediyormuş gibi yapıp
Marksizmi yok etmeye çalışmaktadırlar.
Başka
bir ifadeyle burjuva teorisyenler, Marksizmden reformlar için mücadele,
proletarya diktatörlüğünü hedeflemeyen sınıf mücadelesi, “sosyalist idealler”in
“genel kabulü ve kapitalizmin “yeni bir düzen”le ikame edilmesi gibi liberal
burjuvazinin kabul edebileceği şeyleri alır, buna karşılık, Marksizmin
kendisine can veren “tek” şeyi, o devrimci içeriği bir kenara atarlar.
Oysa
Marksizm, proleter hareketin kurtuluş teorisidir. Dolayısıyla, şurası açık ki
sınıf bilinçli işçiler, Struvculuğun Marksizmle ikame edilmesine dönük her
türden girişime karşı azami dikkat göstermek zorundadırlar. Bu sürecin itici
unsurları farklılık arz ederler ve çok yönlüdürler. Burada sadece üç ana unsura
işaret edeceğiz:
(1)
Bilimin gelişmesi, Marx’ın haklı olduğunu kanıtlayan daha fazla malzemeyi temin
eder. Bu da Marx’la ikiyüzlü bir biçimde mücadele etmeyi gerekli kılar. Fakat
bu mücadeleyi verenler Marksizmin ilkelerine açıktan karşı çıkmazlar, sadece
Marksizmi kabul ediyormuş gibi yapıp onu safsatalarla zayıf düşürmeye, burjuvazi
için zararsız olan kutsal bir “put”a dönüştürmeye çalışırlar.
(2)
Sosyal demokrat partilerde oportünizmin gelişmesi, Marksizmin bu şekilde
yeniden biçimlendirildiği süreci besler, onun oportünizmin her türden tavizini
meşrulaştıracak kıvama gelmesini sağlar.
(3)
Emperyalizm, dünyanın diğer tüm uluslara zulmeden “büyük” ve imtiyazlı uluslar
arasında bölüşüldüğü dönemdir. Bu imtiyazlar ve zulüm neticesinde yağmadan
alınan payın bir kısmı, küçük burjuvazinin belirli kesimlerine, işçi
aristokrasisine ve bürokrasiye dağıtılır. Emekçi kitleler ve proletarya
içerisinde önemsiz sayılabilecek bir azınlığı ifade eden bu sınıfsal katmanlar
“Struveciliğe” meylederler, zira Struvecilik, onlara tüm ulusların ezilen
kitlelerine karşı kendi ulusal burjuvazileriyle kurdukları ittifak için gerekçe
sunar. Bu meseleyi ileride, Enternasyonal’in çöküşünün sebepleri ile bağlantılı
olarak ele alacağız.
IV
Sosyal
şovenizmin en zekice geliştirilmiş, bilimsel ve enternasyonal görünsün diye
ustalıkla süslenmiş olan teorisi, “ultra-emperyalizm” teorisidir. Bu teorinin
en berrak, en kesin ve en taze anlatımını, yazarın şu sözlerinde buluyoruz:
“İngiltere’de korumacı
hareketin kenara itilmesi, Amerika’da gümrük tarifelerinin düşürülmesi,
silâhlanma eğilimi, savaşı takip eden birkaç yıl içerisinde Fransa’dan
Almanya’ya doğru gerçekleşen sermaye ihracındaki hızlı düşüş, en nihayetinde
finans kapitalin muhtelif kliklerinin uluslararası düzlemde iç içe geçtiği
süreçteki hızlanma, tüm bunlar, ulusal finans kapitalin karşılıklı çekişmeleri
yerine uluslararası planda birleşmiş finans kapitalin ortak sömürüsünü devreye
sokacak yeni bir ultra-emperyalist politikanın mevcut emperyalist politikanın
yerini alıp alamayacağını sorgulamama neden oldu. Kapitalizmin böylesi bir
aşamaya girmiş olduğunu, en azından teorik düzeyde söylemek mümkün. Peki ama
bu, pratikte erişilebilir bir sonuç mudur? Bu soruya cevap verebilmek için
elimizde hâlen daha yeterli öncül bulunmamaktadır. […]” (Die Neue Zeit,
Sayı. 5, 30 Nisan 1915, s. 144).
“Bugünkü savaşın seyri ve
yol açacağı sonuçlar, bu noktada tayin edici olabilirler. Bu süreç, finans
kapitalistleri arasındaki milliyetçi nefreti en üst düzeyde körükleyip,
silâhlanma yarışını yoğunlaştırarak, devamında da ikinci bir dünya savaşını
kaçınılmaz kılarak, ultraemperyalizmin henüz güçsüz olan sürgünlerini
budayabilir. Bu durumda, benim İktidar Yolu broşürümde öngördüğüm ve formüle
ettiğim şey, tüm o korkutucu boyutlarıyla birlikte gerçekleşebilir; Sınıfsal
çelişkiler daha da keskinleşir, bunu kapitalizmin moral çöküntüsü [“kepenk
kapatması”, Abwirtschaftung, iflası] takip eder. [Burada ifade etmek
gerekir ki Kautsky bu özenti sözcükle “proletarya ile finans kapital arasındaki
ara katmanların”, yani “aydınların, küçük burjuvazinin, hatta küçük
kapitalistlerin” kapitalizme yönelik “nefret”ini kastediyor. –VIL] Fakat savaş
başka şekilde sonuçlanabilir. Savaş ultra-emperyalizmin güçsüz olan
sürgünlerinin güçlenmesine de yol açabilir. [Buraya dikkat! –VIL] Savaşın
sunacağı dersler, barış koşullarında uzun süre beklememizi gerektirecek
gelişmeleri hızlandırabilir. Eğer böylesi bir sonuca, uluslar arasında imza
edilecek bir anlaşmaya, silâhsızlanmaya ve kalıcı bir barışa sebep olursa, o
vakit savaştan önce kapitalizmin moral çöküntüsündeki hızlanmaya yol açan
sebeplerin en kötüleri, ortadan kaybolabilir. Yeni aşama, elbette proletaryanın
başına yeni çoraplar örebilir, hatta belki de onun başına daha kötü şeyler de
gelebilir, fakat bir süre emperyalizm, kapitalizmin genel çerçevesi dâhilinde,
yeni umutlarla ve beklentilerle yüklü bir dönemin kapısını aralayabilir.” (s.
145)
Peki
yazar, bu “teori” üzerinden sosyal şovenizmi nasıl haklı çıkartabiliyor?
Bir
teorisyen için oldukça tuhaf bir biçimde, aynen şöyle:
Almanya’da
sol sosyal demokratlar, emperyalizmin ve yol açtığı savaşların kazara
olmadığını, finans kapitalin hâkimiyetini tesis etmesini sağlayan kapitalizmin
kaçınılmaz bir ürünü olduğunu söylüyorlar. Buradan da nispeten barışçıl gelişme
dönemi sona erdiği için devrimci kitle mücadelesine geçilmesi gerektiğini iddia
ediyorlar. Sağ sosyal demokratlarsa, utanma nedir bilmeden, şunu söylüyorlar:
emperyalizm “zaruri” olduğu için bizim de emperyalist olmamız gerekir. Merkezde
duran biri olarak Kautsky, bu iki görüşü uzlaştırmaya çalışıyor.
Kautsky,
Ulus-Devlet, Emperyalist Devlet ve Devletler Birliği (Nuremberg, 1915)
isimli broşüründe “aşırı solcuların, kaçınılmazlığı aşikâr olan emperyalizmle
sosyalizmi karşı karşıya getirmek istediklerini, yani elli yıldır kapitalist
hâkimiyetin her türlü biçiminin karşısına sadece sosyalizm propagandasının
değil, sosyalizmin hemen gerçekleştirilmesi hedefini de koyduklarını” söylüyor.
Buradan da “gayet radikalmiş gibi görünen bu yaklaşımın, sosyalizmin
pratikte hemen gerçekleşebileceğine inanmayan herkesi emperyalizmin safına
itmek gibi bir iş göreceğini iddia ediyor. (s. 17, italikler bize ait)
Sosyalizmin
şimdi gerçekleştirilmesinden bahsederken Kautsky hemen kıvırtmaya başlıyor,
zira bu noktada kendisi, Almanya’da, bilhassa askerî sansür koşullarında
devrimci eylem hakkında konuşulamıyor oluşundan istifade ediyor. O da gayet iyi
farkında ki sol, partisinden, “sosyalizmin pratikte hemen gerçekleştirilmesi”ni
değil, devrimci eylem lehine olan ve ona hazırlığı esas alan, bugün hemen
yürütülecek propaganda faaliyetini talep ediyor.
Kautsky,
devrimci eylemin zaruri olduğu sonucuna, “emperyalizmin zaruri olduğu” tezi
üzerinden ulaşıyor. Ne var ki “ultra-emperyalizm teorisi”, Kautsky’nin oportünistleri
temize çıkartmasına, bunların sanki burjuvazinin yanına geçmeyip, sadece
sosyalizmin hemen gelebileceğine “inanmadıkları” havası yaratabilmesine
yarıyor, bu teori üzerinden Kautsky, silâhsızlanmanın ve kalıcı barışın
tanımladığı yeni bir dönemin geleceği beklentisi içine giriyor. Söz konusu
“teori”, özünde şundan başka bir şey söylemiyor: Kautsky, oportünistlerin ve
resmi sosyal demokrat partilerin burjuvaziye yamanmalarını ve onların Basel
kararındaki vakur beyanlara rağmen, mevcuttaki fırtınalı dönemde geliştirilen
devrimci, yani proleter taktiklere yönelik itirazlarını meşrulaştırmak
adına, kapitalizmin yeni barışçıl dönemine dair umudu istismar ediyor!
Ayrıca
Kautsky, bu yeni aşamanın belirli koşul ve şartların zorunlu sonucu olduğundan
da bahsetmiyor. Tam tersine o, yeni aşamanın “gerçekleşebilir” olup
olmadığına kendisinin de karar veremediğini açık sözlülükle söylüyor. Aslında
Kautsky’nin bahsini ettiği yeni döneme işaret eden “eğilimler”in üzerinde
durmakta fayda var. Yazarın “silâhsızlanma eğilimi” başlığını ekonomik olgular
arasında sayması, gerçekten şaşılacak bir adım! Burada masummuş gibi görünen
cahilce lafların ve boş hayallerin ardına saklanan Kautsky, “çelişkilerin
etkilerinin azaltılması” üzerinde duran teoriyle hiçbir şekilde örtüşmeyen,
tartışma kabul etmez gerçeklerin üzerini örtmeye çalışıyor.
“Ultra-emperyalizm”
terimiyle Kautsky, asıl söylemek istediği şeyi gizliyor. Aslında bu terim,
kapitalizmin çelişkilerinin yol açtığı etkilerin azaltılmasından başka bir şeyi
ifade etmiyor. Bize Britanya ve Amerika’da kenara itilen korumacılıktan
bahsediyor. Bu durumun yeni dönemle ne alakası var? Amerika’da bugün aşırı
korumacılık kenara itiliyor olabilir, ama korumacılık politikası, tıpkı
Britanya’nın ekmeğine yağ süren gümrük tarifeleri ve imtiyazlar gibi, bu
ülkenin sömürgelerinde varlığını hâlen daha koruyor. Bu noktada kapitalizmin
önceki “barış” döneminden bugünkü emperyalist dönemine nasıl geçildiğini, bu
geçişin ne üzerinden gerçekleştiğini hatırlamak gerek: serbest rekabet tekelci
kapitalist birliklere yol açtı, dünya taksim edildi. Her iki gelişme de (her
iki öğe de) dünya açısından apaçık öneme sahip olgular: Serbest ticaret ve
barışçıl rekabet, ancak sermaye belirli bir engelle karşılaşmadan elindeki
sömürgeleri büyütme, Afrika gibi yerlerde henüz ele geçirilmemiş toprakları
fethetme imkânına sahip olduğu, sermayedeki yoğunlaşmanın henüz zayıf
seyrettiği, tekelci bir yönelimin ortaya çıkmadığı, yani endüstrinin bir
kolunun tümünde hâkimiyete izin veren bir büyüklüğün oluşmadığı
koşullarda mümkün ve gereklidir. Britanya ve Amerika’da bu tarz tekelci
eğilimlerin ortaya çıkışına ve gelişmesine mani olunamadı. Kautsky’nin bile
inkâr edemeyeceği üzere, savaş süreci hızlanıp yoğunlaştı. Tüm bu gelişmeler,
eski dönemin serbest rekabet imkânlarını ortadan kaldırdı. Onun
altındaki halıyı çekti. Öte yandan dünyanın taksim edildiği süreç, barışçıl büyümenin
yerini, kapitalistlerin nüfuz alanlarının ve sömürgelerin yeniden taksimi için
vereceği silâhlı mücadeleye bırakmasına neden oldu. Bahsi edilen iki ülkedeki
korumacılığın bu açıdan herhangi bir şeyi değiştirmesi mümkün değildi.
Buradan
son birkaç yıllık süreçte Fransa ile Almanya’nın gerçekleştirdiği sermaye
ihraçlarındaki düşüşleri inceleyelim. Harms’ın sunduğu istatistikî verilere
göre bu iki ülkenin her biri, 1912’de toplam 35 milyar marklık (yaklaşık 17
milyar rublelik) dış yatırım hacmine sahipti, oysa Britanya’nın ulaştığı hacim,
tek başına bu iki ülkenin toplamının iki katı idi.[6] Kapitalizm koşullarında
sermaye ihraçlarındaki artış, hiçbir zaman düz bir hattı takip etmedi, bu,
zaten mümkün de değildi. Kautsky bile cüret edip, sermaye birikiminin
azaldığını veya iç piyasanın kapasitesinin önemli bir değişime maruz kaldığını,
yani kitlelerin yaşam koşullarının büyük ölçüde ilerleme kaydettiğini
söyleyemez. Bu koşullarda iki ülkeden kaynaklanan ve son birkaç yıl içerisinde
gerçekleşen sermaye ihraçlarındaki düşüş, esasen yeni bir dönemin başladığına
işaret etmez.
Sadece
tek bir genel ve tartışma götürmez bir eğilim vardır, o da “finans kapital
klikleri arasında uluslararası düzlemde yaşanan iç içe geçme durumlarındaki
artıştır” ki bu artış, son birkaç yılın ve salt iki ülkenin değil, tüm
kapitalist dünyanın meselesidir. Peki ama bu eğilim, bugüne dek olduğu gibi,
neden silâhlanma değil de silâhsızlanma yönünde cereyan etsin? Bu noktada örnek
olarak dünyaca ünlü top (ve silâh) imalatçılarından biri olan Armstrong’a
bakalım. Britanya’da yayımlanan Economist dergisi 1 Mayıs 1915 tarihli
nüshasında yer verdiği yazıda bu şirketin kârlarının 1905/6’da 606.000 sterlin
(yaklaşık 6.000.000 ruble) iken 1914 yılında 940.000 sterline (9.000.000
rubleye) çıktığını söylüyor. Bu, finans kapital klikleri arasındaki iç içe
geçmenin en yalın ifadesi aslında. Bu süreç daha da hızlanıyor. Öyle ki Alman
kapitalistler, İngiliz firmalarında daha fazla “pay”a sahip oluyorlar. İngiliz
firmaları Avusturya için denizaltı üretiyor vs. Tüm dünya ölçeğinde kendi
içinde belirli bağlar kuran sermaye, silâhlanma ve savaşlar üzerinden
palazlanıyor. Tek tek ülkelerdeki sermayenin birleşip uluslararası ölçekte
birbirine bağlanmasından bahsedenler, bu sürecin zorunlu olarak silâhsızlanma
yönünde genel bir ekonomik eğilime yol açtığını söylüyorlar. Bu da onların
sınıfsal çelişkilerin hafifletilmesine ilişkin o cahilce beklentilerinin,
çelişkilerin fiiliyatta yoğunlaşmasına dair görüşe galebe çalmasına neden
oluyor.
V
Kautsky,
savaşın sunduğu “dersler”i tümüyle cahillere has bir anlayışla aktarıyor ve bu
dersleri sefalet karşısında duyduğu ahlakî tiksinti ile birlikte sunuyor.
Örneğin Ulus-Devlet başlıklı broşüründe şunları söylüyor:
“Aslolarak genel barışla
ve silâhsızlanmayla ilgilenen halk katmanlarının varlığı, şüphe götürmez,
ispata ihtiyaç duymayan bir gerçekliktir. Küçük burjuvazi ve küçük köylüler,
hatta birçok kapitalist ve aydın, bahsi edilen katmanların, savaşın ve
silâhlanmanın bir sonucu olarak maruz kaldıkları zarara kıyasla daha ağır basan
bir çıkar üzerinden emperyalizme kendilerini bağlama ihtiyacı duymuyorlar.” (s.
21)
Kautsky,
bu satırları Şubat 1915’te yazıyor! Oysa gerçek şu ki küçük burjuvasından
aydınına, oradan tüm kapitalistine bütün mülk sahibi sınıflar, kütle hâlinde
emperyalistlerin yanında bir araya geldiler, buna karşın Kautsky, Çehof’un
atkılı adam öyküsündeki suya sabuna dokunmayan, inisiyatif almaktan ve her
türlü yenilikten ürken adam gibi, o fazla ukala hâliyle ve süslü ifadelerle,
gerçekleri görmezden geliyor. Bu noktada Kautsky, küçük burjuvazinin çıkarları
konusunda onun eylemi değil, belirli sözlerine göre hükümde bulunuyor, oysa her
adımda bu tür sözler eylemler tarafından çürütülüyorlar. Bu, genelde
burjuvazinin “çıkarlar”ını burjuvaların eylemlerine değil de mevcut sistemin
Hristiyanlık idealleriyle yüklü olduğunu beyan eden burjuva din adamlarının
müşfik söylemlerine göre değerlendirmek gibi bir şey.
Kautsky,
Marksizmi onu tüm muhtevasından arındırarak tatbik ediyor, dolayısıyla, geriye
sadece ötedünyaya, doğaüstüne atıfta bulunan bir anlama sahip, slogan yerine
dillendirilen “çıkarlar” türünden kelimeler kalıyor. Çünkü bu tür kelimeler,
gerçek ekonomiye değil, dindarca bir üslupla dillendirilmiş amme menfaatine
dair arzuları ifade ediyorlar.
Marksizm,
“çıkarlar” meselesini, gündelik hayatta milyonlarca olguda ifadesini bulan
sınıfsal çatışmalar ve sınıf mücadelesine göre değerlendirir. Küçük burjuvazi,
şiddetlendikleri vakit “zararlı sonuçlar”a yol açacak olan bu çatışmaları
yatıştırmak konusunda gevezelik eder ve çatışmaların dindiği gerçekliğe dair
hayaller kurar.
Emperyalizm,
mülk sahibi sınıfların tüm katmanlarının finans kapitale teslim olmasını, bugün
önemli bir bölümü savaşın içinde yer alan beş altı “büyük” güç arasında
bölüştürülmesini ifade eder. Dünyanın büyük güçler arasında bölüştürülmesi ise
bu ülkelerdeki tüm mülk sahibi sınıfların nüfuz alanlarına ve sömürgelere sahip
olmakla, başka milletlere zulmetmekle ve büyük güçlerle zalim millete ait
olmaktan kaynaklanan şu veya bu şekilde kazançlı olan makamlar ve imtiyazları
güvence altına almakla ilgilenirler.[7]
Hayat,
eskiye nazaran sakin, medeni, barışçıl koşullarda, kapitalizmin pürüzle
karşılaşmadan geliştiği, kademeli olarak yeni ülkelere yayıldığı dönemdeki gibi
ilerleyemez. Yeni bir dönem gelip çatmıştır. Finans kapital, bir ülkeyi alır ve
büyük güçler mertebesinden indirir, onu sömürgelerinden ve nüfuz alanlarından
mahrum bırakır (bugün Britanya ile savaşa girmiş olan Almanya’nın yaptığı
budur), o aynı zamanda hâkim millet içerisinde sahip olduğu imtiyazları ve ek
gelirleri küçük burjuvazinin elinden alır. Savaş, bunun kanıtıdır. Savaş, İktidar
Yolu broşüründe dile getirdiği biçimiyle Kautsky gibi insanların da uzun
zamandır kabul ettikleri üzere, çatışmalardaki şiddetlenmenin bir sonucudur.
Büyük
güç olmanın bir ülkeye sunduğu imtiyazlar için yaşanan silâhlı çatışma, artık
bir gerçeklik hâlini almıştır. Buna karşın Kautsky, kapitalistleri ve küçük
burjuvaları savaşın korkunç bir şey olduğuna, silâhsızlanmanın faydasının
bulunmadığına ikna etmek istemektedir, tıpkı aynı işi yapıp aynı sonuca ulaşmak
isteyen papazlar gibi. Bu papazlar da vaiz kürsülerine çıkıp kapitalistleri
kardeşlerini sevmenin Tanrı emri olduğuna, ama aynı zamanda manevi bir arzu ve
medeniyetin ahlak yasası olduğuna inanmaya çağırmaktadırlar.
Kautsky’nin
“ultra-emperyalizm” olarak adlandırdığı ekonomik eğilim, esasen küçük
burjuvanın finansçılara kötülüklerden uzak durma konusunda verdiği tavsiyeden
başka bir şey değildir.
Peki
ya sermaye ihracı? Oysa Amerika Birleşik Devletleri gibi bağımsız ülkelere,
sömürgelere yönelik olandan daha fazla sermaye ihraç edilmektedir. Sömürgelerin
ele geçirilmesine ne diyeceğiz? Hepsi de ele geçirilmiştir, hemen hemen hepsi
de kurtuluş için mücadele etmektedir.
“Hindistan, Britanya’nın
malı olmaktan çıkabilir, ama bütün imparatorluğun bir parçası olarak o hiçbir
zaman başka bir yabancı gücün buyruğuna girmeyecektir.” (adı geçen broşürün 49.
sayfasından).
“Herhangi bir sanayileşmiş
kapitalist devletin hammadde konusunda başka ülkelerden bağımsız olmasını
sağlayacak, sömürge sahibi bir imparatorluk hâline gelme çabası, diğer tüm
kapitalist devletlerin o devlete karşı birleşmelerine ve bitmek bilmeyen, bıktırıcı
savaşlar içine girmelerine sebep olmalı, böylece o devlet hedefine asla
yaklaşamamalıdır. Bu türden bir politika, o devletin tüm ekonomik hayatının
iflasına doğru emin adımlarla ilerlemesini sağlayacaktır.” (s. 72-73.)
İyi
de burada Kautsky, finansçıları, para babalarını emperyalizmden vazgeçmeleri
konusunda cahilane bir tutumla ikna etmeye çalışmıyor mu? Kapitalistleri iflas
ihtimali ile korkutmaya çalışmak, birçok kişi hisseler konusunda spekülasyon
yaptığı için iflas etti diye borsada spekülasyon yapmama konusunda tavsiyede
bulunmak gibi bir şeydir.
Sermaye,
rakip bir kapitalistin veya rakip bir milletin iflası üzerinden kazanç elde
eder, çünkü bu sayede sermaye daha da yoğunlaşır. Bu sebeple, ekonomik rekabet
ne kadar sert ve ne denli hırslı olursa, yani rakip güç, iflasa ekonomi
düzleminde ne kadar çok sürüklenirse, o kadar çok kapitalist, rakibi iflas
yoluna sokmak için gerekli askerî baskıyı artırmak için uğraşır.
Bir
finansçının, ABD gibi özgür, bağımsız ve medeni bir ülkeye yapılan sermaye
ihracına kıyasla üç kat daha fazla kâr elde ettiği, sömürgelere veya Türkiye
gibi bağımlı ülkelere yönelik sermaye ihracının avantajlar sunduğu ülke sayısı
azaldıkça, Türkiye ve Çin gibi ülkelerin boyunduruk altına alınmasına ve
bölünmesine dönük mücadele de o denli şiddetli olacaktır. Finans kapital ve
emperyalizm dönemi konusunda ekonomi teorisinin ortaya koyduğu gerçeklik budur.
Mevcut olgular da bundan başka bir şey söylememektedir.
Ama
Kautsky, her şeyi o bayatlamış küçük burjuva “ahlak anlayışı” üzerinden ele
alıyor: Bu anlayışa göre Türkiye’nin bölüşülmesi veya Hindistan’ın ele
geçirilmesi için bir savaş başlatmanın anlamı yoktur, çünkü bu ülkelerin uzun
süre elde tutulmaları mümkün değildir, hatta asıl güzel olanı kapitalizmin
barışçıl yollardan gelişmesidir. En doğrusu, elbette ki iç piyasayı ücretleri
artırarak büyütmek ve kapitalizmi geliştirmektir. Oysa bunlar, finansçılara
vaaz verecek bir papazın ağzından dökülebilecek, ancak böylesi bir durumda
“makul” karşılanacak sözlerdir. Sömürgelerin her hâlükârda yakında kurtulacağını
düşünen bizim doğruluk abidemiz Kautsky, o kadar çok çaba harcıyor ki
sömürgeler konusunda Britanya ile savaşmanın anlamsız olduğu konusunda Alman
finansçıları neredeyse ikna edecek!
Britanya’nın
Mısır’a yaptığı ihracat ve bu ülkeden yaptığı ithalat, 1872-1912 arası dönemde
toplam ihracat-ihracat hacmindeki büyümeye eşlik edemedi. Buna karşın, bizim
“Marksist” Kautsky’miz, bu gerçekten şu ahlakî dersi çıkartıyor:
“Britanya’nın Mısır’la
ticaretinin askerî işgal olmaksızın, salt ekonomik faktörlerin faaliyetinin bir
sonucu olarak az geliştiğini iddia etmek için elimizde herhangi bir sebep yok.”
(s. 72)
“Sermayenin yayılma arzusu
en iyi, emperyalizmin şiddete dayalı yöntemleriyle değil, barışçıl demokrasiyle
karşılanabilir.” (s. 70)
Böylesine
ciddi, bilimsel ve “Marksist” analiz karşısında ancak şapka çıkartılır!
Kautsky, aklın yolundan çıkan tarihi muazzam bir çabayla “tekrar yoluna
sokuyor”. Britanya’nın Mısır’ı Fransızlardan geri almasına gerek olmadığını
“ispatladıktan” sonra Alman finansçılarının savaşa başlamasının, Türkiye’ye
dönük harekâtı örgütlemelerinin ve İngilizleri Mısır’dan kovacak başka türde
tedbirleri almalarının bir anlamının bulunmadığını söylüyor! Her şey basit bir
yanlış anlamadan kaynaklanıyor. Neticede İngilizler, henüz Kautsky gibi en
hayırlısının Mısır’da uygulanan zora dayalı yöntemleri terk etmek ve “barışçıl
demokrasi”yi benimsemek, buradan da sermaye ihracını artırmak olduğunu hâlen
daha akıl edebilmiş değiller.
“Tabii burjuva serbest
ticaret yanlılarının, serbest ticaretin kapitalizmin ürettiği ekonomik
çelişkileri tümüyle ortadan kaldıracağına dair inançları bir yanılsamaya
dayanıyor. Bu çelişkileri, ne serbest ticaret ne de demokrasi ortadan
kaldırabilir. Bizse her bakımdan bu uzlaşmaz çelişkilerin yığınlar için en az
çileyle ve en az özveri gerektirecek bir mücadele ile ortadan kaldırmasından
yanayız.” (s. 73)
Tanrım
bize yardım et, bizden merhametini esirgeme Tanrım! Lassalle “cahil nedir?”
diye sorar, sonra da cevabını ünlü bir şairin şu dizelerini aktararak verir:
“Cahil, içinde Tanrı’nın kendisini bağışlayacağına dair umuttan ve korkudan
gayrı hiçbir şey bulunmayan kişidir.” [Goethe] Kautsky, Marksizmi eşi benzeri
bulunmayan bir tür fahişeliğe indirgedi, kendisi de gerçek bir papaza dönüştü.
Bu papaz, kapitalistleri barışçıl demokrasiyi benimsemeye ikna etmek için
uğraşıyor ve buna da “diyalektik” diyor: Önce serbest ticaret varolduğuna, onu
tekeller ve emperyalizm takip ettiğine göre, “neden sıra ultra-emperyalizmde
olmasın, onu bir kez daha neden serbest ticaret izlemesin” diyor. Bizim papaz,
cüret edip de ultra-emperyalizmin sunacağı nimetlerin elde edilip edilmeyeceği
sorusunu sormuyor ama nasılsa bu nimetleri tasvir ederek ezilen kitleleri
teskin etmek için çabalıyor. Demek ki Feuerbach, dini “o halkı teskin eder” tespiti
üzerinden savunanlara teskin etme çabasının gerici anlamından bahsederken
haklıymış: Kim köleleri köleliğe karşı başkaldırsınlar diye ayağa
kaldırmıyorsa, köle sahiplerinin değirmenine su taşıyor demektir.
Tüm
ezen sınıflar, düzenlerini muhafaza altına almak için iki kişinin toplumsal
işlevine ihtiyaç duyarlar: cellâdın ve papazın işlevi. Cellât, protestoları
bastırmak ve ezilenlere gözdağı vermek için lâzımdır; papaza ise ezilenleri
teskin etmek, onlara çileli ve özverilerle yüklü hayatının ağırlığının azalma
ihtimalinden bahsetmek (ki bu sözler, bu ihtimallerin gerçekleşmesini güvence
altına almadan edilirler), sınıfsal düzeni korumak, bunun yanında ezilenleri o
düzene bağlamak, devrimci eylemden uzaklaştırmak, devrimci ruhu yok etmek,
devrimci kararlılığı ortadan kaldırmak düşer. Kautsky, Marksizmi en berbat ve
en aptal karşı-devrimciye, ruhban ideolojisinin en aşağılık biçimine
dönüştürmüştür.
1909’da
kaleme aldığı İktidar Yolu’nda kendisinin de kabul ettiği üzere
kapitalizmdeki uzlaşmaz çelişkilerin yoğunlaştığı, savaşlarla ve devrimlerle
yüklü yeni bir “devrimci dönem”e yaklaşıldığı tespiti, kimsenin çürütemediği,
çürütemeyeceği bir gerçekliktir. Orada Kautsky, “vakitsiz” devrimin
olmayacağını söylüyor, “daha kavga başlamadan önce yenilgi ihtimalinin varlığı
inkâr edilemeyecek bir olgu olsa bile, bir ayaklanmada zafer ihtimaline
güvenmeyi reddetmek, davanın kendisine ihanettir” diyordu.
Savaşın
başlamasıyla birlikte uzlaşmaz çelişkiler daha da keskinleşti. Kitlelerin
çileleri tahammül edilemeyecek düzeye ulaştı. Savaş bitecekmiş gibi görünmüyor,
düşmanlıklar giderek yayılıyor. Bu koşullarda Kautsky broşür üzerine broşür
yazıyor, sansürün talimatlarına uysal bir kedi gibi boyun eğiyor, toprak gaspı,
savaşın yol açtığı dehşet verici sahneler, savaşın rantını yiyenlerin elde
ettiği muazzam kârlar, cephane üreten işkollarında çalışan işçilerin maruz
kaldığı fiili kölelik ve artan geçim maliyetlerinden bahsetmekten imtina
ediyor. Bunun yerine sürekli proletaryayı teskin ediyor. Bu işi de burjuvazinin
devrimci ve ilerici olduğu, Marx’ın da şu veya bu ülke burjuvazisinin muzaffer
olmasını istediği savaşlara dair örneklere atıfta bulunarak yapıyor. Elindeki
teskin edici ilâcı proletaryanın kanına, paylaşıp durduğu rakamlarla ve
tablolarla enjekte ediyor. Bu tablolar, sömürgesiz kapitalizmin mümkün
olduğunu, onun başkalarını yağmalamak zorunda olmadığını, savaş ve silâhlanma
pratiğine ihtiyaç duymadığını, “barışçıl demokrasi”nin tercih edilmesi gereken
bir şey olduğunu ispatlamak için kullanılıyorlar. Kitlelerin çilelerinin daha
da arttığını, devrimci durumun gözlerimizin önünde oluştuğunu (ki o, sansür
izin vermediği için bu gerçek hakkında tek laf edilemez!) inkâr etme cesareti
gösteremeyen Kautsky, burjuvaziye ve oportünistlere sunduğu hizmetkârlık
dâhilinde, “daha az özveri ve daha az çile” anlamına gelecek yeni bir aşamada
başka bir mücadele biçimini ihtimal olarak öne çıkartıyor (ama nedense o
ihtimalin gerçekleşmesini güvence altına alacak hiçbir şey yapmıyor).
Tam
da bu sebeple Franz Mehring ve Rosa Luxemburg, Kautsky’yi “sokak fahişesi” [Mädchen
für alle] olarak nitelerken gayet haklıydı.
* * *
Ağustos
1905’te Rusya’da devrimci bir durum vardı. Çar, huzursuzluğun ve karışıklığın
hüküm sürdüğü koşullarda kitleleri “teskin” etmek için Buligin Duması’nın[8]
toplanacağına dair söz verdi. Madem finansçıların silâhlanma sürecine son
vermeleri ve “kalıcı barış”ı kabul etmeleri “ultra-emperyalizm” olarak
adlandırılıyor, o vakit Buligin’in başını çektiği, danışma meclisi temelli
parlamenter temsiliyet sistemi de pekâlâ “ultra-otokrasi” olarak tarif
edilebilir.
Bir
an durup yüz devasa teşebbüs ve yatırım dâhilinde “iç içe geçmiş” yüz kadar
dünyanın en büyük finansçısının halklara savaş sonrası silâhsızlanmaya destek
olacaklarına dair söz verdiklerini varsayalım (ki bu varsayımı, sadece
Kautsky’nin o aptal teorisinden belirli politik çıkarımlara ulaşmak için dile
getiriyoruz). Böyle bir şey olsa bile proletaryayı, yokluğu durumunda tüm
vaatlerin ve tüm ihtimallerin seraptan başka bir anlam taşımayacağı devrimci
eylemden caydırmak, düpedüz ihanettir. Bu işi yapan, proletaryaya ihanet ediyor
demektir.
Savaş,
sadece kapitalist sınıfa muazzam kârlar, Türkiye ve Çin gibi ülkelere yönelik
tazelenmiş yağma fırsatları, milyarlık yeni sözleşmeler ve artırılmış faiz
oranlarıyla verilen yeni kredi imkânları sunmakla kalmadı. Savaş, ayrıca
kapitalist sınıfa, proletaryanın bölünmesi ve yozlaşması gibi daha önemli kimi
politik avantajlar sağladı.
Kautsky,
işte bu yozlaşmayı teşvik eden bir isim. O, militan proleterler içerisinde
beynelmilel düzeyde yaşanan ayrışmayı, sırf kendisi Südekum gibilerle
birleşecek diye kutsuyor! Ne yazık ki eski partilerin “birlik” sloganının,
belirli bir ülkenin burjuvazisiyle proletaryanın “birliği”, ayrıca muhtelif
ülkelerin proletaryası arasındaki ayrışma anlamına geldiğini idrak edemeyen
insanlar var.
VI
Yukarıdaki
satırlar, Kautsky’nin “sosyal demokrasinin çöküşü” konusunda ulaştığı argümanları
(Cunow’a verdiği cevabın bulunduğu 7. Kısmı) içeren Die Neue Zeit
gazetesinin 28 Mayıs tarihli 9. sayısı yayınlanmadan önce kaleme alınmıştı.
Orada Kautsky, kendisinin sosyal şovenizmi savunmak adına eskiden beri
dillendirip durduğu safsataları ve onlara eklediği yeni safsatayı şu şekilde
özetliyor:
“Savaşın saf anlamda
emperyalist bir savaş, savaşın başında da tek seçeneğin emperyalizm ya da
sosyalizm olduğunu, Almanya, Fransa ve birçok açıdan Britanya’daki sosyalist
partilerin ve proleter kitlelerin hiç düşünmeden, bir avuç parlamenterin
çağrısıyla kendilerini emperyalizmin kollarına atıp sosyalizme ihanet
ettiklerini, bu sebeple de tarihte örneği görülmemiş bir çöküşe sebebiyet
verdiklerini söylemek pek doğru olmaz.”
Burada
yeni bir safsatanın üretildiğin ve işçileri aldatacak yeni bir yalanın
dillendirildiğine hiç şüphe yok: neymiş efendim, savaş, “saf anlamda”
emperyalist bir savaş değilmiş!
Kautsky,
bugünkü savaşın niteliği ve anlamı konusunda şaşırtıcı bir biçimde yalpalıyor.
Bu parti lideri, Basel ve Chemnitz kongrelerinin net ve resmi açıklamalarından,
biraz önce soyduğu yerden uzak duran hırsız gibi, kasten ve bilerek uzak
duruyor.
Şubat
1915’te kaleme aldığı Ulus-Devlet isimli broşüründe Kautsky, “gene de
son tahlilde bu, emperyalist bir savaş” diyordu (s 64). Bugünse söylediklerine
yeniden şerh düşüyor ve savaşın saf anlamda emperyalist bir savaş olmadığını
söylüyor. Başka ne olabilir ki?
Anladığımız
kadarıyla bu, aynı zamanda bir ulusal savaş! Kautsky bu muazzam sonuca, aşağıda
aktarılan “Plehanofçu” sahte diyalektik üzerinden ulaşıyor: “Bugünkü savaş
sadece emperyalizmin değil, aynı zamanda Rus devriminin bir çocuğudur.” Ta 1904
yılında Kautsky, Rus devriminin yeni bir biçim almış Panslavizmi
canlandıracağı, demokratik Rusya’nın, Avusturya ve Türkiye topraklarındaki
Slavların ulusal bağımsızlık arzularını kaçınılmaz olarak, büyük ölçüde
körükleyeceği öngörüsünde bulunuyor, “Polonya sorunu da derinleşecek” diyor,
Avusturya’nın çarlığın çöküşüne bağlı olarak dağılacağını, merkezkaç kuvvetine
tabi unsurları birbirine bağlayan demir bağın çözüleceğini söylüyordu. Kautsky
broşüründe, ayrıca 1904’teki makalede yer alan şu son ifadeyi de aktarıyordu:
“Rus devrimi, Doğu’nun
ulusal kurtuluş arzularına yeni ve güçlü itki kazandırdı, Asya’daki sorunların
Avrupa’nın sorunlarına eklenmesini sağladı. Tüm bu sorunlar bugünkü savaşta
gayet güçlü bir biçimde hissediliyor, proleter kitleler de dâhil tüm halk
kitlelerinin ruh hâlleri açısından oldukça büyük bir öneme kavuşuyorlar, buna
karşılık, muktedir sınıflarda emperyalist eğilimler başat hâle geliyor.” (s.
273, italikler bize ait).
Bu
da Marksizmin kötüye kullanımının başka bir örneği! Kautsky’nin dediğine göre
“Demokratik Rusya” Doğu Avrupa ülkelerinde özgürlük mücadelelerine
destekleyeceğine göre (ki bu, tartışma kabul etmez bir olgudur), tek bir ulusu
bile özgürleştirmeyecek, ortaya çıkacak sonuç ne olursa olsun, birçok ulusu
köleleştirecek olan bugünkü savaş, “saf anlamda” emperyalist bir savaş
değilmiş. “Çarlığın çöküşü” sonucunda ülkenin demokratik olmayan niteliğini,
geçici olarak güçlendirilmiş, Avusturya’yı yağmalayan, onun topraklarındaki
uluslara daha fazla zulmeden, karşı-devrimci bir çarlığa borçlu olan Avusturya
dağılacağına göre, “bugünkü savaş” saf anlamda emperyalist savaş değilmiş,
belli ölçüde ulusal bir nitelik taşıyormuş. “Muktedir sınıflar”, aptal küçük
burjuvaziyi ve sindirilmiş köylüleri emperyalist savaşın ulusal amaçlarına dair
masallarla kandırdıklarına göre, bir bilim insanı, hele ki “Marksizm” konusunda
otorite olan biri ve İkinci Enternasyonal’in bir temsilcisi, muktedir
sınıfların emperyalist eğilimlere, öte yandan “halkın” ve proleter kitlelerinse
“ulusal” arzulara sahip olduğunu söyleyen “formül” aracılığıyla kitleleri bu
aldatmacaya teslim etme hakkına sahipmiş gibi konuşuyor.
Burada
diyalektik, en sefil ve en aşağılık safsataya dönüştürülüyor!
Bugünkü
savaşta sadece Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı sürdürdüğü savaş ulusal bir
nitelik arz ediyor (ki bu husus, zaten partimizin Bern’de düzenlediği
konferansta[9] alınan kararda dile getirilmişti.) Sadece Sırbistan’da ve
Sırplarda uzun zamandır süren, milyonları kucaklayan, “halk kitleleri”ni içine
alan bir ulusal kurtuluş hareketine tanıklık ediyoruz. Sırbistan’ın
Avusturya’ya karşı sürdürdüğü savaş, tam da bugünkü savaşın bir “uzantı”sı.
Eğer
bu ikisi birbirinden kopuk olsaydı, yani Sırpların savaşının Avrupa genelinde
süren, Britanya ve Rusya gibi ülkelerin bencil ve yağma gayesiyle sürdürdükleri
savaşla bir alakası olmasaydı, tüm sosyalistler, bugünkü savaşta ulusal
harekete dair tespitten o doğru ve kaçınılmaz sonucu çıkartır, Sırp
burjuvazisinin başarısını canı gönülden talep ederlerdi. İşte Kautsky gibi
Avusturya burjuvazisinin, papazlarının ve generallerinin hizmetinde olan
safsatacılar, bu sonuca bir türlü ulaşamıyorlar.
Bilimsel,
evrimi esas alan yöntemin son sözü olarak Marksist diyalektik, bir nesneyi her
şeyden kopuk ve bağımsız bir biçimde incelemez, bu anlamda, gerçeği tahrif
ederek, tek taraflı biçimde ele almaz. Sırbistan-Avusturya savaşındaki
ulusallık meselesinin Avrupa genelinde süren savaş içerisinde herhangi bir
ciddi yeri ve anlamı yoktur, olamaz. Savaşı Almanya kazanırsa Belçika’nın
boğazına çökecek, Polonya’nın bir kısmını alacak, belki de oradan Fransa’dan
bir parça kopartacaktır. Eğer Rusya kazanırsa, Galiçya’yı, Polonya’nın bir
kısmını ve Ermenistan’ı alacak. Eğer savaşan güçler “pat olursa”, eskiden
olduğu gibi uluslara gene zulmedilecektir. Bu anlamda, bugünkü savaşa nüfusunun
ancak yüzde birini yollamış olan Sırbistan için bu savaş, burjuva kurtuluş
hareketinin “siyasetinin uzantısı”ndan başka bir şey değildir. Diğer yüzde
doksan dokuz içinse savaş, emperyalizmin, yani bir ayağı çukurda olan ve
ulusları özgürleştirmek yerine onların ırzına geçme becerisinden başka bir
becerisi olmayan burjuvazinin politikasının bir uzantısıdır. Müttefik Kuvvetler
içerisinde yer alan ve Sırbistan’ı “özgürleştiren üç ülke, bugün Sırpların
özgürlüğünü Avusturya’nın talan edilmesine sunacağı katkı karşılığında, İtalyan
emperyalizmine satmaktadır.
Herkesçe
bilinen bu gerçekleri Kautsky, oportünistlere ihtiyaç duydukları kılıfı
sunabilmek için, utanmadan tahrif edebiliyor. Marksist diyalektiğin bize
öğrettiği kadarıyla ne doğada ne de toplumda “saf” bir olgu vardır. Zira
diyalektik, bize saflıkla alakalı her türden anlayışın dar, tek taraflı bir algıya
dayandığını, bu algının nesneyi kendi bütünlüğü ve karmaşıklığı içerisinde
kavrayamayacağını söyler. Dünyada “saf” kapitalizm diye bir şey yoktur, olamaz.
Ortada her daim feodalizmin, küçük burjuvalığın veya başka bir şeyin bulaştığı,
karıştığı bir kapitalizm vardır. Dolayısıyla, eğer bizim “ulus”la ilgili
ifadelerle hırsızlığı örtbas etmeye çalışan emperyalistlerin “halk kitleleri”ni
alenen aldattığı koşullarda biri çıkıp savaşın “saf anlamda” emperyalist
olmadığını söylüyorsa, bu kişi ya aptal bir ukala ya ayrıntıcı bir işgüzar ya
da düzenbazın tekidir.
Burada
asıl mesele, Kautsky’nin emperyalistlerin halkı aldatma çabalarına destek
sunmasıdır. Zira o, proleter kitleler de dâhil tüm halk kitlelerinin en önemli
sorununun ulusal kurtuluş olduğunu, öte yandan muktedir sınıflar açısından
emperyalist eğilimlerin belirleyici bir nitelik arz ettiğini (s. 273) söylüyor,
bir yandan da kendisi, bu iddiasını “gerçekliğin sonsuz çeşitliliği”ne (s. 274)
güya diyalektik bir yaklaşımla atıfta bulunarak desteklemeye çalışıyor.
Gerçekliğin
sonsuz çeşitliliğe sahip olduğuna hiç şüphe yok. Bu, tabii ki doğru bir tespit!
Fakat bu sonsuz çeşitlilik içerisinde aynı ölçüde kesin olan bir şey de onun
iki temel ve asli çizgiyi içeriyor oluşudur: Savaşın nesnel muhtevası açısından
o emperyalizmin siyasetinin, yani “Büyük Güçler”in (ve onların hükümetlerinin)
tabi olduğu bir ayağı çukurda olan burjuvazinin başka ulusları yağmalamasını
öngören siyasetin uzantısıdır, buna karşılık, bir yandan da kitleleri kandırmak
için, “ulus”la alakalı ifadelere başvuran alabildiğine öznel bir ideoloji
yayılmaktadır.
Kautsky’nin
ara sıra yinelediği, “savaşın başında solcuların durumu emperyalizm ile
sosyalizm arasında bir tercihin gündeme geldiği bir durum olarak gördükleri”ne
dair o eski safsatasını zaten analiz etmiştik. Bu, utanma nedir bilmeyen
birinin başvurduğu bir numaradır, çünkü Kautsky de çok iyi biliyor ki solcular,
farklı bir tercihi öne çıkarttılar, buna göre parti, ya emperyalistlerin
yağmasına ve aldatmacalarına iştirak edecekti ya da devrimci eylem için
propaganda faaliyeti yürütüp onun için hazırlık yapacaktı. Almanya’da solcuları
Südekum’lara kendisinin verdiği hizmetler dâhilinde yayıp durduğu o aptal
masalı ifşa etmekten alıkoyanın, bu ülkedeki sansür olduğunu Kautsky de
biliyor.
“Proleter
kitleler” ile “bir avuç parlamenter” arasındaki ilişki konusunda ise Kautsky
basmakalıp bir itirazı dillendirmekle yetiniyor:
“Kendimizi kayırmamak
adına, Almanları bir yana koyacak olursak, Vailant, Guesde, Hyndman ve Plehanof
gibi adamların bir gecede emperyalist olup sosyalizme ihanet ettiklerini kim
ciddi bir iddia olarak öne sürebilir? Parlamenterleri ve yönetim organlarını
(ki burada Kautsky, Rosa Luxemburg ile Franz Mehring’in çıkarttıkları, bu
isimlerin, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin, idari kademesinin, parlamento
grubunun siyasetine haklı bir nefret ile yaklaştıkları Die Internationale dergisinden
bahsediyor -VIL) bir kenara bırakacak olursak, bir avuç parlamenterin tek bir
emirle, eski amaçlara doğrudan karşıt olan bir yaklaşım dâhilinde, yirmi dört
saat içerisinde dört milyon sınıf bilinçli Alman proleterinin ‘sol yanağıma
vurdun, al sağ yanağıma da vur’ dedirtebildiğini kim hangi cüretle iddia
edebilir? Eğer bu doğru ise bunu, sadece partimizin değil kitlelerin de korkunç
bir biçimde bozguna uğradığının kanıtı olarak görebiliriz. Eğer kitleler,
omurgasız bir koyun sürüsü ise bırakalım gelip bizi tek tek toprağa gömsünler.”
(s. 274)
Politik
ve bilimsel açıdan Karl Kautsky, o büyük otorite, aslında o bahanelere sığınan
acınası pratiği ve eylemi yüzünden kendisini uzun zaman önce toprağa gömmüştü
zaten. Sosyalizm konusunda bu gerçeği idrak edemeyen, en azından onu biraz
olsun hissedemeyen bir kişi, ümitsiz vakadır. Tam da bu sebeple, Mehring, Rosa
Luxemburg ve yandaşlarının Kautsky ve şürekâsına aşağılık yaratıklar olarak
muamele eden yaklaşımları, bu koşullarda en doğru yaklaşımdır.
Şunu
bir düşünün: savaşla ilgili tutumlarını az çok özgürce (yani hemen tutuklanıp
kışlalara sürülmeden veya hemen kurşuna dizilme tehlikesiyle yüzleşmeden) ifade
edebilecek sadece “bir avuç parlamenter” (ki bunlar da oy kullanma konusunda
hakka ve özgürlüğe sahipler, muhalefette iken de bu konuda ellerini kollarını
bağlayan birileri yok. Hatta Rusya’da bile bu yüzden kimse dayak yemiyor,
tutuklanmıyor) ve bir avuç resmi yetkili ve gazeteci vs. var. Buna karşın
Kautsky kalkmış, kendisinin yıllardır sayısız kez hakkında konuştuğu oportünist
taktikler ve ideolojiyle belirli bir bağa sahip toplumsal katmanların
ihanetinin ve omurgasızlığının suçunu kitlelerin üzerine atıyor!
Genelde
bilimsel araştırmanın, özelde Marksist diyalektiğin en öncelikli ve en temel
talebi şudur: bir yazar, sosyalist hareket içerisinde varolan eğilimler
arasında bugün sürmekte olan mücadeleyle onu onlarca yıl önceleyen mücadele
arasındaki bağı incelemeli, ihanetten bahsedip duran, bu konuda yaygara
kopartan eğilimle, ortada ihanet görmeyen eğilim arasındaki bağı
sorgulamalıdır.
Oysa
Kautsky, bu konuda tek laf etmiyor. Hatta eğilimler ve yönelimler konusunda tek
bir soru bile sormuyor. Sanki bu zamana kadar eğilimler vardı da şimdi yokmuş
gibi yapıyor. Bugün sadece köleleşmiş ruhlarını hep bir koz gibi öne süren
“otoriteler”in her yanda çınlayan isimleri var. Dolayısıyla, bu otoritelerin,
birbirlerine atıfta bulunup birbirlerinin “küçük kabahatler”ini örtbas etmek
işlerine geliyor, zira hepsi, “sen benim sırtımı kaşı ki ben de seninkini
kaşıyayım” kuralı uyarınca hareket ediyor.
Bern’de
yaptığı bir konuşmada Martof, Guesde’nin, Plehanof’un ve Kautsky’nin olduğu
ortamda “buna nasıl oportünizm denilebilir” diye bağırıyordu (bkz. Sotsial-Demokrat
dergisinin 36. sayısı) Akselrod ise “Guesde gibi isimleri oportünizmle
suçlarken biraz daha dikkatli olmak gerek” diyordu (Golos, Sayı. 86 ve
87). Berlin’de yaptığı bir konuşmada Kautsky, bu türden komplimanlara şu
şekilde cevap yetiştiriyordu: “Ben, burada kendimi değil, Vaillant, Guesde,
Hyndman ve Plehanof’u savunacağım.” Bunlar, nasıl da herkesin birbirine hayran
olduğu bir cemaat oluşturmuşlar böyle!
Yazılarında
Kautsky, Hyndman’a bile yaltaklanmak, onun emperyalizmin safına daha dün yeni
geçmiş gibi göstermek için bin bir takla atıyor. Oysa bizzat Neue Zeit ve
tüm dünya genelinde sayısız sosyal demokrat gazete, Hyndman’ın emperyalizm
yanlısı olduğunu yıllardır söylüyor. Kautsky, adını zikrettiği kişilerin hayat
hikâyelerini zahmet edip incelemiş olsaydı, bu hayat hikâyelerinin,
emperyalizmin safına bir gecede geçmediğini görür, onlarca yıldır o safta yer
almak için gerekli zemini hazırlayan vasıfları ve olayları içerip içermediğini,
Vaillant’ın Jaurèsçilerin, Plehanof’un Menşeviklerin ve tasfiyecilerin elinde
tutsak olup olmadığını, Jülgedeci eğilimin herhangi bir önemli meselede
bağımsız bir duruş sergileyemeyen Le Socialisme’de[10], o Guesde’nin
cansız ve ölgün dergisinde sürece teslim olup olmadığını, Bernştayncılık gibi
akımlara karşı sürdürülen mücadelenin ilk aşamasında Millerancılık meselesiyle
ilgili olarak bizzat Kautsky’nin kendisinin (ki biz, burada onun adını Hyndman
ve Plehanof ile birlikte ananların yüzü suyu hürmetine ekliyoruz) pasif kalıp
kalmadığını bilirdi.
Ne
var ki Kautsky, bu liderlerin hayat hikâyelerinin bilimsel açıdan
incelenmesiyle zerre ilgilenmiyor. Hatta o, bu liderler kendi argümanlarını mı
savunuyorlar yoksa kalkıp burjuvazinin ve oportünizmin argümanlarını mı
yineliyorlar, ona bile bakmıyor. Bu liderler, sıra dışı etkilerine bağlı olarak
mı politik öneme sahip oldular, yoksa askerî örgütlenmenin desteğini arkasına
almış olan başka bir “etkili” eğilime, yani burjuva eğilime mi bağlılar, bu
meseleyi bile dert etmiyor.
Kautsky,
bu tür meseleleri hiç inceleme gereği bile duymuyor. Onun tek derdi, kitlelerin
gözlerine kül serpmek, otorite sahibi isimlerin sözleriyle onları
aptallaştırmak ve kitlelerin gerçek bir meseleyi gündeme getirip onu her
yönüyle incelemesine mani olmak.[11]
“Dört milyon sınıf
bilinçli Alman proleterinin ‘sol yanağıma vurdun, al sağ yanağıma da vur’
dedirtecek bir emir mi verdiler o bir avuç parlamenter?”
Burada
dile getirilen her bir kelime yalandır. Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne bağlı
örgütlerin dört değil, bir milyon üyesi vardır. Her örgütte olduğu gibi bu
kitle örgütlerinin birleşik iradesi, sadece birlik içindeki politik merkez,
sosyalizme ihanet etmiş “bir avuç kişi” üzerinden dile getirilmiştir. O
kitleler, kendisine ait fikirleri bizatihi o bir avuç parlamenterin ağzından
ifade edilmesini istemişlerdir. O bir avuç kişi sandığın başına çağrılmış,
onlar oy kullanmışlardır. Yazıları onlar yazmışlardır vs. Kitlelere ise hiç
danışılmamıştır. Onların oy kullanmalarına izin verilmediği gibi, “emirlerle”
dağıtılmış, baskı altına alınmış, bu emirleri de bir avuç parlamenter değil
askerî makamlar vermişlerdir.
Ortada
bir askerî örgüt vardır, bu örgütün liderleri arasında ihanetin adı yoktur. Bu
örgüt, kitlelere tek tek seslendi ve onları şu türden bir seçenekle karşı
karşıya bıraktı: ya liderlerinin sana önerdiği gibi gidip orduya katılırsın ya
da kurşunu yersin.
Kitleler
örgütlü hareket edemediler, çünkü önceden kurulmuş, Legien, Kautsky ve
Scheidemann gibi insanların içinde olduğu bir avuç kişiden oluşan örgüt,
kendilerine ihanet etti. Yeni bir örgüt kurulması içinse vakte ihtiyaç vardı.
Eski, içi çürümüş, köhnemiş örgütü çöplüğe atmaksa kararlılık istiyordu.
Kautsky,
kendi muhaliflerini, solcuları, onlara saçma sapan fikirler yakıştırarak yenilgiye
uğratmak için çabalıyor. Onların “kitlelerin savaşa misilleme olarak yirmi dört
saat içerisinde devrim yapmaları ve emperyalizmin karşısına sosyalizmi
çıkartmaları gerektiğini, aksi takdirde, kitlelerin omurgasızlık ve ihanet
çukuruna yuvarlanacaklarını” söylediklerini iddia ediyor.
Oysa
bu laf, bugüne dek cahil burjuvaların ve polisin bastığı, devrimcileri mağlup
etmek için kullanılan kitapçıklarda sürekli dillendirilen, bugün de Kautsky’nin
yüzümüze karşı salladığı saçma sapan bir laftır. Kautsky’nin solcu muarrızları
gayet iyi bilirler ki bir devrim “yapılamaz”, o nesnel planda (yani partilerin
ve sınıfların iradesinden bağımsız olarak) tarihteki olgunlaşmış krizlerin ve
dönemeçlerin içinden çıkar, bu anlamda, örgüt yoksa, kitleler irade birliğinden
mahrum kalırlar, dahası, devletin elinde bulunan, gayet güçlü olan merkezî
terörist askerî örgüte karşı mücadele, uzun ve zor bir iştir.
Liderlerinin
ihaneti sebebiyle kitleler, o en önemli momentte hiçbir şey yapamadılar, bir
avuç liderse savaş kredileri aleyhine oy verme görevini yerine getiremediler, o
mükemmel konumdan istifade edemediler, sınıfsal ateşkese karşı duruş
sergilediler, savaşı meşrulaştırdılar, kendi hükümetlerinin yenilgisinden yana
duramadılar, siperlerde oluşan kardeşlik lehine propaganda faaliyeti yürütecek
uluslararası bir yapı meydana getiremediler, devrimci faaliyetlere başlama
zarureti üzerinden yasadışı bir yayının çıkartılması[12] işini
örgütleyemediler.
Kautsky
de gayet iyi biliyor ki Alman solcuların aklında olan, askerî diktatörlük
koşullarında hakkında doğrudan ve açıktan tek laf edemedikleri şeyler, tam da
bu tür adımlardır veya buna benzer eylemlerdir. Kautsky’nin oportünistleri ne
pahasına olursa olsun savunma arzusu, onu eşi benzeri görülmemiş bir alçaklığa
sürüklemiştir: Bu savunu dâhilinde askerî sansürün arkasına saklanan Kautsky, o
sansürün kendisini koruyacağına dair güvene sırtını yaslayarak solculara saçma
oldukları açık olan fikirleri isnat ediyor.
VII
Kautsky’nin
her türden çarpıtmayla kasten kaçındığı, böylelikle oportünistlerin zevkten
kendilerinden geçmelerini sağladığı o önemli bilimsel ve politik soru şudur:
İkinci Enternasyonal’in en önemli temsilcileri, sosyalizme nasıl ihanet edebildiler?
Hiç
kuşku yok ki bu soru, tek tek liderlerin hayat hikâyeleri üzerinden ele
alınmamalıdır. İleride bu kişilerin hayat hikâyelerini kaleme olacak yazarlar,
meseleyi bu açıdan analiz etmek zorunda kalabilirler, ama bugün sosyalist
hareket bununla değil, sosyal şovenist eğilimin tarihsel kökenleri, koşulları,
önemi ve gücünü incelemekle ilgilenmelidir.
1.
Sosyal şovenizmin kaynağı nedir?
2.
Gücünü nereden alıyor?
3.
Onunla nasıl mücadele edilmelidir?
İlgili
soruya sadece bu şekilde ele alan bir yaklaşımı ciddiye alabiliriz, “kişisel”
olanı temel alan yaklaşım, sorudan kaçan ve safsatayı esas alan bir pratikten
başka bir şey değildir. İlk soruyu cevaplamak için önce, sosyal şovenizmin
ideolojik ve politik içeriğinin sosyalizm içinde önceden varolan eğilimle bir
bağı var mı yok mu, ona bakmalıyız. İkinci olarak da sosyalistlerin, bugün
sosyal şovenizmin muhalifleri ve savunucuları diye ikiye bölünmüş olmasının
geçmişteki ayrışmalarla ilişkilerini sorgulamalıyız.
Biz
“sosyal şovenizm” derken, bugünkü emperyalist savaşta vatanın savunulması
gerektiğini söyleyen fikrin kabul edilmesini, sosyalistler ve burjuvazinin
birlikte bu savaş dâhilinde kendi ülkelerinin hükümetleriyle kuracakları
ittifakın meşrulaştırılmasını, o ülkenin burjuvazisine karşı proleter devrimci
eylemi propaganda edilmesine ve ona destek olunmasına karşı çıkılmasını
kastediyoruz.
Şurası
gayet açık ki sosyal şovenizmin temel ideolojik ve politik içeriği oportünizmin
temelleriyle tam olarak örtüşmektedir. İkisi bir ve aynı eğilimdir.
1914-15’in savaş koşullarında oportünizm, sosyal şovenizme yol açmaktadır.
Sınıf işbirliği fikri, oportünizmin ana özelliğidir. Savaş, bu fikri mantıksal
sonucuna ulaştırmış, içindeki faydalı etmenleri ve ona itki sağlayan unsurları
sıra dışı başka etmen ve unsurlarla çoğaltmıştır. Tehdit ve baskılarla savaş,
cahil ve dağınık kitleleri burjuvaziyle işbirliğine mecbur etmiştir.
Oportünistlerin katkılarıyla bu sorun daha da derinleşmiştir. Bu sebeple dünün
birçok radikali bu kampı terk etmiştir.
Oportünizm
ise kitlelerin temel çıkarlarının işçilerin önemsiz sayılabilecek küçük bir
azınlığının geçici çıkarlarına feda edilmesi demektir, başka bir deyişle
oportünizm, işçilerin belirli bir kesimiyle burjuvazi arasında kurulan ve
proletaryaya karşı olan ittifakı ifade eder. Savaş sayesinde bu türden bir
ittifak, bilhassa artık kaçınılamayacak, gözle görünür bir hâl almıştır.
Oportünizm,
kapitalizmin gelişim dönemine ait belirli özelliklere bağlı olarak, onlarca
yıllık süreç dâhilinde ortaya çıktı. Bu dönemde işçi sınıfının imtiyazlı
kesiminin görece sahip olduğu barışçıl ve terbiye edilmiş hayatı bu kesimi
“burjuvalaştırdı”, ona kendi ülkelerindeki kapitalistlerin masasındaki
kırıntıların verilmesini sağladı ve zamanla yoksullaşan, mahvolan kitlelerin
çektiği çilelerden, sefaletten ve devrimci eğilimden uzak tuttu.
Bugünkü
emperyalist savaş, bu gidişatın doğrudan devamı ve ulaştığı zirvedir, çünkü bu
savaş, Büyük Güçler içinde yer alan ülkelerin imtiyazları, sömürgelerin yeniden
paylaşılması ve başka uluslar üzerinde hâkimiyet kurulması için yapılmaktadır.
Küçük burjuva “üst katman” veya işçi aristokrasisi (ve bürokrasisi) olarak
sahip olduğu imtiyazlı konumu savunup güçlendirme çabası da küçük burjuva
oportünistlerin umutlarının ve bunlara denk düşen taktiklerin savaş dönemindeki
doğal bir uzantısından başka bir şey değildir. Bugünkü sosyal emperyalizmin
ekonomik temeli budur.[13]
Nispeten
“barışçıl” olan evrim sürecine dair alışkanlık ve bunun üzerine kurulu rutin,
milliyetçi önyargılar, keskin dönüşler yaşanmasına dönük korkular ve bu tür
gelişmelere dair inançsızlık, hep birlikte oportünizmi besler, bir süreliğine,
o da sadece sıra dışı sebep ve dürtülere bağlı olarak, oportünizmle riya ve
korkaklık üzerine kurulu bir uzlaşma sağlanmasına katkı sunar.
Savaş,
onlarca yıl beslenip büyütülmüş olan bu oportünizmi değiştirmiş, onu bir üst
aşamaya çıkarttı, sahip olduğu tonların çeşidini ve sayısını artırdı, kendisine
bağlı olan insanlardan oluşan kitleyi büyüttü, yeni safsatalarla dilindeki
argümanları çoğalttı, böylelikle birçok yeni akıntının ve derenin oportünizmin
aktığı ana yatakla buluşmasını sağladı. Ama o yatak hiçbir şekilde ortadan
kaybolmadı. Hatta tam tersine, daha da belirginleşti.
Sosyal
şovenizm, öyle olgunlaştı ki bu burjuva irinin sosyalist partiler içerisinde
varolmaya devam etmesi imkânsızlaştı.
Sosyal
şovenizmle oportünizm arasındaki sıkı ve kopmaz bağı görmezden gelenler, tekil
olaylara sarılıyorlar ve şu veya bu oportünistin enternasyonalist olduğunu, şu
veya bu radikalin şovenistleştiğini söylüyorlar. Ancak bu türden bir argüman,
eğilimlerin gelişimi noktasında hiçbir anlam ifade etmiyor.
1.
İşçi hareketi içerisinde şovenizm ve oportünizm aynı ekonomik temele dayanır,
bu temel de genelde ezilenler, özelde emekçi proleter kitlelere karşı kendi
ülkelerinin sermayesinin elindeki imtiyazların çok küçük bir kısmını ele
geçirmiş olan, proletaryanın üst katmanındaki az sayıda işçi ile küçük burjuvazi
arasındaki ittifaktır.
2.
İki eğilim aynı ideolojik ve politik içeriğe sahiptir.
3.
Sosyalistlerin İkinci Enternasyonal (1889-1914) döneminde yaygın olarak
görülen, oportünist ve devrimci kanat diye ikiye bölünmesine bugün
şovenistlerle enternasyonalistler arasındaki bölünme denk düşmüştür.
Son
ifadenin doğruluğunu anlamak için genelde bilim gibi sosyal bilimlerin de tekil
vakalar değil kütlesel olgularla ilgilendiği gerçeğini hatırlamak gerekiyor.
Örneğin Almanya, Britanya, Rusya, İtalya, Hollanda, İsveç, Bulgaristan, Fransa
ve Belçika’dan oluşan on Avrupa ülkesini ele alalım. İlk sekiz ülkede
sosyalistlerin enternasyonalizm üzerinden yaşadıkları ayrışmaya oportünizm
ölçüsünde yaşanan eski ayrım denk düşüyor: Almanya’da oportünizmin kalesi olan Sozialistische
Monatshefte [“Aylık Sosyalist Dergi”] dergisi, zamanla şovenizmin kalesi
hâline geldi. Enternasyonalizme ait fikirler aşırı sola destek sundu.
Britanya’da Britanya Sosyalist Partisi’nin üçte yedisi enternasyonalist (son
sayımın da ortaya koyduğu biçimiyle enternasyonalist karar 66 oy aldı, ona
karşı çıkanların sayısı 84’tü), buna karşılık (İşçi Partisi, Fabiusçular ve
Bağımsız İşçi Partisi’nden oluşan) oportünist blok içerisinde
enternasyonalistlerin oranı yedide birden azdı.[14]
Rusya’da
oportünistlerin ana dayanağı, tasfiyeci Naşa Zarya [“Şafağımız”],
şovenizmin de ana dayanağı hâline geldi. Plehanof ve Aleksinski çok fazla
gürültü yapıyor, ama biz, son beş yıllık deneyimden (1910-1914) biliyoruz ki bu
insanlar, Rusya’da kitleler arasında sisteme dayalı bir propaganda faaliyeti
yürütmekten bile acizler. Rusya’da enternasyonalistlerin çekirdeği ise
Pravdacılık”tan[15] ve Ocak 1912’de partiyi yeniden kuran ileri işçileri
temsilen mecliste bulunan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi grubundan oluşuyor.
İtalya’da
saf anlamda oportünist olan Bissolati ve şürekâsı, yüzünü şovenistlere çevirdi.
Enternasyonalizmi işçi partisi temsil ediyor. İşçi kitleleri bu partiden yana
saf tutuyorlar, oportünistler, parlamentaristler ve küçük burjuvazi ise
şovenizmden yana. Son birkaç aydır İtalya’da yapılan tercihler öyle tesadüfî
değil, bunlar, sıradan proleterlerle küçük burjuva gruplar arasındaki sınıfsal
duruş farklılığına uygun olarak yapıldılar.
Hollanda’da
Troelstra’nın oportünist partisi, genel anlamda şovenizmle uzlaştı (Bu noktada
Hollanda’da büyük burjuvazi gibi küçük burjuvazinin de kendi ülkesini
Almanya’nın tüm ülkelerden daha kolay yutabileceği ihtimali karşısında
Almanlardan özel olarak nefret ediyor oluşu, kimseyi yanıltmamalı). Başında
Gorter ve Pannekoek’in bulunduğu Marksist parti, tutarlı, samimi, tutkulu ve
inançlı enternasyonalistler üretti.
İsveç’te
oportünist lider Branting, Alman sosyalistleri ihanetle suçlayanlara öfke
kusuyor, öte yandan solcuların lideri Höglund ise kendi destekçilerinin bir
kısmının tam da bu şekilde düşündüğünü açıklıyor (bkz.: Sotsial-Demokrat,
Sayı. 36).
Bulgaristan’da
oportünizme karşı olan “Tesnyaki” [Bulgaristan Sosyal Demokrat İşçi Partisi]
kendi yayın organında (Novo Vreme [“Yeni Zaman”] gazetesi[16]), Alman
sosyal demokratları “aptalca bir iş” yapmakla suçluyor.
İsviçre’de
oportünist Greulich’in destekçilerinde ana eğilim, Alman sosyal demokratları
meşrulaştırma yönünde (bu noktada yayın organları Zurich Volksrecht’e [“Zürih
Halkın Hukuku”] bakılabilir). Çok daha radikal olan R. Grimm’i destekleyenlerse
Bern’de çıkan Berner Tagwacht’ı [“Bern Gündüz Vardiyası”] Alman solcuların
yayın organı hâline getirdi.
Yukarıda
saydığımız on ülke içerisinde sadece ikisinde, Fransa ve Belçika’da istisnai
bir süreç yaşanıyor. Bu iki ülkede enternasyonalistlere rastlasak bile bunların
(kısmen anlaşılır kimi sebeplere bağlı olarak) alabildiğine zayıf ve moralsiz
olduklarını görüyoruz. Bu arada Vaillant’ın l’Humanité’de [“Beşeriyet”] enternasyonalizm
yanlısı okur mektupları aldığını kabul ettiğini ama bu mektupların tekinin bile
gazetede yayımlanmadığını unutmayalım!
Tüm
eğilimleri ve yönelimleri bir bütün olarak ele alıp şu gerçeği kabul etmek
zorundayız: Avrupa sosyalizminin oportünist kanadı sosyalizme ihanet etmiş,
şovenizmin kucağına koşmuştur. Peki bu resmi partilerde şovenizm neden bu kadar
hâkim ve güçlü?
Tarihle
ilgili meselelere, özellikle bugünün meseleleriyle doğrudan bir alakası
bulunmayan Antik Roma ya da benzeri meselelere atıfta bulunma konusunda gayet
maharetli olan Kautsky, konunun bir parçası olduğu için meseleyi anlamazlıktan
geliyor. Oysa her şey gün gibi ortadadır. Oportünistlerin ve şovenistlerin sahip
olduğu o muazzam güç, burjuvaziyle, hükümetlerle ve genelkurmaylarla kurdukları
ittifaktan kaynaklanmaktadır. Bu, Rusya’da çoğunlukla gözardı edilen bir
husustur. Bu ülkede cahillerin alıştırma kitaplarından cımbızlanan ağdalı
cümleler dâhilinde oportünistlerin, sosyalist partilerin belirli bir kesimini
teşkil ettikleri, bu partiler içerisinde iki uç kanadın her daim varlık imkânı
bulduğu ve uçlardan hep uzak durulması gerektiği söylenmektedir.
Gerçekte
ise oportünistlerin işçi partilerindeki resmi üyelikleri, onların burjuvaziye
bağlı bir siyasi müfreze, onun nüfuzunu her yana yayan ve işçi hareketi içinde
çalışan ajanlar oldukları iddiasını çürütmek için asla kullanılamaz. Efes’teki
Artemis Tapınağı’nı yakan Herostratus gibi ünlü olmuş bir isim olan oportünist
Südekum, bu toplumsal ve sınıfsal gerçeği ikna edici bir biçimde ortaya
koyduğunda iyi niyetli birçok insan şaşırıp kalmıştı. Fransız sosyalistler ve
Plehanof, tariz oklarını hemen Südekum’a fırlattı, ona hakaretler yağdırdı,
oysa Vandervelde, Semhat ve Plehanof aynaya baksa karşılarında ufak tefek
farklılıklar dışında, Südekum’un suretini görecek.
Bugünlerde
Kautsky’yi öven ve bizzat Kautsky tarafından övülen Alman partisinin yürütme
kurulu alelacele bir açıklama yapıp Südekum’un çizgisini kabul etmediklerini,
ihtiyatlı, itidalli ve nazik bir dille beyan etti.
Bunun
saçma bir açıklama olduğuna hiç şüphe yok, çünkü şu çok önemli momentte
Südekum, tek başına Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin belirlediği siyasette
Haase ve Kautsky gibi yüzlerce isimden daha güçlü olduğunu kanıtladı (aynı
durum Naşa Zarya için de geçerli. Bu dergi de gazeteden kopmaya korkan
Brüksel’deki tüm eğilimlerden daha güçlü.).
Peki
bu neden böyle? Çünkü Südekum’un arkasında burjuvazi, hükümet ve Büyük
Güçler’in genelkurmayı var. Bunlar, Südekum’un politikasını bin ayrı yoldan
destekliyorlar, buna karşılık muhaliflerinin politikası hapishane ve idam
mangaları gibi her türden araçla boğuluyor. Südekum’un sesi (ve tabii ki
Vandervelde, Sembat ve Plehanof gibilerin sesi) milyonlarca baskı yapan burjuva
gazeteleriyle kamuoyuna ulaşırken onlara karşı olanların sesi askerî sansür
sebebiyle yasal basın organlarında asla işitilmiyor!
Genel
kabule göre oportünizm bireylere mahsus bir rastlantı, günah, dil sürçmesi veya
ihanet değil, tüm bir tarihsel dönemin toplumsal ürünüdür. Bu, üzerinde her
daim yeterince kafa yorulmayan, oldukça önemli bir hakikattir.
Oportünizme
kan taşıyan, esasen legalizmdir. 1889-1914 arası dönemde işçi partileri burjuva
yasallıktan istifade etmişlerdir. Kriz patlak verdiğinde bu partiler, yasadışı
çalışma yöntemlerini benimsemek zorunda kaldılar (lâkin bu çalışma, bir dizi
stratejinin eşlik ettiği, yoğun bir gayretin ve kararlılığın üstesinden gelebileceği
bir işti.).
Südekum,
tek başına yasadışı yöntemlerin benimsenmesine mani olmayı bildi, zira o,
tarihsel-felsefi bir ifadeyle, “eski dünya”nın tamamını arkasına aldı, çünkü
Südekum, pratik politika bağlamında, sınıf düşmanının tüm askerî planlarını
burjuvaziye sattı, bundan sonra da satacaktır.
Şurası
gerçek ki tüm Alman Sosyal Demokrat Partisi (aynı şekilde Fransa ve diğer
ülkelerdeki partiler) sadece Südekum’u memnun etmekle kalmıyor, aynı zamanda
onun hoş göreceği şeyler yapıyorlar. Yasal düzlemde ellerinden başka bir şey
gelmiyor. Bu tür partilerde dürüst ve gerçekten sosyalist bir şeyler yapabilmek
için merkeze muhalefet etmek, yürütme kurulu ve merkezî organların kenarından
dolaşmak, Alman solcularının 31 Mayıs 1915’te Berner Tagwacht’ta yayımlanan
bildirileri örneğinde görüldüğü üzere[17], yeni bir partinin isimsiz ve acemi
merkezi adına örgüt disiplinini ihlal etmek gerekiyor. Aslında Legien, Südekum,
Kautsky, Haase, Scheidemann ve şürekâsının eskimiş, yozlaşmış milliyetçi
liberal partisinden farklı olarak, yeni bir parti, gerçek bir işçi partisi,
devrimci bir sosyal demokrat parti boy atıyor, güç kazanıyor, örgütleniyor.[18]
Bu
sebeple, muhafazakâr Prusya Yıllığı’nda[19] oportünist “Gözlemci”nin,
“bugünkü sosyal demokrasi sağa kayarsa oportünistler (yani burjuvazi) için hiç
hayırlı olmaz, çünkü o zaman işçiler partiyi terk eder” diyerek verdiği sufle,
çok derin bir tarihsel gerçeği dile getiriyordu aslında. Oportünistlerin ve
burjuvazinin partiyi bugünkü hâliyle muhafaza etmeye ihtiyacı var. Bu parti
sağla solu birleştirme, dünyadaki her şeyi yumuşak ve “tepeden tırnağa
Marksist” ifadelerle uzlaştırma becerisine sahip Kautsky gibi bir isim üzerinden
resmi planda temsil edilmek zorunda.
Bu
parti lafa gelince halka, kitlelere ve işçilere sosyalizmden ve devrimci ruhtan
bahsedecek, ama aslında ne vakit ağır bir kriz yaşansa koşup burjuvazinin
eteğine yapışacak ve Südekumculuk yapacak. Üstelik bunu her krizde de değil,
savaş dönemi dışında aldığı her türden ciddi politik darbede, tıpkı “özgür ve
parlamenter” Britanya ve Fransa gibi “feodal” Almanya da hemen şu veya bu isim
altında sıkıyönetim politikalarını yürürlüğe koyacak. Dinç bir aklı ve muhakemesi
olan hiç kimsenin bundan kuşkusu olamaz.
Öyleyse
artık yukarıda sorduğumuz, “sosyal şovenizmle nasıl mücadele edilmeli?”
sorusuna verilecek mantıklı cevabın şekillendiğini söyleyebiliriz: Sosyal
şovenizm, belli ölçüde olgunlaşmış, kapitalizmin nispeten “barışçıl” olan uzun
dönemi boyunca palazlanmış ve arsızlaşmış, politik ideoloji dâhilinde
belirleyici bir konum elde etmiş, burjuvazi ve hükümetlerle yakından
bağlantılı, bugünkü sosyal demokrat işçi partileri içinde ortaya çıkan ve asla
hoş görülemeyecek olan oportünizmin ta kendisidir.
Narin,
ince tabanlı ayakkabılar, taşradaki küçük bir kasabanın düzgün yollarında
yürümek için yeterli olabilir, ama tepelerde dolaşmak için altı sağlam, çivili
botlara ihtiyaç vardır. Avrupa’da sosyalizm, ülkelerin sınırlarına ve dar
sahasına tabi, nispeten barışçıl geçen bir aşamada ortaya çıkmıştır.
1914-1915’teki savaşın patlak vermesiyle sosyalizm, devrimci eylem aşamasına
girmiştir. Artık oportünizmden kopmanın ve onu işçi partilerinden kovmanın
vakti gelmiştir.
Uluslararası
düzlemde sosyalizmin geliştiği bu yeni dönemde yeni görevlerle yüzleşilmiştir,
lâkin elbette bu görevler belirlendi diye, farklı ülkelerde işçilere ait
devrimci sosyal demokrat partilerin küçük burjuva oportünist partilerden
ayrışma sürecinin ne kadar hızlı ilerleyeceğini ve bu sürecin ne tür biçimler
alacağını hemen idrak etmek mümkün olmayacaktır. Ama şu görülmelidir: bu tür
bir ayrışma kaçınılmazdır, işçi partilerinin tüm siyaseti, bu bakış açısı
üzerinden biçimlenmelidir.
1914-1915
savaşı, oportünizme yönelik tavrın eskisi gibi kalamayacağı, önemli bir
tarihsel dönemeçtir. Yaşananlar tabii ki silinip atılamaz. İşçilerin aklından,
burjuvazinin ortaya koyduğu deneyimden veya en genel anlamda içinde
bulunduğumuz dönemin sunduğu politik derslerden, kriz koşullarında
oportünistlerin, işçi partileri içinde yer alıp burjuvazinin safına geçen
unsurlar oldukları gerçeğini söküp atmak, elbette ki mümkün değildir.
Avrupa
ölçeğinde ele alındığında oportünizm, savaş öncesinde ergenlik aşamasındaydı.
Savaşın patlak vermesiyle oportünizm yetişkin biri hâline geldi, dolayısıyla o
“masumiyet”ini ve gençliğini yitirdi. Parlamenterlerden, gazetecilerden,
sendika yetkililerinden, imtiyazlı büro çalışanlarından ve proletaryanın
belirli bir katmanından oluşan koca bir toplumsal kesim ortaya çıktı ve bu
kesime kıymet verip onu benimseyeceğini her hareketiyle ortaya koymuş olan,
kendi ülkesinin burjuvazisiyle kaynaştı.
Tarihsel
süreç geriye döndürülemez, asla gemlenemez. Korkmadan ilerlemeli, oportünizmin
boyunduruğu altında olan, hazırlık dönemine ait işçi örgütlerinden, kendisini
legaliteye hapsetmemeyi bilen, oportünist ihanetlere karşı kendisini koruyan
devrimci örgütlere geçilmeli, iktidar mücadelesi veren, burjuvaziyi alt etmek
için uğraşan proletarya örgütleri inşa edilmelidir.
Tüm
bu gelişmeler, hem kendi zihinlerini hem de işçilerin zihinlerini “Guesde,
Plehanof, Kautsky gibi İkinci Enternasyonal’in önemli otoritelerini ne
yapacağız?” türünden sorularla bulandıranların görüşlerinin ne kadar yanlış
olduklarını ortaya koyuyor. Eğer bu kişiler, yeni görevleri anlayamıyorsa, ya
kenara çekilecekler ya da bugün oldukları yerde kalıp oportünistlerin esiri
olmaya devam edecekler. Eğer bu kişiler söz konusu esaretten kurtulurlarsa,
devrimci kampa geri dönme noktasında muhtemelen herhangi bir politik engelle
karşılaşmayacaklardır. Her durumda şu gerçek görülmelidir: Bireylerin rolü
meselesini öne çıkartıp işçi hareketi içerisinde ortaya çıkan yeni dönemle
ilgili meseleyi ve eğilimler arasındaki mücadeleye dair meseleyi geri plana
atmak, tümüyle saçmalıktır.
VIII
İşçi
sınıfının yasal kitle örgütleri, İkinci Enternasyonal’in borusunu öttürdüğü
dönemde sosyalist partilerin belki de en önemli yönüdür. En güçlüleri, Alman
Sosyal Demokrat İşçi Partisi içerisindedir. 1914-15 savaşı, Almanya’da derin
bir krizin ortaya çıkmasına neden olmuş, meseleyi derhal ele alınması gereken
düzeye taşımıştır.
Görünen
o ki devrimci faaliyetlerin başlamasıyla polis, bu yasal örgütleri dağıtmış,
eski parti, bilhassa Legien’den Kautsky’ye bir dizi ismin eliyle, proletaryanın
devrimci amaçlarını bu yasal örgütleri korumak adına feda etmiştir. Bu olguyu
kim inkâr ederse etsin, önemi yok, bu söylenen gerçektir. Proletaryanın devrim
yapma hakkı, mevcuttaki polis kanununun izin verdiği, bulamaç çorbaya dönmüş
örgütler karşılığında satılmıştır.
Örneğin
Alman sosyal demokrat sendikalarının lideri olan Karl Legien’in kaleme aldığı, Sendika
Yetkilileri Partinin İç Yaşamında Neden Aktif Bir Rol Almalı? (Berlin 1915)
başlıklı broşürü ele alalım. Bu makaleyi yazar, 27 Ocak 1915’te sendika
yetkililerinin toplantısında okudu. Legien, bu seminer esnasında başka türlü
askerî sansürden geçemeyecek olan bu gayet ilginç olan belgeyi okudu ve sonra
da broşürüne aldı. Niederbarnim Mahallesi’ndeki Hatiplere Notlar (ki bu
Niederbarnim, Berlin’in bir kenar mahallesidir) olarak anılan belge, Alman
partisinin sol kanadının, partiye yönelik tepki olarak geliştirdiği
görüşlerinin bir ifadesidir. Belgede dendiğine göre devrimci sosyal
demokratlar, aşağıda belirtilen hususu öngörmediler ki zaten bu, mümkün de
değildi:
“Alman Sosyal Demokrat
Parti’nin elindeki örgütlü gücün tamamı ve sendikalar, savaş hükümetinden yana
saf tuttular, bu güç, bütün olarak kitlelerin devrimci enerjisini ortadan
kaldırma amacı doğrultusunda kullanıldı.” (Legien’in broşürü, s. 34)
Bu,
kesinlikle doğrudur. Aynı belgede yer alan şu tespit de doğrudur:
“4 Ağustos günü meclisteki
sosyal demokrat grubunun kullandığı oylar, parti kitleler içerisinde derin
köklere sahip olsa bile, kendisini sınamış bir partinin liderliğinde o partinin
farklı tavır sergileyemeyeceğini kanıtlamıştır. Böylesi bir tavır, ancak
partinin ve sendikaların direnişi aşılarak, önde gelen parti kurullarının
iradesi hilâfına alınabilirdi.” (a.g.e.)
Bu
da kesinlikle doğru.
“Meclisteki sosyal
demokrat grubu 4 Ağustos günü görevini yerine getirmiş olsaydı, örgütün
dışarıdan görülen biçimi yok edilecek ama Sosyalistlerle Mücadele Kanunu’nun
yürürlükte olduğu dönem boyunca partiye can vermiş, onun tüm güçlüklerin
aşılmasına katkıda bulunmuş olan ruh muhafaza edilecekti.” (a.g.e.)
Legien’in
broşüründe, konuşmasını dinlemek üzere bir araya gelmiş olan ve önemli sendika
liderleri pozu kesen isimlerin bu sözleri duyduklarında gülüştüklerinden
bahsediliyor. Sosyalistlerle Mücadele Kanunu döneminde olduğu gibi bir kriz
durumunda yasadışı devrimci örgütler kurmanın mümkün ve gerekli olduğu fikri,
bu insanlara saçma geliyor. Burjuvazinin en sadık bekçi köpeği olarak Legien,
göğsüne vura vura şunları söylüyor:
“Şurası açık ki bu fikir,
kitleler soruna çözüm getirsin diye kurulmuş örgütleri yerle yeksan edecek,
anarşist bir fikirdir. Bunun anarşist bir fikir olduğu konusunda zihnimde tek
bir şüphe bile yoktur!”
Bu
sözlerin ardından, ortalıkta işçi sınıfının sosyal demokrat örgütlerinin lideri
diye dolaşan bu burjuvazinin uşakları hep bir ağızdan “duyun bunları, duyun!”
diye bağırmışlar (a.g.e., s. 37)
Bu
sahne bize çok şey öğretiyor. Bu insanlar, burjuva yasallığı ile öyle
alçalmışlar, paçavraya dönmüşler ki devrimci mücadeleyi yönlendirecek başka
türden örgütlere, yasadışı örgütlere dönük ihtiyacı havsalaları almıyor bile.
Öyle alçalmışlar ki polisin icazetiyle varolan yasal sendikaları Kaf dağının
ardındaki Anka Kuşu zannediyorlar, bu sendikaları kriz döneminde önderlik eden
yapılar olarak elde tutmayı makul bir adım sanıyorlar.
Burada
tanık olduğumuz şey, oportünizmin canlı diyalektiğidir: yasal sendikalardaki
büyüme ve şu aptal fakat işlerine sadakatle sarılan cahillerin sırf kendilerini
muhasebecilikle sınırlama huyları, kriz döneminde işlerine sadakatle sarılan bu
cahillerin, yığınların devrimci enerjisini yok eden, kendilerini düşmana satan
birer hain olduklarını ispatladıkları bir ortam yarattı. Bu, bir rastlantının
sonucu olarak yaşanmadı.
Demek
ki bugün devrimci örgütün inşa süreci başlatılmalıdır, yeni tarihsel durumun,
proleter devrimci eylem döneminin talebi bu yöndedir, ama bu süreç, eski
partinin başındaki eski liderler, devrimci enerjiyi boğanlar eliyle değil, eski
yapının yıkılması ile başlatılabilir.
Karşı-devrimci
cahiller, tabii ki “anarşizm” diye yaygarayı kopartacaklardır, tıpkı Karl
Liebknecht’i eleştirip mahkûm ederken oportünist Eduard David’in bağırdığı
gibi. Anlaşılan o ki Almanya’da sadece oportünistlerin “anarşist” diye
küfrettikleri liderler, dürüst birer sosyalist olarak varlıklarını
sürdürebiliyor.
Bugünkü
orduya bakalım. Bu ordu, örgüt konusunda gayet iyi bir örnek teşkil ediyor. Bu
örgüt iyi oluşunu, sadece esnek oluşuna ve milyonlarca insanı tek bir iradenin
etrafında toplayabilmesine borçludur. Bugün bu milyonlar, ülkenin çeşitli
kısımlarında bulunan evlerinde yaşıyorlar. Yarın seferberlik emri gelecek ve bu
insanlar görevlerinin başına geçecekler. Bugün siperlerdeler, aylarca orada
kalabilirler, yarın başka bir emirle düşmanın üzerine yürüyecekler. Bugün mermi
ve şarapnellerden saklanırken mucizeler yaratıyorlar, yarın göğüs göğse
savaşırken mucizeler yaratacaklar. Bugün ileri kolları mayın tarlalarının
içinden geçiyor, yarın hava desteği eşliğinde kilometrelerce yürüyecekler. Tek
bir amaç peşinde koşarken, tek bir iradeyle ayağa kalktıklarında milyonlar,
iletişim ve davranış biçimlerini ayarlarlar, eylemlerinin yerini ve tarzını
değiştirirler, araçlarını ve silâhlarını değişen koşullara ve mücadelenin
gereksinimlerine uyarlarlar. Tüm bunları ordu, gerçek bir örgüt olabildiği için
yapar.
İşçi
sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi için de aynı tespiti yapmak mümkündür.
Bugün devrimci durum yoktur, kitlelerin faaliyetlerini artıracağı, onlarda
huzursuzluğa yol açan koşullar mevcut değildir. Bugün elinize oy pusulası
verilir, siz onu alır, hapse girmekten korktukları için meclis koltuklarına
sımsıkı sarılan insanlara yan gelip yatacakları yasama faaliyeti ile ilgili
işleri yürütmeyi değil de düşmanınıza karşı bir silâh olarak kullanmak için
örgütlenmeyi öğrenirsiniz. Yarın elinizdeki oy pusulasını alırlar, elinize bir
tüfek veya o son model, harika otomatik silâhı verirler, siz bu ölüme ve yıkıma
yol açacak silâhı alın ve savaştan korkan gözü yaşlı, eli titrek kişilere kulak
asmayın. Dünyada işçi sınıfının kurtuluşu için ateş ve kılıçla yok edilmesi
gereken daha çok şey var. Eğer kitlelerdeki öfke ve ümitsizlik artarsa,
devrimci bir durum ortaya çıkarsa, yeni örgütler kurup bu ölümün ve yıkımın
faydalı silâhlarını kendi hükümetinize ve kendi burjuvazinize karşı kullanmak
için hazırlık yapın.
Hiç
şüphe yok ki bu, kolay bir iş değil. Yoğun hazırlık çalışmalarını ve büyük
fedakârlıkları talep eden bir iş bu. Bu süreçte aynı zamanda yeni bir
örgütlenme ve mücadele biçimi öğrenilmek zorunda kalınacak ve bu konuyla ilgili
bilgi, hatalar ve başarısızlıklar üzerinden elde edilecek. Sınıf mücadelesinin
bu biçiminin seçimlere katılma meselesiyle ilişkisi neyse, bir kaleye yönelik
saldırının manevra yapma, yürüyüş veya siperlerde saklanma ile ilişkisi de
odur. Tarih, mücadelenin bu biçimini her zaman gündemine almaz. Bu türden bir
mücadele yönteminin kullanılabileceği, kullanılması gereken günler, onlarca
yıllık tarihsel dönemlere bedeldirler.
Bu
noktada Karl Kautsky ile Karl Legien’i kıyaslayalım. Kautsky şunları söylüyor:
“Parti küçük olduğu
sürece, her savaş karşıtı protestonun, cesaret gösterisi anlamında, propaganda
açısından belirli bir değeri vardır. […] Rus ve Sırp yoldaşların yaptıklarını
herkes takdirle karşıladı. Parti güçlendikçe, aldığı kararları yönlendiren
propaganda ile ilgili düşünceler de pratik sonuçlara ilişkin hesaplamayla iç
içe geçer, dolayısıyla harekete geçiren her iki gerekçeye de eşit mesafede
olmak, ama aynı zamanda bu iki gerekçeyi ihmal etmek, daha da güçleşir.
Dolayısıyla biz daha güçlü oldukça, her bir yeni ve karmaşık durum dâhilinde
aramızdaki farklılıkların ortaya çıkması, daha da kolaylaşacaktır. (Enternasyonalizm
ve Savaş, s. 30).
Kautsky’nin
dile getirdiği bu argümanlar, Legien’in argümanlarından sadece riyakâr ve
korkak olmaları ile ayrışıyor. Özünde Kautsky, Legien’in devrimci faaliyetleri
hor gören ve inkâr eden yaklaşımını destekleyip meşrulaştırıyor, ama bunu
Kautsky, gayet sinsi bir şekilde, kendisine hiç toz kondurmadan yapıyor.
İmalarla vaziyeti idare eden Kautsky, hem Legien’i hem de Rusların davranışını
övmekle yetiniyor.
Biz
Ruslar, devrimcilere yönelik bu türden yaklaşımları liberallerden görmeye
alışkınız. Liberaller, her zaman devrimcilerin “cesaret”ini kabule hazırdırlar
ama bir yandan da kendilerindeki aşırı oportünist taktiklerden de vazgeçmezler.
Kendisine saygısı olan hiçbir devrimci, Kautsky’nin “takdir dolu ifadeler”ini
kabul etmeyecek, meselenin bu şekilde takdim edilmesini şiddetle redde tabi
tutacaktır.
Devrimci
durum diye bir şey olmasaydı, devrimci eylemi propaganda etmek devrimcilerin
boyunlarının borcu olmasaydı, Rus ve Sırp devrimcilerinin yaklaşımları ve
taktikleri yanlış olarak değerlendirilecekti. Şövalye ruhlu birer kişilik
olarak Legien ve Kautsky, en azından kanaatlerini dile getirme cesaretini
gösteriyor, bırakalım dillerinin altındaki baklayı çıkartsınlar.
Madem
Rus ve Sırp sosyalistlerinin taktikleri “takdireşayan”, o vakit Almanya ve
Fransa gibi ülkelerdeki güçlü partilerin taktiklerini meşru görmek, hem yanlış
hem de suçtur. “Pratik sonuçlar” gibi kasten muğlâk bırakılmış bir ifadeyle
Kautsky, örgütlerinin dağılması, para kaynaklarının kesilmesi ve liderlerinin
devlet eliyle tutuklanması ihtimali karşısında o büyük ve güçlü partilerin
korkuya kapıldığına ilişkin yalın gerçeği gizliyor. Yani aslında Kautsky,
burada devrimci taktiklerin ürünü olan o nahoş “pratik sonuçlar” dediği
bahanenin arkasına saklanmak suretiyle sosyalizme ihanetine kılıf örüyor. Bu,
Marksizmin kötüye kullanımı değil de nedir?
Ağustos’taki
savaş kredileri oylamasında lehte oy veren bir sosyal demokrat vekilin
Berlin’de işçilerin düzenlediği bir toplantıda, “aksi yönde oy kullansaydık
tutuklanırdık” dediği ileri sürülüyor. Bu söz üzerine bir işçi ayağa kalkıp
bağırıyor: “E bunun neresi kötü?”
Alman
ve Fransız işçi kitlelerine devrimci duyguları aşılayacak, devrimci eyleme
hazırlanma ihtiyacını belirgin kılacak başka bir işaret bulunmasaydı, bir
vekilin cesaretle yaptığı konuşma sebebiyle tutuklanacak olması, muhtelif
ülkelerin proleterlerinin devrimci çalışma dâhilinde birleşmeleri yönünde
yapılacak çağrıya illaki faydası olacaktı. Bugün bu türden birliği sağlamak
kolay bir iş değil. Dolayısıyla, tüm politik sahneyi en geniş kapsamı dâhilinde
görebilecek ölçüde yüksek bir makamda bulunan bu vekillerin görevi, inisiyatif
almaktı.
Sadece
savaş zamanında değil, bırakalım herhangi bir devrimci kitle eylemini, her
önemli politik durumda, en özgür burjuva ülkelerinde bile hükümetler, yasal
örgütleri dağıtma, para kaynaklarına el koyma, liderlerini tutuklama ve benzer
türde “pratik sonuçlar”la tehditler savuracaklardır. Peki biz böylesi bir
durumda ne yapacağız? Kalkıp Kautsky gibi oportünistleri mi aklayacağız? İyi de
bu tür bir yaklaşım, sosyal demokrat partilerin milliyetçi liberal işçi
partilerine dönüşümünü takdis etmek anlamına gelecektir.
Buradan
bir sosyalist, ancak tek bir sonuca ulaşabilir: “Avrupa” partilerinin emperyalizm
öncesi aşamada, kapitalizmin geliştiği dönemde benimsediği “legalizmden gayrısı
yok” yaklaşımı, hükmünü yitirmiştir, dolayısıyla bu yaklaşım, artık burjuva
işçi siyasetinin temeli hâline gelmiştir. İllegalite zemini oluşturularak,
illegal örgüt kurularak illegalde sosyal demokrat çalışma yürüterek parti
büyütülmeli, ama eldeki tek bir legal konum düşmana teslim edilmemelidir.
Mevcut deneyim bunun nasıl yapıldığını gösterecektir, yeter ki bizde bu yolu
yürüme niyeti ve gerekli olanı gerçekleştirme iradesi olsun.
1912-1914
döneminde Rusya’nın devrimci sosyal demokratları, bu sorunun çözüme
kavuşturulabileceğini pratikleriyle ispatladılar. Meclisteki işçi vekillerinden
olan ve diğer vekillere nazaran mahkemede daha iyi tavır ortaya koyup
Sibirya’ya sürgüne gönderilen Muranof, (Henderson, Sembat ve Vandervelde’den
bekleme salonuna bile kabul edilmeseler bile kolay güdülen iki isim olan
Südekum ve Scheidemann’a kadar birçok “güdülebilir” isim karşısında) vekilliğin
illegal ve devrimci bir tarzda da yapılabileceğini gösterdi.
Bırakalım
Kosovski ve Potresof gibiler, uşakların bu “Avrupaî” vekillik pratiklerine
hayran olmaya, onu kabullenmeye devam etsinler, biz işçilere, Legien, Kautsky,
Scheidemann türü isimlerin sosyal demokratlığının, bu türden bir legalizmin hakaretten
gayrısını hak etmediğini bıkıp usanmadan anlatacağız.
IX
Özetlersek:
İkinci
Enternasyonal’in çöküşü en çarpıcı ifadesini, Avrupa’daki resmi sosyal demokrat
partilerin büyük çoğunluğunun kendi görüşlerine ve Stuttgart ile Basel
kararlarına aşağılık bir biçimde ihanet etmiş olmalarında buldu. Ne var ki
çöküş, aslında oportünizmin on dokuzuncu yüzyılın sonundan yirminci yüzyılın
başlarına dek uzanan, İkinci Enternasyonal’in faal olduğu tüm tarihsel dönemin
bir sonucu olarak elde ettiği nihai zafere ve sosyal demokrat partilerin
milliyetçi liberal işçi partilerine dönüşmesine işaret ediyordu.
Batı
Avrupa’daki burjuva ve ulusal devrimlerin tamamlanıp sosyalist devrimlerin
başladığı söz konusu dönemde nesnel koşullar, oportünizmi doğurdu ve besledi.
Bu dönem boyunca kimi Avrupa ülkelerinde işçi partilerinin ve sosyalist
hareketin bölündüğüne tanık olduk. Bu bölünme Britanya, İtalya, Hollanda,
Bulgaristan ve Rusya’da oportünizm hattı boyunca gerçekleşirken Almanya,
Fransa, Belçika, İsveç ve İsviçre gibi ülkelerde mücadelenin aynı oportünist
hat boyunca uzun süre inatla devam ettiğini gördük.
Büyük
savaşın yol açtığı kriz her türden maskeyi yırtıp attı, eskiye ait kanaatleri
hükümsüz kıldı, çoktandır baş vermiş olan bir çıbanının patlamasına neden oldu
ve oportünizmin burjuvazinin müttefiki olarak oynadığı rolün açığa çıkmasını
sağladı.
Demek
ki oportünizm denilen unsurun işçi partilerinden sökülüp atılması, acilen
yerine getirilmesi gereken bir yükümlülük hâlini almıştır. Emperyalizm dönemi,
kendi ülkesinin “Büyük Güç” statüsüne sahip olmakla elinde bulundurduğu
imtiyazların savurduğu kırıntılarla yetinen yarı küçük burjuvalaşmış işçi
aristokrasisi ve devrimci proletaryanın öncüsünün aynı partide varolmasına izin
vermiyor.
Oportünizmin,
“uçlara savrulmak nedir bilmeyen meşru bir renk” olduğunu söyleyen eski teori,
bugün işçileri aldatan ve işçi hareketi önüne engel çıkartan bir yaklaşım
hâline gelmiştir. Yüzünü gösterdiği vakit emekçi kitlelerin hemen defetme
gereği duyduğu oportünizm, devrimci eylemin vaktinin gelmediğini bir dizi
safsata ile ispatlamak adına Marksist beylik lafları kullanan ve oportünizmi
içeride tutmak isteyen altın oran teorisi kadar korkutucu ve yaralayıcı
değildir.
Bu
teorinin en fazla öne çıkan sözcülerinden, aynı zamanda İkinci Enternasyonal
içerisinde önde gelen otoritelerden biri olan Kautsky, su katılmamış bir
riyakâr ve Marksizmi kendi çıkarı için kullanma sanatının en eski ustalarından
biri olduğunu kanıtlamıştır. Milyonluk üyesiyle güçlü bir parti olan Alman
partisinin içerisindeki tüm samimi, sınıf bilinçli ve devrimci unsurlar,
Südekum ve Scheidemann gibilerin coşkuyla savundukları bu türden bir
“otorite”ye öfkeyle sırtlarını dönmüşlerdir.
Eski
liderlerinin yüzde doksanı burjuvazinin safına geçmiş olan proleter kitleler
kendilerini, savaş kaynaklı sansürün ve sıkıyönetimin baskısı altında,
şovenizmin ağır saldırısı karşısında dağınık ve biçare bir hâlde buldular. Ama
kapsamı giderek genişleyen ve gelişen devrimci durumu meydana getirmiş olan
nesnel bir olgu olarak savaş, devrimci duyguların harekete geçmesini sağlıyor.
Savaş, en iyi ve sınıf bilinci en yüksek proleterleri çelikleştiriyor,
bilinçlendiriyor.
Kitlelerin
ruh hâlinde aniden yaşanan değişiklik, savaş sayesinde mümkün hâle gelmekle
kalmıyor, aynı zamanda Gaponcularla[20] bağlantılı olarak 1905 başlarında
Rusya’da gördüğümüz türden bir değişikliğe yol açıyor ve bu sayede, geri
bıraktırılmış olan o proleter kitlelerin içerisinden, sonrasında bağrından
proletaryanın devrimci öncüsünü çıkartacak olan milyonlarca emekçiden olan
ordu, birkaç aylık hatta kimi vakit birkaç haftalık bir süre zarfında oluşuyor.
Bu
savaşın hemen ardından veya savaş esnasında güçlü bir devrimci hareketin
gelişip gelişmeyeceğini kimse bilemez, fakat yaşanan tüm olaylar gösteriyor ki,
ancak bu yönde yürütülen bir çalışma “sosyalist” sıfatını hak edebilir. “İç
savaş” sloganı, bu çalışmayı özetleyen ve ona yön veren slogandır, bu çalışma
sayesinde kendi devletine ve burjuvazisine karşı devrimci mücadele veren
proletaryaya yardım etmeye istekli olanlar birleşir ve birlik bu sayede
pekişir.
Rusya’da
devrimci sosyal demokrat parti içerisinde yer alan proleter unsurların küçük
burjuva unsurlardan tümüyle kopartılması için gerekli zemini, işçi sınıfı
hareketinin toplam tarihi hazırlamıştır. Bu tarihe saygı göstermeyip
“hizipçilik” karşıtı nutuklar çekenler, esasen farklı oportünizm türlerine
karşı yıllardır mücadele etmiş olan Rusya’da proleter partinin oluşacağı gerçek
süreci anlama yetisinden kendilerini alıkoymakta, bu hareketin hiçbir katkı
sunmamasına neden olmaktadırlar.
“Büyük”
Güçler içerisinde sadece Rusya, yakın dönemde bir devrim tecrübe etmiştir.
Proletaryanın her şeye rağmen önemli bir rol oynadığı bu devrimin burjuva
içeriği, ister istemez, işçi sınıfı hareketi içerisindeki burjuva ve proleter
eğilimlerin ayrışmasını sağladı. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 1883-1894
yılları arasında salt ideolojik bir eğilim hâlinde faaliyet yürüttüğü dönem
haricinde, kitlesel işçi hareketiyle bağı olan bir örgüt olarak varlığını
sürdürdüğü yaklaşık yirmi yıllık dönemde (1894-1914) parti, proleter devrimci
eğilimlerle küçük burjuva oportünist eğilimler arasındaki mücadeleye tanıklık
etmişti.
1894-1902
arası dönemde karşımıza çıkan ekonomizm eğilimi[21], hiç şüphe yok ki küçük
burjuva oportünist bir akım idi. Struvecilerin Marksizmi tahrif etmek için
kullandıkları argümanlara, oportünizmi meşrulaştırmak için sürekli “kitleler”e
atıfta bulunan yaklaşımlara kadar birçok ideolojik özelliği ve önermeyi
bünyesinde taşıyan bu eğilim, Kautsky, Cunow ve Plehanof gibi bugün Marksizmi
kabalaştırmış isimlerin mensubu oldukları eğilime epey benziyor. Dolayısıyla,
bugünkü sosyal demokrat kuşaklara, Kautsky ile arasındaki paralellik açısından
eskinin Raboçaya Mysl[22] [“İşçinin Düşüncesi”] ile Raboçeye Dyelo’yu[23] [“İşçi
Davası”] anımsatmak çok kıymetli bir iş olacaktır.
Bir
sonraki dönemin (1903-08) Menşevizmi ise hem ideolojik hem de örgütsel açıdan
Ekonomizmin doğrudan halefidir. Rus devrimi esnasında Menşevizm, nesnel planda
proletaryanın liberal burjuvaziye bağımlı kılınması anlamına gelen taktikleri
izledi ve küçük burjuva, oportünist eğilimlerin tezahürü olarak varoldu.
Takip
eden dönemde (1908-14), Menşevik eğilimin ana kolunun tasfiyeciliği icat
etmesiyle birlikte bu eğilimin sınıfsal anlamı öylesine belirgin bir hâl aldı
ki Menşevizmin en ileri temsilcileri, Naşa Zarya grubunun siyasetine
karşı sürekli tepki geliştirmek zorunda kaldılar. Son beş altı yıldır işçi
sınıfının devrimci Marksist partisine karşı kitleler içerisinde sistematik bir
çalışma yürütmüş olan bu Menşevikler, 1914-15 savaşında sosyal şovenist
olduklarını cümle âleme gösterdiler! Oysa bu ülke, mutlakiyetçiliğin hâlen daha
varolduğu, burjuva devriminin neticelenmekten uzak olduğu, halkının yüzde kırk
üçünün Rus olmayan milletlerden oluşan çoğunluğu ezdiği bir ülkeydi.
Avrupa’da,
küçük burjuvazinin belirli kesimlerinin, bilhassa aydınların ve işçi
aristokrasisi içindeki önemsiz bir kısmın “Büyük Güç” denilen ülkelerdeki
imtiyazlara benzer imtiyazları “kendi” ülkelerinde bulabildiği bir gelişim sürecinin
Rusya’da yaşanması mümkün değildi.
İşçi
sınıfının ve işçilerin Rusya’daki sosyal demokrat partisinin tüm tarihi, onları
“enternasyonalist” taktiklere, yani gerçek anlamda devrimci, tüm tutarlılığı
ile devrimci olan taktiklere hazır hâle getirdi.
Not:
Basında Kautsky, Haase ve Bernstein’in birlikte çıkarttıkları bildiri basında
yer aldığı vakit bu makalenin dizgisi çoktan yapılmıştı. Kitlelerin sola yüzünü
döndüğünü gören bu isimler şimdi sol ile “barış yapma”ya hazırlar, tabii
Südekum gibi isimlerle yaptıkları “barış” sürdürmeleri karşılığında. Bu isimler
gerçekten de “sokak fahişesi!”
V. I. Lenin
Haziran 1915
Kaynak
PDF
Dipnotlar:
[1] Alman Sosyal Demokrat Parti’nin Chemnitz Kongresi 15-21 Eylül 1912
tarihinde düzenlendi. Kongrede alınan “Emperyalizme Dair” başlıklı kararda,
emperyalist devletlerin tüm utanmazlıklarıyla yağma ve ilhak siyaseti
güttüklerine dair tespitin ardından partinin “emperyalizmle daha büyük bir
enerjiyle mücadele etmesi” çağrısına yer verildi. Birinci Dünya Savaşı
esnasında İkinci Enternasyonal liderleri, haince bir tutumu benimseyerek,
enternasyonalin düzenlediği sosyalist kongrelerde alınan kararları, özellikle
Chemnitz’de benimsenen kararları ihlal etti.
[2]
Albert Südekum (1871-1944) Alman Sosyal Demokrat Partili siyasetçi.
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği günlerde savaş kredilerine onay
verilmesi, onun fikriydi. Lenin, Südekum’u “kendini beğenmiş, ahlakî değerleri
olmayan, oportünist ve sosyal şovenist” olarak tanımlıyor: V. I. Lenin, “Russian
Brand of Südekum”, 1 Şubat 1915, MIA.
[3]
İngiliz barışçılarından, sosyalist pozu kesmeyi seven isimlerden olan
Brailsford’un Çelik ve Altın Savaşı (Mart 1914’te Londra’da yayımlanmıştır)
oldukça öğretici bir çalışmadır. Yazar, ulusal sorunların çözüldüğü için
hâlihazırda geri plana atıldığını (s. 35), bugün böylesi sorunların
bulunmadığını, “modern diplomasinin olağan sorunu”nun (s. 36) Bağdat demiryolu
ve onun için imzalanacak demiryolu sözleşmeleri ayrıca Fas madenleri olduğunu
tespit eder. Yazar doğru bir değerlendirmeyle, Fransız yurtseverleri ve İngiliz
emperyalistlerinin, Caillaux’nun (1911 ve 1913’te) Almanya’yla sömürgeler
üzerindeki nüfuz alanlarının bölüşülmesi ve Almanya’ya ait tahvillerin Paris
Borsası’na kaydedilmesi konusunda anlaşmaya varma teşebbüslerine karşı mücadele
ettikleri”, Avrupa diplomasinin yakın tarihine ait öğretici kimi olayları
aktarır. Yazarın dediğine göre, anlaşmayı İngiliz ve Fransız burjuvazisi
bozmuştur (s. 38-40). Emperyalizmin amacı bu noktada sermayeyi zayıf ülkelere
ihraç etmektir (s. 74). Britanya’da sermaye üzerinden elde edilen bu kâr
1899’da doksan ilâ yüz milyon sterlini (Giffen), 1909’da ise yüz kırk milyon
sterlini bulmuştur. Bize buna yaptığı son konuşmada bahsini ettiği iki yüz
milyon sterlini ekleyelim ki bu, yaklaşık iki milyar ruble ediyor. Çevrilen
iğrenç dolaplar ve yüksek rütbeli Türklere verilen rüşvetler, ayrıca Britanya
aristokrasisinin genç oğullarına Hindistan ve Mısır’da rahatça ense yapacakları
işler verilmesi, bu dönemin ana özellikleri arasındadır (s. 85-87). Silâhlanma
sürecinden ve savaşlardan küçük bir azınlık kazanç elde etmekte, bu azınlık
“sosyete”nin ve finansçıların desteğini arkasına almakta iken, barış yanlıları
dağınık durumdadırlar (s. 93). Bugün barış ve silahsızlanmadan bahseden bir
barışçının yarın savaşla ilgili işleri yapacak yüklenicilere tümüyle bağımlı
bir parti üyesi hâline geleceğine hiç şüphe yoktur (s. 161). Eğer İtilaf
Kuvvetleri içindeki üç ülke muzaffer olursa Fas’ı ele geçirecek, İran’ı da
taksim edecektir. Eğer Müttefik Kuvvetler içindeki üç ülke muzaffer olursa
Trablus’u ele geçirecek, Bosna’daki konumunu güçlendirecek, Türkiye’yi
kendisine tabi kılacaktır (s. 167). Mart 1906’da Londra ve Paris Rusya’ya
milyarlarca sterlin göndermiş, Çar’ın özgürlük hareketini ezmesine yardım
etmiştir (s. 225-28); bugünse Britanya Rusya’ya İran’ı boğması konusunda el
uzatmaktadır (s. 229). Balkan Savaşı’nın fitilini Rusya ateşlemiştir (s. 230).
Bu
söylenenlerde yeni bir şey yok. Bunlar herkesin bildiği, tüm dünya genelinde
sosyal demokrat gazetelerde binlerce kez tekrarlanmış şeyler. Savaşın
arifesinde Britanyalı bir burjuva, tüm bu gerçekleri açık bir biçimde
gösterebiliyor. Bu basit ve herkesin bildiği gerçeklerin ölçüsüne vurduğumuzda,
Plehanof’un ve Potresof’un Almanya’nın suçluluğu konusunda ortaya attığı
teorilerin de Kautsky’nin kapitalizm koşullarında silâhsızlanma ve kalıcı barış
“ihtimaller”ine dair teorisinin de büyük bir saçmalık, kendini beğenmiş bir
riya örneği, rahatlıkla dilden dökülen türden bir yalan olduğu daha iyi
görülmektedir! –Lenin.
[4]
Karl von Clausewitz, “Vom Kriege”, Werke, 1. Bd., S. 28. Cf. III. Bd.,
S. 139–40: “Herkes savaşların yegâne sebebinin hükümetler ve uluslar arasındaki
politik ilişkiler olduğunu bilir; fakat yüzeyden bakıldığında sanki savaşın
başlamasıyla bu ilişkiler bitmiş de yerine kendi yasalarına uygun olarak,
tümüyle yeni bir durum oluşmuş sanılır. Oysa biz tam tersini söylüyoruz: savaş
politik ilişkilerin başka araçların müdahalesiyle sürdürülmesinden başka bir şey
değildir.” –Lenin.
[5]
İlkin Paris’te, ardından Cenevre’de Mart 1915-Ock 1916 arası dönemde Sosyalist
Devrimci Partisi tarafından yayımlanan ve 1915’te kapatılmış olan Mysl
gazetesinin yerini alan Jizn [“Hayat”] gazetesinde yazılar yazan Bay
Gardenin, 1848’de Avrupa uluslarının karşı devrimci olduğunu düşünüyor,
dolayısıyla, bilhassa Slavlara ve Ruslara karşı ilân edilmiş olan savaşı
devrimci sayması sebebiyle Marx’ı “devrimci şovenist” olarak yaftalıyor,
neticede onun şovenist olduğunu söylüyor. Aslında Marx’a yönelik serzeniş, bu
“sol” sosyalist devrimcideki oportünizmi (daha uygun bir ifadeyle tutarsızlığı)
bir kez daha ortaya koyuyor. Biz Marksistler, karşı devrimci uluslara karşı her
daim devrimci savaştan yana durduk, bugün de bu tutumumuz değişmemiştir.
Örneğin eğer sosyalizm 1920’de Amerika’da veya Avrupa’da muzaffer olur da
Japonya ve Çin kendi Bismarck’larını üzerimize salarsa, önce tabii ki
diplomatik düzeyde biz hiç şüphesiz, onlara karşı başlatılan saldırıdan ve
devrimci savaştan yana oluruz. Bu, size tuhaf mı geliyor Bay Gardenin? İyi ama
sizin ki de Ropşin tipi bir devrimcilik, onu ne yapacağız! – Lenin.
[Ropşin, Boris Viktoroviç Savinkof isimli bir sosyalist devrimcinin müstear
adı. Bu kişi, Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü olarak Fransız ordusuna
yazılıyor. –çn.]
[6]
Bkz.: Bernhard Harms, Probleme der Weltwirtschaft, Jena, 1912; George
Paish, “Great Britain’s Capital Investments in the Colonies, etc.” Journal
of the Royal Statistical Society, Cilt. LXXIV, 1910/11, s. 167. 1915
yılının başlarında yaptığı bir konuşmada Lloyd George, Britanya’nın yurtdışına
yaptığı sermaye yatırımının 4 milyar sterlin, yani yaklaşık 80 milyar ruble
olduğunu söylüyordu. – Lenin.
[7]
E. Schultzu, devlet ve belediye borçlanmaları, ticaret ve imalat anonim
şirketlerinin ipotekleri ve hisse senetleri vs. dâhil olmak üzere dünyada
toplam menkul değerlerin 1915 yılına gelindiğinde 732 milyar franka ulaştığını
söylüyor. Bu toplam içerisinde Britanya’nın sahip olduğu pay 130 milyar,
ABD’nin payı 115 milyar, Almanya’nın ki ise 75 milyar frank. Yani tüm dört
büyük gücün payı toplamın yarısından fazla: 420 milyar frank. Başka milletleri
ezip yağmalayan, böylece onlara nal toplatan, bu büyük güçlerin elde ettikleri
avantajları ve imtiyazların boyutunu buradan anlamak mümkün. (Dr. Ernst
Schultze, Das französische Kapital in Russland, Finanz-Archiv, Berlin,
1915, 32. Yıl Baskısı, s. 127.) Bir büyük güce göre “vatan savunması” yabancı
ülkelerin yağmalanma sürecinde belirli bir paya sahip olma hakkını savunmak
anlamına geliyor. Herkesin de bildiği üzere Rusya’da kapitalist emperyalizm,
askerî-feodal emperyalizmden daha zayıftır. —Lenin.
[8]
Buligin Duması: 6 (19) Ağustos 1905’te yayımlanan, İçişleri Bakanı A. G.
Buligin’in başkanlık ettiği komisyon tarafından hazırlanan, meclisin toplanması
ve seçimlerle ilgili kanunları çıkartan istişare meclisidir. Bolşevikler bu
meclisi boykot etmiş, hükümet ilgili meclisi toplamayı başaramamıştır. Ekim
ayındaki genel politik grev ile birlikte meclis ortadan kalkmıştır.
[9]
V. I. Lenin, Collected Works, Progress Publishers, 1974, Moskova, Cilt.
21, s. 159.
[10]
Le Socialisme: Fransız sosyalist Jules Guesde’nin 1907-Haziran 1914
arası dönemde Paris’te yayına hazırlayıp çıkarttığı dergi.
[11]
Kautsky’nin Vaillant, Guesde, Hyndman ve Plehanof’un ismini zikretmesi başka
açıdan da önemlidir. Konrad Heanish ve Paul Lensch gibi emperyalizm yanlısı
oportünist kişiler, kendi politikalarını meşrulaştırmak için Hyndman ve
Plehanof’a atıfta bulunuyorlar ki doğrusu buna hakları da var. Bu isimlerin bir
ve aynı siyaseti güttüklerini söylüyorlar ve bence hakikati dillendiriyorlar.
Buna karşın Kautsky, yüzlerini emperyalizme dönmüş iki radikal isim olarak
Lensch ve Haenish’ten tiksintiyle söz ediyor. Bu tür günahkârlarla aynı fikirde
olmadığı ve devrimci kaldığı (devrimci mi!) için Tanrı’ya şükrediyor. Aslında Kautsky,
bu isimlerle aynı yerde duruyor. Duygusal ifadelere başvuran riyakâr bir
şovenist olarak Kautsky, Eduard David, Wolfgang Heine, Paul Lensch ve Konrad
Haenish gibi mankafa şovenistlerden daha iğrenç bir isim. —Lenin.
[12]
Yeri gelmişken söyleyelim, hükümetin sınıf düşmanlığı ve sınıf savaşı konusunda
yazı yazma yasağına cevap olarak sosyal demokrat gazetelerin tamamını
kapatmasına hiç gerek yoktu. Vorwärts[“İleri”] gibi bu konularda kaleme
oynatmamak, korkaklık ve alçaklıktı. Neticede Vorwärts bunu yaptığında,
politik olarak öldü, dolayısıyla Martof konuyla ilgili tespitinde haklı. Ama
yasal gazeteleri, onların partiyle ve sosyal demokrat hareketle bağlantısı
bulunmadıklarını, işçilerin belirli bir kesiminin teknik ihtiyacını karşıladığı
için politika dışı gazeteler olduklarını söyleyerek muhafaza etmek mümkündü.
Yasadışı yollardan çıkartılan yayınlarda savaşla ilgili değerlendirmelere yer
verilebilir, yasal yayınlar herhangi bir değerlendirme içermeksizin işçilerin
elinden çıkan çalışmaları paylaşabilir, mevcut gerçek karşısında suskun
kalabilirdi, bu pekâlâ mümkündü —Lenin.
[13]
Emperyalistlerin ve burjuvazinin, Büyük Güçler’in önemine ve ulusal imtiyazlara
işçileri bölüp onları sosyalizmden uzaklaştırma aracı olarak ne kadar çok önem
verdiğine dair bir dizi örnekten bahsedilebilir: Büyük Roma ve Büyük Britanya
isimli kitabında (Oxford, 1912) İngiliz emperyalizmi yanlısı yazar Lucas, bugün
Britanya İmparatorluğu toprakları üzerinde yaşayan, beyaz olmayan insanların
hukuken bazı engellerle karşı karşıya olduğunu kabul ediyor (s. 96-97) ve
konuyla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapıyor: “İmparatorluğumuzda beyaz
işçiler ve beyaz olmayan işçiler yan yana çalışırlar. […] Bu işçiler aynı
düzeydedirler ama genelde beyaz işçi, beyaz olmayanın denetleyicisi
konumundadır.” Savaştan Sonra Sosyal Demokrasi (1915) başlıklı broşüründe,
sosyal demokratlara karşı kurulmuş Emperyal İttifak örgütünün eski sekreteri
Erwin Belger, sosyal demokratların tavrına övgüler düzüyor ve bu insanların
“enternasyonalist, ütopyacı ve devrimci fikirlere sahip olmayan” (s. 44) “saf
anlamda bir işçi partisi”, “bir Alman işçi partisi” (s. 45) hâline gelmesi
gerektiğini söylüyor. Alman emperyalizmi yanlısı bir isim olan Sartorius von
Waltershausen Alman sosyal demokratları, sömürgelerin ele geçirilmesi üzerine
kurulu olan “ulusal refah”ı (s. 438) görmezden gelmekle suçluyor ve İngiliz
işçilerindeki “gerçekçiliği” ve göç karşıtı mücadelelerini övüyor. Dünya
siyasetinin ilkeleriyle ilgili kitabında Alman diplomat Ruedorffer, herkesin
bildiği, sermayenin uluslararasılaşmasının her bir ülkedeki kapitalistlerin,
hisselerin büyük bir kısmını ele geçirme, nüfuz ve güç ile ilgili, giderek
yoğunlaşan mücadelelerini hiçbir şekilde ortadan kaldırmadığına dair gerçeğin
üzerinde duruyor. ( s. 161). Yazarın tespitine göre bu yoğunlaşan mücadeleye
işçiler de katılıyorlar. (s. 175) Yazım tarihi Ekim 1913 olan kitapta yazar,
“sermayenin çıkarları”nın bugün yaşanan savaşların sebebi olduğunu kusursuz bir
netlikle ortaya koyuyor. (s. 157) Ayrıca yazar, “milliyetçi eğilim” meselesinin
sosyalizmin ana ekseni hâline geldiğinden söz ediyor (s. 176) ve hükümetlerin
sosyal demokratların artık giderek milliyetçi bir içerik kazanan (s. 103, 110,
176) enternasyonalist bildirilerinden korkmaması gerektiğini söylüyor. Yazar,
“tek başına şiddetle bir yere varılamayacağından, enternasyonalist sosyalizm
işçileri milliyetçi etkiden kurtarması durumunda zafere ulaşır, ama eğer
milliyetçi duygular güçlenirse o mağlup olur” diyor. (s. 173-74) —Lenin.
[14]
Bağımsız İşçi Partisi, genelde Britanya Sosyalist Partisi ile kıyaslanır. Ancak
bu kıyaslama yanlıştır. Bu noktada örgütün aldığı biçimlere değil, esaslara
bakılmalıdır. Örneğin günlük gazeteleri ele alalım: Daily Herald [“Günlük
Haberci”] Britanya Sosyalist Partisi’nin, Daily Citizen [“Günlük Yurttaş”]
oportünist bloğun yayın organıdır. İki gazete de propaganda, ajitasyon ve
örgütlenme faaliyeti yürütmektedir. —Lenin.
[15]
Pravdacılık, yani Bolşevizm (burada Bolşeviklerin gazetesi Pravda’dan söz
ediliyor.)
[16]
Novo Vreme (“Yeni Zaman”): 1897’de Plovdiv’de Dimitr Blagoyef tarafından
kurulan, sonrasında Sofya’da çıkartılan, Bulgaristan Sosyal Demokrat
Partisi’nin (Tesnyaki) devrimci kanadının gazetesi. Şubat 1916’da
faaliyetlerine son veren gazete 1919’da tekrar çıkartılmaya başlandı. Yayın
yönetmenliğini Dimitr Blagoyef’in üstlendiği gazeteye Georgiyef, Kirkof,
Kabakçiyef, Kolarof ve Petrof gibi isimler katkı sundu. 1923’te
Bulgaristan’daki gerici hükümet gazeteyi kapattı. 1947’de Novo Vreme,
Bulgaristan Komünist Partisi merkez komitesinin aylık teorik yayın organı
hâline geldi.
[17]
Burada, Karl Liebknecht’in kaleme aldığı “Baş Düşman Kendi Ülkemizde” başlıklı
bildiriye atıfta bulunuluyor.
[18]
4 Ağustos’ta savaş kredileri ile ilgili olarak yapılan tarihsel oylama
öncesinde yaşananlarda şaşılacak bir yan yok. Resmi parti bu olayın üstüne
bürokratik riyanın örtüsünü serdi ve “çoğunluğun kararı, herkes lehte oy
kullandı” dedi. Oysa bu riya, Die Internationale [“Enternasyonal”]
dergisinde doğruları söyleyen Ströbel tarafından ifşa edildi. Meclisin sosyal
demokrat üyeleri iki gruba ayrılmış, her bir grup bir ültimatomla sahneye
çıkmış, bölünmeye işaret eden muhalif bir kararın altına imza atmıştı. Otuz
civarında üye sayısıyla güçlü olan oportünist grup, kredilere her koşulda
destek vereceğini söyledi, on beş kişiden oluşan sol grupsa ilk grup kadar
kararlı bir biçimde olmasa da aleyhte oy kullandı. Aradaki bataklık alanda
duran merkez, kararlı bir duruş sergilemeyip oportünistlerden yana saf tutunca
solcular, büyük bir yenilgiden çekinerek teslim oldular! Dolayısıyla, bu
anlamda Alman sosyal demokratların “birliğinden” söz etmek, solcuların
oportünistlerin ültimatomlarına kaçınılmaz olarak teslim oluşlarını fiiliyatta
örtbas eden düpedüz bir riyakârlıktır. —Lenin.
[19]
Prusya Yıllığı: 1858-1935 arası dönemde Berlin’de, Alman kapitalistlerin
ve toprak sahiplerinin yayın organı olarak çıkartılan aylık muhafazakâr
eğilimli dergi.
[20]
“Gaponcular” tabiri, Ortodoks Kilisesi’ne mensup rahip Gapon’dan türetilmiş bir
kelimedir. İlk Rus devriminin arifesinde Gapon, işçileri devrimci mücadeleden
uzaklaştırmak amacıyla Rusya Fabrika İşçileri Meclisi’ni kurdu. Bu süreçte tüm
talimatları Çar’ın gizli polisinden almıştı. 9 Ocak 1905’te artan
huzursuzluklardan istifade eden Gapon, Çar’a dilekçe sunmak amacıyla işçileri
kışkırtıp onların St. Petersburg’daki Kışlık Saray önünde eylem yapmalarını
sağladı. Bu eylem sayesinde ülke genelinde işçilerin Çar’a yönelik inancı
ortadan kalktı, böylelikle ilk Rus devriminin başlamasını sağladı.
Proletaryanın politik bilinci zamanla arttı ve protesto amacıyla yapılan
grevler dalga dalga tüm Rusya’yı kuşattı.
[21]
Ekonomizm konusunda bkz.: Collected Works, 1974, Cilt. 21, s. 331-32.
[22]
Raboçaya Mysl (“İşçinin Düşüncesi”): Ekonomistlerin 1897-1902 arası dönemde
çıkarttıkları gazete. Iskra [“Kıvılcım”] gazetesinde çıkan makalelerinde
Ne Yapmalı? isimli eserinde Lenin gazeteyi beynelmilel oportünizmin Rus
şubesi olarak niteleyip eleştirmiştir.
[23]
Raboçeye Dyelo (“İşçi Davası”): Rus Sosyal Demokratların Yurtdışı
Birliği’ne ait yayın organı. Gazete, 1899-1902 arası dönemde Cenevre’de
düzensiz olarak çıkartıldı. Lenin, bu gazeteyi çıkartan ekibin dile getirdiği
görüşleri, Iskra’da çıkan makalelerinde Ne Yapmalı? isimli
kitabında eleştirmiştir.