31 Mayıs 2010

, ,

Onlar ve Biz - İsrail ve Filistin


Barış bir tiyatro oyunu
Adalet bir gösteri yalnızca.

[Nizar Kabbani]


Özellikle Amerikan kaynaklı düşünce kuruluşlarının raporlarında ve bu raporlar uyarınca düşünüp yazan akademisyenlerin bölge ile ilgili değerlendirmelerinde, İsrail ile Türkiye’nin iki rakip “bölge devleti” olduğu iddia ediliyor.

“Ulus-devletin dar dünyası” aşılıyor ve birileri “bölge devleti” olmaya ikna ediliyorlar. “Bölge devleti” ise esasen emperyalist güçlerin bölgedeki üssü ve taşeronu olmak dışında bir anlama sahip değil.

Bu açıdan İsrail ile Türkiye rakip mi? Zaten fiiliyatta bu yönde kullanılmıyorlar mı?

O vakit, Afganistan’dan Bosna’ya bir dizi ülkenin kontrgerillasını eğitime tabi tutan Türkiye kimin gücü?

Bu konuda fikriyat, strateji ve lojistik gibi başlıklarda destek veren İsrail, kimin devleti?

Sormak gerek: Kemalist Türkçülüğün kurucusu Munis Tekinalp (Mois Kohen), katıldığı siyonist kongresinde “yeni vatan aranıyorsa bu Anadolu’dur” dediği üzere, Türkiye’nin İsrail’den farkı nerede?

İsrail kurulduktan sonra yerli işbirlikçileri hükümet ve devlet koltuklarını hiç boş bırakmışlar mıdır? Tayyip de onlarla arasının iyi olduğu, onlardan ödüller aldığı ile övünmüyor mu?

Bugün yaygın biçimde dağıtılan Filistin bayraklarında ya da atkılarında Filistin bayrağının kırmızı bölümüne “Ay-Yıldız” kondurmak, “Filistin bir işgalden kurtulsun, diğer kripto İsrail’in işgali altına girsin” demek değil midir?

Müslüman, kendisine zulmetmiş bir devletin bayrağının Filistin’e dikilmesini nasıl isteyebilir? Filistinli Müslüman, ölümle verem arasında tercih yapmak zorunda mıdır?

“Bölge devleti” konusunda rekabetten söz edilince, Türkiye’nin artı yönünün “Müslümanlık” olduğu söyleniyor. Bu “bölge devleti” yalanına sarılanlar Müslümanlıklarından utanmıyorlar mı? O Müslümanlığın bir “Truva Atı” misali, bölgedeki ilişkilere kolayca nüfuz edebileceği, İsrail’in antipatik durumu sebebiyle onun yol alamayacağı iddia ediliyor. Bu iddialar uyarınca, taşeron rolü kapmak için yarışmak, bu milletin gururunu kırmıyor mu?

“İslam’ın kılıcı” olmakla övünen bir millet, bu “ılımlı İslam” ile günümüzde hangi güçlerin eline teslim?

Son Mavi Marmara katliamda Yahudi devletinin zulmü Türklerin canını yakınca “yakın dönemde yapılacak askerî tatbikatlar ve Antalya’ya yönelik turizm faaliyeti askıya alınmış” deniliyor. "Bunlar, bu tatbikatlar ve turizm dâhil, çeşitli iktisadî ve askerî temaslar neden var?” sorusunun cevabı mevcut mu? Konya Ovası öğretmiyor mu Filistinli çocukların üzerine bombaların nasıl düşeceğini?

Ulus-devletten bölge devletine genişleme meselesi “ip cambazı” hikâyesini andırıyor. Hırsızlık çetesinin bir üyesi iki balkon arasına ip geriyor, çıkıp ipte yürüyor, aşağıda onu izleyen halkın dikkatini diğer çete üyeleri “cambaza bakın” diye yukarıya çeviriyor. Bu esnada da cüzdanlar toplanıyor.

Olan da, yaşanan da bu.

Fukara mazlum halklar için bölgede olup biten, bundan başka bir şey değil. Türk milletine “Amerika senin büyümene izin verdi” denilmekte, ağza bir parmak bal çalınmaktadır. Osmanlı’yı diriltme hayalleri, kimilerinin küçük dünyalarını renklendirmektedir. Emperyalizme salt Türklerin emperyalistleşmesine izin vermediği için kızanlar, köleleşmenin bu tür hikâyelerle örtbas edilemeyeceğini görmediler, göremiyorlar.

Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra da aynı düşünce kuruluşları ajanslara şu haberi geçiyorlardı: “Rusya’da aydınlar ‘ılımlı kapitalizm’i tartışıyorlar.”

Oysa bu tabir, eksiği gediği ile eski düzene geri dönme imkânlarının iyiden iyiye tartışıldığı bir gerçekte kullanılıyor. “Ilımlı kapitalizm”, sosyalizmin önüne set çekmek için uyduruluyor. Bir deli kuyuya taş atıyor, kendisine “akıllıyım” diyen kırk kişi de bu taşı çıkarmaya çalışıyor.

“Bölge devleti” söylemi de bundan ibaret. Bu tabir de devletten ayrışmaya ilişkin ipuçları veren milletin boynuna daha süslü bir boyunduruk takıyor. Millet, gene bu devlete ve onun kölelik ilişkilerine tabi kılınıyor. Kendisini mücadele içinde yeniden kurmasına mani olunuyor.

Katliam sonrası verilen tepki biçimlerinde de bu türden yalanlara inananların sayısının az olmadığı görülüyor. “Fatih’in torunları” olduklarına iyice inandırılan bir kesim, Filistin ile salt mülkiyet ilişkisi kurabiliyor. Böylesi bir akıl karşısında kalp ve vicdan soğuyuveriyor.

İsrail ile kurulan rekabet ilişkisi, kendisine uygun bir mülkiyet ideolojisi ve söylemi üretiyor. Mülk sahiplerinin öfkesi yalana mahkûm, mülksüzlerin öfkesi ise hakikate muhtaç.

Nihayetinde Osmanlı’nın bir vilayeti ile verilen kısa süreli bir savaşın rantı üzerine kurulu nizamını sürdürenlerin yetiştirdiği bir nesil, gene Osmanlı’nın vilayeti olan Filistin’i geri istiyor. Bu istemde, yirmilerden beri hürriyet ve kurtuluş için mücadele veren Arapların adı hiç yok.

Kemalizm, Arapları küçük ve hor görmeyi öğrettiği evlatlarına yeni hamaset edebiyatı armağan ediyor. Araplar, bu edebiyatta eli kirli “hırsız” çocuk!

Ülkücüler, iki yıl önceki Lübnan saldırısında, “bir İsrail kadar olamadık, biz de Kuzey Irak’a girelim” naraları atıyorlardı. Aynı meşrepte ilerleyen kimi İslamcılar da Filistin’i sırf Osmanlı bekası olması sebebiyle “dert” ediyorlar. Bu dert, yeni mülklenen abdestli kapitalistlerin bölgede ağızlarının sulanması ile ilgili.

Doğuya, seçimlere dair küçük hesaplarla hareket eden Kemal Kılıçdaroğlu ve Hüseyin Çelik, aynı telden çalıyor: “PKK saldırıları ile bu saldırının aynı zamanda olması tesadüf değil.” Bu laflar aynı hassasiyetlere oynuyor. Mazlumların kimi kesimleri maruz kaldıkları zulüm sebebiyle kendi çıkarları değil, efendilerin çıkarları yönünde hassasiyet geliştirebiliyorlar.

Birileri, olası öfke kabarmasının önemli bir bölümünü PKK’ye işaret ederek söndürmeye gayret ediyorlar. PKK, bir kez daha, “günah keçisi” misali, uçurumdan aşağı atılıyor. Müslüman efendiler ile milliyetçi efendiler, kitle bilinci üzerinden alan kavgası veriyorlar.

Başbakan, bu saldırı “uluslararası hukuka aykırı” diyor, (olmasa ne sanki!) kendi saldırılarından, PKK’ye yönelik operasyonlardan ve o saldırılar sonrası dökülen kanlardan söz etmiyor. Ama milleti tekrar kendisinin sütten çıkmış AK kaşık olduğuna inandırmaya çalışıyor.

“Üstünlük takvadadır, ırkta, kabilede, millette değil” diyen Kur’an’ı çöpe atmış milliyetçiler, Filistin meselesi ile doğaları gereği rabıta kuramıyorlar. Onlar da biliyorlar, bu rabıtayı kurabilecek olan yegâne unsur Kürt milleti! Kürd’e kılıç sallamak, bu ilişkiyi de kesiyor.

Efendiler, yukarılarda kendi hesaplarına her türden işi hâllediyorlar. Kölelere ise bu efendilerin uydurduğu masallara inanmak kalıyor.

Efendiler, devlet düzeyinde birbirlerini tanıyorlar. Rekabet de etse, uzlaşsa da İsrail devleti Türk egemenleri için kabul edilmiş bir gerçeklik olarak ortada duruyor. Bugün milletin ve ümmetin de bu gerçeği “mutlak hakikat” düzeyinde kabul etmesini istiyorlar.

Son saldırı buradan anlaşılmalı.

Bu saldırı, efendilerin kendi aralarındaki rekabette, bir tür boy ölçüşme olarak değil, efendilerin aşağıdakilere, kıyama hazır mazlum milletlere yönelik verdikleri ortak bir mesaj olarak okunmalı.

Bu anlamda, bir kez daha özgürleştirilen Taksim’de Abdurrahman Dilipak’ın dilinden dökülen teolojik eleştirilerin hiçbir kıymeti yok. Onun tefsiri karşısında “İsrailliler şeytanın tohumudurlar” diyen Hamas’ın tefsiri, bugünün somut gerçeğinde tercih edilmeli. İlki İsrail’i Yahudilik içi siyonizm eleştirileri üzerinden İslam’a bağlamaya gayret ediyor ve tersten İsrail’i meşrulaştırıyorken, ikincisi bugünün somutunda “iyi Yahudi yoktur, olamaz” diyor. Bu, şeytanın tohumlarına hamilik yaptığını ve yapacağını söyleyen Tayyip Erdoğan’ı da karşı tarafa atmak anlamına geliyor. Dilipak, bu cüreti gösteremediği için kendiliğinden verili nizamî işleyişe eklemleniyor.

Bu noktadan sonra Filistin ile “İnsanî Yardım” başlığı altında, insanî bir ilişki düzleminin kurulamayacağı açık. Bu yalan, İsrail’in somut gerçeğine çarpıp dağılmıştır. Esasta “Gazze’ye giden gemiler, insanî yardım değil, lojistik amaçlı gidiyordu”, denilmelidir. İsrail bunu böyle anlamıştır, bu anladığı yerden kaçmadan, o yerin gerekleri yerine getirilmelidir.

Efendiler, Filistin ile “Osmanlı bekası” türünden teranelerle ilişki kurarken sosyalistler, devrimciler, Deniz Gezmiş’lerin yolundan bölgeye giden ve zulme karşı dövüşerek şehit düşen yüzlerce yoldaşı üzerinden orayla ilişki kurmuşlardır. Seksenlerin ortasından itibaren orası boşalmış, yerlerini Müslüman devrimciler doldurmuştur. Artık “yeni” yoldaşlarımız onlardır ve onlarla düşünmek gerekmektedir. Zulme ve sömürüye karşı verilen her türlü mücadele ortaktır.

Onlar, İsrail’i gizliden ya da açıktan tanıyorlar, bizlerin de tanımasını istiyorlar.

Onlar, zulme boyun eğmemizi istiyorlar, köleleşmemizi bekliyorlar.

Onlar, Türkiye’nin “gizli İsrail”, İsrail’in “gizli Türkiye” olduğunu unutturmaya çalışıyorlar.

Onlar, giden gemileri, gemilerdeki mürettebatı suçlayıp kendilerini temize çıkartmak istiyorlar.

Onlar, zulmün sebebinin bizim öfkeli çığlıklarımız olduğu yalanına inanmamız için uğraşıyorlar.

Onların kimi sözcüleri timsah gözyaşları döküyorlar, bizim gözyaşlarımız ise düşmanın kanında soğumayı bekliyor!

Eren Balkır
31 Mayıs 2010

30 Mayıs 2010

, ,

Tek Yol

Bir tüfek istiyorum.
Sattım anamın yüzüğünü.
Bir tüfek uğruna
Rehin verdim cüzdanımı.

Bize öğretilen dil,
Okuduğumuz kitaplar,
Ezberlediğimiz şiirler
Beş para etmiyor
Bir tüfek karşısında.

Şimdi benim de bir tüfeğim var.
Beni de Filistin'e götürün sizinle birlikte,
Meryem’in yüzü gibi mahzun bakışlı tepelere,
Peygamberin taşına, yeşil kubbelere.

Tam yirmi yıldır
Bir vatan
Ve bir kimlik arıyorum.
Oradaki evimi,
Ve dikenli tellerle kuşatılmış yurdumu,
Çocukluğumu arıyorum.
Mahalle arkadaşlarımı,
Resimlerimi kitaplarımı,
Her sıcak köşeyi,
Her tatlı anıyı.

Şimdi benim de bir tüfeğim var.
Beni de Filistin'e götürün sizinle birlikte.

Ey insanlar!
Yalnızca insan gibi yaşamak
Ya da insanca ölmek istiyorum.
Toprağıma zeytin ağaçları dikmek istiyorum.
Mis kokulu çiçekler ve portakal ağacı da.

Nedir bunun derdi diyen olursa
“Artık derdim tüfeğimin olması yalnızca.”

Şimdi benim de bir tüfeğim var.
Artık devrimcilerin yanındayım.
Dikenler ve tozlar döşeğimdir,
Ölümse giysimdir benim.

Yazgımız buymuş demiyorum.
Aşağılanmak yazgı olmayacak artık.

Ben devrimcilerle birlikteyim,
Ben de devrimcilerdenim.
Taşıdığım günden beri tüfeğimi,
Gözlerimde belirir oldu Filistin.

Ey devrimciler,
Kudüs’te, Halil’de,
Bisan’da, Ağvar’da, Beytü’l Lahim’de,
Ey özgürlük savaşçıları nerede iseniz.
İleri... Daha ileri...
Barış bir tiyatro oyunu,
Adalet bir gösteri yalnızca.

Tek yol var Filistin'e gider,
O da tüfeklerin namlusundan geçer.

Nizar Kabbani

[Nizar Kabbani’nin bu şiiri, 1969 yılında Mısırlı müzisyen Muhammed Abdulvahab tarafından bestelenmiş, Ümmü Gülsüm tarafından yorumlanmıştır.]

21 Mayıs 2010

,

Cehepe


Solun Umudu Hâlâ Cehepe


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi, ülke içindeki siyasî gelişmeler, yeni yönelimler uyarınca, basit bir uçkur davasının sonucunda, sarsılıyor. Sol-sosyalist çevreler ise gene “biz söylemedik mi, Cehepe’den bir yol olmaz” demeye, bir nevi “akbabalık”la havada daireler çizmeye başladılar. Ama burada avlamak istedikleri, gene hep bildikleri.

Oysa kimse “neden Cehepe?” diye sormadı, sormuyor. 12 Eylül sonrası mangalda kül bırakmayan devrimciler, komünistler, Cehepe il yönetimlerinde, ona bağlı belediye meclislerinde, oralardan yürüyen müteahhitlik işlerinde yer kapmaya çalıştılar. Teorik ve ideolojik manada herkes, kendisini yeni döneme, Cehepe yatağında uyarladı. Döneklik orada mayalandı, yeni solun hamuru orada karıldı. “Ah şu yönetime girsem” diyenlerin kitleleri kandıran yarışı orada başladı.

Cehepe’nin kitle tabanı ile kurulan dirsek teması hiç bozulmadı. Bu kitlenin nabzına şerbet laflar sıralandı. Gelişen hassasiyetler, “en-öz-hakikî” sosyalist ya da marksist yerden karşılanmaya çalışıldı. Alevîcilik, hemşericilik, cemaatçilik, laiklik, memleket severlik üzerinden sosyalist hareket giderek kemalizme yedeklendiğini görmedi. Kemalizmden kasıt, halka, işçi sınıfına ve ezilene düşman küçük burjuva ideolojisiydi. Bu ideoloji, devlet ve sermaye ortaklığı ile imal edildi.

Kimse “örgütten ayrılıp Cehepe’ye girdik de n’oldu?” diye sormadı. Rant ilişkileri, kitle ilişkilerini gölgelemeye başladı. Onurlu, namuslu ve yiğitçe dövüşerek elde edilen mevziler, birer ikişer Cehepe karakollarına çevrildiler. Siyasî ve ideolojik mücadele, şirketlerin rekabet piyasasındaki faaliyet planlarına dönüştü. Cehepe, kendisine karşı ya da koltuk altında duran sol-sosyalist hareketi giderek kendisine benzetti.

Ülkenin kurucu partisi, yıka yıka ilerlemesi gereken devrimcilerin yıkıcı ruhunu evcilleştirip Alaaddin’in sihirli lambasındaki cine çevirdi. Biri öldü, lambadan cin çağrıldı, Baykal’ın uçkuru koptu, Deniz Gezmiş posterleri ile ruh, gene piyasaya sürüldü. Bu tip durumları “ah işte bizim türkümüz çalıyor” romantizmi ile karşılayan solcular, acizliklerinin baş müsebbibinin bağlandığı bu uçkur olduğunu görmediler.

Kemalizm, “biz zaten devrim yapmıştık, bugün devrimcilik onu sahiplenmek ya da ileri götürmektir” demekti. Kemalizm, ülke içinde şu veya bu içeriğe sahip her türden siyasete ipotek koymaktı. Biçimsel olarak Cehepe’yi ya da daha biçimsel düzlemde, onun yönetimini soldan eleştirmek, bu ülke egemenlerinin değirmenine su taşımaktı. Devrimin bölmediği, sosyalizmin farklı bir gerçeklikte bütünleştirmediği bir kitleye, bölmeksizin ve bütünlemeksizin, seslenmek “hariçten Cehepe’cilik” yapmaktı.

Bugün de işleyiş bu minvalde. Baykal’ın uçkurunu, Kılıçdaroğlu’nun dosyalarını eleştirip, ama öte yandan da onun sözde Alevîliğini anımsatanlar, sözkonusu eşhasın kitlesine hiç dokunmuyorlar, zira o kitleyi “cepte” kabul ediyorlar. Bu kitle, kendileri gibi lafzen anti-emperyalist, bir de anti-kapitalist, hele bir de emekten yana olursa, bitti gitti!

Sosyalist hareketi Cehepe simyacılığı bitirdi.

* * *

Altmışların solculuğunun politik gerçeklik emretti diye yaptığını bugünde, onca tecrübeye rağmen yinelemek abesle iştigal. Acziyet, tam da burada: Cehepe’den sosyalist ülkenin kurucu partisini ya da onun kitle bileşeninden hareket çıkartmak, anakronik bir saçmalık.

Esasta bu saçmalığa meyil, solun sorumluluktan kaçışına işaret ediyor; o, bugünkü sorumsuzluğu için geçmişi ve geleceği başkalarının eline teslim ediyor. Lafta kemalizmden kopan sol, böylelikle kopuşun sorumluluğundan da kurtulmuş oluyor. Kemalizmden kopuşu onu içerip aşmak olarak görüyor. Meylini kurucu olana verdikçe, kemalizmin kuruculuğuna bağlanıyor. O kuruculukta dökülen Müslüman’ın ve Kürd’ün ve sosyalistin kanına da doğal olarak ortak oluyor. Kemalizm denilen kutsal suyla arındırılmaya çalışılan küçük burjuva siyaset en çok sosyalist hareketi vuruyor.

Siyaseten ve ideolojik olarak bölüp bütünlerken devreye sokulan ölçü ve ölçek, küçük burjuvalar için her daim kemalizm oluyor. Onu lafzen tükettiklerini ve/ya istismar ettiklerini düşünenler, pratikte onun tarafından tüketilip sömürülüyorlar. Sol, kemalizm kadar solculuk yapabiliyor. Onun ardına saklanmış küçük burjuvanın varlığına mahkûm oluyor.

* * *

Kuruculuk ideolojisi olarak kemalizm, kurarken, içeriden ve dışarıdan, tüm hasımlarını dize getirerek onları kendi hizasına sokuyor. Sovyetler ve batı (özellikle İngiltere) arasındaki hatta kendisine mevzi açıyor. Rum, Ermeni ve Yahudi işçilerin başı çektiği emek hareketini bölüyor, Türk işçilere Türklerin sahibi olduğu işyerlerinde greve gitmemeyi, yabancıların işyerlerinde greve gitmeyi emrediyor. Yeni kurulan ülke için sosyalist de olsa bir şeyler yapmak isteyene koltuk veriyor, istemeyeni hapse tıkıyor.

Egemen siyasetin ahlâkı ve hukuku, ülke dâhilinde kemalizm olarak tesis ediliyor. Kemalizmin karşısına çıkartılan sosyalizm, bu ahlâka/hukuka ve onu koşullayan maddiyata karşı müdahil olmadıkça, zamanla ona benziyor, en fazla, onun ülke dışına uzanan, batılı kolu oluyor. Sınıfsal açıdan kemalizmi var eden küçük burjuva pratik, sosyalizmi kendi halesine alıyor.

Kemalistler, devrime ve sosyalizme ilişkin tüm fikri ve pratiği kendi ipotekleri altına almak için gayret ediyorlar ve buna uygun solcuların eşikten geçmesine izin veriyorlar.

Eşikten geçenler, yüzlerine hangi kapıların kapandığını görmüyorlar. Soros vakıfları, masonik zihniyet dünyası, sivil toplumculuk, kadife devrimler, AB-D eleştiriliyor ve saf zannedilen karargâhın kapısından içeri giriliyor, pire için yorgan yakılıyor, kemalizmin battaniyesine sığınılıyor, ancak öte yandan, yüzlerine kapı vurulmuş kesimlere terk edilen kitlelerin mücadele ateşi başkalarını ısıtıyor.

Misal olsun, sol, geçmişte düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri’ndeki “öncü” güce teslim olmayı ya da körü körüne, nihilist bir üslupla ona küfretmeyi tercih ediyor, ama kimse yükseltilen “kuvvayı milliye” yıldızına karşı Batı Anadolu’da ter ve kan dökmedik bir karış toprak bırakmamış olan “kuvvayı seyyare” olarak güncelde o mitingleri parçalamayı fehmetmiyor. Üstte dönen siyaset ile altta kıran kırana süren devrimci politika ayrımında mitinglere küfredenler de onun içine teslim olarak girenler de aynı yerde duruyorlar. Her iki kesim de sömürülen-mazlum kitlelerin mücadelesini günbegün besleyen kılcal damarların içinde gezinmeyi kendisine yediremiyor. Herkes, o denli yücede ki alçakta olana iğrenerek bakılıyor.

* * *

Fikrî düzeyde Osmanlı’nın karşısına “kemalizm”, “Türkiye”nin karşısına “sosyalizm” çıkartılıyor, ama bu işlem, aynı özü paylaştıkça, karşılıklı beslenme kanalları her daim canlı tutuluyor. Bu sebeple bir sosyalist, sosyalizmi geleceğin sisli âlemine fırlatıp atarken, belli bir durum ve dönemde kemalist olmayı zarurî sayabiliyor, bu zarureti de materyalizm ile pekâlâ meşrulaştırıyor.

Osmanlı’yı Türkiye’den ayıran bir “devrim momenti” var ise kemalistler sosyalistleri, yoksa sosyalistler kemalistleri alta alıyorlar. “Osmanlı bakiyesi” olarak Türkiye’yi ebedî bir kazanım olarak gören aydın güruhu içinden çıkan sosyalist fikriyat, kemalizmi baş tacı ediyor. Her ikisi de aynı çeşmeden su içiyor. Böylelikle kemalizm, “yerli sosyalizm” tahtına oturtuluyor (Kadro’culuk). İlerlemecilik hastalığından mustarip aydınlar, Osmanlı-Türkiye ayrımını ve bu ayrımın aslî ayracı varsaydıkları kemalizmi kendilerine yol işareti kabul ediyorlar. Geleceğin devrimi ve sosyalizmi, Türkiye’nin gerisi olan Osmanlı’ya “kafa tutmuş” bir paşanın yaptıklarına bağlanıyor. Bu süreklilik, tutarlılık ve bütünlükçülük aydın kafasında hiçbir şeyin kopmasına, ilişkisizleşmesine ve dağılmasına izin vermiyor. “İslâm ve Kürt”, birer “öcü” olarak, Demokles’in kılıcı misali, her daim havada asılı tutuluyor. Sol, kendisini bu öcülere göre kuruyor. Efendilerinin istediğini yapıyor.

* * *

Sosyalist hareketin ilk kadrolarını Balkanlılar teşkil ediyorlar. Osmanlı’nın döküldüğü, çözüldüğü nokta olan Balkanlar, kimi aydınları bu dağılmaya çareler düşünmeye itiyor. Osmanlı’nın çilesini çekmiş Türk olmayan halkların bu noktada çare olarak buldukları sosyalizm ile Türk egemenlerin içindeki kimi aydınların bulduğu sosyalizm, farklı bir nitelik arz ediyor. Biri gerçek bir çığlık olarak anlam bulurken, diğeri için Avrupa’ya eklemlenerek sancıların azaltılması anlamında bir ara yol, bir tür hava yastığı olarak değer kazanıyor. İlkinin yıkıcılığının, ikincinin batıya öykünen kuruculuğuna zarar vereceği düşünülüyor. Şevket Süreyya ve hattâ Hikmet Kıvılcımlı gibi ilk kadroların sosyalizme meyilleri bu hava içinde gerçekleşiyor. Alfabe değişikliği yapıldığı günlerde İstanbul’da bu değişikliği eleştiren bildiriler dağıtan komünistler, ilgili kadrolarca eziliyorlar. Kuruculuk yıkıcılığı kendi yıkma pratiğine örgütlüyor. Sınıfsal-politik ayrımları kafalarında ve pratikte silenler ise M. Kemal’in Yalova’daki işret âlemlerine kolaylıkla duhul ediyorlar. Buralarda, bugüne de uç verdiği biçimiyle, tepeden inmeci modernist projenin eksik olan kitle ayağını oluşturmak için çabalıyorlar.

Osmanlı’da sosyalizmin Avrupaî, geleneksel kökleri ile temas içinde gelişen ilk özgün biçim ekalliyette karşılık buluyor, ancak yerlileşme eğilimi bu unsurları zamanla dışarı atıyor. Esasında yerlileşme, kuruculuğun politik-ideolojik zırhı oluyor. Yerlileşmeden dem vuran, bu anlamda Türk ve Müslüman olanı hariçten gelen sosyalizm gibi akımlara sürekli hatırlatanlar, bu zırhı besliyorlar. Onlar da bir süre kullanıldıktan sonra ıskartaya çıkartılıyorlar.

İleride Grek KP’sinin liderinin (Sarafim Vasilkopulo) yirmilerde TKP kadroları arasında yetişmiş olduğu gerçeği karşısında, bugün üstünlük taslayıp övünmek yerine, bu insanı sınırın öte yanına fırlatıp atan ve onunla giden mirası komünist hareketten mahrum bırakanlara bakmak, onların niyetini anlamak gerekiyor. Kıvılcımlı’nın ilgili döneme ait yazılarında yakındığı “bundizm”, TKP içindeki çatırdamanın ilk işaretini veriyor. Özetle parti, Sovyet yüce “gösteren”i yanında kümelenmiş bir çevre olarak örgütleniyor ve yerellikle kurulmuş olan bağların bir kısmı kemalizmin kucağına düşüyor, diğerleri ise Osmanlı’nın Türkiye’ye doğru daralması sonrası giden topraklarda kalıyor.

Otuzlarla birlikte İslam coğrafyasında başlayan tartışmaların şiddetini azaltmak için kemalizm, Rum, Ermeni ve Yahudi ekalliyete karşı geliştirdiği tavrın bir benzerini, İran ve Arap halklarına karşı geliştiriyor. “1919-1939” arasında dönemde geliştirilen siyaset, sonrasını her yönüyle koşulluyor. Demokrat Parti ve türevleri bu koşullanmaya doğuyorlar. Özetle Türklük, Müslümanlık, solculuk, sağcılık, bilcümle politik-ideolojik akım, hep kemalizm yatağına dökülmeye mecbur ediliyor. Zira tüm bunların tarifini kemalizm yapıyor.

* * *

Her şeyi kendisinden başlatıp kendisinde bitiren, ezel’i ve ebed’i “kendi” olarak kodlayan küçük burjuvalar, aynı kavşakta buluşuyorlar (“Mustafa Kemal Paşa’nın en büyük meziyetlerinden biri bir işe ne zaman başlanacağını, o işin nasıl yürütüleceğini, o işe ne zaman son verileceğini bilmesindeki tâyin ve tesbit eylemesindeki emsalsiz kabiliyetidir.” [Fethi Tevetoğlu, Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Hareketler, 1967, s. 124.] Kemalizmi “Osmanlı’nın sonu” ve “Türkiye’nin başlangıcı” olarak görenler (özellikle İttihatçılıkta) kaynaşıyorlar. “Sosyalist Türkiye”nin başlangıcı kemalizm, “yeni Osmanlı”nın sonu “sosyalizm” oluyor. “Osmanlı-Türkiye” karşıtlığı, teori ve tarih dışı bir seyir izliyor. Saf tuttuklarını söyleyenler, karşıtlığın teori ve tarih dışılığında ortaklaşıyorlar. Atatürk, ya “modern bir padişah olarak IV. Mustafa” ya da Lenin muadili, “ilerici bir önder” oluveriyor. Kemalizmi, ülkenin siyasî, iktisadî ve kültürel seyrini kendisinde başlatmak istediği için eleştirenler, ya süreç içinde ona benziyorlar ya ona benzeyen ülke dışı ideolojilere sarılıyorlar (Bolivarizm) ya da ülke dışı ideolojileri giderek ona benzetiyorlar.

Osmanlı’nın ve Türkiye’nin nev-i şahsına münhasır (sui generis) olduğunu söyleyenler, aynı dilden konuşup duruyorlar. Kendi özgüllüklerini aydın mesleğinin vazgeçilmezliğe yaslanan “özel” ideolojisi dâhilinde vurgulamaktan başka bir şey yapmıyorlar. “Ümmet-devlet” ve “millet-demokrasi” ikiliği, bu karşıtlığın alt başlıkları hâline geliyor. Ümmetten millete yükselmiş kolektif bir yapı, orada tanrı katına yerleşiyor. Kitlelerin kolektif mücadeleleri küçük burjuvaların dünyasında istismar edilmeye devam ediyor. Belli bir şahıs donunda göğe yerleşen kitle, somut hayata dair kılını kıpırdatmıyor. Muhtemelen bunun için göğe fırlatılıyor.

Küçük burjuvalar, ülkenin mevcudiyeti ile kendi meslekleri ve ideolojik kurguları düzeyinde bir ilişki kuruyorlar. Kariyerist bir tutum, yani meslekî pratiğinde zirve olarak kodlanan yere ulaşmak için ortaya konulan pratik, siyasete hüküm koyuyor. Profesör olmakla başbakan olmak, hedef ve gaye açısından, aynılaşıyor. Profesörler, artık sermayeye kafa yetiştirmeyi meslek belliyorlar. Böylesi bir profesörün politik faaliyeti alttakilerin çığlıkları ile uğraşmıyor; Kıvılcımlı’nın kendisini eleştirenlere verdiği cevabın tersine (“çığlıkta ahenk aranmaz.”), çığlıkta ahenk aranıyor. Bu ahenk işçiye, halka ve mazlumlara dayatılıyor. Sözkonusu dinamiklerin kolektif çığlıklarını ahenkli kılmak, örgütlenmek zannediliyor.

Oysa ülkedeki ahengi belirleyen hep kemalizm oluyor. Onun gibi yapmak, ona öykünmek, onun yerine oynamak, onunla bir tür mülkiyet ve rekabet yarışına girmek, onu yedeğe almak, sol-sosyalist siyaseti akamete uğratıyor.

Sol-sosyalist siyaset, özgünlüğü gene kemalizmden öğreniyor. Yerelleşme ve toprağa ayağını basma gayretinde kemalizmin ayak izlerine güveniyor. Başka topraklara, korkudan, basamıyor. Sovyetler’le ilişkilerdeki gerilimler kendisine şekil veriyor ve sol-sosyalist hareket yukarıdan, üst perdeden bir siyaset yürütüyor. Bu perde hep kemalizme ses veriyor.

* * *

Sol hareket, güç olma noktasında kemalizmin elindeki orduya ve silâha öykünüyor, ama bu öykünmenin biçimsel olduğunu ve özsel dönüşümü kararttığını görmüyor. Sol, ta Mustafa Kemal döneminde, 1925’lerde, ona karşı silâhlı mücadele verilmesi gerektiğini tartışan komünistlerin varlığından habersiz, onun silâhı ile konuşup duruyor. Şeyh Sait İsyanı konusunda kemalizmden yana saf tutanlar (Şevket Süreyya ve şürekâsı) iki yıl sonra gerçek yerini buluyorlar. “Kara kuvvet”ten korkanlar, kara kuvvetlerine gönüllü subay oluveriyorlar.

Bu noktada, mesele güç ise, ülke içinde sol-sosyalist hattın kemalizmden görece daha kuvvetli olduğu görülmüyor. Her şeyi kendisinde başlatıp kendisinde bitiren bir zihniyet, tarihten de kendisi gibi dostlar ve düşmanlar buluyor. Bu anlamda M. Kemal ve onun “uhrevî hakikat” ile başlatılan resmî tarihi, sol-sosyalist kesimlerin Türkistan’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyada, Ekim Devrimi’nin de katkısı ile önemli mevziler elde ettiklerini görmüyor. Ankara Ulus’ta ilk meclis açıldığında, bahçesinde “komünizm” tartışıldığını işitmiyor. “Komünizm ile İslam kardeştir” diyen Bursa mebusu Şeyh Servet’i tanımıyor.

Nakşibendî olan Şeyh Servet, Kafkasya ve diğer Turan illerinde bolşeviklerle işbirliğine gitmiş olan Nakşibendîlerden muhtemelen haberdar. Bu yakınlaşmayı devrimin kadrolarının İslâm’la kurduğu pozitif ilişkinin Anadolu’daki yansıması olarak okumak mümkün. Ancak zaman içinde “burjuva devleti”ne karşı “işçi devleti” ikame etme sevdalısı olan komünistler, sınıflar mücadelesinin dibe vurduğu momentlerde, sıfatların cümleden düştüğünü, ismin, yani “devlet”in öne çıktığını düşünüyorlar, o kadar “işçi” vurgusu, bir süre kemalizmden işçiler lehine adımlar atması beklentisi ile devam ediyor, nihaî olarak 1939’da devletle Sovyetler üzerinden yapılan gizli anlaşma ile devletçiliğe kul olunuyor. Sol, boş gösteren, sınır ve sınıf üstü varlık olarak M. Kemal ve ideolojisinin kendiliğinden sosyalizme yöneleceği hayaline kapılıyor. Kişiler ve hizipler arası rekabetin ortak jargonunda kullanılan “işçi”nin, “devrim”in ve “leninizm”in hiçbir hükmü olmadığı görülüyor. Bu gerçeklikte Müslüman halk kitlelerinin somut tepkileri ve örgütlenme temayülü es geçiliyor. Komünistlerin siyaseti ne Müslüman kitleleri devrimci politik manada bölebiliyor ne de İslâmî hareket içinden bu dindeki sol-sosyalizan öğelerin hüküm sürmesi sağlanıyor. Bir tür liberalizm, İngiliz emperyalizmine, bir tür muhafazakârlık kemalizme yedekleniyor.

Güç ve güçlü olma sevdası ile kemalizme kul olan sol, sosyalistlerin içişleri bakanı seçtirdiğini, M. Kemal’in “askerî desteğimi keserim, savaşta yenilirsiniz” tehdidi üzerine bakanın istifa ettiğini bilmiyor. M. Kemal, Tokat mebusu Nâzım Bey’in 4 Eylül 1920’de seçilmesini Nutuk’unda izah ediyor: “Ülkenin büyük çıkarı” adına Nâzım Bey’i istifaya zorladığını söylüyor. Burada bahsi geçen büyük çıkar, toprak ağalarına ve tefeci bezirgânlara ait.

Sol bu minvalde, Çerkes Ethem’i ve onun önderliğinde ilerleyen gerilla güçlerini de duymuyor. Çerkes’in anılarında ilk kurşunu işgalcilere değil, toprak ağalarına sıktığını okumuyor. Buradaki sınıflar mücadelesini görmüyor ve taraf olamıyor. Aynı yaklaşımla, Mustafa Suphi’lerin katlini M. Kemal’e yakıştırmıyor. Hollywood menşeli vasat CIA filmlerini aratmayacak bir seyirle, Suphileri öldürenin öldürüldüğünü, katili öldürenin de M. Kemal’in emri ile mecliste astırıldığını görmüyor.

Tüm bu tarihî gerçeklik içinde bir de Yeşilordu’ya işaret etmek gerekiyor, zira kemalizmin üzerine bastığı bir ceset de o: Anadolu’daki Yeşilordu’nun, bolşeviklerle savaşan Kafkaslardaki Beyaz Ordu güçlerine ve İngilizlere karşı mücadele içinde oluşmuş, Müslüman-Türk kuvvetlerinden müteşekkil, Yeşilordu’nun Anadolu’daki seyrine ve etkisine mani olmak için Kemalistlerce ve ittihatçılarca tertiplenmiş bir tarafı var. Ancak Sovyet temsilcilerinin meclis bahçesinde komünizm ile ilgili tartışmalar yürüttüğü günlerde Yeşilordu, o günlerde hayli popüler olan Çerkes Ethem gibi güçleri içine alınca M. Kemal müdahale ediyor ve anti-komünist faaliyet dâhilinde bu yürüyüşü kendince kesiyor. Ayrıca mecliste içişleri bakanını tayin eden bir güç olarak Halk Zümresi’nin sözkonusu Yeşilordu ile kurduğu bağlar rahatsızlık veriyor. Özetle M. Kemal’in genel siyaseti, batıyı “Anadolu bolşevik olacak”, Sovyetleri ise “emperyalist karargâhı olacak” korkusuyla idare etmek üzerine kurulu. Bu noktada resmî TKP ve Kâzım Karabekir’in Erzurum’dan yola çıkardığı Yeşilordu, gerçek TKP’nin ve Yeşilordu’nun maskelenmesini amaçlıyor. Bu sayede konuyla ilgili tehditkâr unsurların deşifrasyonu sağlanıp, ilgili hareketin kazanacağı mevzilere önceden ipotek konulmuş oluyor.

M. Kemal ve kemalizm hep buydu. Ve hâlâ budur.

* * *

“Yakın tarihte unutulan, göz ardı edilen veya bilinmeyen ve özellikle de Marksistler tarafından anlaşılamayan bir aynılık ile işe başlayalım: Mustafa Kemal’in ‘sınıfsız, imtiyazsız bir ulus’ yaratma projesi, Marx’a göre, ‘sınıfsız’ bir toplum yaratmak görevine tarihsel olarak sahip olan proletaryanın deterministik amacı ile aynıdır.” (Veysel Batmaz, “CHP’nin Sınıfsız Kökleri ve Nafile Bugünü”)

Aynı imiş gibi takdim edilip, cümlenin içindeki farkı, ayrımı görmemek kastîdir. M. Kemal’de “ulus”tan, Marx’ta “toplum”dan dem vurulduğu ilk bakışta görülecektir. Ayrıca teorik açıdan “toplum” zaten sınıflı bir gerçekliktir. “Atlı süvari” demek gibi bir şeydir bu. Öte yandan “ulus, ümmet, sınıf, toplum” gibi olguları birey’den yola çıkarak değerlendirmek, baştan bir husumetle hareket edildiğini gösteriyor. Bu bireyi ezdiği için M. Kemal’e ya da Marx’a feveran ederek aradaki ayrımları birey lehine silmek, teori dışı, ideolojik-kastî bir hamle oluyor.

Dahası, yazıda M. Kemal ile Marx’ın politik konumları da bir çırpıda yan yana getiriliyor. Biri muktedir, diğeri o iktidara karşı mücadele veren bir devrimci. Her iki isim de beşeriyet, daha doğrusu, insan olmanın en mutlak hâli olarak “birey” düzleminde yan yana getirilince, teoride ve pratikte, ilgili isimlerin yapıp ettikleri de aynıymış gibi görünüyor.

* * *

Ekim Devrimi’nden kısa bir süre sonra işçilere yönelik bir eğitim seminerinde öğretmen Fransız Devrimi’nin arka planını anlatıyor. Anlatılanlardan sıkılan bir işçi, ayağa fırlıyor ve saray merdivenlerinde askerlerce kurşuna dizilirken “yaşasın hürriyet” diye bağıran devrimcileri anlatmasını istiyor. Öğretmen, bu uyarı üzerine, bahsi geçen olayı detayları ile anlatıyor. Uyarıyı yapan işçi, hikâyenin bitiminde tekrar ayağa kalkıyor ve şunları söylüyor: “Yoldaşlar, ben de devrim günü babamdan yadigâr revolverimi kaptığım gibi, emrinde çalıştığım toprak ağasının malikânesini bastım, herifçioğlunu dışarı çıkardım, yere yatırdım ve silâhımı başına dayadım. İşte bu sefer ‘yaşasın hürriyet’ diye bağıran bendim.”

Marx ile M. Kemal arasında, sömürüye ve zulme karşı mücadele bağlamında net olan bu ayrımı görmemek nemenem bir şeydir, sormak gerekiyor.

Bu noktada bir de Marx’tan Lenin’e düz bir çizgi çekme alışkanlığından söz etmek gerek. Bu, batılı anti-komünistlerin ve sonradan, özellikle seksenlerin kapitalizm içi atılım döneminde palazlanan orta sınıfa mensup eski marksistlerin gerçekleştirdikleri bir hamle. Böylelikle, Lenin’in marksizmin tarihi içinde bir “devrim”e denk düştüğü görülmüyor. Devrim ufku olmayan, geçmişteki devrim ve öndevrim momentlerini de ıskalıyor. Bu ıskalama, Sovyetler’deki mülkiyet ilişkilerini ufak kelime oyunları ile kapitalizme bağlayıveriyor. Bunu dün olduğu gibi bugün de troçkistler çok iyi yapıyorlar. Ama Troçki bile Sovyetler’in bir “işçi devleti” olduğunu ikrar ediyor.

Veysel Batmaz kendi kafası içinde, keyfe keder işlemler yapıyor. Misal, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış kitle” cümlesini -ki Batmaz’ın dillendirdiği cümlenin aslı budur- kemalistlerin bir ütopyası olarak takdim ediyor. Oysa kemalistler, içinde bulundukları gerçekliği bu şekilde tarif ediyorlar. Bu açıdan Batmaz yanlış(ı) konuşuyor. “Yurtta sulh cihanda sulh” “ne mutlu Türk’üm diyene”ye, bu cümle de “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış kitle”ye bağlanıyor. Bu noktada Veysel Hoca’ya “ütopya” sözcüğünün anlamını hatırlatmak haddimizi aşıyor. Ancak burada olmayan bir yere dair ve ilişkin değil, olan ve olanla gayet ilişkili bir cümle dile getirilmiş oluyor. Olan ve ilişkili yere zulme ve sömürüye karşı mücadele edenlerin cesetleri yığılıyor. Kemalizmin yukarıda zikredilen üç cümlesi de inşa sürecinde kimlerin kanlarının döküldüğünü anlatıyor.

* * *

Yıllarca “Hitler ile Stalin aynı” deyip, bu argümanı devlet idaresine dönük sözde eleştirilerle gerekçelendirenlerin, bugün hangi devletlere ve devletli ilişkilere hizmet ettikleri anlaşılmayı bekliyor.

Veysel Hoca’nın tek derdi, şiddetin ve silâhın eleştirisi imiş gibi görünüyor. Ama o aslında, bizi yeniden M. Kemal’in silâhının gölgesine çekmek için konuşuyor.

Bugün susmuş silâhlarla susmayan silâhlar arasında bir alan kavgası sürüyor. İlki liberalizmin arkasına saklanıyor, ikincisi gerisinde liberalizmi saklıyor. Liberalizm ise metaı, eşyayı, giderek hakikati kendinde düzleyen paranın gücüne biat ederek tanrı olmak isteyenlerin modern dini oluyor.

“Anti-emperyalist praxis” tarih dışı bir tespit olarak hiçbir şeyi izah etmiyor. M. Kemal’in anti-emperyalist olduğu ve öyle davrandığı herhangi bir âna tesadüf edilmiyor. Aksini iddia edenler, bizleri yerliciliğe ve yerli sermayenin güçlenmesine bağlanmış bir tür “anti-emperyalizm”e inanmamızı istiyorlar. Yüzeyselleşen anti-emperyalizm, en fazla, emperyal güdüleri olanların ağzında çürük bir sakıza dönüşüyor.

* * *

“CHP’ye dışarıdan bilinç vermek”, onun “kurucu” niteliğini ilahi, ezelî-ebedî kabul etmekten kaynaklanıyor. Bu yaklaşım, hiçbir şey kurmuyor, kurmak için yıkmıyor, yıkmak için kurmuyor.

Diyalektik, tanrıya ikame edilmiş Madde lehine çözülüyor. Bu fikriyat, Cehepe’ye şükretmeyi öğütlüyor. Hiçbir dönüşüme tabi tutulmayan Cehepe kitlesi mutlak veri kabul edilerek, onun eline istenilen bayrağın tutturulacağı zannediliyor.

Özetle, Cehepe’yi hâlâ ve ısrarla aynı teorik-fikrî kozmosta kabul etmek, ciddî bir yanılgıya işaret ediyor. Bir şeyler kurmak isteyenin kurmak için yıkmayı göze alamaması, bir şeyleri yıkmak isteyenin, yıkmak için kurmaya cüret edememesidir Cehepe’cilik. Mesele, bu anlamda özgürlük mücadelesi vermek değil, mücadelenin bizatihi kendisinin özgürleştirilmesidir; sömürüye ve zulme karşı mücadele, öncelikle, bu zihniyetten ve “praxis”ten kurtarılmalıdır.

Eren Balkır
21 Mayıs 2010

05 Mayıs 2010

, ,

Engels’in Marx’ın Mezarı Başında Yaptığı Konuşma


Engels’in Marx’ın Mezarı Başında Yaptığı Konuşma

 

[17 Mart 1883 günü Highgate Mezarlığı’nda Engels tarafından İngilizce yapılan konuşma. Almanca olarak, 22 Mart 1883 tarihli Social-Demokrat’ın 13. sayısında yayımlandı.]

* * *

14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü düşünmeyi bıraktı. Onu henüz iki dakika yalnız bırakmıştık ki geri döndüğümüzde, koltuğunda, huzur içinde uykuya ama bu sefer sonsuza dek dalmış olarak bulduk.

Hem Avrupa ve Amerika’daki militan proletarya, hem de tarih bilimi, bu insanın vefatı ile muazzam bir kayıp yaşadı. Sözkonusu kudretli ruhun terk-i dünya edişi ile oluşan boşluk, kendisini herkese kısa sürede hissettirecektir.

Tam da Darwin’in organik doğanın gelişme yasasını bulması gibi Marx da insanî tarihin gelişme yasasını buldu. Yani o, bugüne dek aşırı büyümüş ideoloji tarafından kavranmış bulunan, siyaset, bilim, sanat, din vb. gibi başlıklarda uğraş vermezden önce insanlığın evvela yemesi, içmesi, barınması ve giyinmesi gerektiğini, bu sebeple, belli bir insan topluluğunca ya da belli bir dönem süresince yapılan acil maddî araçların üretiminin ve bu üretimin sonucu olarak ulaşılan ekonomik kalkınma derecesinin üzerinde devlet kurumlarının, hukuk anlayışlarının, sanatın, hatta dinle ilgili fikirlerin yükseldiği temeli, ilgili insanların evrimleştikleri alanı teşkil ettiğini, dolayısıyla, bugüne dek yapılanın aksine, tersten, bunların ilgili dizge dâhilinde izah edilmeleri gerektiğini söyleyen o basit gerçeği ortaya çıkardı.

Ancak hepsi bu kadar da değil. Marx, ayrıca günümüz kapitalist üretim tarzına ve bu üretim tarzının yaratmış bulunduğu burjuva toplumuna hükmeden özel hareket yasasını da keşfetti. Artı-değerin keşfi, hem burjuva iktisatçıların hem de sosyalist eleştirmenlerin karanlıkta el yordamıyla yaptıkları incelemelerle çözmeye çalıştıkları meseleye beklenmedik bir biçimde ışık tuttu.

Bir insan ömrü için bu iki keşif de kâfiydi aslında. Kendisine bir tane de olsa böylesi bir keşifte bulunmak nasip olana ne mutlu! Ama Marx, araştırmada bulunduğu her alanda, (ki bu alanların sayısı çoktu ve teki bile yüzeysel değildi.) hatta matematik alanında bile, özgün keşiflerde bulundu.

Bilim insanı olmak böyle bir şeydi. Gelgelelim, onun pratiğinde esası teşkil eden bilim değildi. Marx için bilim, tarihsel gerçeklikteki bir dinamik, devrimci bir güçtü. Pratik uygulaması önceden düşünülmesi bile imkânsız olan teorik bilimdeki bir keşifle karşılaştığı vakit büyük bir sevinç duysa da o, asıl sevinci, keşfin sanayide ve genelde tarihsel gelişmede yaşanan ani devrimci değişimlere sebebiyet verdiği noktada duyardı. Misal, Marx, elektrik alanındaki, özellikle yakın zamanda Marcel Deprez tarafından yapılan çalışmaları, çok büyük bir dikkatle takip ediyordu.

Çünkü Marx, her şeyden önce, bir devrimciydi. Hayatının hakikî görevi, şu veya bu şekilde kapitalist toplum ile onun vücuda getirdiği devlet kurumlarını çökertmek, kendi konumunun ve ihtiyaçlarının bilincine, kurtuluşuna dair koşulların bilincine onu vakıf kılan ilk kişi olarak modern proletaryanın kurtuluşuna katkı sunmaktı. Mücadele, onun bir parçasıydı. Çok az insanın aşık atabileceği ölçüde bir tutku, azim ve başarı ile mücadele etti o. 1842’de ilkin Rheinische Zeitung’da, 1844’te Paris’te çıkan Worwärts’da, 1847'de Brüksel’de yayınlanan Deutsche-Brüsseler-Zeitung’da, 1848-1849’da Neue Rheinische Zeitung’da, 1852’den 1861’e değin New York Tribune’de çalıştı, tüm bunlara ek olarak, sürüyle militan bildiriye imza attı, Paris, Brüksel ve Londra’daki örgütlerde faaliyet yürüttü ve her şeyin üzerinde duran, eğer başka hiçbir şey yapmasaydı bile, kurucusunun gurur duyabileceği bir başarı örneği olarak, Beynelmilel Emekçiler Derneği’nin teşkil edilmesine katkı sundu.

Tüm bunların sonucu olarak Marx, döneminin en çok nefret edilen ve iftiraya maruz kalan insanı idi. Mutlakıyetçi ya da cumhuriyetçi, tüm hükümetler, onu ülkelerinden kovdular. Muhafazakâr ya da aşırı demokrat tüm burjuvalar, ona iftira atma hususunda birbirleriyle yarıştılar. O ise tüm bu saldırıları, örümcek ağını silip atarmışçasına, savuşturdu, kimi zaman görmezden geldi, kimi zamansa, o da kendisini mecbur hissettiği, çok gerekli hâllerde, bu saldırılara cevap verdi. Sonrasında ise Marx, Sibirya madenlerinden Kaliforniya'ya, Avrupa ve Amerika’nın her yanına dağılmış, tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından yüceltilmiş, sevilmiş ve aklanmış olarak öldü. Bugün ben üzerine basa basa söylüyorum ki onun çok sayıda muhalifi olmasına karşın, pek şahsî hasmı yoktu.

İsmi ve dolayısıyla eseri varlığını çağlar boyunca muhafaza edecektir!

Friedrich Engels
17 Mart 1883
Kaynak