31 Aralık 2022

Orta Sınıf Materyalizmi

Bu noktada Marksizmin içine doğduğu politik ortama döndüğümüzde, 1848 Alman devriminin burjuvaziyi tam anlamıyla muktedir kılmadığını söylememiz gerekecek. 

Oysa kapitalizm, Almanya ve Fransa’da 1850’den sonra tüm gücüyle gelişme imkânı bulabildi. Prusya'da İlerici Parti, parlamentarizm için mücadele etmeye başladı ki hükümet, burjuvazinin güçlü ulus-devlet taleplerini karşılayabilmek uğruna askerî eylemlere başvurunca, bu sistemin zaafı ortaya çıktı. 

Orta Avrupa’nın siyaset sahnesine ulusal birlik için yola çıkmış hareketler hâkim oldular. Yükselen burjuvazi, iktidarda bulunduğu İngiltere hariç her tarafta feodal mutlakiyetçilik koşullarına karşı mücadele veriyordu.

Yeni bir sınıfın devlet ve toplumda iktidar olmak için giriştiği mücadele, aynı zamanda her daim yeni bir dünya görüşünü kabul ettirmek için yürütülen manevi bir mücadeledir. Eski güçleri alt etmek, ancak kitleler onlara karşı ayaklandıklarında ya da en azından onları izlemekten vazgeçtiklerinde mümkün olabilir. Dolayısıyla, burjuvazinin emekçi kitleleri kendi safına çekmesi ve kapitalist topluma bağlaması zorunluydu. Bunun için de küçük burjuvazi ve köylülüğe özgü eski düşünceleri ortadan kaldırmak ve yerlerine yeni burjuva ideolojilerini geçirmek gerekiyordu. Bu amaca hizmet edecek araçları da kapitalizmin kendisi hazırlamıştı.

Doğa bilimleri, kapitalizmin manevi temelidir. Kapitalizmi ilerleten teknik gelişme, bu bilimlere bağlıdır. Bu sebeple, yükselen burjuva sınıfı, bilimi el üstünde tutar. Üstelik bu bilim, burjuvaziyi feodal düzende yer etmiş bulunan alışılmış dogmalardan da kurtarmıştır. Bilimsel buluşlardan yeni bir hayat anlayışı ve dünya görüşü doğmuş, burjuvaziye eski güçlerin iddialarına meydan okumak için gerekli argümanları sağlamıştır. İşte burjuvazi, bu yeni dünya görüşünü kitlelere yaydı. Çiftliklerde ve işliklerde kuşaktan kuşağa aktarılan İncil inancı yaygındı. Ama köylülerin ya da yoksullaşan zanaatkârların oğulları sanayi işçisi olunca, zihinleri de kapitalist gelişme tarafından ele geçirildi. Kapitalizm öncesi koşullarda kalanlar bile bu gelişmeye özgü liberal bakışa kaptırdılar kendilerini ve yeni fikirlerin propagandasından etkilendiler.

Manevi mücadele, öncelikle dine karşı verilen bir kavgaydı. Dinsel inanç, geçmişte kalan koşulların ideolojisidir; miras alınmış bir gelenek olarak, kitlelerin eski güçlere tabi kalmasını sağlar ve bu yüzden yenilgiye uğratılması şarttır. Dine karşı mücadele, toplumsal koşullar tarafından dayatılmıştır, dolayısıyla, değişen koşullara göre değişik biçimler almak zorundadır. Burjuvazinin iktidarı tam olarak ele geçirdiği ülkelerde, örneğin İngiltere'de, böyle bir mücadele artık gerekli değildi ve burjuvazi de mevcut kiliseye saygı gösterdi. Daha radikal düşünüş tarzları, ancak orta sınıfın alt kesimlerinde ve işçiler arasında ilgi gördü. Sanayi ve burjuvazinin özgürleşme için mücadele etmesi gereken ülkelerde ise kitabî inancın karşısına liberal ve ahlakî bir Hıristiyanlık çıkarıldı. Bu mücadele, hâlen daha güçlü bir krallık rejimi ve aristokrasi sınıfının bulunduğu bir ülkede veriliyor, büyük bir kuvvet ve çabaya ihtiyaç duyuyorsa, yeni dünya görüşü, aşırı radikal biçimlere bürünmek zorunda kalıyor ve bir orta sınıf materyalizminin doğmasına yol açıyordu. Orta Avrupa’da durum, büyük ölçüde bu şekildeydi, dolayısıyla materyalizmi savunan popüler propagandanın (Moleschott, Vogt, Büchner), diğer ülkelerde de sesini duyurmakla birlikte, en çok burada görülmesi doğaldı. Radikal broşürlerin yanı sıra, ortaya modern bilimsel buluşları halka tanıtan zengin bir literatür de çıkmıştı; bu da yurttaş kitlelerini, işçileri ve köylüleri geleneğin zincirlerinden kurtarıp ilerici burjuvazinin yoluna çekmek için çok değerli silahlar sağlıyordu. Orta sınıfa mensup aydınlar olarak profesörler, mühendisler, doktorlar, bu yeni aydınlanmanın en hevesli savunucularıydı.

Doğa biliminin özünü doğada işleyen yasaların keşfine dönük çaba teşkil ediyordu. Doğal olguların dikkatle incelenmesi, tekrarlanan düzenlilikleri açığa çıkararak bilimsel tahminlerde bulunmayı mümkün kılıyordu. On yedinci yüzyıl, Galileo’nun araştırdığı cisimlerin düşme yasası ve yerçekimiyle, Kepler'in gezegen hareketlerini açıklayan yasasıyla, Snell'in bulduğu ışığın kırılma yasasıyla ve Boyle’un gaz basıncı yasasıyla tanışmıştı. Aynı yüzyılın sonlarında Newton’un çekim yasasını bulması, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların felsefi düşünüşü üzerinde önceki bütün buluşlardan daha büyük bir etkide bulundu. Diğerleri mutlak doğru sayılamayacak kurallardan ibaretti, oysa Newton’ın çekim yasası, gök cisimlerinin hareketlerine her yönden hükmeden gerçekten kesin ilk yasaydı ve olguları gözlemlendikleri kadar tam bir kesinlikle tahmin edebilme imkânı sunuyordu. Bunun bir sonucu olarak, bütün doğal olguların hiç değişmeyen belli yasalara uyduğu görüşü gelişti. Doğada nedensellik yasaları hüküm sürer: Yerçekimi cisimlerin düşmesinin nedenidir, çekim gücü de gezegenlerin hareketine neden olur. Olan biten her şey, tamamen nedenler tarafından belirlenmiş etkilerdir, ne özgür iradeye yer vardır, ne rastlantıya ne de keyfiliğe.

Bilimin açığa çıkardığı bu değişmez doğa düzeni, geleneksel dinsel doktrinlerin tam karşıtıydı. Bu doktrinlere göre, despot bir hükümdar olan Tanrı, dünyayı keyfince yönetir, iyi ve kötü talihi nasıl uygun buluyorsa öyle dağıtır, düşmanlarını yıldırımlarla, salgın hastalıklarla mahveder, kimilerini de mucizeler yaratarak ödüllendirir. Oysa mucizeler, değişmez doğa düzeniyle çelişir. Mucize mümkün değildir ve İncil’de anlatılan bütün mucizeler birer masaldan ibarettir. İncil’de ve dinde karşımıza çıkan doğa yorumu, mutlak despotlar olan toprak beylerinin hüküm sürdüğü ve ilkel tarımcılığın ağır bastığı bir devre aittir. Yükselen burjuvazinin doğa felsefesi ise, bütün olguları denetleyen doğal yasalarıyla, despotun keyfi yönetiminin yerini herkes için geçerli yasaların aldığı yeni bir devlet ve toplum düzenine özgüdür.

Teolojiye göre, mutlak ve tanrısal gerçek olan İncil’deki doğa felsefesi, dış görünüşlere aldanan, kıpırtısız dünyayı evrenin merkezi sanan, her türlü maddenin yaratılmış olduğunu ve çürüyüp yok olacağını düşünen cehaletin doğa felsefesidir. Bilimsel deneyim bunun tersini kanıtlamış, görünüşte yok olup giden maddenin (örneğin yanma olayında) aslında gözle görülemeyen gazlara dönüştüğünü saptamıştır. Ölçümler, böyle bir süreçte toplam ağırlığın azalmadığını ve dolayısıyla maddenin yok olmadığını göstermektedir. Bu buluş da yeni bir ilke hâlinde genelleştirilmiştir: Madde yok edilemez, miktarı her zaman aynı kalır, değişen, sadece biçimi ve bileşimleridir. Bu, atomları bütün cisimlerin yapıtaşlarını oluşturan kimyasal elementlerin tümü için geçerlidir. Böylece bilim, maddenin korunumu yasası ve doğanın ebediliği görüşüyle, dünyanın 6000 yıl kadar önce yaratıldığını iddia eden teolojik dogmaya karşı çıkmaktadır.

Gelip geçen olgular arasında bilimin tespit ettiği tek kalıcı töz, madde değildir. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından beri, enerjinin korunumu adıyla bilinen yasa, fiziğin temel aksiyomu olarak kabul edilmiştir. Burada da gene doğanın sabit ve çok geniş kapsamlı bir düzene sahip olduğuna dair tespitte bulunuluyor. Her olguda enerjinin biçimi, ısı ve harekette, gerilim ve çekimde, elektrik enerjisinde ve kimyasal enerjide değişmektedir. Ama toplam enerji miktarı hiç değişmez. Kozmik cisimlerin, güneşin ve dünyanın daha iyi anlaşılmasını sağlayan bu ilke karşısında tanrıbilimin bütün iddiaları, kekeleyen bir çocuğun konuşmaları gibi kalmaktadır.

İnsanın dünyadaki yerine ilişkin bilimsel buluşlar daha da büyük sonuçlar doğurmuşlardır. Türlerin kökeni hususunda Darwin’in ileri sürdüğü, insanın evrim yoluyla hayvanlar dünyasından çıkmış olduğunu belirten teori, bütün dinsel doktrinlerle tam bir çelişki içerisindedir. Ama Darwin’den önce de, biyoloji ve kimya alanlarında gerçekleşen buluşlar, bütün insanların ve canlıların organik olmayan doğayla organik bakımdan özdeş olduğunu ortaya koymuştu. Albüminli yapısıyla bütün canlı varlıkların hücrelerini oluşturan ve her türlü yaşamın ona bağlı olduğu protoplazma, diğer maddelerle aynı atomlara sahiptir. Ruhun ölümsüzlüğünü savunan teolojik doktrinlerin tanrısallığın bir parçası olarak yücelttiği insan zihni, beynin fiziksel özelliklerine sıkı sıkıya bağlıdır; bütün ruhsal olgular, beyin hücrelerindeki maddi olaylara eşlik ederler veya onların sonuçlarıdır.

Orta sınıf materyalizmi, bu bilimsel buluşlardan olabilecek en radikal sonuçları çıkarmıştır. Ruhsal olan ne varsa, maddi süreçlerin ürünüdür; fikirler, tıpkı karaciğerin safra salgılaması gibi, beyin tarafından salgılanır. Büchner’in dediği gibi “Bırakalım din, maddenin bozulup yok olduğunu, ruhun ise ölümsüz olduğunu anlatıp dursun, gerçek, bunun tam tersidir.” Beyinde küçücük bir hasar meydana gelse, ruhsal olan her şey yok olup gider; beyin parçalandı mı zihinden eser kalmaz, oysa zihnin taşıyıcısı olan madde ebedidir, yok edilemez. Fikirler de dâhil olmak üzere, yaşamın bütün olguları hücre maddesinin kimyasal ve fiziksel süreçlerinden kaynaklanır; bunların canlı olmayan maddeden tek farkı daha karmaşık olmalarıdır. Geçirdikleri bütün süreçler, son kertede atomların dinamiği ve hareketleriyle açıklanmak zorundadır.

Ne var ki bu doğa bilimi materyalizminin vardığı sonuçları en uç noktalarına kadar savunmak mümkün değildir. Her şeyden önce fikirler, safradan ve bedenin benzer salgılarından farklıdır; zihin de kuvvet ya da enerjinin bir biçimi olarak ele alınamaz, bambaşka bir kategoriye aittir. Eğer zihin, diğer doku ve hücrelerden sadece daha karmaşık oluşuyla ayrılan beynin bir ürünüyse, o zaman esas itibarıyla zihne ait herhangi bir şeyin, herhangi bir duyumun her hayvansal hücrede bulunacağı sonucuna varmak gerekir. Ayrıca hücre maddesi de bir araya toplanmış atomlardan meydana geldiğine ve daha karmaşık da olsa, özünde diğer maddelerden farksız olduğuna göre, çıkacak sonuç, zihin dediğimiz şeyin bir parçasının atomda zaten varolduğudur: En küçük madde parçacığında bile biraz “ruhsal töz” bulunur. Bu “atomik ruh” kuramına önemli bir zoolog olan ve dinsel dogmatizme karşı cesaretle savaşan Darwinciliğin enerjik savunucusu Emst Haeckel’in eserlerinde rastlıyoruz. Haeckel, kendi felsefi görüşlerini materyalizm olarak görmemiş, onlara “Monizm” adını vermeyi yeğlemiştir ve bu da yeterince gariptir, çünkü esasen zihin madde ikiliğini dünyanın en küçük unsurlarına kadar yaymaktadır.

Materyalizm, burjuva sınıfının ideolojisine ancak kısa bir süre için egemen olabildi. Burjuvazi, teorik sorunların doğa üstü ve ruhsal güçler varsaymaya gerek kalmadan bilim tarafından çözülebileceğine inanmayı, ancak özel mülkiyet, kişisel özgürlük ve serbest rekabete dayanan kendi toplumunun sanayi, bilim ve tekniği geliştirerek bütün insanlığın yaşam sorunlarını çözebileceğine inandığı müddetçe sürdürebildi. Ama kitlelerin yaşam sorunlarının kapitalizm tarafından çözülemeyeceği proleter sınıf mücadelesinin yükselmesiyle birlikte belli olur olmaz, o kendinden emin materyalist felsefe de ortadan kayboldu. Dünya, yine çözümsüz çelişkiler ve belirsizliklerle, uygarlığı tehdit eden karanlık güçlerle dolu görünüyordu. Burjuvazi, çeşitli dinsel inançlara geri döndü, burjuva aydınlar ve bilimciler, mistik eğilimlerin etkilerine boyun eğdiler. Materyalist felsefenin zaaf ve yetersizliklerini fark etmekte, “bilimin sınırları” ve “dünyanın çözülemez bilmeceleri” üzerine nutuklar atmakta gecikmediler.

Sadece alt ve orta sınıf mensubu az sayıda radikal görüşlü kişi, erken dönemdeki kapitalizmin politik sloganlarına ve materyalizme bağlılığını sürdürdü. İşçi sınıfı ise verimli bir topraktı materyalizm için. Anarşizm taraftarları da her zaman bu görüşün en sıkı savunucuları oldular. Sosyalist işçiler, Marx'ın doktrinlerine olduğu kadar doğa bilimlerinin materyalizmine de aynı ilgiyi göstererek kucak açtı. Kapitalist sistemdeki çalışma pratiği, günlük deneyimleri ve toplumsal kuvvetlere ilişkin artan bilinçleri, geleneksel dinin çökertilmesine büyük katkıda bulundu. Şüphe duydukları hususları çözme isteği, bilimsel bilgiye duydukları ihtiyacı artırdı, böylelikle işçiler, Büchner ile Haeckel’in en meraklı okuyucuları hâline geldiler. Marksist doktrin, işçilerin pratik, politik ve toplumsal ideolojisini belirlerken, daha derin bir kavrayış ancak yavaş yavaş biçimlenmekteydi; orta sınıf materyalizminin tarihsel materyalizm tarafından çoktan aşılmış olduğunu pek azı fark edebildi. Bu durumun, işçi sınıfı hareketinin henüz kapitalizmin ötesine geçememesi, sınıf savaşının pratikte sadece işçi sınıfının kapitalist toplumdaki yerini korumaya yönelik olması ve erken dönem orta sınıf hareketlerinin getirdiği demokratik çözümlerin işçi sınıfı için de geçerli sayılması olgusuna denk düştüğünü belirtelim. Marksist kuramın tam olarak anlaşılması, ancak devrimci pratikle bağlantı içinde mümkündür.

Peki orta sınıf materyalizmiyle tarihsel materyalizm arasında nasıl farklar ve karşıtlıklar vardı?

Her iki görüş de birer materyalist felsefe olarak deneyimlenen maddi dünyanın önceliğini savunur; her ikisi de manevi olguların, duyumun, bilincin ve düşüncelerin bu maddi dünyadan türediğini kabul eder. Aralarındaki fark ise, orta sınıf materyalizminin doğa bilimine dayanmasına karşılık, tarihsel materyalizmin öncelikle toplumun bilimi olmasıdır. Burjuva bilimciler insanı, yalnızca doğanın bir parçası, hayvanların en gelişmiş olanı ve doğa yasalarının belirlediği bir varlık olarak ele alırlar. Yaşamı ve eylemleri ancak genel biyolojik yasalarla ve daha geniş anlamda da kimya, fizik ve mekanik yasalarıyla açıklanabilir. Bunlar, toplumsal olguların ve düşüncelerin anlaşılabilmesi için çok az işe yarayan araçlardır bunlar. Oysa tarihsel materyalizm, insan toplumunun özgül evrim yasalarını açığa çıkarır, toplum ile düşünceler arasındaki karşılıklı bağlantıyı ortaya koyar.

Bu sebeple, manevi olanın maddi dünya tarafından belirlendiği şeklindeki materyalist aksiyom, söz konusu doktrinlerde tamamıyla farklı bir anlam taşımaktadır. Orta sınıf materyalizmi için bu aksiyomun anlamı, düşüncelerin beyin tarafından üretildiği, beyin maddesinin yapısı ve değişiminden, son kertede beyin atomlarının dinamiğinden hareketle açıklanması gerektiğidir. Tarihsel materyalizm içinse aynı aksiyom, insan düşüncelerinin toplumsal koşullar tarafından belirlendiği anlamına gelir; toplum, insanın çevresidir, onu duyu organları aracılığıyla etkiler. Böyle bir anlayış, tamamen farklı bir sorundan, farklı bir yaklaşımdan, farklı bir düşünüş tarzından ve dolayısıyla farklı bir bilgi kuramından yola çıkmaktadır.

Orta sınıf materyalizmi için bilginin anlamı meselesi, manevi olgular ile beyin denilen maddeyle alakalı fiziksel-kimyasal-biyolojik olgular arasındaki ilişkiye dair bir meseledir. Tarihsel materyalizm içinse bilginin anlamı meselesi, düşüncelerimizin dış dünya olarak deneyimlediğimiz olgularla ilişkisine dairdir. Gelgelelim, insanın toplumdaki yeri bir gözlemci konumu değildir; zira insan, çevresine tepki gösteren ve onu değiştiren dinamik bir güçtür. Toplum da çalışmayla dönüştürülmüş olan doğadır. Bilimci için doğa, gözlemlediği, nesnel olarak verilmiş ve kendisini duyular aracılığıyla etkileyen gerçekliktir. O, dış dünyayı aktif ve dinamik, zihni ise pasif ve uysal bir unsur olarak kavrar. Dolayısıyla, örneğin materyalist ve idealist felsefeler arasındaki çelişkiye işaret eden Engels’in de kullandığı bir ifadeyle, zihnin bir yansımadan, dış dünyanın bir görüntüsünden ibaret olduğu vurgulanır. Oysa bilimcinin bilimi, bütün insan faaliyetlerinin bir parçası, daha büyük bir amacın bir aracıdır sadece. Daha önce gelen bu pasif parçayı insan faaliyetinin aktif parçası izler: Teknik gelişim, üretim ve dünyanın insan tarafından dönüştürülmesi.

İnsan, her şeyden önce aktif bir varlıktır. Çalışma sürecinde organlarını ve doğal yeteneklerini kullanarak çevresini sürekli inşa eder. Bu süreçte hem alet dediğimiz yapay organları icat etmiş, hem de bedensel ve zihinsel yeteneklerini doğal çevreye etkili bir şekilde müdahale edebilen hayatı sürdürme araçları olarak geliştirmiştir. İnsanın en önemli organı olan beynin işlevi, düşünmedir ve bu da diğer herhangi bir faaliyet kadar fiziksel bir faaliyettir. Beyin faaliyetinin, yani zihnin dünya üzerindeki etkisinin en önemli ürünü olan bilim de maddi aletlerle yan yana duran zihinsel bir alettir ve bizzat bir üretici güç olarak teknolojinin temelini teşkil ettiğinden, üretim aygıtının en asli parçalarından biridir.

Dolayısıyla, tarihsel materyalizmin gözünde bilimin ürünleri olan kavramlar, maddeler, doğa yasaları ve kuvvetler, her ne kadar doğanın sunduğu malzemeden yapılmış olsalar da, her şeyden önce insanın zihinsel emeğinin yarattığı şeylerdir. Buna karşılık, bilimsel araştırmacının gözünden bakan orta sınıf materyalizmi, bütün bunları bilim tarafından keşfedilip gün ışığına çıkarılan doğanın bir parçası sayar. Doğabilimciler, madde, enerji, elektrik, yerçekimi, entropi yasası, vb. gibi değişmez tözleri dünyanın temel unsurları, keşfedilmesi gereken gerçeklik olarak görmektedirler. Oysa tarihsel materyalizme göre bunlar, yaratıcı zihinsel faaliyetin doğal olguların malzemesinden yararlanarak biçimlendirdiği ürünlerdir.

Bu, düşünme yöntemindeki temel bir farklılıktır. Başka bir fark da tarihsel materyalizmin Hegel’den miras aldığı diyalektikte yatar. Engels, on sekizinci yüzyıl materyalist felsefesinin evrimi dikkate almadığına işaret etmişti; diyalektik düşünceyi kaçınılmaz kılan, evrimdir. Evrim ve diyalektik, çoğu vakit eşanlamlı olarak anlaşılmıştır; tarihsel materyalizmin evrim teorisi olduğunu söylemekle, onun diyalektik niteliğinin belirtilmiş olacağı düşünülmüştür. Oysa evrim, doğa bilimi tarafından daha on dokuzuncu yüzyıl başında biliniyordu. Hücrenin gelişip daha karmaşık bir organizma oluşturduğu, hayvan türlerinin Darwincilikte dile getirilen evrimi ve entropi yasası adıyla bilinen fiziksel dünyanın evrimi, bilim insanlarının bildiği bir şeydi. Ama akıl yürütme yöntemleri, diyalektik değildi. Ele aldıkları kavramların sabit nesneler olması gerektiğini düşünüyor, kavramları ve karşıtlarını mutlak olarak anlıyorlardı. Böylece dünyanın evrimi ve bilimin ilerlemesi beraberinde çelişkiler getirdi beraberinde. Engels, Anti-Dühring’de bunun birçok örneğine yer vermiştir. Genelde idrak, özelde bilim, gerçek olgular dünyasındaki akış ve geçişlerin tüm kademelerinde gerçekleşen şeyleri sabit kavramlar ve katı yasalar hâlinde ayrıştırıp sistemleştirmektedir. Dil, olgu gruplarını isimler aracılığıyla ayırıp tanımladığından, bir kavramın çeşitli somutlanmaları olarak aynı grupta yer alan her şey, birbirinin benzeri ve değişmez kabul edilir. Soyut kavramlar olarak kesin çizgilerle ayrılan şeyler gerçeklikte iç içe geçip birbirlerine dönüşürler. Mavi ve yeşil iki ayrı renktir, ama ortadaki geçiş alanında kalan nüanslar söz konusu olduğunda, birinin nerede başlayıp diğerinin nerede son bulduğunu kimse söyleyemez. Bir çiçeğin yaşam çevriminde, onun ne zaman çiçek hâline geldiği ve ne zaman çiçek olmaktan çıktığı belirlenemez. Pratik yaşamda iyi ile kötünün mutlak karşıtlar olmadığına, en yüksek adaletin en büyük haksızlığa dönüşebildiğine her gün tanık oluruz. Kapitalist gelişimde hukuki özgürlük, fiili kölelik şeklinde çıkar karşımıza. Diyalektik düşünüşün gerçekliğe uygun oluşu, kavramları ele alırken sonlu olanın sonsuzu, statik olanın da dinamik olanı tam anlamıyla veremeyeceğinin ve her kavramın gelişip yeni kavramlara, hatta kendi karşıtına dönüşmek zorunda bulunduğunun farkında olması sayesindedir. Buna karşılık, diyalektik olmayan metafizik düşünüş, dogmatik iddialara ve çelişkilere varır, çünkü düşüncenin formüle ettiği kavramlaştırmaları, dünyanın gerçekliğini oluşturan sabit ve bağımsız varlıklar gibi görmektedir. Kuşkusuz gerçek doğa bilimi, bu kusurların çilesini o kadar çok çekmez. Formüllerini sürekli düzelterek, daha fazla ayrıntıya girip zenginleştirerek, niteliksel ayrımları matematiksel formüllerle geliştirerek, eklemeler ve düzeltmelerle tamamlayarak ve böylece yaptığı resmi orijinale, yani olgular dünyasına hep biraz daha yaklaştırarak, zorlukları ve çelişkileri alt etmeyi başarır. Diyalektik düşünüş eksikliği, yalnızca bilimci kendi özgül bilgi alanından uzaklaşıp genel felsefi düşünüşe yöneldiğinde sorun hâline gelir; orta sınıf materyalizminin durumu tam da budur.

Örneğin türlerin kökeni kuramı sık sık, hayvan zihninden evrimlenmiş olan insan zihninin onunla özdeş nitelikte olduğu ve sadece nicelik bakımından daha gelişmiş bulunduğu yaklaşımına yol açmıştır. Diğer yandan, yaygın bir deneyimin konusu olan insan ve hayvan zihni arasındaki nitelik farkı, ruhun ölümsüzlüğünü vurgulamak için teolojik doktrin tarafından öne çıkarılmış, mutlak bir karşı tez hâline gelmiştir. Her iki durumda da eksik olan diyalektik düşünüştür: Buna göre, başlangıçtaki nitelik benzerliği, gelişme sürecinde nicelik farkının nitelik farkına dönüşmesiyle (niceliğin niteliğe dönüşmesi denilen şey) yeni adlar ve nitelemeler gerektirir, ama tam bir karşıtlığa ve benzerliğin kaybolmasına da yol açmaz.

Beyindeki süreçlerin ürünü olduğu için düşünceyi diğer organların benzer ürünleriyle, örneğin safrayla karşılaştırmak; ya da zihnin, maddi bir varlığın özelliği olduğu için, her türlü maddenin tipik bir özelliği olması gerektiğini varsaymak, yine diyalektik olmayan, metafizik bir düşünüş tarzıdır. Özellikle, maddeden farklı bir şey olarak zihnin, arada hiçbir geçiş olmamak üzere, mutlak surette ve tamamıyla farklı bir dünyaya ait olması gerektiği düşüncesi de diyalektikten nasibini almamıştır; böyle bir bakış için zihin ve madde düalizmi ta atomlara kadar yayılır, keskin ve aşılamaz bir ikilik olarak kalır. Oysa diyalektik için, düşünen zihin, manevi dediğimiz bütün olguları kapsayan bir kavramdan ibarettir, dolayısıyla bunların en basit hayvandaki fiili görünüşünün ardına geçemez. Burada manevi olgular, giderek salt duyarlılığa, en basit yaşam biçimine geçerek yitip gittiğinden, zihin teriminin anlamı da bulanıklaşmaya başlamaktadır. Doğada “zihin” diye, mevcut olan ya da olmayan ayrı bir varlık, özgül bir nitelik ya da özellik yoktur. Zihin, kimi açıkça, kimi de belirsizce manevi olan belli birtakım olgulara verdiğimiz addır.

Hayatın kendisi de tıpkı böyledir. En küçük mikroskobik organizmadan başlayıp daha da küçük, görünmeyen bakteri ve virüslere doğru gidersek, sonunda albümin içeren çok karmaşık moleküllere varırız; bunlarsa artık kimyanın alanına girmektedirler. Bu ardışıklıkta canlı maddenin nerede sona erip cansız maddenin nerede başladığı belirlenemez. Olgular kademeli olarak değişir, basitleşir; hâlen daha birbirlerine benzerler, ama artık farklıdırlar. Bu, sınır çizgilerini biz belirleyemiyoruz demek değildir; mesele, doğanın sınır diye bir şey tanımıyor oluşundan ibarettir. Mevcut olan ya da olmayan “hayat” durumunun doğada bulunan bir koşulu yoktur; hayat da bir kelimeden ibarettir, hayatî olguların derecelenmesindeki sonsuz çeşitliliği kavrayabilmek için oluşturduğumuz bir kavramdır. Orta sınıf materyalizmi, hayat ve ölümle, madde ve zihinle, bunlar sanki kendi kendine varolan sahici gerçekliklermiş gibi ilgilendiğinden, sert ve keskin karşıtlıklarla çalışmak zorundadır; oysa doğa bize, az çok kademeli seyreden geçişleri muazzam bir çeşitlilikte takdim eder.

Demek ki orta sınıf materyalizmi ile tarihsel materyalizm arasındaki fark derine, temel felsefi görüşlere kadar inmektedir. Geniş kapsamlı ve tamamıyla gerçekçi olan tarihsel materyalizmin tersine, orta sınıf materyalizmi yanılsamalıdır ve kesinlikten uzaktır, aynı şekilde, teorisiyle ait olduğu burjuva sınıf hareketi de tam ve gerçek özgürleşme sağlayan proleter sınıf hareketinin tersine, eksik ve yanılsamalı bir özgürleşmeyi temsil eder.

İki düşünce sistemi arasındaki fark, özellikle dine karşı tutumda belirginlik kazanır. Orta sınıf materyalizmi dini aşmak istemiştir. Ne var ki toplumsal hayattan kaynaklanan belli bir görüş, sadece tartışma yoluyla yenilip yok edilemez; bu, ancak bir bakış açısının karşısına bir başkasını çıkarmak demektir ve her argümanın bir de karşıtı bulunur. Böyle bir görüşü alt etmenin tek yolu, onun neden ve hangi koşullar altında gerekli olduğunu göstermek, bu koşulların geçici niteliğini ortaya koymaktır. Dolayısıyla, dinin doğa bilimi tarafından çürütülmesi, sadece doğa yasaları, gök gürültüsü ve şimşek, madde ve enerji konularındaki bilgisizliğin her türlü boş inanca yol açtığı ilkel dinler söz konusu olduğunda etkilidir. Burjuva toplumunun teorisi, ilkel tarım ekonomisine özgü ideolojileri yıkmayı başarmıştı. Ama burjuva toplumunda din, bu toplumdaki bilinemeyen ve denetlenemeyen toplumsal kuvvetlere dayanmaktadır, işte ve orta sınıf materyalizmi, bunlarla baş edememiştir. Burjuva ekonomisinin ideolojilerini ancak işçi devrimi teorisi yıkabilir. Tarihsel materyalizm, dinin toplumsal temelini açıklar ve onun belli dönemler ve sınıflar için gerekli bir düşünme biçimi olduğunu ortaya koyar. Dinin büyüsü ancak bu sayede bozulmuştur. Tarihsel materyalizm, dinle doğrudan doğruya savaşmaz; yüksek bir konumdan bakıp, onu belli koşullar altında ortaya çıkan doğal bir olgu olarak anlar ve açıklar. Ama işte tam da bu kavrayış sayesinde dinin temelini parçalamış olur ve yeni bir toplumun doğuşuyla birlikte ortadan kalkacağını haber verir. Aynı şekilde, tarihsel materyalizm, burjuva sınıfında materyalist düşüncenin geçici bir süre görülmesini ve bu sınıfın yeniden mistisizme ve dinsel eğilimlere sapışını da açıklar. Gene aynı şekilde, materyalist düşüncenin çalışan sınıf arasında yayılmasını dine karşı getirilen herhangi bir argümana değil, kapitalist toplumdaki gerçek güçlerin giderek daha iyi tanınmasına bağlar.

Anton Pannekoek
1938
Kaynak

30 Aralık 2022

Liberalizmin Sorunu


Amerikan demokrasisinin sahteliğini anlamak için, liberallerin temsil iddiasında oldukları, yoksulların ve işçilerin çıkarlarını savunamaz oluşlarına bakmak kâfi.

Finans sektörünün liberal hükümetlerce desteklenen zenginlerinin elde ettiği başarı, bu başarıya tanık olanları liberallerin beceriksizliklerine karşı körleştirdi. Wall Street’i İşgal Et hareketi sonrası bu kesimin yapıp ettikleri, “adamlar paraları ile rezil oluyorlar!” şeklinde yorumlandı.

Oysa burada döngüsel akıl yürütme pratiğinden başka bir şeye rastlamıyoruz. Bu akıl, liberallerin kamusal çıkara sırt dönmelerini basit manada neolibalizmin dayattığı bir sonuç olarak görüyor ve neoliberalizmin yakasına ülkenin bayrağını iliştirmiş, ortalıkta mali durumuna dair tedirginlikle dolaşan başka bir tür liberali ürettiğini söylüyor.

Aslında otuzların sonundan kırklı yılların başına dek uzanan süreçte atılmış adımlara dair inceleme, bize çok şey söylüyor. Bu, bugünle bağlantılı tarihsel süreç dâhilinde liberallerin iktidarla ve demokrasiyle kurdukları ilişkileri belirli bir bağlama oturtmamıza katkı sunacak bir dönem. Burada artık gına getiren, o bildik nakaratların ardına bakıp liberal teslimiyetin ilk adımları incelenecek.

“Demokrasinin Aşırı Yanları”yla İlgili İlk Tespit

Liberalizmi savunan birçok isim, ilk Yeni Mutabakat politikalarına halkın verdiği yoğun destek karşısında endişeye kapıldı. Lords of the Press [“Basının Efendileri”] isimli kitabında gazeteci George Seldes’in de ifade ettiği biçimiyle, “1937 yılında New York Post gazetesindeki liberal bakış açısı değişime uğradı. O dönemde gazete, New York şehrinde çıkan günlük gazetelerin içerisinde en solcu gazeteydi, yayıncısı J. David Stern de onlarca yıl liberalizme sadakatle bağlı kalmış bir isimdi.”

Seldes’in ifadesiyle gazete, yayın kurulu üzerinden, liberallerin faşistlere karşı komünistlerle kurduğu birliğin, ‘birleşik cephe’nin gericilerin saldırısına nazaran daha büyük bir tehdit olduğunu söyleyerek, o okur kitlesindeki aşırı solcu eğilimden koptu. Bu, esasen Avrupa genelinde faşist rejimlerin nüfuz alanlarını genişlettiği dönemde liberalizme yol gösteren bir gazetenin rahatlıkla dile getirebileceği bir ifade.

Seldes, devamında gazetenin yayıncısı konusunda bir tespitte bulunuyor: “Sanayi Örgütleri Kongresi isimli sendikanın insanın gözünü alan ışıl ışıl bir rüya olarak görüldüğü dönemde gazetenin sahibi David Stern sendikayı alkışladı, ama sendika başarılı olunca korkuya kapıldı.”

Liberaller, sosyal demokrasinin gerçekleşmesinin ana ülküleri olduğunu söyleseler de 1934 yılından itibaren sanayide işçilerin gerçekleştirdikleri grevlerdeki militanlık düzeyi, onları epey endişeye sevk etti. Büyük şirketlerde liberalizm karşıtı rüzgârın estiği koşullarda Yeni Mutabakat dönemi, “demokrasinin aşırılığı”yla ilgili ilk tespitin dillendirilmesi için gerekli zemini oluşturdu. Bu zeminde liberaller, kendilerindeki ütopyacılığın seviyesini aşağı çekmek zorunda kaldılar.

Liberallerdeki bu ruh hâli, kaçınılmaz olarak, emekçilere ve yoksullara yönelik güvensizliği tetikledi, zira modern liberalizmin doğuşundan beri işçi, liberallerin bilimsel yönetim ve ticari reklâmcılık stratejilerine karşı ağır bir tehdit veya bir soyutlama olarak ele alındı. Peki kişilerin kendi kaderlerini ellerine alma konusunda ihtiyaç duydukları güce yol açan “demokrasideki aşırılık”, yeni işçi olmuş kişilerin bile liberalleri doğal liderleri olarak görmelerine mi neden oldu? Liberallerin zihniyetine göre, bu sorunun cevabı insanı endişeye sürükleyecek cinstendi.

Tashih Edilmiş Liberalizm

ABD başkanı Roosevelt, 1937’deki resesyon esnasında büyük patronlarla uzlaştı. Böylelikle liberaller, bu uzlaşma üzerinden kamu hizmetlerindeki devlet mülkiyeti denilen, kürsülerde en fazla savundukları görüşten koptular. Roosevelt, kendisinden önceki başkan Hoover gibi ihracat meselesine baş koydu ve ihracatı ekonomik sıkıntıların ana çözüm yolu olarak gördü. Bunun neticesinde hükümet, daha ilk döneminde güya savunduğu sol milliyetçi çizgiden sessiz sedasız uzaklaştı. Gerard Colby-Zilg’in Dupont: Behind the Nylon Curtain [“Dupont: Naylon Perdenin Gerisinde”] isimli kitabında dile getirdiği biçimiyle, “Roosevelt, zaten Yeni Mutabakat’ın ülke içerisinde yürürlüğe koyduğu programın tamamlandığını, mülkiyetin özel şirketlerden alınıp kapalı ekonomiye ve millileştirme aşamasına geçilmesine dair her türden görüşü çöpe attığını düşünüyordu.”

Ne var ki Yeni Mutabakat liberalizmi, halkın zihninde hâlen daha kendisine yer bulabiliyordu. Seldes’in seçimleri “basının inkârı” olarak yorumlamasına bakacak olursak, 1936-1937’de bugünden farklı bir hava var. Zira o dönemde “Amerikalılar, nihayet gazetelerin emekçilere karşı önyargılı olduğuna, bankalardan ve şirketlerden yana saf tuttuğuna dair bir görüşe kavuşmuşlar.” Seldes, en genel manada büyük gazeteleri “sahte haber” üretmekle suçluyor, özellikle Chicago Tribune gazetesinin Amerikan halkının büyük düşmanı olduğunu söylüyor. Bu dönemde halkın bilinci zirveye ulaşıyor, çünkü kitleler, her ne kadar kısa süreli de olsa, plütokratların kendilerini eleştiren herkesi “komünist” olarak yaftalamayı esas alan saldırılarına karşı bağışıklık kazanıyorlar.

Bu rüzgâra karşı koymak adına Ulusal İmalatçılar Birliği ve elektrik gibi hizmetler sunan şirketler, ünlü kimi liberal köşe yazarlarını besleyip, onların Yeni Mutabakat’a saldırmalarını, ayrıca başkanı elektrik, gaz ve su gibi hizmetler sunan şirketlerle barış yapması konusunda ikna etmelerini istiyorlar. Seldes’in de aktardığı biçimiyle, “bu günlük yazılar, daha bir yıl önce demiryollarının ve elektrik gibi hizmetlerin kamulaştırılmasını savunan liberallerin her türden iddiasını boşa düşürüyor.” Liberallerin gömlek değiştirdiği dönemde Yeni Mutabakat’ın yürürlüğe koyduğu tüm liberal ve ilerici politikalara yönelik saldırılar, kamuoyuna bir biçimde liberal kisve altında takdim ediliyor.” Bu anlamda kamuoyunun algısında bir darbe gerçekleştiriliyor. Bu darbenin amacı ise kamuoyunun otuzlu yıllar boyunca elde ettiği politik feraset düzeyini aşağıya çekmek.

İlk “Yeni Roosevelt”

Ne yazık ki liberallerin Roosevelt’in şahsiyetine yönelik düşkünlükleri, patronların liberalizmin özünü arındırma konusunda hep birlikte ortaya koydukları çabalara stratejik bir cevap geliştirmeyi imkânsızlaştırdı. Savaş döneminde yaşanan canlılık, sadece savaş sonrası dönemde politikanın kaçınılmaz olarak girdiği yolu beslemekten başka bir işe yaramadı. Bu, dönemin Churchill, Hitler ve Stalin gibi isimler şahsında artık politik bir eğilim hâlini almış olan basit bir saplantıdan mı ibaretti, yoksa liberallerin politik sahada nefes alıp vermelerini mümkün kılan bir adama akıl almaz bir biçimde bağlanmaları ile ilgili bir mesele miydi? Bu sorunun cevabı ne olursa olsun, Yeni Mutabakat döneminin başında görülen liberalizme ve ilericiliğe bağlananların soyu kısa bir süre sonra kurudu.

Öte yandan, kırkların başında Roosevelt’in değirmenine su taşıyanlar, yeniden sterilize edilmiş, arındırılmış liberalizmi kamuya mal etmeye başladılar. Bu “yaşamsal merkez” olarak pazarlanan, sol yanıyla savaşa yönelik çabalara kayıtsız şartsız destek sunan yeni liberalizm, Sovyetler Birliği ile ileride barış imzalanacağı, onunla işbirliğine gidileceği konusunda belirgin bir iyimserliğe sahipti, ama ayrıca işçi hakları konusunda ihtiyatlı bir tavır içerisindeydi ve bu hususta gayet paternalist bir tutum içerisindeydi.

Kırklı yıllarda liberallerin ve ilericilerin Roosevelt’e gösterdikleri hürmet, onların stratejik ve eleştirel düşünme kapasitesini köreltti. Ayrıca bu liberaller ve ilericiler, ilgili dönemde sürecin yabancısı değil, bizatihi yerlisi, doğal bileşeni olmak istediler. Tarihçi Richard Pells’in tespitiyle, New Republic gazetesinin yayın yönetmenleri, “muktedirin dikkatini çekmek için çabalayıp durdular, ama ilgi görme pahasına, ezelden beri dillerinden eksik etmedikleri birçok şeyi yuttular.”

1944’te Demokrat Parti’nin muhafazakâr kanadı, özellikle güney eyaletlerinden gelen senatörler, Roosevelt’in parti siyasetine yol gösteren, ilerici ismi Henry Wallace’ı başkan yardımcısı yapmasına karşı çıktılar. Bu gelişme üzerine New Republic gazetesi, “büyük bir şevkle ekonomik ve toplumsal taleplerini geri plana atıp yeniden gerçekleştirilecek seçim kampanyasının dayattığı ihtiyaçları gündemine aldı.” 1989 yılında Pells’in dile getirdiği gibi, “bu kişiler, Roosevelt’in liberallerin zaten kendisine sadık oldukları bir dönemde neden liberal fikirlere dikkat kesilmesi gerektiği konusunda herhangi bir ikna edici gerekçe öne süremiyorlardı.” Neticede katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsine tükürdüğüm cinsine çeker! Nüfuzlarını veya itibarlarını yitirmekten korkan liberaller, savaş sonrası dönemde sosyal demokrasinin geliştirdiği vizyonu benimsemek yerine, Yeni Mutabakat’ın silik izlerine bağlandılar.

İlericiymiş gibi görünen Henry Wallace’ın adaylığından dört yıl sonra bu adaylık, hakiki olduğunu iddia eden liberal hareket için saklanılacak gizli bir liman hâline geldi. Bu liberal hareketin kısa ömürlü olduğu görüldü. “Yaşamsal merkez” olduğu söylenen bu hareket, İlerici Parti’ye verilen her oyun “hareket”i zayıflatacağını, Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Thomas Dewey’nin elini kolunu sallaya sallaya Beyaz Saray’a girmesini mümkün kılacağını söyledi. İlk başta yarattığı heyecana rağmen Henry Wallace gümledi ve Harry Truman, “yeni Roosevelt” olarak ilân edilip göklere çıkartıldı.

Demokratlar, Kongre’nin dizginlerini Cumhuriyetçilerin ellerinden almış olmasına rağmen, Truman (kendisinin de desteklediği) milli sağlık sigortası ve (emeği etkisizleştiren) 1947 tarihli Çalışma Hayatında Yönetim İlişkileri Kanunu’nun yürürlükten kaldırılması gibi halktan destek gören liberal politikaları uygulamaya koyamadı. Söz konusu kanunu kaldırma girişimi, hem Cumhuriyetçiler hem de Güneyli Demokratlar eliyle engellendi. Görebildiğimiz kadarıyla Roosevelt’in her bir kopyası bir öncekinden daha soluk. Tarih, bu gerçeği her fırsatta dile getiriyor.

Geçmişten Bugüne

Bugün şu görülmeli: liberalizm, kamusal çıkar meselesine neoliberal dönemden çok önce sırtını döndü. Bu süreç, esasen otuzlu yıllarda halkın bilincinde yaşanan sıçrama ve halktaki uyanışa tepki olarak başladı. Kitleler, gazetecilerin ve özgün basının değilse de büyük gazetelerin “halkın düşmanı” olduğunu görmüştü. Çünkü bu gazeteleri çıkaranlar, esasen plütokratların çıkarlarını savunuyor, o çıkarlar için mücadele ediyorlardı. Bu politik idrak karşısında liberaller, seçmen kitlelerine karşı ihtiyatlı bir tutum takındılar ve onlara karşı güvensizlik duymaya başladılar. Ardından “yaşamsal merkez”, işlevsizleşen ilişkiler içerisinde yeni bir biçim kazandı. Onlarca yıl sonra liberallere Roosevelt’in ekonomi anlayışına sadakatle bağlı ecdadından sadece işçilere ve yoksullara yönelik küçümseyici ve kibirli bakış miras kaldı.

Scott Vance
3 Ağustos 2022
Kaynak

29 Aralık 2022

,

Hitler Ölmedi: Faşizmin Sol Kolu Olarak Liberalizm



Kendine biçilen ömürden daha uzun yaşamaya hevesli olan kapitalizm,
yolun sonunda Hitler’e varır. Her türden biçimsel hümanizmin ve
felsefeye yönelik reddiyenin varacağı yer, Hitler’dir.

[Aimé Césaire, Discourses on Colonialism]


Geçmişteki yanlışları yeniden yapmamak ve tarihi yinelememek için yaptığımız tarihsel öncüllerimize dair değerlendirmelerin bilerek ve yaygın biçimde yanlış yapıldığı önemli bir sosyopolitik dönemdeyiz.

Faşizm, Avrupalıların Batı Afrika sahilleriyle ilk temas kurdukları anda başlamış olan, yönetim konusunda devreye sokulmuş bir sosyo-ekonomik ve politik proje ve sistemdir. Avrupa ve Amerika burjuvazisinin sonrasında pazarları genişletip sermayenin kaynaklarını artırmak amacıyla fetih çalışmaları üzerinden yerlilere ait toprakları işgal etmesiyle ilgili süreç devam etti. Bu sürecin sonunda bugün Amerika diye bildiğimiz ülke ortaya çıktı. En güçlü ve teknolojik açıdan en ileri düzeyde olan bu ülke, dünyanın bugüne dek tanık olmadığı bir sömürgeci şiddeti ve hâkimiyet kurma amaçlı politikaları uyguladı. Aşırı askerileşmiş, hapishane pratiğini ve polis devletini esas alan bu güç, sömürgeci, emperyalist ve kapitalist şiddeti sürekli başka ülkelere taşıdı.

Son dört yıl içerisinde birçoklarının Trump ve şürekasıyla alakalı olduğunu düşündüğü şiddet ve açığa çıkan çelişkiler, esasen sermayenin ve onunla el ele ilerleyen beyaz üstünlükçülüğünün talepleri ve yol açtığı maddi sonuçlarla alakalı meseleler. Trump’ı veya idaresini istisnai kabul edenlerin görüşleri, tehlikeli ve alabildiğine dar bir bakış açısını esas kabul ediyorlar. Gerçekte başa hangi başkan geçse, bu türden bir rolü ve sorumluluğu üstlenecekti.

Buna karşın, son dört yıl içerisinde liberal medya kurumları ve egemen sınıf, Batı’nın geçmişte Hitler’e yönelik yaklaşımına benzer bir yaklaşım içerisinde, Trump’ı istisnai bir kötülük olarak tarif etti, daha önce onun yaptıklarını yapanın olmadığını söyledi, böylece Trump’ın işlediği politik suçlardan kendilerini ayrıştırma imkânı buldu. Zenginler, bu tuhaf ve tarihe aykırı değerlendirmeyi kendi çıkarlarına uygun olarak dile getirdiler.

Oysa ne Hitler ne de Trump ilk kez çıkıyordu sahneye. Üstelik son da olmayacaklar. Tıpkı Hitler gibi Trump da beyaz üstünlükçüsü patriarkal kapitalizmin kendince doğallaştırdığı düzeni ve idareyi sürdürmek için ürettiği veya geliştirdiği sistemde yapabilecekleri açısından istisna değil, kural olarak görülmeli.

Trump’ı ve bugüne dek biraz da kitaba aykırı bir biçimde yaptıklarını istisnaiymiş göstermeye devam etmelerine izin verirsek, bu sefer bizi daha az küstah, ama daha etkili başka bir Trump’la kandırma şansı bulacaklar.

Batı’nın revizyonist tarihi ve profesyonel liberal medyası, bizim öyle olduklarına inanmamızı istiyorlar, ama Hitler de Trump da sadece kendi bireysellikleriyle sınırlı, kendilerine has suçlar işliyor değiller. Aslında ırkçı terör, şiddet ve soykırım, Batı’nın yürüttüğü projenin ana unsurlarıdır. Bunlar, Batı’yı meydana getiren dokunun bileşenidirler. Tüm Avrupa ve Amerika, bu gerçeği kültürel ve politik düzlemde bilir. Politik ekonomileri bu şekilde sürdürülsün diye teröre ve şiddete devam ederler. Tüm projenin yaşaması buna bağlıdır.

Küresel kapitalist politik ekonominin temeli ırkçı şiddettir ve o, bu şiddet sayesinde ayakta durur. Dolayısıyla, şiddet belirli bir politik liderle veya sözde başkanla sınırlı tutulamaz. Her ikisi de kötü kişiler olsalar da ve suçlanmayı hak etseler de Hitler ve Trump, kötülük konusunda istisnai isimler değillerdir. Her batılı liderin, ABD’deki her bir başkanın elinde kan vardır.

Tüm liderler, tek tek ve hep birlikte sayısız insanı terörize edip kıyımdan geçirmiştir. Emperyalizmin, yeni sömürgeciliğin ve küresel kapitalizmin elindeki araçları kullanan bu insanların yürüttükleri politikalar ve ABD hegemonyasını ayakta tutma gayretleri, bu türden ölümcül sonuçlara yol açmıştır.

Radyoyu açıp Amerika’da siyahilerin linç edildiği haberini işitince dedim ki bunlar ‘Hitler öldü’ dediler, ama aslında yalan söylediler. Radyoyu açıp haberlerde Yahudilerin hakaretlere, baskılara ve kıyımlara maruz kaldığını işitince dedim ki bunlar ‘Hitler öldü’ dediler, ama aslında yalan söylediler. Radyoyu açıp Afrika’da zorla çalıştırmanın gündeme geldiğini ve yasallaştırıldığını işitince dedim ki ‘Hitler öldü’ diyenler bize yalan söylediler.

[Aime Cesaire]

Burada ben “Hitler” derken bir kişiden değil, tam da Aimé Césaire’in tarif ettiği biçimiyle, hem soyut hem de somut olan, küresel sonuçlara yol açan rejimin bekası için yürütülen çalışmaların ve batı medeniyetinin doğasında bulunan bir bağlamdan söz ediyorum.

Hitler, ilhamını ABD’nin Siyahilere ve Kızılderililere yönelik yaklaşımından almış bir isim. Buna karşın, ABD ve en geniş manada Batı, Hitler’i istisnai bir figür olarak takdim ediyor, böylelikle kendisini Hitler’in işlediği suçlardan ahlaken ve politik açıdan azade kılabileceğini düşünüyor.

Hitler’in dün, Trump’ın bugün işlediği suçların benzerlerinin dünya genelinde ırkçı saldırılara maruz kalan halklara karşı işlendiği vakit profesyonel liberal aygıtın neden hiç gıkı çıkmıyor? Winston Churchill, Franklin D. Roosevelt, Harry Truman, John F. Kennedy ve Barack Obama gibi liberallerin hayran oldukları isimler, dünya genelinde halklara karşı benzer suçları işlediklerinde, o liberaller aynı öfkeyi neden sergilemiyorlar, neden bu politik liderleri mahkûm etmiyorlar?

Köleleştirme faaliyetleri, tecavüz, hırsızlık, mülksüzleştirme ve sömürü pratiği, Batı sermayesinin amaç ve talepleri doğrultusunda diğer sömürge ulusların ve halkların aleyhine kullanılan bir tür şablon olarak devreye sokulan Afrikalılar için Hitler nedir?

ABD’nin ve tüm siyasetçilerimizin destek sunduğu, finanse ettiği, hâlen daha devam eden soykırımın ve terörün kurbanı olan Filistinler için Hitler nedir?

ABD emperyalizmi ve küresel kapitalizm önünde boyun eğdirilmeye çalışılan İran, Kore ve Çin halkı için Hitler nedir?

Avrupa-Amerika sermayesinin ve idaresinin yol açtığı sonuçlara maruz kalan, ırkçılığın, emperyalizmin veya sömürgeciliğin her türden pratiğine maruz kalan uluslar ve halklar için Hitler nedir?

İkinci Dünya Savaşı süresince ülkede insanların öfkesi Almanlara değil, Japonlara yönelikti. Bu süreçte Almanlar değil, Japonlar hapse atıldılar. Şimdi İranlılar ve benzeri halklar aynı durumdalar. Avrupa ve Amerika, elindeki silâhın namlusu kendilerine dönene dek Hitler’e hiç karşı çıkmadı.

[James Baldwin]

Faşizm, ABD ve Almanya gibi başından beri kapitalist, sömürgeci ve/veya emperyalist olan ülkelerde seçim siyasetiyle mağlup edilecek bir şey değildir. Becerikli ve istekli bir faşistin başa geçmesi, düzene payanda olması, hatta onu çeşitli yollardan ilerletmesi mümkündür. Fakat şunu görmek gerekir: faşizm, söz konusu bireyin veya sandığa atılan oy pusulasının başlatıp son verebileceği bir şey değildir.

Egemen sınıf, tebaasını seçim denilen yanıltıcı seçenekle kandırır, sistemi kimin ayakta tutacağını tayin eder. İdeolojiler ve şiddet, bu noktada devreye girer.

Liberallerin Trump’ın şiddet üzerine kurulu rejimini istisnai gösterme çabaları ifşa edilmelidir. Egemen sınıf, her zaman Trump’a verdiği görevleri geri alır, beyaz üstünlükçü faşist düzenine verdiği desteği geri çeker, onun yerine, beyazların iktidarını daha zarif ve daha mahir bir üslupla sürdüreni geçirir. Halkın çoğunluğunun ona destek vermesini sağlar.

Amerikalıların büyük bir kısmı, politik şiddetin dünyanın geneline nasıl ve ne ölçüde ihraç edildiğinin farkında değildir. Kendisini ilerici addeden kişilerin veya açıktan yeni muhafazakâr olduğunu söyleyen kişilerin içinden seçilen liderlerin başka ülkelerdeki şiddetin, terörün ve ölümün ne kadarından sorumlu olduğunu kimse bilmez.

Tekrarlarsak; Faşist düzen, ABD’de 2016’da gerçekleştirilen seçimle değil, Avrupalıların Batı Afrika sahillerine ayak bastığı gün kurulmaya başladı. Hitler’in doğduğu günden çok önce Avrupalılar ve Amerikalılara eşlik eden Almanya, yüzlerce yıl Afrikalıları köleleştirip katletti. Bizse bugün faşizmin Hitler’le veya 2016 yılında Trump’la birlikte başladığına inanıyoruz.

Marx’ın bize öğrettiği biçimiyle sermayenin işlediği suçlar, “tepeden tırnağa, derideki her bir gözenekten akan kan ve kirle birlikte” gündeme geliyor. Bu işlenen suçlar, Avrupa’nın gayrimeşru çocuğu Amerika’ya ebelik yapıyor.

Birçok ülkenin dâhil olduğu, çok sayıda insanın kan döktüğü, Sovyetler’in Almanya’daki faşist canavarı mağlup etmek için verdiği savaşta ABD, kendi hegemonyasının tehdit altında olduğunu görünce sürece müdahil oldu.

Neticede faşizm, sandığa gidip oy kullanarak mağlup edilebilecek bir şey değil.

Amerika, Avrupa’nın daha fazla sermaye üretmek adına yeni pazarlar bulmayla ilgili politik, kültürel ve libidinal arzunun ideolojik uzantısı olarak doğdu.

Hitler ölmedi. ABD’nin değerlerinin, kurumlarının ve dünyadaki meşruiyetinin, sömürgeler dünyasına geçirdiği pençenin zayıfladığı koşullarda Hitler’in ölmediği gerçeği konusunda daha fazla kanıtla yüzleşiyoruz.

Profesyonel liberal sınıf, bugünkü polis devletini ve uygulanan politik baskıyı Trump ve onun gibi isimlere atfediyor, öte yandan aynı sınıf, pandemi koşullarının ve ekonomik karışıklığın ortasında çile çeken milyonlarca insanı görmezden geliyor. Bu durum, özünde beyaz üstünlükçü kapitalizmin bir ürünüdür, bugün ertelenmiş, ama kesinlikle kaçınılmaz olan ölümüne yönelik tepkisidir.

Yasal ve yasadışı tüm destekçileriyle birlikte devlet, sermayenin ve beyazlığın ihtiyaçlarına ve arzularına cevap geliştiriyor. Kimin başkan olduğundan bağımsız olarak bu çelişkiler daha da derinleşecek, çünkü sermayenin ve beyazlığın ihtiyaçları beyaz olmayanların ve yoğun sömürüye maruz kalanların hilafına olacak şekilde karşılanacak. İniş çıkışlarla ve karışıklıklarla malul olan bu düzenin sürekli korunmaya ve uyuma ihtiyacı var. Hitler, tam da bu sebeple ölmedi.

Şu gerçeği kabul etmek ve onu dillendirmek zorundayız: Burjuvazi, her gün daha fazla öfkeli, daha fazla hiddetli, arsız, özetle daha fazla barbar olmaya mahkûm. Kanundur: Ölümün eşiğinde olan her sınıf, tarihin tüm kirli sularının biriktiği kaba çevirir yüzünü. Ortadan kaybolmadan önce her sınıf, önce kendisini her alanda tümden rezil eder. O bok çukuruna baş aşağı gömülmezden önce ölmekte olan toplumlar, son gösterilerini yaparlar.

[Aimé Césaire, Discourses on Colonialism]

İster Hitler isterse Trump şahsında somutlaşsın, faşizm, tüm ekonomisi savaş, terör ve şiddet üzerine kurulu olan, yeni pazarlar için mücadele edip kendisine alan açan küresel kapitalist sistemin kaçınılmaz bir sonucudur. Hitler ölmedi. Faşizm, “çürümekte olan kapitalizm”dir. Dolayısıyla, faşizme bir son vermek veya en azından ona kafa tutmak istiyorsak, kapitalizmi ortadan kaldırmak için çalışmalıyız.

Faşizmi yanlış ele alan anlayışlar, esasen neoliberalizmi faşist düzenin alternatifi veya karşıtı olarak görüyorlar. Oysa tarih bize neoliberalizmin faşizmin bir türü olmasa bile, onunla işbirliği içerisinde hareket eden bir ideoloji olduğunu gösteriyor.

Liberal demokratlar, o kibirli hâlleriyle, hep “orta yol yok, tarafını seç” diyorlar. Bu tür cümleler, kötüleşen maddi koşullar ve iklim felâketi karşısında, faşizmle sosyalizm arasında seçim yapmayı gerekli kılan bu önemli sosyopolitik momente vurgu yapmak için değil, cumhuriyetçiler karşısında demokratlara oy vermemizi sağlamak adına bizi suçlu psikolojisine sokmak için dillendiriliyorlar.

Liberal demokratların aslında faşist düzeni istikrara kavuşturan ve onu muhafaza eden güç olduğu artık görülmüş olmalı. Bu insanlar, liberal demokrasinin, batı kapitalizminin ve en geniş manada beyazlara ait iktidar yapısının yol açtığı sonuçlara ve maddi gerçeklere karşı muhalefet edildiğine dair bir yanılsamanın oluşmasını sağlıyorlar. Bir yandan da neoliberal faşist düzene payanda oluyorlar ve en ufak bir ilerleme ihtimalini ortadan kaldırıyorlar.

Burjuvazinin seçim denilen müsameresinden kopmuş olan sol radikaller sürekli eziliyorlar. Küçük tavizlerden daha fazlasını talep ettiler diye hor görülüyorlar. Oysa sonrasında başa Cumhuriyetçi bir başkan geçince bu reformlar, delik deşik ediliyor, altı boşaltılıyor, güçsüzleştiriliyor sonra da hükümsüz kılınıyor. Bu yolu ise uysal, ümit vermekten uzak, kariyeriyle emperyalizme hizmet eden Demokrat adaylar açıyorlar.

Liberal demokratlar, şiddetten arınmış bir dünya talep ettikleri, sermayeye teslim olmayan temsilciler istedikleri, seçim müsameresinde iki kötü arasında ehveni şer olanı seçmeyi reddettikleri için radikalleri “çocuksu” buluyorlar ve onları boş yere “saflık” peşinde koşan kişiler olarak görüyorlar.

Oysa şurası açık: müesses nizama bağlı liberal demokratlar ve onların düzenine hizmet eden oportünistlerin bu dünyadaki mülksüzlerle, sömürgelerle, ırkçı saldırılara maruz kalanlarla, sömürülenlerle, yeryüzünün lanetlileriyle bir alakası yok. Onların derdi, daha iyi bir dünya inşa etme arzumuzu ortadan kaldırmak veya bu yönde ortaya konulacak çalışmaları sürekli ertelemek, böylece bizim müesses nizama teslim olmamızı sağlamak.

Liberal demokratlar, faşizmin sol kolu olarak iş görüyorlar. Onlar, Cumhuriyetçi “kötü polisler”in yanında duran “iyi polisler”. Aleni faşistlerle zımni faşistlerin “kavga”sı bu.

Asıl kötü olansa bu iki tarafın da hâlen daha polis olması ve birlikte faşist sistemi o kaçınılmaz sona doğru sürüklemeleri. Demokratlar, ideolojik açıdan sağcı olmasına rağmen halk nezdinde meşru ve kabul gören tek politik “sol” partiyi temsil ediyorlar. Bunlar, güneyin yoksul ülkelerinin ve üçüncü dünyanın teslim alınması sürecinde suç ortaklığı yapıyorlar ve bu ülkelerde yaşayan insanların hilafına olacak şekilde, ırkçı, sömürgeci, mülksüzleştirici ve sömürücü düzenin bekası adına ufak tavizler verilmesini sağlıyorlar.

Liberal demokratlar, sosyal medyada öfkeli cümleler yazıyorlar, kameralar önünde Cumhuriyetçilerin uyguladığı şiddete karşı bağırıp çağırıyorlar, ama bir yandan da bu şiddete karşı boş laftan ve gösterişli hareketlerden başka bir tavır geliştirmiyorlar, herhangi bir direniş ortaya koymuyorlar, o şiddete asla muhalefet etmiyorlar. Onların tek derdi, insanların kendilerine oy verip vermemeleri. Çünkü onlar da Cumhuriyetçilerin kötü polis rolünü kabulleniyorlar ve bu pratiğin keyfini çıkartıyorlar. Neticede her iki parti de birbirine mecbur, biri olmazsa diğeri de olmaz. Her ikisi de faşizmin sürdürülmesi ve büyümesi konusunda sermayeye sundukları hizmet açısından alabildiğine faydalı.

Orta yolculuk, muhafazakârlık ve cumhuriyetçilik, ekonomiyle alakalı ideolojiler değiller. Bunlar, daha çok sermaye düzeni dışında bir dünyanın olmadığına iman ediyorlar ve bunu söyleyen önermeyi temel alıyorlar.

Peki o zaman bu tür sebeplere bağlı olarak bu iki parti neyimize lazım? Sadece taktikler ve yaklaşımlar açısından farklılaşan bu iki parti de aynı, her ikisi de ekonomik neoliberalizm, yani kapitalizmin savunulması konusunda birleşiyor.

“Ya neoliberalizm ya faşizm” diyen liberaller yalan söylüyorlar. Bunlar, neoliberalizmin faşizme alternatif teşkil ettiğini, ona karşı olduğunu, faşizmi ötelediğini iddia ediyorlar. Oysa tarih boyu faşizmle işbirliği içerisinde olmuş bir ideoloji, faşizme alternatif olamaz.

Hâlihazırda yaşanan barınma krizine, işsizlik sorununa ve ekonomik karışıklığa denk gelen Kovid döneminde devlet eliyle uygulanan şiddete, politik baskılara, kötü muamelelere ve ihmallere en çok da Demokratların yönettiği “liberal” şehirlerde yaşayan insanlar, bilhassa mahpuslar, göçmenler ve evsizler maruz kaldı. Bu durum, bize çok şey söylüyor olmalı.

Kimin başkan olduğunun bir önemi yok. Beyaz üstünlükçü kapitalizmin marazları her iki parti eliyle görünür hâle geliyor. Kamuoyundaki belirli olaylara ve politik şiddete dair algı ve liberal medyanın bu olayları ve şiddeti haber yapma yöntemi, birbiriyle uyumlu.

Esasen dört yıldır, çöküşte olan bir imparatorluğun hem dünyayı hem de kendi halkını kontrol altında tutmak için attığı adımlara şahit oluyoruz. Bu süreçte ülke ve dünya genelinde ayaklanmalar ve isyanlar yaşanıyor. Venezuela ve Bolivya gibi ülkelerde darbe girişimleri başarısız oluyor. Bu darbeleri ve ayaklanmaları liberaller eleştiriyorlar, ama onları antiemperyalist bir açıdan ele almıyorlar, sadece Trump’ı emperyalizmi etkin kılamadığı için suçlamakla yetiniyorlar.

Trump Hitler’se, o vakit Libya halkının, Suriye halkının veya Pakistan halkının gözünde Obama nedir? George W. Bush Jr. Iraklıların gözünde nedir? Bill Clinton, Sudan halkı için ne ifade ediyor? Veya Yugoslavya için?

Bu başkanları kafeslere konulup sınır dışı edilen göçmenler, her gün sokaklarda polis tarafından katledilen Siyahiler, en temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak araçlardan mahrum bırakılan işçiler, her gün gözetlenen on milyonlarca insan nasıl değerlendirsin? Tüm bunlar Trump’tan önce de vardı, ondan sonra yoğunlaşmaya ve artmaya devam edecek.

İmparatorluk yaşıyor. Şimdilik. Hitler’se ölmedi.

Joshua Briond
3 Kasım 2020
Kaynak

28 Aralık 2022

Ücret-Fiyat Sarmalı


Enflasyon artışına, dolayısıyla, ekonomilerin ücret-fiyat sarmalına sürüklenmesine sebep olan, “aşırı” ücret artışları mıdır?

1865 yılında Marx, Uluslararası İşçi Derneği konseyinin üyesi Thomas Weston’la bir tartışma içine girer. Tartışmada marangoz sendikasının lideri olan Weston, ücret artışlarının beyhude olduğunu, çünkü ücretler artırıldığında, işverenler, kârlarını artırmak için fiyatları yukarı çekecek, bunun sonucunda da enflasyon alım gücünü hızla azaltacak, reel ücretler zerre artmayacak, işçiler, ücret-fiyat sarmalı sebebiyle hiçbir şey elde edemeyip, en başa döneceklerdir.

Marx, Weston’ın argümanına sert bir cevap verir. Değer, Fiyat ve Kâr adıyla bir broşür olarak basılan cevabında Marx, sırasıyla şunları söyler:

1. Ücret, genelde önceki fiyat artışlarının yolunu izleyerek artar.” Ücret artışı, neticede işçilerin gerçeklikle alakası bulunmayan yüksek ücret talepleri sebebiyle değil, fiyatlardaki artışı telafi etmeye yönelik bir cevap olarak gerçekleşir.

2. Enflasyondaki artışa sebep olan, ücret artışları değildir. Marx’ın ifadesiyle, fiyatlardaki değişikliklere üretimin miktarı (büyüme oranları -yn.) emeğin üretici güçleri (üretme kapasitesindeki artış -yn.), paranın değeri (para arzındaki artış -yn.), piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalar (para arzındaki artış -yn.) ve sanayideki döngünün farklı aşamaları (canlanma veya çöküş -yn.) gibi birçok farklı husus etki eder.

Bunun dışında Marx şunu söyler: “Ücret oranındaki artış, genel kâr oranında düşüşe yol açar, ama emtia fiyatlarını etkilemez.” Başka bir ifadeyle, ücretlerdeki artışların gelirden kâra giden payı düşürme, dolayısıyla sermayenin kârlılığını azaltma olasılığı çok daha yüksektir. Tam da bu sebeple kapitalistler ve onların iktisat sahasında ödül peşinde koşan elemanları, ücret artışlarına karşı çıkarlar. Bunların “ücret-fiyat sarmalı diye bir şey var, bunun neticesinde ücret artışları fiyat artışlarına yol açar” olarak özetlenebilecek iddiaları, sermayenin kârlılığını korumak için kullandıkları ideolojik bir sis perdesidir.

Peki Marx haklı mı? Modern ana akım iktisat, “aşırı” ücret artışlarının enflasyona yol açacağını ve ücret-fiyat sarmalının ortaya çıkmasına neden olacağını iddia etmeyi sürdürdüler. Bugün de enflasyondaki artışla ilgili olarak dillendirilen görüşleri bu bağlamda ele almak gerekiyor:

Bu görüşlere ilk örnek, İngiltere Merkez Bankası Başkanı Andrew Bailey’nin son açıklaması:

“Yanlış anlaşılmasın, ben, kimsenin maaşına zam yapılmasın demiyorum. Ben, sadece şunu söylüyorum: ücretle ilgili pazarlıklara kısıtlama getirilmeli, aksi takdirde ücretler kontrolden çıkacak.”

Meramını daha açık ifade eden ikinci örneğe geçelim: 150 yıl önce Thomas Weston’ın söylediğini dile getiren, ABD başkanı Obama’nın eski ekonomi danışmanı Jason Furman, argümanını şu şekilde dillendiriyor:

“Ücretler arttığında fiyatlar da artar. Eğer uçak yakıtı veya gıda bileşenlerinin fiyatı artarsa, havayolları veya restoranlar da fiyatlarını artırırlar. Aynı şekilde, eğer hizmet sağlayıcılara veya uçuş sürecinde yer alan çalışanlara daha fazla ücret verirseniz, fiyatlar da artar. Bu, temel mikro iktisadın ve sağduyunun söylediği bir gerçektir.”

Ana akım iktisadın temel mikro iktisat bilgisi de sağduyusu da yanlış yerde duruyor. Dile getirilen argüman tümden yanlış.

Bu hafta içerisinde IMF, Bailey’nin ve Furman’ın argümanını çürüten, ücret ve fiyat artışlarının hareketine dair kapsamlı bir veri analizi sundu.[1] Bu çalışmada IMF, söz konusu meselelere çözüm bulurken, ücret-fiyat sarmalının empirik tanımını sunuyor, bu tanımı ekonomileri dikine kesen bir analiz yöntemi üzerinden, ta altmışlara dek uzanan gelişmiş ekonomilerinin hikâyelerine ait veri birikimine tatbik ediyor. Bu veri birikimiyle ilgili çalışma, altmış yılı aşan bir zaman dilimini ve birçok farklı ülkeyi kapsıyor.

IMF, bu çalışmada şu sonuçlara ulaştı:

“En iyi hâliyle, ücretler ve fiyatlardaki sürekli ivmelenme olarak tanımlanan ücret-fiyat sarmallarına yakın döneme ait kayıtlarda rastlamak pek mümkün değil. Altmışlara dek uzanan ve ücret ile fiyatlardaki artışa tanık olunan 79 dönemin içerisinde çok azında ilk sekiz çeyreğin ardından artış yaşanıyor. Bunun dışında, ücret ve fiyattaki sürekli artış, reel ücretlerin önemli ölçüde düştüğü bugünküne benzer dönemlerden farklı olarak, pek yaşanmıyor. Bu örneklerde nominal ücretlerdeki genel eğilim, reel ücretlerdeki kayıpları kısmen telafi etmek adına enflasyonu yakalama, büyüme oranlarındaki genel eğilimse ilk artışın yaşanmasından önceki düzeyin üzerine çıkıp istikrara kavuşma yönündedir. Ücret artış oranları, en nihayetinde enflasyonla ve işgücü piyasasında gözlemlenen daralma ile tutarlı bir seyir içerisindedir. Görünüşe göre, bu mekanizma, ücret-fiyat sarmalı olarak nitelendirilebilecek kalıcı ivmelenme dinamiklerine yol açmamaktadır.”

Daha fazlası var:

“Biz, ücret-fiyat sarmalını art arda dört çeyrekten en az üçünde tüketici fiyatlarının hızlandığı ve nominal ücretlerin arttığı bir dönem olarak tanımlıyoruz.”

Devamında IMF şu tespiti yapıyor:

“Belki de şaşırtıcı bir biçimde, bu türden çok az sayıdaki dönemlerde ücret ve fiyatlarda sürekli bir artış yaşanmıştır. Enflasyon ve nominal ücret artışındaki genel eğilim, istikrara kavuşma yönündedir. Bu süreçte reel ücret artışında genel bir değişiklik yaşanmaz. Ücret Phillips eğrisi kullanılarak ücret dinamiklerinin ayrıştırılıp netleştirilmesine dönük bir çalışma, nominal ücret artışının normalde gözlemlenen enflasyon ve işgücü piyasası darlığıyla tutarlı düzeylerde istikrar kazandığını ortaya koymaktadır. Reel ücretlerin düştüğü ve işgücü piyasalarının daraldığı, son dönemde tanık olunan seyri taklit eden hikâyelere odaklanıldığında, düşen enflasyon ve nominal ücret artışları bunu takip etme eğiliminde olmuş ve böylece reel ücretlerin arayı kapatmasına izin vermiştir.”

IMF’in ulaştığı sonuç şu şekilde:

“Nominal ücretlerdeki artış, ille de ücret-fiyat sarmalının galebe çaldığının bir işareti olarak görülmemelidir.”

Enflasyonun yüksek olduğu dönemlerde ücretler fiyatları yakalama çabası içine girerler. Fakat o durumda bile ücret artışları, ücret-fiyat sarmallarına sebep olmazlar. Dolayısıyla Marx’ın görüşü doğrulanmaktadır.

Bu görüşü ilk elden kanıtlamak istiyorsanız, Alman imalat işverenleri ile Almanya'nın en büyük sendikası IG Metall arasında bu hafta imzalanan ücret anlaşmasını ele alın.[2] İşçiler, şu anda yüzde 11,6 ile 70 yılın en yüksek seviyesinde olan Almanya enflasyon oranının çok altında ücret artışları alacak, gelecek yıl yüzde 5,2 ve 2024’te yüzde 3,3 zam alacak, ayrıca iki adet 1.500 avroluk toplu ödeme alacaklar.

Commerzbank baş ekonomisti Jörg Krämer, sendikalar ve işverenlerin “enerji ithalatı maliyetlerindeki ani artışın neden olduğu gelir kayıplarıyla nasıl başa çıkacakları konusunda bir uzlaşma yolu bulduklarını” söyledi. Devamında sözlerine şu cümleyi ekledi: “Ben, buna ücret-fiyat sarmalı demezdim.” Zaten denilemez, zira Almanya’da örgütlülük düzeyi en iyi durumda olan işçiler bile önümüzdeki iki yıl boyunca alım güçlerinin azalmasına neden olacak anlaşmayı kabul etmek zorunda kalacaklar.

IMF’in yaptığı analiz, daha önce yapılmış diğer birçok empirik çalışmayı doğruluyor. Gerçekten de ücretlerin tüm büyük ekonomilerde gayrisafi yurtiçi hâsıla içerisindeki payı seksenlerden beri düşüyor. Buna karşılık, kâr payı artıyor. 2019 yılından bugüne dek uzanan dönem boyunca enflasyon oranları ise yıllık yüzde 2-3’ü aşmıyor.

Ayrıca ücretler, fiyatlar ve işsizlikteki değişimler arasında ters bir korelasyon/ilinti bulunmadığı görülüyor. Böylesi bir ilintinin bulunduğunu iddia eden klasik Keynesçi Phillips eğrisinin yanlış olduğu ortaya kondu. Aslında işsizliğin ve fiyatların birlikte arttığı yetmişlerde dile getirilmiş bir görüş bu. Empirik veriler üzerinden yapılan hesaplamalar, Phillips eğrisinin düz olduğunu ortaya koyuyor. Yani ücret-fiyat sarmalı diye bir şey yok.

Ücret-fiyat sarmalını çürüten bu tür kanıtlara rağmen, ana akım iktisat ve resmi makamlar, bunun sürekli enflasyon için önemli bir risk olduğunu iddia etmeyi sürdürüyor. Bunun nedeni, kapitalizm için mücadele eden, iktisat alanında ödül avcılığı yapan kişilerin ücret artışlarının enflasyona neden olduğuna inanmaları değil. Bunun nedeni, kârları korumak ve sürdürmek için yükselen enflasyon karşısında “ücretlerde kısıtlama” talep etmeleridir. Dolayısıyla bu isimler, önümüzdeki yıl içinde ekonomileri çöküşe sürükleyecek olan merkez bankası kaynaklı faiz artışlarını destekliyorlar.

ABD Merkez Bankası Başkanı, meramını gayet iyi dile döküyor:

“İlkesel olarak […] talebi makul düzeye çekerek ücretleri düşürebilir, ardından da enflasyonu ekonomiyi yavaşlatmak zorunda kalmadan, resesyonla yüzleşmeden ve işsizlik oranını maddi düzeyde artırmadan aşağı çekebiliriz. Bu anlamda elimizde enflasyonu düşürecek bir seçenek mevcut.”

Financial Times’da köşe yazarı, Keynesçi ekonomi danışmanı Martin Wolf, isteğini daha açık bir biçimde dile getiriyor:

“Merkez bankası yetkilileri, enflasyon beklentilerini istikrarsızlığa mahkûm edecek ücret-fiyat sarmalına mani olmalılar. Bunun için para politikasının sıkı bir biçimde uygulanması gerekiyor. Başka bir ifadeyle, işgücü piyasasının boşaltılması veya varolan boşlukların muhafaza edilmesi gerekiyor.”

Demek ki faiz oranlarını artırmaya yönelik adımların ardındaki gerçek amaç, ücret-fiyat sarmalını durdurmak değil, işsizliği artırmak ve emeğin pazarlık gücünü kırmaktır. Bu noktada akla, seksenlerde İngiliz başbakanı Margaret Thatcher’ın baş ekonomi danışmanı Alan Budd’un şu yorumu geliyor:

“Fiiliyatta politik kararlar alan insanlar, enflasyonu düşürmenin doğru yolunun bu olduğuna bir an bile inanmamış olabilirler. Gelgelelim bu insanlar, [monetarizmin] işsizliği artırmanın en iyi ve en âlâ yolu olduğunu, işsizlik oranını artırmanın işçi sınıfının gücünü azaltmanın son derece arzu edilir bir yolu olduğunu gördüler.”

Michael Roberts
20 Kasım 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Jorge Alvarez, John Bluedom vd., “Wage-Price Spirals: What is the Historical Evidence”, Kasım 2022, PDF.

[2] Martin Arnold ve Patricia Nilsson, “Benchmark German pay deal eases inflation fears”, 18 Kasım 2022, FT.