31 Ekim 2024

, ,

Geleceğe Dair Beklentiler

Bugün gelecekten bahsediyorsak, esas olarak, başarı veya başarısızlığın, hareketimizdeki sürekliliğin veya kesintinin, ondaki büyüme veya yok oluşun kaynağı olan bugünü değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Elimizdeki göstergeler, kendilerini ortaya koyan, geleceğe dair ihtimalleri destekliyor olmalıdır.

Biz, sistematik yaklaşımımızın asli temelini 1.400 yıldır akan o güçlü ve etkili sürecin bugüne akmasını sağlamış olan İslami programda buluyoruz. Hizbullah, yolunu net bir dille ve azimle tam da bu temel üzerine inşa etmiştir.

Bu programa bağlılığımız, hem bireyin ideoloji ve öğreti temelli terbiyesiyle hem de İslami ahlakla bağlantılı bir meseledir. Harekete geçirme ve ahlaki terbiye yönünde yürütülen çalışmalar, partinin yolunun ayrılmaz parçasıdır. Dolayısıyla, öğretinin temeline bağlı kalan örgüt, İslami yaklaşıma sıkı sıkıya sarılır, bu da ona hayatta kalma konusunda kendisine yeterli olma imkânı sunar.

Böylesi bir temel, sadece partizanlarla sınırlı değildir, ayrıca örgütün farklı örgütlerde karşılık bulan, yaşa, faaliyet biçimlerine ve toplumsal statülere göre farklılık arz eden toplum kesimlerini de içerir.

Hizbullah’ın amacı, İslami programına bakmaksızın, insanları etrafına toplayan bir güç olmak değildi. Esasında partinin en önemli alamet-i farikası, insan örgütleme, sorumluluklar dağıtma, gruplar arasında ağ oluşturma, cihad sahasında pratik tecrübe elde etme gibi sağlam bir İslami öz üzerinden yorumladığı faaliyetler konusunda elde ettiği başarıydı. Partiyi yüzleştiği güçlükler karşısında içteki uyum ve bütünlüğünü, bunun yanında dayanıklılığını pekiştiren şey de bu özelliğiydi.

Parti, doğalında gelişme kaydetti, zayıf hâlinden kurtulup güçlendi, azınlık hâlinden çıkıp çoğaldı, tecrit hâline son verip işbirliklerine kapı araladı. Her bir aşama, Allah’ın kendisine iman ve ibadet edenlere sunduğu yardım ve onca fedakârlık neticesinde gerçekleşen büyümenin hızına rağmen, güçlü bir yapı üzerinden ilerledi. Güçlü ve sağlam temelleri olan bir yapıyı hiçbir gözdağı ve hegemonik güçlerin hiçbir saldırısı yıkamaz.

İnsanların bir lidere ihtiyacı olması, partinin meseleleri gündeme taşıyıp başarılı bir pratik tecrübe ortaya koymak suretiyle elde ettiği başarılar, İsrail’e sessizce teslim olma yoluna revan olmuş, alabildiğine kederli ve moralsiz bir bölgeye taşıdığı umut, Hizbullah’a nefes oldu. Onu bugüne taşıdı.

Geleceğe yönelik bir hususu netleştirmek gerekiyor: Hizbullah’a veya benzer türde faaliyetler yürüten örgütler, ancak ABD ve İsrail’in saldırı kararları neticesinde tehlikeyle yüzleşebilirler. Filistin’deki elli dört yıllık işgal pratiğine rağmen İsrail, sınırları ve güvenlikle ilgili ihtiyaçları temelinde ortaya koyduğu pratik üzerinden, herhangi bir sonuç üretemedi.

Yöntem ve yaklaşım açısından İsrail’e benzer bir tecrübeye sahip olan ABD ise dikenli bir yolda ilerliyor. İlk başta bölgede nefretle yüzleşen Amerika, çatışma süreçlerinde kullandığı araçları devreye sokacak yetkeden mahrum kaldı. Ardından da Amerika, hegemonya kurma amaçlı dolaysız terörist faaliyetlere başvurdu. Böylelikle ABD, krizle yüzleşti, çöküş sürecinin ilk işaretlerini vermeye başladı.

ABD’nin bölgede jeopolitik değişime yol açma hedefi doğrultusunda Irak’a saldırıldı, Filistin, Lübnan ve Suriye İsrail’in hedefi hâline getirildi. İsrail, ABD saldırılarının yol açtığı sonuçları kendi projelerini gerçekleştirmek için kullandı. Fakat İsrail’in yardım almadan hayatta kalması imkânsız olduğu için ABD, bu noktada destekleyici ve saldırı temelli bir rol üstlendi.

İsrail’in istikrarlı bir yer hâline gelmesi imkânsız. Bu noktada ABD’nin Hizbullah’ı felç etmek dâhil, bölgeye hâkim olmaya yönelik planlarını tartışmak gerekiyor. Amerika, şuan askıda tutulan İsrail faaliyetlerine veya kapsamlı ama aslında imkânsız olan ABD faaliyetlerine başvurmadan bu planlarını gerçekleştiremez.

ABD, bölgeyi harap ve viran etme, bölgedeki kaynaklara el koyma, buradaki rejimlere, partilere ve halklara saldırma imkânına sahip. Ama bu, ancak bir işgalcinin, bir sömürgecinin yapabileceği bir şey. Bunları yapan, sonsuza dek istikrarını muhafaza edemez.

Buna karşın, biz de elimizdeki imkânları birleştirip direnme kabiliyetine sahibiz, üstelik bu kabiliyet, hiç tükenmiyor, her seferinde katlanarak çoğalıyor. Gücümüzü tam da sahip olduğumuz meşru haktan alıyoruz. Dayandığımız mantık gayet sağlam. Bu yolda ilerlemeye kararlıyız. Düşüncelerimizi bugünle veya bizi kuşatan koşulların ve konjonktürün niteliğiyle sınırlı tutmak hatalı olur.

Hizbullah’ın geleceği tartışılıyorsa, ABD, İsrail, bölge ve kendi bütünlüğü içerisinde dünyanın geleceği de tartışılmalıdır. Bir varlığı ve örgütü sadece değişimin faktörleri, baskılar ve politik koşullar etkilemez. Başarının veya yanlışın tüm göstergeleri, her şeye uygulanabilecek olan ilkelere tabidir.

İnananla inanmayanı ayıran husus, yüce Allah’ın yardımına olan güven ve imandır. İnananlardaki bu tamamlayıcı güç, onların imanın sonuçlarından istifade etmesini sağlar. Saldırgan taraf, bu imkândan mahrumdur.

O hâlde ruhlarımızı, düşmanımızın yenilmez olduğuna dair izlenim ve fikirden kurtaralım. Zira her düşmanın zayıf bir noktası vardır. Bizim de görevimiz, o noktayı tespit edip oraya odaklanmaktır.

Bağımsızlığımızı ve ilkelerimizi korumak için elimizden geleni yapalım. Bu, bizim görevimiz olmalı. Zaferin içimizde başlayan bir süreç olduğunu idrak edelim. Allah’ın zaferine iman ediyorsak eğer, bilelim ki o zafer kesin ve kaçınılmazdır.

“Biz ise, yeryüzünde mustazaflara, ezilenlere lütufta bulunmak, onları önder kılmak ve onları vâris kılmak istiyorduk.” [Kasas: 5]

Bu zulüm ve istibdat döneminin ardından eşitliği ve adaleti tesis edecek olan, İmam Mehdi’nin zuhuru için yolu açacak, o parlak ve umut verici geleceğe bizi taşıyacak eylemlerimize itimadımız tamdır. Müminlerin medet umduğu Allah’ın adıyla.

Naim Kasım

[Kaynak: Hizbullah: The Story From Within, Arapçadan İngilizceye Çeviren: Dalia Khalil, Saqi, 2005.]

30 Ekim 2024

,

Emperyalizmi Aklamak: Batı “Sol”u ve Venezuela


Venezuela’da iktidarda olan Bolivarcı devrim, ne vakit canına kastedecek yeni tehditlerle yüzleşse, ABD gibi yerlerde emperyalizmin ülkeyi kuşatma altında tuttuğu gerçeğini bilen kimi aydınlar, bu gerçeği kasten örtbas eden “solcu” eleştiriler dile getiriyorlar.

İhtilaflara yol açan 28 Temmuz seçimlerinden bu yana ülke, bir kez daha, ABD öncülüğünde yürütülen müdahalelerin, yaptırımların yanında, Maduro hükümeti ile ona müttefik olan halk hareketlerinin savunma amaçlı manevralarının körüklediği, ölümlere yol açan şiddet olaylarına sahne oluyor.

Gabriel Hetland[1] New Left Review, Alejandro Velasco[2] ise Nation için yazdığı yazıda, seçim sonrası oluşan kavgalı ortamı Maduro’nun neoliberal hatta sağcı politikalarının yarattığını, “tasarruf tedbirleri, yolsuzluk, baskılar ve dolarizasyonun süreci tetiklediğini” söylüyorlar, ama yazarlar, nedense ABD eliyle yürütülen melez savaşa hiç değinmiyorlar. Hatta söz konusu isimler, diğer ülkelerin solcularını “Maduro savunusu”na karşı koymaya ve faşistlerin öncülük ettiği muhalefet hareketinin zaferini kabul etmeye çağırıyorlar.

Burada esasen milliyetçilik, oportünist gerekçelerle kullanılan bir olgu. Her iki akademisyen de milliyetçiliğin bu kullanım biçimine yabancı değil. 2017[3] ve 2019[4] yıllarında Trump yönetimi ve yeni sömürgeci müttefikleri de rejimi değiştirmeye yönelik saldırılarını baskıları azami düzeye çekmek için yoğunlaştırmıştı. Aynı şekilde, Kuzey Amerikalıların Latin Amerika Kongresi denilen çalışmanın icra direktörü olarak çalışan Velasco da Hetland’in Maduro hükümetinin “otoriterliği”ni yerden yere vuran makalelerini yayımladı ve bu otoriterliğin krizin asli değilse bile önemli bir sebebi olduğunu söyledi. Steve Ellner, bu yaklaşımı “İkinizin de evine ateş düşsün”[5] yaklaşımı olarak gördüğünü dile getirdi.

Esasen Hetland ve Velasco’nun makaleleri, Vaşington’un hedefe koyduğu, Libya[6], Suriye[7], Lübnan[8], İran[9], Yemen[10], Zimbabve[11], Çin[12], Küba[13], Bolivya[14], Brezilya[15] ve Nikaragua[16] gibi küresel güneydeki hükümetlere dönem dönem saldıran, küresel kuzeydeki iki yüzlü “sol” eleştiri kapsamında ele alınacak çalışmalar.

Nadiren Akla Getirilen Bir Husus Olarak Emperyalizm

Velasco, ABD yaptırımlarının politik ve ekonomik etkilerini küçümseyen tutumunu hiç saklama gereği duymuyor[17]:

“ABD yaptırımları, Venezuela’daki krizi tabii ki derinleştirdi. Ama bu yaptırımlar, krizin sebebi olmadığı gibi, son seçimde 25 yıldır hükümete sadık olan toplum kesimlerinin ona neden yüzünü döndüğünü de izah etmez. Esasında Çavezciliğin tarihsel desteğini Maduro döneminde görülen tasarruf tedbirleri, yolsuzluk, baskı ve dolarizasyon aşındırdı, cumhurbaşkanlığı koltuğu, bu sebeple ilk kez muhalefete geçti.”

Yazar, yaptırımları hafife alıyor, etkisini küçümsüyor, buna karşılık, pek solcu bir isim sayılmayacak, Çavezcilik karşıtı Francisco Rodríguez bile süreci değerlendirirken, yaptırımları hesaba katma gereği duyuyor[18]:

“2012-2020 arası dönemde Venezuela GSYİH’sinin yarı yarıya azalmasının sebebi, ekonomik yaptırımlar, dış kaynaklı paraya erişim imkânının bulunmaması gibi politik sebepler. Bu azalış, Venezuela ekonomisiyle ilişkilerin politik sebeplere bağlı olarak zehirlenmesiyle bağlantılı.”

Üstelik bu muhafazakâr isim, değerlendirmesinde 2014 sonrasında Obama’nın yürürlüğe koyduğu yaptırımların etkisini dikkate almıyor. Venezuela’nın “sıra dışı ve olağan dışı bir tehdit” olarak tanımlandığı gerçeğine bakmıyor. Oysa Rodríguez, o kararları alındıkları dönemde yaptırımların “ülkeye yönelik fiili finansal ambargo” olarak nitelendirmişti[19].

Gabriel Hetland de aynı şekilde, ABD’nin yürüttüğü ekonomik savaşın politik alana galebe çalan yanını soruşturma gereği duymuyor, o da sonrasında sosyal medya hesabında, “yaptırımların bir seçimin özgür ve adil olması ilkesini korkunç bir şekilde ihlal ettiğini belirtmeyi unuttuğunu” söylüyor.[20]

Oysa tam da mesele, emperyalizm ve uyguladığı yaptırımların nadiren akla getiriliyor oluşu. 28 Temmuz günü Venezuelalılar, sandık başına şakaklarına dayanmış emperyalist bir tabanca ile birlikte gittiler. Bu anlamda, Chávez sonrası dönemin tarihini, özelde son seçim sürecini ABD emperyalizminin Bolivarcı devrimin iç çelişkilerini nasıl keskinleştirdiğini ve koşullandırdığını değerlendirmeden ele alan her türden analizin temelde yanlış olduğunu görmek gerekiyor. Velasco ve Hetland, yaptıkları değerlendirmelerde, emperyalizm denilen bağlamı paranteze alıyor, onun seçimle ilişkisini ele alma gereği duymuyor.

Maduro hükümetinin 2018’den beri yabancı yatırımlarını ülkeye çekip enflasyonu düşürmek amacıyla ücretleri dondurma, kredi alımı ve kamusal harcamalar yanında, özel sermayeye sunulan yardımları temel alan, liberalizmin kitabına uygun iktisadi adımlar attığı tabii ki doğru. Bu uygulanan politikalar, ekonominin az çok toparlanmasını sağlayıp enflasyonun aşağı çekilmesini mümkün kılsa da[21] bir yandan da toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdi, yolsuzlukla alakalı skandalların patlamasına neden oldu, halkın eski ve yeni zenginlere yönelik öfkesini artırdı.

Maduro hükümetinin iktisadi liberalleşme politikasını benimsemiş olması, ideolojik geri çekilmenin somut ifadesi. Fakat bu geri çekilme, tam da ABD’nin öncülük ettiği melez savaşa tanıklık eden dönemin ardından yaşandı. Bu dönemde medya ayağı dezenformasyonla felç edildi, STK’lar sokaklardaki şiddet olaylarına öncülük etsinler diye paraya boğuldular. Ülkeyi uçuruma sürükleyecek yaptırımlar uygulamaya konuldu. Tüm bu saldırılarda amaç, devrimci ilerlemeyi durdurmak, ülkede önemli bir ağırlığa sahip olan devlet kurumlarını parçalamak, bilhassa hükümetin ve iktidar partisinin farklı ırklara mensup işçiler-emekçiler arasında kök salmasını sağlayan, toplumsal görevler üstlenmiş kurumları ve komün konseylerini çökertmekti.

Şurası açık ki Maduro yönetimi, bu süreçte herkesi cezalandırmak ve ulusal güvenliğin altını oymak için tasarlanmış yaptırımların belirlediği onca “kötü” seçenekten birini seçmek zorunda kaldı, planlama işini sürekli kılacak araçlardan yoksun bir hâlde, bir tür savaş ekonomisi uyguladı. Bu noktada ülkedeki enerji sektörü önemli örnekler sunuyor. Küçük ortak olmasına rağmen ABD’li ulusötesi şirket Chevron, bugün ortak girişimler dâhilinde satış işlemleri ve operasyonlar yürütüyor. Son dönemde yapılan doğal gaz anlaşmaları da aynı şekilde ülkenin pazarlık masasında elinin zayıf olduğunu ortaya koyuyor. Devlete ait petrol şirketi PDVSA, yabancı ortaklarla yaptığı anlaşmalarda yüzleşeceği riskleri görmezden gelip sadece vergi ve işletme paylarını toplamakla yetindi. Bu noktada şu gerçeği görmek gerekiyor: hükümetin uyguladığı ekonomi politikalarını boşlukta üretilmiş şeyler olarak görenler, bu politikaları tayin eden dünya sistemi denilen bağlamı önemsizleştirenler, halkı aldatmanın ötesinde başka görevler ifa ediyorlar.

Faşizm ve Çavezciliğin Kitle Tabanı

Venezuela’da politik ikiyüzlülük, Çavezciliğin ve Venezuela solunun emperyalist rejim değişikliği kampanyasıyla yeniden diriltildiği sözünü söyleyenlerde zirvesine ulaşıyor. Bu sözün sahipleri, esasında Çavezciliği yok etmeyi gündeminin ana maddesi kılmış olan Maria Corina Machado’nun temsil ettiği faşist tehdidi aklıyorlar.[22]

Hetland ve Velasco, seçim sonrasında birçok yerde yapılan gösterilerin “kendiliğindenliğine” vurgu yapıyor, ama nedense 74 yaşındaki Isabel Gil[23] ile 49 yaşındaki Mayauris Silva’nın[24] iki lider olarak katledilmesi, genelde Çavezci eylemcilere yönelik politik şiddet karşısında tek laf etmiyor, sadece 2014 ve 2017’deki sokak eylemlerini anımsatmakla yetiniyor.

Venezuela’daki toplumsal hareketler, bu tehdidi varoluşlarına yönelik bir tehdit olarak değerlendiriyorlar, bu noktada çelişkilerine ve yanlış adımlarına, ayrıca devlet kurumlarıyla aralarındaki gerilimlere bakmaksızın, Maduro hükümetinden yana olmaya devam ediyorlar.

El Panal 2021 Komünü sözcüsünün ifadesiyle seçimler, “sosyalizme geçiş sürecinin temeli olarak halkın özyönetimi ve bölgelere göre tasnif edilmiş üretim ilişkilerinin tesisi için yürütülen kapsamlı mücadelemizdeki taktiksel bir momentten başka bir şey değil.”[25] Bu anlamda Maduro, “komünlerin özgürleşme yolunda mevzi elde etmeleri ve güç biriktirmeleri için önemli olan barışı koruyor.” Çavezciliğin örgütlü kitle zemini açısından bugün ileriye doğru adım atabilmek için devrimi radikal bir yöne yönlendirmek amacıyla bu kitle tabanının imkân ve yeteneklerini geliştirmek gerekiyor. Bu sebeple Venezuela devleti, bugün sağcı bir hükümetin işbaşında olduğu ülkeye kıyasla daha fazla nüfuza sahip olan hareketlerin aşağıdan yukarıya doğru örgütlenip sürece etkide bulundukları, tartışmalarla malul bir saha olma vasfını sürdürüyor.

Son altı yıl içerisinde, toprak konusunda verdiği uzun mücadeleler tarihiyle köylü hareketleri, taşrada önemli kazanımlar elde ettiler. 2018’de gerçekleştirilen “Takdire Şayan Yürüyüş”e[26] yüzlerce çiftçi katıldı, harekete destek olan devrimciler, 400 kilometreden fazla yol yürüyerek, Çavezciliğin kitlesi içerisinde coşkuyla karşılanan, dayanışmayı körükleyen yürüyüş dâhilinde Venezuela devletine bazı talepler ilettiler. Sonuçta Ulusal Toprak Enstitüsü, örgütçülerin küçük köylü kolektifleri adına gündeme getirdikleri arazi ihtilaflarının yüzde 90’dan fazlasına çözüm buldu. Çiftçi hareketi, bu süreçte zirai işletmelere açılmış olan girdilere ve makinelere özel erişim imkânı türünden kimi devlet politikalarını protesto etti. Ayrıca, yakıt tedariki[27] ve küçük ölçekli üreticiler için adil mahsul fiyatları belirlenmesi[28] gibi konularda devletin adım atmasını sağlayacak eylemler gerçekleştirildi.

Halk örgütleri, aynı zamanda politik alanlarını genişletmek adına, olumsuz koşullarla yüzleşmelerine karşın, önemli ilerlemeler kaydettiler. Ángel Prado’nun kısa süre önce Komün Bakanı olarak atanması, bu bağlamda değerlendirilmesi gereken, önemli bir kazanım. Prado, bugüne dek El Maizal Komünü[29] isimli amiral gemisinin kaptanı ve Komünar Birliği’nin[30] başkanı olarak sahip olduğu zengin deneyimiyle komün bakanlığı koltuğuna oturan ilk isim. Ekonomi politikasının oluşturulmasında halk hareketlerinin önemli bir role sahip olması gerektiğini açıktan dile getiren Prado, demokratik yollardan seçilen kişilerin yürüttüğü yerel projelerin devlet eliyle fonlanacağını söyledi. Halk iktidarı, bugün sınırlı bir alanı kullanabiliyor olsa da bu alanda faal olan insanların mevcut güçlükler karşısında ortaya koydukları militanlık düzeyi ve bu güçlüklere dair duru bilinçleri, Chávez’in sosyalist ufkunun yitip gitmediğini ortaya koyuyor.

Beynelmilel Solun Sorumluluğu

ABD emperyalizmine karşı bu gerçekte varolan, halka ait devrimci güçleri desteklemek yerine ABD’de yazıp çizen Hetland ve Velasco gibi akademisyenler, “Maduro’yu savunan sözlere ve tutumlara karşı çıkma” ve “bir vakitler Çavezciliğin özünü teşkil eden halkı savunma” konusunda altı boş ve soyut çağrılar yapıyorlar. Bu yazarlar, Maduro hükümetinin Gil ve Silva gibi Çavezci binlerce örgütçünün hayatını tehlikeye sokma ihtimali bulunan, Çavezciliği yok etmeyi kafasına koymuş, faşistlerin öncülük ettiği muhalefete iktidarı teslim etmesini istiyorlar.

Buna karşılık, söz konusu yazarların ABD imparatorluğundan, Venezuela halkına ve bir bütün olarak küresel güneyin halklarına karşı en fazla şiddet uygulan güçten hiçbir şey talep etmiyorlar. Bu insanlar, Küba, Zimbabwe, Filistin ve İran gibi sistem karşıtı uluslararası aktörlerle stratejik ittifaklar kuran bir devletin kuşatma altındaki liderine düşmanlık ediyorlar. Geriye dönük adımlarından, verdiği tavizlerden, düşmanının daha ne kadar ileri gidebileceğiyle ilgili tartışmadan bağımsız olarak Maduro yönetimi, gene de dünya genelinde emekçi halka karşı işlediği sayısız suçun zirvesini teşkil eden, Gazze’deki sömürgeci soykırıma İsrail’le birlikte imza atan, Vaşington’daki faşist rejimden çok daha demokratik.

Libya, Suriye, bugün Filistin ve Lübnan’da olduğu gibi bugün yok etmeye yönelik saldırıların ve faaliyetlerin hedefinde olan sistem karşıtı devletler ve hareketlerle ABD emperyalizmi arasında seçim yapmak zorundayız. Orta yolculuğun bir anlamı da yok zemini de.

Bu anlamda, beynelmilel solun hangi tarafı seçeceği açık.

Lucas Koerner
Ricardo Vaz

3 Ekim 2024
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Gabriel Hetland, “Fraud Foretold?”, 21 Ağustos 2024, NLR.

[2] Alejandro Velasco, “What’s Next for the Left in Venezuela?”, 8 Ağustos 2024, Nation.

[3] Gabriel Hetland, “Why is Venezuela Spiraling Out of Control?”, 28 Nisan 2017, Nacla.

[4] Gabriel Hetland, “Venezuela and the Left”, 5 Şubat 2019, Nacla.

[5] Steve Ellner, “The Venezuelan Dilemma: Progressives and the ‘Plague on Both Your Houses’ Position”, 14 Temmuz 2017, VA.

[6] Jadaliyya Reports, “Democracy Now! Interview with Gilbert Achcar on the Libyan Rebels”, 25 Ağustos 2011, Jadaliyya.

[7] Louis Allday, “Controlling the Narrative on Syria”, 13 Aralık 2016, MR.

[8] Joseph Daher, “Hezbollah Is Increasingly Isolated in the Middle East”, 22 Ekim 2023, Jacobin.

[9] “Leftists worldwide, stand by the protesters in Iran!”, 25 Kasım 2019, Roar.

[10] Daniel Finn, “The US War on Yemen Is an Exercise in Futility”, 2 Mart 2024, Jacobin.

[11] Sam Moyo ve Paris Yeros, “The Zimbabwe Question and the Two Lefts”, Ağustos 2007, Researchgate.

[12] “What Does Critique Do? — On the Critical Predation of China”, 5 Ocak 2024, Qiao.

[13] Hilda Landrove, “With Cubans Speaking Out, How Will the Left Respond?”, 27 Temmuz 2021, Nacla.

[14] Lucas Koerner, “How the Global North’s Left Media Helped Pave the Way for Bolivia’s Right-Wing Coup”, 10 Aralık 2019, Fair.

[15] “How The US Left Failed Brasil”, 12 Aralık 2018, Brasilwire.

[16] William I. Robinson, “Nicaragua: Chronicle of an Election Foretold”, 9 Kasım 2021, Nacla.

[17] “A War Without Bombs”, Eylül 2023, VA.

[18] Francisco R. Rodriguez, “Quantifying Venezuela’s Destructive Conflict”, 14 Ekim 2023, FR.

[19] Pablo Vivanco, “Despite Profit Motive, US Banks and Markets Squeezing Venezuela’s Economy”, 20 Ekim 2016, VA.

[20] Gabriel Hetland, “Sanctions”, 23 Ağustos 2024, X.

[21] Ricardo Vaz, “Venezuela: Gov’t Looks to Preserve Low Inflation as Forex Gap Increases”, 8 Eylül 2024, VA.

[22] Steve Ellner, “What the Mainstream Media Isn’t Saying About Venezuela’s María Corina Machado”, 5 Temmuz 2024, Nacla.

[23] Marianny Aponte S., “Buscan a homicidas de dirigente del Psuv en El Callao”, 13 Ağustos 2024, Primicia.

[24] “Riden homenaje a mujeres víctimas de la violencia política”, 22 Ağustos 2024, Minmujer.

[25] Cira Pascual Marquina, “On Elections and Collective Emancipation: A Conversation with Robert Longa”, 9 Ağustos 2024, VA.

[26] Cira Pascual Marquina, “‘Despotic Patrimonialism’ Emerges in Rural Venezuela: A Conversation with Gerardo Sieveres & Arbonio Ortega”, 8 Kasım 2018, VA.

[27] Andreína Chávez Alava, “Venezuelan Campesinos Denounce Diesel Price Hike, Lack of Gov’t Support”, 28 Ekim 2021, VA.

[28] Ricardo Vaz, “Coffee Producers Stage Protest, Demand Gov’t Action”, 23 Kasım 2022, VA.

[29] Maizal.

[30] Venezuela Analysis, “The Communard Union in a Nutshell”, 29 Nisan 2024, Youtube.

[31] Rev. James Lawson ve Nellie Hester, “The United States is The Greatest Purveyor of Violence in the World Today”, 4 Nisan 2023, DN.

29 Ekim 2024

,

Yahudiliğin Sonu



Siyonizm, Yahudiliğin tarihsel gerçekliğine yönelik bir inkâr ve reddiyedir. Bu gerçeği idrak edemeyen, bugün İsrail’de olan bitenin anlamını kavrayamaz.

Siyonizm, Hristiyanlardaki ulus-devlet mefhumunu Yahudiliğe taşımakla kalmadı, aynı zamanda, on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Yahudi kimliğini kademe kademe ortadan kaldıran Siyonizm, esasen asimilasyon sürecinin zirvesi olarak somutlaştı.

Önemli çalışmasında Amnon Raz-Krakotzkin’in de ortaya koyduğu biçimiyle Siyonist bilincin temelinde bir de Yahudi sürgünü olgusuna yönelik reddiye ve inkâr var. Oysa bu sürgün, bildiğimiz kadarıyla, Yahudiliğin tüm tarihsel anlatılarının ana ortak hikâyesi.

Bu sürgünle ilgili anlayışın öncülleri, İkinci Tapınak’ın yıkılması öncesinde de mevcut. Aynı zamanda kutsal kitapla alakalı tüm literatürde de karşımıza çıkıyor. Sürgün, Yahudilerin yeryüzündeki varlık biçimi. Mişna’dan Talmud’a, sinagogun mimarisinden kutsal kitapta geçen olaylara dair hatıraya kadar tüm Yahudi geleneği, sürgün açısından algılanır ve tecrübe edilir.

Kitaba bağlı, ortodoks bir Yahudi’ye göre İsrail devletinde yaşayan Yahudiler de sürgünde. Mesih’in gelişiyle kurulacak olan ve Tevrat’ta ifade edilen devletin bugünkü ulus-devletle bir alakası yok. Öyle ki bu anlayışın temelinde Tapınağın yeniden inşa edilmesi ve kurbanların geri dirilmesi fikri var. İsrail devleti, bu tür fikirleri işitmek bile istemiyor.

Ayrıca, Yahudiliğe göre sürgünün Yahudilerin sadece varlık koşulu olmadığını, bir bütün olarak dünyanın eksikliğiyle alakalı olduğunu unutmamak gerek. İzak Lürya dâhil tüm Kabalacılara göre sürgün kutsallıkla ilgili bir mesele. İnsan, kendisini kendisinden sürgün ederek bir dünya inşa ediyor ve bu sürgün ilk düzenin yeniden inşasına (Tikkun’a, dünyanın iyileşmesine) dek sürüyor.

Yahudi, bu sürgün fikrini koşulsuz kabul etmek zorunda. Sürgün fikrini kabul etmekse mevcuttaki tüm devlet biçimlerini reddetmek anlamına geliyor. Bu anlamda, Yahudiler, devletle uzlaşmış olan tüm dinlere ve halklara karşı üstünlüğünü bu fikir sayesinde elde ediyorlar. Romanlar gibi Yahudiler de devlet fikrine ve biçimine karşı çıktılar, savaşmadılar, ellerine başka halkların kanı değmedi.

Ulus devlet fikri adına sürgün ve diaspora fikrini kökten inkâr ve reddeden Siyonizm tam da bu sebeple, Yahudiliğin özüne ihanet etti. Yahudilerin sürgünü kitaptan silindi, yerini Filistinlilerin sürgünü aldı. Bu da İsrail devletinin kendisini modern ulus-devletin en uç ve en acımasız biçimleriyle tanımlamasına neden oldu.

Siyonistler, Yahudilerin Diaspora fikrinin dışında kalmasını istiyorlar. Bu açıdan tarihle ilgili, ısrarla dile getirilen iddia aynı sonuca işaret ediyor. Ama bu, Auschwitz’de ölmemeyi bilmiş olan Yahudiliğin belki de bugün sonuna geldiği anlamına geliyor olabilir.

Giorgio Agamben
30 Eylül 2024
Kaynak

28 Ekim 2024

,

Filistin Şunu Söylüyor: “Vardım, Varım, Var Olacağım”

Aksa Tufanı’nın Birinci Yılı

 

Bir yıl önce Gazze’deki direniş, açık hava hapishanesinin kapılarını kırmak, İsrail’in yenilemez olduğu iddiasının yalan olduğunu ispatlamak, bütün dünyaya Filistinlilerin hâlen daha varolduklarını anımsatmak ve Filistin’de yüz yıldır süren savaşı nihai aşamasına taşımak için ayağa kalktı.

Tufan Öncesi “Düzen”

Filistin’in tarihi 7 Ekim 2023 günü başlamadı. Bunu bir yıldır söylüyoruz. Bu gerçeği sürekli anımsatmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Bir yandan tarihten, Filistinlilerin yüz yılı aşkın bir zamandır verdikleri kurtuluş mücadelesinin ve dünyadaki diğer kurtuluş mücadelelerinin tarihinden dersler çıkartmalıyız. Bir yandan da 7 Ekim öncesini de anımsamak zorundayız.

Gazzelilerin çektiği çileler, bugün Lübnan halkının yüzleştiği katliamlar, Filistinli ve Lübnanlı liderlerin katledilmesi, İsrail’in komşularına yönelik saldırılarını artırması, Batı Şeria’da bir türlü başlamayan ayaklanma karşısında cesaretimizi yitirmek için elimizde çok fazla sebep var.

Peki 7 Ekim öncesi durum nasıldı? Filistin’de bir “düzen” mevcuttu. Bu, Siyonistlere ait olan, etnik temizlik, yavaş ilerleyen soykırım üzerine kurulu, her gün işgal ordusunun bir Filistinliyi katlettiği bir düzendi. Üstelik Siyonistler ve emperyalist müttefikleri, bu düzeni tüm bölgeye dayatmayı bilmiş, süreç içerisinde giderek daha fazla sayıda Arap ülkesi, yerleşimci rejimle ilişkilerini “normalleştirmişti”.

Batı Şeria’da süren ve bir kez daha silâhlı eylemlere başvuran direniş, şehirdeki “düzen”i bozma imkânına kavuşmuş, ancak bölgedeki “düzen”i temellerinden sarsmayı becerememişti. Bu direniş, okyanustaki bir damladan ibaretti. Bu “düzen”in temellerini yıkabilmesi için bir tufana ihtiyaç vardı.

Tufan Sonrası Filistin

Bu sel, 7 Ekim günü meydana geldi. İç ve dış siyaset, ekonomi, askeriye ve moral düzleminde Siyonist rejimi eşi benzeri görülmemiş bir krizin içine sürükledi. Geçmişte İsrail, yıldırım harekâtları neticesinde zaferler elde etmişti. Bir yıldır tanık olduğu yıpratma savaşı, Siyonist teşekkülün üstesinden geleceği bir şey değil. Şu an tanık olduğumuz şey de bu: yerleşimci rejim, her momentte paramparça oluyor.

İsrail’in Kızıl Deniz’de sadece bir limanının bulunduğu koşullarda, Ekim ayından beri iflas eden şirket ve işletme sayısı 46.000’i geçti. Turizm çöktü, İsrail tahvilleri artık para etmiyor, Haziran ayı içerisinde Intel, 25 milyar dolarlık yatırımını iptal etti.[1] Kısa süre önce kredi notu düştü[2], bugün kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s ülkenin “borçlarını vaktinde ödeyememe riski”nin giderek arttığı konusunda uyarıda bulunuyor.[3] Ayrıca, İsrail’in en büyük kömür tedarikçisi Kolombiya’nın Gazze’de soykırım sona erene dek kömür ihracatını durduracağını açıklaması sebebiyle enerji tedarikinde de sorunlar yaşanıyor.[4] Batı Şeria ile Asya ülkelerinden gerekli ucuz emek akışının durması, tarım ve inşaat sektörlerini olumsuz etkiledi.[5] Bu koşullarda İsrailli ekonomistler, savaşın maliyetinin Ağustos ayı itibarıyla 67 milyar doları aştığını söylüyorlar.[6]

Anketlere bakılacak olursa, yerleşimcilerin dörtte biri göç etmeyi düşünüyor. Son gelen haberler, Ekim ayından beri ülkeyi terk edenlerin sayısının 1 milyonu bulduğunu ortaya koyuyor[7] ki bu sayı, Yahudi-İsrail nüfusunun yüzde 15’ine tekabül ediyor. Başka anketlerse yurtdışında yaşayan İsraillilerin yüzde 80’inin Filistin’e dönmek istemediklerini söylüyor.[8] Buna ek olarak, bir de Gazze’nin kuzeyini ve civar bölgeleri terk eden 200.000 evsiz insanı da anmak gerekiyor.[9]

Sömürgeci-yerleşimci sistemin tüm çelişkilerinin ve sorunlarının yol açtığı toplumsal ayrışmalar, yerleşimciler arasında sokaklarda yaşanan çatışmalarda ve gösterilerde ifadesini buluyor. Eylül ayının başında Siyonist sendika “Histadrut”un yaptığı genel grev de bu ayrışmaların somut karşılığı. Aşırı ortodoks Yahudilerin (Haredi) askere alınmaya başlanması ile bu kutuplaşma daha da derinleşti. Askere alınan Haredilerin yüzde 93’ünden fazlası askerlik yapmayı reddetti.[10]

Resmi açıklamalara göre, 7 Ekim’den beri 700 asker öldürüldü. Birçok insan, bu sayının çok daha fazla olduğuna inanıyor.[11] Gazze’de yaralananların sayısı 15.000 iken Lübnan sınırında yaralananların sayısı 5.000.[13] Fakat Ağustos ayının sonunda Hizbullah’ın misilleme amaçlı yürüttüğü operasyonlardan beri İsrail, bilhassa kuzeydeki gelişmeler konusunda yoğun bir sansür uyguluyor.

Buna karşılık, CNN’in aktarımına göre İsrail, bugüne dek Hamas’ın muharebe sahasında faal olan 24 taburunun sadece üçünü yok etti.[14] Hizbullah da önemli darbeler almasına karşın yüksek moral ve savaş kabiliyetiyle yoluna devam ediyor, üstelik gelişkin silâhlarını hâlen daha kullanmış değil.[15] Yemen’de faaliyet yürüten Ensarullah ve Irak’taki direniş milisleri de İsrail’e, ABD’ye ve müttefiklerine saldırılar düzenledi. Füze ve dronlarla İsrail’e yönelik çarpıcı operasyonlara imza attı.

Tufan Sonrası Dünya

Filistinlilerin verdikleri kurtuluş mücadelesi, bölge ve dünya bağlamında her zaman belirli bir öneme sahip olmuştur. Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı rejim veya Vietnam’da ABD’nin gerçekleştirdiği soykırım örneklerinde olduğu gibi Filistin de Batı’nın ırkçı, sömürgeci ve emperyalist niteliğini tüm dünyanın gözüne sokmuştur.

Bugün tepeden tırnağa silâhlı olan beyazlara ait “üstün ırk” fikri, askeri, teknik ve ekonomik açıdan aşağı konumda olan bir halkı katlediyor veya yurdundan kovuyor, bunu yaparken bir yandan da Avrupa ve Kuzey Amerika’dan tam destek alıyor. Yüksek moralleri ve kavgacı ruhları haricinde hiçbir şeyleri olmayan Filistinliler, tam da bu sebeple dünyanın tüm ezilen ve ilerici insanlarının dayanışmasına mazhar oluyor.

İlk başta Arap ülkelerinin Siyonist sömürgeciliğine ve yayılmacılığına karşı onlarca yıldır yürüttükleri mücadeleyi ifade eden ve “Ortadoğu’daki çatışma” denilen olgunun merkezinde “Filistin meselesi” duruyordu. Ancak giderek daha fazla sayıda Arap ülkesi, İsrail’le ilişkilerini “normalleştirdi”. Gelgelelim, artık bu normalleşme süreci sona erdi! Bölgedeki en gerici despotlar bile Filistinlilerin arkasında duran halkların öfkesi karşısında titremeli, bunun neticesinde tavizlerde bulunmalı.

Ayrıca 7 Ekim’den beri Batı Şeria’daki direniş hücrelerinden Gazze’ye, Lübnan’dan, Suriye ve Irak’a, oradan Yemen ve İran’a dek uzanan bir direniş ekseninin oluştuğu net bir biçimde görüldü.

Aynı zamanda 7 Ekim ayaklanması, Batı emperyalizminin paramparça olduğu, imparatorluğunu bir arada tutmak için mücadele ettiği bir dönemde gerçekleşti. Aksa Tufanı, emperyalistler açısından uygunsuz bir momentte meydana geldi. Bu momentte ABD, Rusya ve Çin’le aynı anda savaşıp savaşamayacağını, Ukrayna’dan çekilip Tayvan’a saldırmanın daha hayırlı olup olmayacağını, Ortadoğu’da yıllar içerisinde dolar diplomasisi ile inşa edilmiş “düzen” ve bir günde Filistinlilerin sırtına yüklenen “normalleşme” meselesi adına bu hamlenin işe yarayıp yaramayacağını tartışıyordu.

Dolayısıyla, Ukrayna, Pasifik ve Batı Afrika yanında Filistin ve tüm bölge, Batı’nın 500 yıllık dünya hâkimiyetini mağlup etmek için verilmekte olan bu büyük savaşın önemli bir cephesi hâline geldi. Yalnız burada Filistin direnişi, Direniş Ekseni, Rusya, Çin ve Sahil devletleri ittifakı gibi aktörlerinin kendilerini öznel planda Batı ve emperyalizm karşıtı cephenin parçası olarak gördüklerinden söz edilmiyor. Muhtelif aktörler arasında karşılıklı askeri, ekonomik ve politik destekler konusunda iki taraflı girişimlerin sayısı son dönemde artıyor olsa da ayrıca çoktaraflılık yaklaşımıyla BRICS, daha fazla sayıda ülkeye cazip gelse de ülkeler ve güçler arasında hâlen daha önemli farklılıklar söz konusu, hâlen daha çıkar çatışmalarına tanık olunuyor veya somut anlaşmalara dökülen ilişkilere nadiren rastlanıyor.


Tufan Sonrası Almanya

Ama gene de şu söylenmeli: Aksa Tufanı, Filistin’i yeniden dünya gündemine oturttu. Almanya’da bile Filistin önemli bir konu başlığı. 7 Ekim öncesinde de Almanya’da Filistin’le dayanışma eylemleri yapanlara baskılar uygulanıyordu. Ama Gazze ayaklanması, onlarca yıldır Almanya’nın tanık olmadığı türde baskılara ve ırkçı histeriye yol açtı.

Peki ama neden? Çünkü Almanya’nın sömürgeci projeyle kurduğu dayanışma ilişkisi, Alman emperyalizmini meşrulaştıran resmi ideolojinin temel bir unsuru: bugün egemenlerin ağzından dökülen “Auschwitz bir daha asla” lafı, “Bizsiz savaş olmaz!”dan gayrı bir anlama sahip değil. “Dünya yeni Alman karakterine bürünerek kurtulabilir”[16] lafı da aynı şekilde “Güneşteki yerimizin adı İsrail”[17] anlamına geliyor.

Rusların Ukrayna’ya yönelik askeri müdahalesi gibi Gazze ayaklanması da hem emperyalizmin derinleşmiş krizinin somut bir ifadesi hem de ona sebep olan itici güç. Umarız, bu güç eski dünya düzenine bir son verir ve dünya genelinde ulusal kurtuluş hareketleri ve devrimci güçler için yeni alanlar oluşturur. Bu anlamda şu tespiti yapılabilir: tıpkı Ukrayna’daki savaş gibi Gazze’de yaşanan soykırım da Almanya’daki geniş halk kitlelerini, özelde ilerici güçleri ve barış yanlılarını bu gelişme dâhilinde taraf olmaya zorlamaktadır.

Ama hem olumlu hem de olumsuz şeyler yaşandı. Ülke genelinde halkın tüm kesimlerini kucaklayacak bir Filistinlilerle dayanışma hareketi somutluk kazanamadı. Ukrayna’daki savaş için sokağa çıkanların Gazze’deki soykırımı protesto ettiklerine nadiren tanık oluyoruz. Gene de Filistin ve Lübnan’dan gelen görüntüler ve haberler kitleleri harekete geçirdi, geçirmeye de devam ediyor. Sokaklara dökülen insan sayısı giderek artıyor. Birçok insan, Filistin yanlısı yeni örgütlerin kurulması ile birlikte, örgütlenmenin zaruri olduğunu görüyor. Bu da iktidardakilerin sükunetine son veriyor, “düzen”ini bozuyor.

Politik sol, Ukrayna savaşına kıyasla daha net ve daha iyi bir konum aldı. Zira neticede Filistinlileri Siyonist sömürgeciliğin mağdurları olarak görmek, Rusya’nın Batı emperyalizminin mağdur ettiği bir ülke olduğunu görmekten daha kolay.

Devletin yoğun propagandasına ve baskılarına rağmen dayanışma eylemlerinin sürüyor olması hiç de küçümsenecek bir şey değil.

Almanya’da, Müslümanlar gibi birçok başlıkta sorunlu konumlar alıyor olmasına rağmen solcu Filistin hareketi, bir bütün olarak, egemenlerin “Filistin meselesinden uzak durun, Filistinlilerle dayanışma eylemi yapmayın” türünden baskılarına ve hareketi bölme girişimlerine dirençle karşılık veriyor. Ama aynı durum, ülkedeki Filistin hareketi için geçerli değil. Sadece politik solu içermeyen bu hareket çok dağınık durumda.

Özetlersek: Aksa Tufanı, bizim sırtımıza dayanışma hareketini inşa etme sorumluluğunu yükledi. Bu sorumluluğumuz hâlen daha baki. Bir yıl boyunca dayanışma eylemlerimizi gerçekleştirdik, sokaklara döküldük, egemenlerin ve onlara bağlı çetelerin karşısına dikildik, sessizliği yarıp geçtik, yalanları ayaklarımızın altına alıp çiğnedik. Bu süreçte birçok örgüt ve kişi, Filistin’e yönelik konumunu gözden geçirdi, netleştirdi ve geliştirdi.

Bu dönemde bir yandan da kendi temel haklarımızı savunma mücadelesini gündemimizin başına yazmak zorunda kaldık. Artık şunu net bir biçimde görmeliyiz: Uluslararası düzlemde yaşanan ve emperyalist dünya “düzen”indeki küresel zayıflama denilen olumlu gelişme, bir yandan da emperyalist merkezlerde yaşayan ve mücadele eden bizim yaşam koşullarımızı daha da ağırlaştıracak. Ekim 2023’ten beri yaşanan, bu ağırlaşma sürecini yansıtan filmin basit bir fragmanı sadece.

Aksa Tufanı, aynı zamanda sınırlarımızı da bize gösterdi. Filistin hareketi, barış hareketi, sol ve komünist hareketler, birlikten, daha da önemlisi, birleşik bir stratejiden yoksunlar. “Dayanışma ne tür bir biçim alacak?” ve “Yol açacağı sonuçlarla Filistin’deki halkı etkileyecek bir dayanışmayı nasıl geliştirebiliriz?” türü sorulara bir cevabımız yok. Dayanışma faaliyetlerimizi yoğun bir biçimde sınırlayan, demokrasinin sökülüp atılmasına yönelik girişimlere karşı verilecek kavgaya dair bir sözümüz yok. 7 Ekim bizi, bu soruları cevaplama göreviyle yüzleştirdi.

Yeryüzünün Lanetlileri Son Savunmaya Çağırıyor

Filistin Komünist Partisi’nden bir yoldaşın öngörüsünde dile getirdiği biçimiyle, 7 Ekim’in Filistin’deki yerleşimci sömürgeciliğin sonunu getirecek sürecin başlangıcını ifade edip etmediğini bilmiyoruz. Kaygıyla, çileyle ve mücadeleyle geçen bir yılın ardından her şeyin kötü olduğunu, muhtemelen daha da kötüye gideceğini görmeliyiz. 7 Ekim 2023 günü Filistin’in bir yıl içerisinde özgür olacağını düşünen kişilerin yanıldıklarını gördük. BM ve “uluslararası toplum”a bel bağlayanlar gibi, Lübnan, İran veya başka devletlerin hızla, doğrudan ve geniş ölçekli bir askeri müdahale gerçekleştireceğini söyleyenlerin umutları da suya düştü.

Geçen yıl, duygusal gelgitlerin yaşandığı bir yıldı. Herkesi kuşatan neşe ve coşku yerini hızla şok ve dehşete bıraktı. Korku ve hayal kırıklığını ise güçlü bir meydan okuma takip etti. Şu dersi çıkartmak zorundayız. 7 Ekim’le birlikte, uzun soluklu kurtuluş savaşına ait, yavaş yavaş tırmandırılan bir yıpratma savaşının yaşandığı bir aşama başlamıştır. Bu sömürgeci savaşın niteliğine bağlı olarak, ilk planda Filistinliler ve başka ülkelerdeki Araplar ölmeye devam edecekler. Başarıların ve yenilgilerin yaşandığı, umudun ve neşenin ümitsizliğe, kedere, korkuya ve öfkeye eşlik ettiği, belirsizliğin ve güvensizliğin hüküm sürdüğü, yalanlarla ve dedikodularla dolu bir sürecin içine girdik.

7 Ekim, bölgedeki çelişkilerin tahammül edilemeyecek ölçüde derinleşmesi sonucu gerçekleşti. 7 Ekim, Ramallah’daki Filistinli liderlerin ve çok sayıda Müslüman-Arap ülkenin ihanetine yönelik bir cevaptı. 7 Ekim, Filistin’i görmezden gelen dünyaya dönük bir itirazdı. 7 Ekim, ezilen ve askeri açıdan zayıf bir halkın kendisine zulmedene o kadar da güçlü olmadığını göstermek için ortaya koyduğu öfkeli bir çabaydı. Bu anlamda çoktan başarılı oldu: 7 Ekim, Siyonist “düzen”in temellerinin kumdan olduğunu ispatladı. O yürüyüşü boyunca Gazze, devrimci Küba’nın tüm dünyaya ezberlettiği o eski sloganı haykırdı: “Ya vatan ya ölüm!” Filistin ayağa kalktı ve herkesin gözünün içine baka baka şunu söyledi: “Vardım, varım, varolacağım!”[18]

Komünist Teşkilât
14 Ekim 2024
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Shir Hever, “The End of Israel’s Economy”, 19 Temmuz 2024, Mondoweiss.

[2] “S&P Joins Moody's in Downgrading Israel Credit Rating”, 2 Ekim 2024, Cradle.

[3] Pit Walkens, “Moody’s Rating – Definition & Tabelle”, Deltavalue.

[4] Shir Hever, a.g.e.

[5] Thomas Berger, “Israel wirbt indische Arbeiter an”, 5 Ağustos 2024, Jungewelt.

[6] Abdelraouf Arnaout, “Israeli War Costs Economy over $67.3 Billion”, 15 Ağustos 2024, AA.

[7] Eine Million Zionisten flohen nach der Al-Aqsa-Sturm-Operation”, 18 Ağustos 2024, Irna.

[8] “Vast Majority of Israelis Abroad Say ‘No Intention to Return'”, 20 Mart 2024, Cradle.

[9] “Sechs Monate nach dem Angriff der Hamas auf Israel”, 12 Nisan 2024, BPB.

[10] “Only 70 out of 1,100 Ultra-Orthodox Jews Complied with Draft Orders”, 22 Ağustos 2024, Cradle.

[11] “Israeli forces admit soldiers death toll reached 700”, 25 Ağustos 2024, Mayadeen.

[12] “Israel Recalls 15,000 Reservists as Casualties in Gaza Mount”, 20 Ağustos 2024, Cradle.

[13] “Israeli hospitals record over 5,000 wounded in fight against Hezbollah”, 27 Ağustos 2024, Cradle.

[14] Tamara Qiblawi vd., “Netanyahu says ‘victory’ over Hamas is in sight. The data tells a different story”, 5 Ağustos 2024, CNN.

[15] “Militärische Analyse: Was macht Hisbollah?”, 24 Eylül 2024, ON.

[16] Kayzer II. Wilhelm, Almanların sorumluluğuna yapılan vurgu üzerinden emperyalist çıkarlarını meşrulaştırmak amacıyla, Emanuel Geibel’in bir şiirine atıfta bulunur. Şiirde dünyanın yeni Alman karakterine bürünerek kurtulabileceğinden” (“Am deutschen Wesen mag die Welt genesen”) söz edilmektedir.

[17] “Güneşteki yerimiz” (“unser Platz an der Sonne”) ifadesi, Alman İmparatorluğu’nda diğer emperyalist güçler karşısında sömürgelerle ilgili hak iddialarını meşrulaştırmak için kullanılıyordu.

[18] 14 Ocak 1919 günü Rosa Luxemburg, Berlin’deki Spartaküs Ayaklanması bastırılıp Karl Liebknecht ile birlikte öldürülmesinden birkaç saat önce “Berlin’e Düzen Hâkim” başlıklı yazısını yayımladı. Yazı şu şekilde bitiyordu: “[…] ‘Berlin’de düzen hâkim’miş! Sizi gidi aptal dalkavuklar! Sizin ‘düzen’iniz kumdan kale. ‘Yarın devrim bir kez daha ayağa kalkacak, silâhlarını çekecek’ ve savaş davulları eşliğinde sizi dehşete düşürerek şu sözü haykıracaktır: ‘Vardım, varım, var olacağım!’ […]” Yazının Türkçesi: İştiraki.

27 Ekim 2024

,

Sözleşme



1- İşçi, sadece emeğiyle ele alınan bir insana dönüştürüldüğünde, geriye Evrensel Gazetesi’nin yazarlarının bakış açısı kalır. Evrensel yazarı, iklim değişikliğini önlemek için “yeşil” enerjiye geçilmesinin uygun olduğunu söylerken aidat verecek işçiyi de ihmal etmiyor, bu tartışmayı da Kamala mı Kamilya mı seçilmeli üzerinden yürütüyor:

“Küresel ısınma kâbusunu sonlandırmanın tek yolu, çevre dostu enerjiye geçişi örgütlü taban desteğiyle yapmak. Bu da ancak yeni enerji sektörlerinde milyonlarca sendikalı, güvenlikli iş yaratmakla olabilir. Yoksa biliyoruz ki işinden olan insanların çoğu, her dönemeçte doğa düşmanı partilere oy vereceklerdir."[1]

Küresel ısınmaya yol açan enerji üretiminde yeni doğa dostu sahaların açılması, sonra da burada sendikalı işçiler için istihdam sağlanması gerektiğini iddia ediyor. Öncelikle o sahaları emperyalist-kapitalist tekeller açıyor. Onlardan doğa dostu olması bekleniyor. İkincisi, işçiyi ortaya çıkaran diyalektik sürecin burjuvazinin ortaya çıkışına bağlı olduğunun üstünü örtüyor. Doğadaki yıkımı engellemek için burjuvaziden medet umuyor ve öneride bulunuyor. Sendikalı kişi olarak ele anlaşılan işçi sonrasında kendisine rağmen sınıfı yönetecek sendikal bürokrasiyi belirli çevreler kursun, böylece işçi, sadece aidat veren bir insana dönüşsün isteniyor.

Diğer noktaysa kapitalizmden umulan medet. Gazete, reklâm almadığını söylese de sağlık hakkının ücretsiz olduğunu söylese de sitesine Google Chrome üzerinden girdiğinizde sizi bir GSM operatörünün ve özel hastanenin reklâmı karşılıyor. Banka, otomobil, mobilya reklâmları... Bu gazetenin sendikal çevresi de banka promosyonları için “kapitalist sistem, bir de onlarla pazarlık mı yapacağız, bankaya karşıyız” gibi bankaperver yaklaşım sergiliyor. O zaman maaşını elden almak için sendikal eylem başlat!

İşçi verdiği aidatla somut, onu var eden tüm değer sistemiyle soyut bir varlık olarak değerlendirilince geriye vatansız, inançsız, bilinçsiz, anti-emperyalist olmayan, düzenle uzlaşan bir varlık olarak pasifize ediliyor. Aynı işçi sınıfının Filistinli sendikaları diğer ülkelerin sendikalarına çağrı yapıyor ama ülkemizde karşılık görmüyor. Eren KESKinlerin çağrısı, Filistinli emek güçlerininkinden daha geçer akçe sayılıyor.

2- Aksa Tufanı başladıktan kısa bir süre sonra Barış Yıldırım sendikaorg’da bir yazı kaleme alıyor. Yazının şu bölümleri tartışmaya açık çünkü sivil hassasiyeti kayda değer:

“Aksa Tufanı’yla ilgili Filistin aleyhine çıkan haberlerin %90’ının yalan, %9’unun yanlı olduğu kuşku götürmez. Fakat (yukarıdaki Gözlem 1) gereği Filistin tarafının hiçbir suç işlemediğini iddia etmek anlamlı değil. Hiçbir devrimci, hiçbir İsrailli sivilin zarar görmesini onaylayamaz, bu zararları minimuma indirmek üzere gerekli örgütlenmeyi yapmayanları eleştirir. Öte yandan haklı bir direnişi de hatalarından dolayı desteklemekten vazgeçmez. Çünkü büyük kötülükle küçük kötülük arasında ayrımı yapacak gözleri vardır (...) Emperyalist dünyada baş düşman emperyalizmdir. Emperyalizm, kapitalist sistemin bir aşamasıdır ve özellikle sömürge ülkelerde sık sık faşist yönetim biçimlerine başvurur. Bu yüzden Kudüs’te grev yapan Yahudi işçiler de Gazze’de kuşatmaya karşı savaşan Müslümanlar da biri kapitalizme, diğeri emperyalizme karşı mücadele verdiği için büyük sınıf mücadelesi anakarasının kıyılarıdır. Filistin’de tek mücadele eden Hamas değildir, Marksistlerin de dâhil olduğu bir komuta merkezinin olduğunu biliyoruz fakat Hamas gericiliği ve olasılıkla başka gerici odaklar da bu sürecin içindeler ve ideolojileri gereği savaş suçlarına en açık olanlar da bunlar. Sınıf mücadeleleri çoğulluğu içine yanlış kişiler de dâhil olur.” [2]

Filistin’le ilgili çıkan haberlerin tamamına yakını yalanmış ama Hamas da savaş suçu işliyormuş. Önermelerin ve ilkelerin sıralandığı yazı şu ifadeyle bile çelişki içeriyor. Bu yazıyı okuyan bir Siyonist memnun kalır. Savaşan bir güç olan Hamas özelinde Filistin halkı da yerle bir ediliyor. Savaş suçu ve siviller demişken daha dün Yeni Yaşam’da çıkan Müslüm Yücel imzalı yazının ardından Barış Yıldırım, Kürt siyasetinin “resmî” görüşünün bu olmadığını ve yazarın “zırvaladığını” paylaşıyordu. Acaba “siviller” konusunda da aynı görüşünü yeniden üretebilir mi? Eğer son bir haftadır uyuyakalmayıp gündemi takip edebildiyse?

Şimdi gelelim, Kudüs’te grev yapan Yahudi işçiyle, Siyonizme karşı savaşan Filistinlilerin aynı anakaranın kıyıları olduğu yönündeki temelsiz teze. Öncelikle İsrailli Yahudi bir işçi, bulunduğu toprakta işgalci olduğunu bilmiyorsa geriye ülkemizdeki gibi Ülkücü İşçiler Derneği kalır. O işçiyi greve çıkaran sendika ya da İsrail Komünist Partisi varsa o da işgalcilerin ideolojik aygıtıdır. İşçiyi bu şekilde ele almak Evrensel yazarıyla Barış Yıldırım’ı aynı yerde buluşturur. Sınıf mücadelelerinin “çoğunluğu” (Negri-Hardt) içine “yanlış kişiler” dâhil olabiliyormuş, doğru, çünkü kişiler, düzenin kendilerine verdikleri alışkanlık, algı ve ideolojiyle mücadeleye katılıp zaman içinde dönüşür fakat karşı ideolojik yetiştirilmeyle.

Kişi, bir ideoloji değildir, bir çevre ve anlayış değildir, sadece geldiği ideolojik çevrenin temsilidir. Bu ifadeler de ideolojinin değil öznenin tartışılmasına neden olur. İdeoloji tartışılamıyor çünkü o zaman Filistin kurtuluş mücadelesi açıktan reddedilecek. Aksa Tufanı’nın ilk birkaç gününden sonra Hamas’ın da tartışmaya açılacak bir hareket biçimi kalmadı. O birkaç günü dillere pelesenk edenler, “nedense” ülkemizde dershane önlerinde katliam yapanları, işçi, emekçi ve öğrenciyi katledenleri, okul yakanları, Nevruz’da Deniz’in flamasını yakıp küfürler savunanları, Nâzım’ı “sadist” ilân etsin diye gazetesinde köşe açanları tek sözcükle eleştiremez.

Kürt siyaseti, bir bütün olarak Avrupa'nın yolunu açar, vekillik verir, sendika bürokratlığı bahşeder ama Hamas’ın direnişten ve kurtuluştan başka vereceği bir şey yok. Hizbullah’ın da Hamas’ın da bölgenin Marksist yapılarının da önemli insanları kendi vatanlarında katledildi. Ülkemiz solunun şefleri nerede? İngiltere, Almanya, İsveç.

O yüzden, bugün Filistin’in yükünü omzuna almış Hamas var diye uzaktan birkaç sözcük destek açıklaması yapanlar, bugün ülkemiz için de sadece belirli çevrelere karşıtlığından kaynaklı ne bugün ne de yarın emperyalizme karşı olabilirler.

Bu sol, emperyalizmin ideolojik aygıtı olmayı sorun olarak görmediğinden, işçiyi sadece aidat veren insan olarak algılayıp tanıtıyor. Halk da bu nedenle bu sola güvenmiyor.

3- İran, Siyonistleri vurmadan kara propaganda başlıyor: “Bu İran nasıl bir ülke biliyor musunuz, idam ediyor, özgürlük karşıtı” (Artı Gerçek). Donbass halkı harekete geçip de Rus desteği isteyince Rusya da ulusal güvenliğini sağlamayı öne koyunca sol medya başlıyor: “Rusya emperyalisttir, kınanmalıdır.” Siyonizme ve Neonazi taburlarına kalkan olunuyor. Suriye parçalanıyor: “Esad diktatör, onu mu savunalım.” Cihatçılara kalkan olunuyor. Hizbullah lideri katlediliyor: “Bu Şii gericiliği zaten.” Yine emperyalizme ram olunuyor.

4- Yahya Sinvar katlediliyor. Son görüntüsü verilince elindeki tahta parçası üzerinden Ekşi Sözlük’te ağza alınmayacak düzeysiz alaylar yazılıyor. Neymiş, tahta parçası Ortadoğu’nun, drone ise İsrail'in gücünün simgesiymiş. Tam tersi, o tahta parçası görüntüye direnişin, drone ise Siyonist işgalin simgesi olarak yansıdı. Bu alaylı ifadeleri yazanlar, milli mücadele üzerinden kahramanlıktan başka kahramanlık tanımayanlar.

5- Ülkemizde Türk milliyetçisi kesimler olduğu iddiası ideolojik bir çarpıtma. Hangi milliyetçi kesim diğer Türk ülkeleri üzerinden milliyetçi politika gerçekleştiriyor? En azından kültürel bir etkileşim içine giriyor. Kurgu ideolojiyi üretenler Tebriz’in yolunu bilmez. Milliyetçilikten anlaşılan soğuk savaş kurgusuysa daha vahim demektir. “Ülke İranlaşacak” diyenler, Afrikalaşmayı sorun olarak görmüyor. Bu süreçte okul ve ibadethane çevresinde alkol satışı yasağının daraltıldığını bilmiyor ki Gazi’de okulun etrafında kaç alkollü mekân ve tekel bayii olduğunu dikkatlerden kaçırıyor. Kurgu ideolojileri halkın gerçeği gibi kitlelere algılatmak, olsa olsa halk düşmanlığıdır.

Evet, yeni bir sözleşme var, o da sol için Kürt(çü)lük Sözleşmesi’dir. O sözleşmeye dâhil olup da akşama kadar “işçiiiileeer” diye bağıranlar için işçi sadece bir pazarlık ögesidir.

S. Adalı
27 Ekim 2024

Dipnotlar:
[1] Cihan Tuğal, “Filistin, İklim Değişikliği ve Seçim Olmayan Seçim”, 26 Ekim 2024, Evrensel.

[2] Barış Yıldırım, “Büyük Kötülük, Küçük Kötülük”, 13 Ekim 2023, Sendika.

26 Ekim 2024

,

Eleştirel Kontrgerilla Faaliyetleri


31 Aralık 1947 günü gecesi Palmah ismini taşıyan, Yahudi Hagana milislerine bağlı elit birlik, Filistinlilerin yaşadığı Beledü’ş Şeyh köyüne saldırdı. Evlere ateş açan milisler, erkekleri sokaklara sürükleye sürükleye çıkarttıktan sonra infaz ettiler. O gece aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu en az altmış Filistinli katledildi.

Beledü’ş Şeyh’teki bu katliam, Hayfa yakınlarında yaşayan Filistinlileri silâhlı ekiplerle kovalayan Siyonistlerin niyetini ortaya koyuyordu. Dört ay sonra Yahudilerin kurduğu İrgun ve Stern örgütlerine mensup milislerin Palmah desteğiyle gerçekleştirdiği Deyr Yasin katliamında ise en az 107 Filistinli öldürüldü. Bu katliamla birlikte Siyonist terörizminin yol açtığı korku, yeni bir zirveye ulaştı. Saldırılar neticesinde on binlerce Filistinli, evlerini terk etmek zorunda kaldı. Böylelikle Nekbe denilen süreç başladı.

İsrail, Hagana ve İrgun milislerinin 1948’de, İsrail Savunma Kuvvetleri, Mossad ve Şin Bet’in sonrasında uyguladığı yerleşimci-sömürgeci şiddetinin üzerine kurulu, bu şiddetle ayakta duran bir ülkedir. Onca katliam, Gazze’de, Lübnan’da, Suriye’de, Batı Şeria’da, Mısır’da ve Ürdün’de dökülen onca gözyaşı olmasaydı, İsrail varolamazdı.

Yahudilerin üstün olduğu fikri üzerinden uygulanan yerleşimci şiddeti, hem Siyonizmin işlediği ilk günah hem de onun işleyişinin dayandığı ana mantıktır. İsrail, İsrail İşçi Partisi lideri Yigal Allon gibi isimlerin temsil ettiği sol Siyonizmin ve sonrasında Likud partisi lideri olarak başbakanlık koltuğuna oturacak olan İrgun Milisleri komutanı Menahim Begin’in temsil ettiği sağ Siyonizmin eseridir. Siyonizmin iki kanadı da tarihi Filistin ve ötesini kapsayan planlar etrafında birleşmiştir.

İsrail’in ilk cumhurbaşkanı Hayim Vayzman, 1937’de şunu söyleyen isimdir: “Zamanla tüm ülkeye yayılacağız. […] Ülkenin taksim edilmesine yönelik hamle, önümüzdeki yirmi beş-otuz yıl için yaptığımız bir ayarlamadan ibarettir.” İlk Siyonist liderlerin hayalinde, Batı Şeria’daki Filistinlileri terörize edip İsrail ülkesi denilen Judea ve Samaria’ya kadar yerleşimler kurma niyetinde olan yerleşimcilerle yol almak vardır.

Bu, bugünün liberal Siyonistlerini rahatsız edecek bir tarihyazımı. Her şeyin ötesinde Batı Şeria’nın Siyonist yerleşimlerine açılmasına dönük pratikleri eleştiriyor. Bugün Uluslararası Adalet Divanı, kısa süre önce Batı Şeria’yı yetmiş yıldır işgal eden ve burada yerleşimler kuran İsrail’i uluslararası hukuk uyarınca suçlu, bu faaliyetlerini illegal buldu.

Onlarca yıldır liberal Siyonist yazarlar, Batı Şeria yerleşimcilerini ve onlara yardım edenleri kutsal bir ülküyü yozlaştıran kişiler olarak takdim etmeye çalıştılar. Oysa gerçekte bu kişiler, Siyonist yerleşimci sömürgeciliğin, saf, katıksız şiddetin, dayanağını kutsal kitaptan alan ırkçılığın, açgözlülüğün ve hırsızlığın, medya kanalıyla alınan eğitimler, hasbara faaliyetleri olmadan somutlaşmış ruhunu temsil ediyorlardı.

Bu yerleşimciler, Siyonist projenin niteliğini dürüstçe ortaya koyuyorlar. Birileri, bu yerleşimcileri bir sapmaymış gibi görüp münferit bir olaymış gibi sunmaya çalışıyorlar. Bu anlamda liberal Siyonist yorumcuların niyeti, bu yerleşimleri kontrollü bir şekilde imha edip İsrail’e meşruiyetini yeniden kazandırmak.

Akademisyen Sinahan, bu pratiği “eleştirel kontrgerilla faaliyeti” olarak niteliyor. Bu faaliyetin amacı, “İsrail’in yıkılışı ile oluşacak enkazın altından Filistinlileri değil, Siyonizmi kurtarmak.”

Kontrgerilla eleştirisi, farklı politik imkânları ortadan kaldırıp dili kontrol altına alma aracı. Siyonistler, makul ve kabul edilebilir İsrail eleştirilerinin ölçütlerini bizzat belirliyorlar, böylece bu eleştirinin kendi çıkarlarına hizmet etmesini sağlıyorlar. Dolayısıyla, İsrail eleştirisinin menzili kısalıyor, o makul sonuca, yani sömürgecilik karşıtı direnişe ulaşmıyor.

Akademisyen ve gazeteci Ronen Bergman, kontrgerilla eleştirmenliğinin tipik bir örneği. 1972’de Beledü’ş Şeyh’in kuzeyinde bulunan, Hayfa’ya bağlı Kiryat Bialik isimli bir mahallede dünyaya geldi. Askerlik hizmetinin ardından İsrail’in iç siyaseti üzerine yazılar yazan Bergman, bu süreçte devletin güvenlik aygıtından epey beslendi. 2018’de Rise and Kill First: The Secret History of Israel’s Targeted Assassinations [“Önce Sen Kalk ve Öldür: İsrail’in Hedef Gözeterek Gerçekleştirdiği Suikastların Gizli Tarihi”] isminde bir kitap yazdı. Mossad’ın suikast programlarının taktiksel açıdan başarılı ama politik düzlemde yanlış olduğunu söylediği kitabında, bu eylemlerin İsrail üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde duruyordu.

2018’de Bergman, New York Times yazarı oldu. Mayıs 2024’te Mazzetti ile birlikte, Batı Şeria’daki yerleşimci terörizmle ilgili o üstünkörü kaleme alınmış, yerleşimcilik pratiğini mahkûm eden altmış sayfalık araştırmasını yayımladı.

“Cezasız Kalanlar” ismini taşıyan çalışmada yazarlar, okurlarına bir yandan Batı Şeria’da yerleşimler kurmak için kırk elli yıl uğraşmış Yahudi “aşırıcılar”ın hikâyesini anlatıyorlar, bir yandan da bu yerleşimcilerin ideolojisini İsrail devletinin kalbinde gelişme imkânı bulmuş, bu ülkeye yabancı, bağnaz bir Siyonizm çeşidi olarak takdim ediyorlar.

Bu, tarafsızlıkla yürütülmüş bir araştırma değil. Bergman ve Mazzetti, elde ettikleri bulguların kendilerini yalın çıplak ortaya koymasına izin vermiyorlar, onları İsrail’i ve kökenlerini temize çıkartacak bir çerçeveye yerleştiriyorlar. Araştırma, esasen İsrail devletini yerleşimci sömürgeciliğin inşa ettiği yapıdan kopartma girişimi. Bu niyeti kitabın giriş bölümünün başlığında görmek mümkün: “Aşırıcılar İsrail’i Nasıl Ele Geçirdiler?” Bu başlıkla yazarlar, eskiden tali ve kıyıda köşede tutulan radikal bir ideolojinin zamanla İsrail’deki politik iktidarın merkezine nasıl taşındığını anlatacakları imasında bulunuyorlar. Bu temelde yazarlar, yerleşimcilerin şiddetinin İsrail’in temel değerleriyle çeliştiğini iddia ediyorlar. Hatta bir yerde, “Bu genç millet sahip olduğu demokratik ideallere ne pahasına sırtını döndü, bu dönüş neden bu kadar hızlı gerçekleşti?” diye soruyorlar. Araştırma, bir yandan da bir uyarıyı içeriyor: “Batı Şeria’da korkunç sonuçlar doğuracak Üçüncü İntifada’nın ateşi harlanıyor.” Yerleşimcileri eleştiren yazarlar, Siyonizmi itiraz edilmesi gereken bir alandan ziyade, sahada ele alınması gereken bir olgu, daimi bir politik gerçeklik olarak ele alıyorlar.

“Cezasız Kalanlar”, kontrgerilla eleştirisinin son örneği ama bu pratik yeni bir şey değil. İzlerini seksenlerde İsrail’in resmi Nekbe tarihine itiraz etmeye başlayan, Benny Morris’in başını çektiği Yeni Tarihçiler’e dek sürmek mümkün. O dönemde bu eleştiri pratiğinin amacı, bugün olduğu gibi makul bir tarih incelemesi sunmak değil, Siyonizmin meşruiyet iddiasını kökten silip atmadan, onun eleştirilebilir olduğunu göstermekti.

Tom Segev gibi Yeni Tarihçiler, Filistinlilerin İsrail’in kuruluşu sırasında fena hâlde kandırıldıklarını söylediler ama bir yandan da “kurucu babalar”ın “adaletin ve hukukun Yahudi Siyonist ve evrensel değerlerini temel alan, modern ve demokratik bir ülke kurduklarını” iddia ettiler. Mary Turfah’ın tespitiyle bu Yeni Tarihçiler hareketi, nihayetinde “kontrollü muhalefet”in bir biçimiydi.

Kontrgerilla eleştirisi de diğer türler gibi belirli klişeleri temel alıyor. Bu eleştiride, yerleşimciler ve onlara destek olan Binyamin Netanyahu ve Itamar Ben Gvir gibi isimler birer engel, kötü Siyonist olarak kurgulanıyorlar. Bu kurgu, doğalında efsanevi bir karakter olarak iyi Siyonistin varlığına işaret ediyor. İyi Siyonist, “barış süreci” ve Filistin Yönetimi eliyle kurulacak Filistin devleti fikrine bağlılar ama bu devletin ancak İsraillilerin güvenliği temin edildiği takdirde kurulmasını istiyorlar. Yalnız bu şartın net bir çerçevesi çizilmiyor.

İyi Siyonist, sağcı bir İsrail’in öldürdüğü başbakan Rabin sonrası başbakan olan Ehud Barak’a denk düşüyor. New York Times’ın dergisinde 1999 yılında çıkan “Barış. Nokta” başlıklı yazıda Barak, “teokrasi inşa etmek gibi bir hayali olan dindar İsrailliler”e karşı “ılımlı “yerleşimci liderleri” ile “barış yanlısı İsrailliler”in desteğiyle demokrasiyi güçlendirmek isteyen bir isim olarak takdim ediliyor.

İsrail’in liberal gazetesi Haaretz, 2017’de Ramallah’taki bir baskında şehit edilen Basil Arac’ın dile getirdiği “kontrgerillanın ilerici kanadı”nın parçası. İşgale, yerleşimci hareketine, Gazze kuşatmasına, Netanyahu’daki faşist eğilimlere yönelik eleştiriler yapan gazete Siyonist projeyi yıkıma sürükleyecek eğilimlere karşı ona kol kanat gerenlerin hizmetinde.

Örneğin 2013 yılında gazetenin köşe yazarlarından Ari Şavit, “yerleşimcilerin İsrail’i tarihsel yolundan çıkartıp farklı bir yola soktuğunu” söyledi. Üç yıl sonra yazdığı yazısında ise Şavit, “ilk çıkılan yolun Yahudileri çölü yeşerten bir güce, Siyon ülkesinde ve Kudüs’te özgür bir ulus olmak isteyen, kendi vatanında güçlü, mağrur ve egemen bireyler olarak yaşayan devlet kurucularına dönüştürdüğünü” söylüyordu. Makaledeki kontrgerilla eleştirisi, New Yorker yayın yönetmeni David Remnick, Amerikan liberalizminin savunucularının methiyeleriyle karşılandı. Remnick yazdığı yazıda, “Haaretz’in İsrail, Gazze ve Batı Şeria’da olan biten şeylerin ardındaki gerçeklerle eksik ve kusurlu bir biçimde de uğraştığını” söylüyordu.

ABD’de bu kontrgerilla eleştirisini en yalın ve açık şekilde dile döken isimlerden biri de Atlantic dergisinin yayın yönetmeni, eskilerin IDF’e bağlı gardiyanı Jeffrey Goldberg. En az yirmi yıldır kontrgerilla eleştirisi yapan Goldberg 2004’teki yazısında, “Siyonizmin ezilen bir halkın kurtuluş hareketi olduğunu, yerleşimcilerin bu hareketi köktenci bir teolojiye dönüştürmeye çalıştıklarını” iddia ediyordu. 2011’de yerleşimcileri “Yahudi Hamas” olmakla, “Siyonizmin sapık bir kolu”na dönüşmekle eleştirdi. İddiasına göre yerleşimcilerin görüşleri Siyonizmin kurucularının yabancı olduğu görüşlerdi, dolayısıyla “İsrail, Yahudiler ve Yahudilik için bir felâketi ifade ediyor”du.

Oysa İsrail’in asli kurucusu David Ben Gurion, bugün Goldberg’in sapıklık olarak addettiği ve yerleşimcilerle ilişkilendirdiği, toprakla alakalı aynı türden hırsları dile dökmüş bir isimdi. Gurion şunu söylüyordu: “Ürdün’ün varolma hakkı yok. […] Ürdün’ün batısındaki topraklar İsrail’e ait özerk bir bölge hâline gelmeli.”

Goldberg, “kendi katliamlarına mani olmak için Yahudilerin başvurduğu yol” olarak gördüğü Nekbe’yi savunuyor, bugün varolan Yahudi yerleşimlerinin “herkesin nekbesi” hâline geleceği uyarısında bulunuyor. Bu anlamda, “Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerin etnik temizlik anlamına gelecek iğrenç eylemlere imza attığını” söyledikten birkaç ay sonra “İsrail’in hukuken Filistinli çocukları öldürme hakkı bulunduğunu” yazan Atlantic yazarı Graeme Wood gibi düşünüyor.

Uzun zamandır New York Times’da köşe yazarlığı yapan Nick Kristof’ta da aynı türden bilişsel tutarsızlık mevcut. Haziran ayının sonlarında Kristof, “İsrail ile Filistin arasındaki barış sürecinin hızlandırılması için bizim başka insanlara ait toprakları ele geçirip işgal etmenin yanlış olduğunu kabul etmemiz gerek. Bu yanlışlığın nedeni öyle karmaşık ve ince bir dengeye ayarlanmış bir olgu değil. Dümdüz ve alenen yanlış bir şey bu” diye yazdı. Burada İsrail devletine onay vermek adına paranteze aldığı Nekbe’ye değil, Batı Şeria’nın işgaline atıfta bulunuyordu.

Eleştirel kontrgerilla faaliyetine sadece basın alanında değil, bu dili esas alan stratejiye adanmış kitapların yayımlandığı yayıncılık alanında da karşılaşıyoruz. Misal, New Republic’in yayın yönetmeni Peter Beinart’ı 2012 tarihli The Crisis of Zionism [“Siyonizmin Krizi”] kitabını ele alalım. Kitap, İsrail’in sahip olduğunu iddia ettiği demokratik ilkelerin dini yerleşimci hareketinin yozlaştırıcı etkisinden kurtarılması gerektiğini söylüyor. Bu kitap, büyük bir örgünün basit bir düğümü yalnızca. Onun yanında, Times dergisi muhabiri Isabel Kershner’in The Land of Hope and Fear: Israel’s Battle for its Inner Soul [“Umut ve Korku Ülkesi: İsrail’in İç Ruhu İçin Verdiği Mücadele” -2023] isimli kitabını, Gerşom Gorenberg’ün The Unmaking of Israel’ini [“İsrail’in Tahribi” -2011] ve Bernard Aşivay’ın The Tragedy of Zionism [“Siyonizmin Trajedisi” -1985] anmak gerekiyor. Aşivay’ın kitabı da “Emek Siyonizmi”ne ağıtlar yakıyor ve bu eski Siyonizmin aşırıcı yeni Siyonizmin eline geçtiğini söylüyor. Bu yazar da yerleşimci sömürgeciliğin mantığına bile isteye körleşiyor. Altmışlarda yazıları sebebiyle İsrail Komünist Partisi’nden ihraç edilen Siyonizm karşıtı İsrailli Moşe Mahover, Aşivay’ın kitabına ilişkin yazdığı eleştiride tam da bunu söylüyor:

“Aşivay, Emek Siyonizmi’nin önlenemeyen akışa tabi olan bir yerleşimci devleti inşa etmiş, sömürgeci bir hareket olduğunu anlayamıyor veya anlamak istemiyor. Daha önceden mülksüz kılınmış ‘yerli halk’ın mülksüzleştirme karşısında duyduğu kinle aştığı, ümitsiz saldırılar gerçekleştirdiği bir sınırı vardır. Bu sınır her daim kırılgandır, toprağa yerleşenler, kendilerini sürekli güvensiz hissederler. Bu güvensizlik hâliyle baş etmenin yegâne yolu ise sınırı ileri taşımaktır. Bu, onların alınlarına yazılmıştır bir kez. Süreç, devrimci çöküş, artık başa çıkılamayacak düzeye ulaşan harici direniş veya her ikisiyle birlikte sonlandırılmadığı takdirde o acı sona doğru ilerler. İsrail, artık Siyonizmden kopamayacak noktaya ulaşmıştır, tıpkı Pasifik’i ele geçirmeden genişleme sürecini durduramayacak olan ABD gibi.”

Siyonizmin Trajedisi’nden kırk yıl sonra Aşivay, 2024’te Harper’s için “İsrail’in İçteki Savaşı” başlıklı bir yazı yazdı. Yazıya göre İsrail, “Siyonist öncülerin inşa ettikleri laik İbrani hayatı ile dindar Siyonist yerleşimci hareketi arasında cereyan eden, İsrail’in ne tür bir ülke olacağına karar verecek, iki cepheli bir kültür savaşına tanıklık ediyor.”

Oysa aynı Siyonist öncüler, İsrail’in sınırlarının tüm tarihi Filistin’i, Batı Ürdün’ü, Güney Lübnan ve Suriye’yi ve Kuzey Mısır’ı içine aldığını düşünüyorlardı. İşte bu kontrgerilla eleştirisi, temelde günümüzde varolan yerleşimci hareketinin Siyonizme yabancı, onu yozlaştıran bir güç olmadığı, Siyonist girişimin mantıksal uzantısı olduğu gerçeğini gizliyor.

Eleştirel kontrgerilla faaliyetleri, genelde İsrail’in meşruiyet krizi yaşadığı dönemlerde yürürlüğe konuluyor. “Cezasız Kalanlar” isimli araştırma da İsrail’in uluslararası düzlemde tutunduğu iplerin kopmaya başladığı, Filistin direnişine yönelik dünya genelinde ortaya konulan desteğin günbegün arttığı, İsrail’in İran, Lübnan, Yemen, Irak, Batı Şeria ve Gazze’deki müttefik güçlerle gerçekleşecek savaşa koşar adım ilerlediği, kırılganlığının iyice arttığı bir momentte yayımlandı. (Bu arada şu gerçek unutulmasın: Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı rejim de bir yanıyla birçok farklı cephede savaşa girdiği için yıkılmıştı.)

Kontrgerilla eleştirisi, İkinci İntifada esnasında da artmıştı. Barış sürecinin sonlandığı, Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini yitirmeye başladığı, Hamas’ın silâhlı mücadeleye bağlılığını muhafaza edip direnişin öncü partisi hâline geldiği koşullarda bu tür eleştiriler daha fazla dile döküldü.

2002’de kaleme alınan “İmkânsız İşgal” yazısı, İsrail silâhlı kuvvetlerinin Batı Şeria’ya saldırı gerçekleştirdiği günlerde yazıldı. Yazı, elit İsrail komandolarından oluşan bir birliği ele alıyordu. Ordunun itibarını yeniden sağlama girişimi olarak yazı, orduyu katı kuralların ve ahlaki ilkelerin güdümündeki bir yapı olarak takdim ediyor, işgale ahlak veya hukuk temelinde değil de İsrail’in çözemeyeceği çok sayıda soruna yol açtığı iddiası üzerinden karşı çıkıyordu. Yazara göre, “İsrail’i düşman olarak gören geniş bir hasım kitle” meydana gelmişti.

Kırk yıldır New York Times’ın Ortadoğu konusunda ağzına baktığı isim olan Thomas Friedman da bu dönemde Siyonist projeyle yerleşimciler arasına kama sokmaya çalışıyordu. İkinci İntifada’nın hemen ardından kaleme aldığı “İsrail’in Merkezindeki İsyan” başlıklı yazı, İsrail’in gelecekte aşırıcı yerleşimciler yüzünden yüzleşeceği tehlikeye işaret ediyordu. Friedman yazıda yerleşimcileri, “Yahudi faşizmi ile binyılcılığından oluşan öldürücü zehrin taşıyıcıları” olarak tanımlıyordu.

New York Times Magazine için tam da İntifada’nın yoğunluğunun zirvede olduğu dönemde yazılan “Yerleşmeyenler” isimli yazı da Bergman ve Mazzetti gibi yanlış bir ikiliği temel alıyor. Bu anlayış, aşırıcı yerleşimcilerle onlara hükmetmeye çalışan erdemli Siyonistler arasında karşıtlık olduğu iddiasını temel alıyor. Burada da Nekbe, mevcuttaki yerleşimci hareketiyle karşı karşıya getiriliyor:

“Devleti kuran laik Siyonistler, dünya üzerindeki Yahudiler için sığınılacak bir yer inşa etme hayalı kuruyorlardı. Bir tür karakol olarak iş gören yerleşimlerdeki kişilerse meseleyi tümüyle farklı ele alıyorlar. Onlar, kutsal kitapta geçen ve daha büyük olan İsrail isimli yurda odaklanıyorlar.”

Oysa bu ve benzeri iddialar, bizatihi, BM’nin 1947’de onayladığı taksim planı sonrası “ülkemizin yarısını, Judea ve Samaria’yı kaybettik” diye ağıt yakan Ben Gurion’un sözleriyle çelişiyor.

2000’lerin başında ve bugün geliştirilen kontrgerilla eleştirisinin en önemli özelliği, Filistinlilerin görüşlerine yer vermemesi. Filistinlere sadece mağduriyetleri kılıfı altında konuşmalarına, o da ara sıra izin veriliyor.

Siyonizme yönelik en sert ve en tehlikeli eleştirileri yapan Basil Arac veya Rıfat Alarir gibi isimlerin yazılarına ne New York Times ne de Atlantic yer verir. Bu kişiler ya katledilirler ya da hapse atılırlar. Bu tür yayınlarda Filistinliler, kendilerine ancak ve sadece Siyonizmle ilişkisi dâhilinde, İsrail toplumunun ruhuna dair bir barometre olarak yer bulurlar. Ölümlere yol açan işgal devam eder, İsrail’in ırkçı devlet aygıtı yerinde kalır, tüm bunlar olurken, kimse İsrail’in dindar yobazlarını görmez. Bunların Filistinlilere işkence etmesine, ızdırap vermesine, mallarını çalmasına, Filistin halkında psikolojik travmaya yol açmasına kimse bakmaz, sadece İsrail’i kötü gösteriyor oluşuyla ilgilenilir.

Edward Said’in 1984 tarihli klasikleşmiş çalışması “Anlatma İzni”, bize meseleleri belirli bir çerçeveye oturtmanın olguların kendisinden daha önemli olduğunu söyler. Said’in de dediği gibi, “olgular kendi başlarına konuşmazlar, onları sindirmek, sürdürmek ve dağıtıma sokmak için toplumun kabul edeceği bir hikâyeye ihtiyaç vardır.” Bu anlamda, dilin ve hikâye anlatımı pratiğinin kontrolü en nihayetinde kontrgerilla eleştirisinin hedefidir. Bu eleştiri pratiği, derimizi yüze, gözlerimizi yuvalarından dışarı fırlatan, kanımızı harrlayan olguları makul düzeyde sunmaya, kabul edilebilir sonuçlar üzerinden o olguları kısıtlamaya çalışır.

Bu kısıtlı ve dar lügat, tüm liberal dergilere, yayınevlerine ve gazetelere hâkim olur. İsrail’in soykırım üzerine kurulu statükosunu sürdürmesinde önemli bir rol oynayan siyasetçilerin dilinde aynı lügate rastlarız.

Amerika’nın en güçlü siyasetçilerinden olan Chuck Schumer, Mart ayında Netanyahu’nun görevden alınması çağrısında bulundu. Yaptığı konuşma, tümüyle kontrgerilla teknikleri üzerine kuruluydu: Kongre üyesi Schumer konuşmasında, Gazze’de kitlelerin çektiği çileyi kabul ediyor, Batı Şeria’da yerleşimcilerin uyguladığı şiddeti eleştiriyor, ama bir yandan da bu şiddeti önemli bir dönüm noktası olarak değerlendiren Schumer, söz konusu şiddetin, Siyonizmin bir suçu değil de İsrail toplumunun sağa kayışına dair bir uyarı olduğunu söylüyordu.

Schumer gibi isimlere göre, “Holokost’un küllerinde doğup çölde Yahudi halkının gelişip serpilmesini sağlayan Siyonizm”in bugün “sağcı yobazlar”ın ve “aşırıcı yerleşimciler”in tehdidi altında. Üstelik bu tehdide bir de İsrail’in uzun vadede sağlıklı yaşaması önündeki en büyük engel olan, “o zar zor kazanılmış sığınakta yaşayan Yahudileri kovma ve öldürme ihtimali bulunan düşmanların yol açtığı tehdit” eşlik ediyor.

Kontrgerilla eleştirisinin inşa ettiği dil, siyasete hâkim oldu. Schumer, konuşmasının üzerinden iki ay bile geçmeden, kamuoyundan gelen eleştirilere rağmen, Netanyahu’yu kongreye davet etti. Herkes, bu daveti bölgede savaşın tırmandırılması kararına verilmiş bir onay olarak yorumladı.

Aynı yerleşimci-sömürgeci yapılar varlıklarını muhafaza ediyorlar, doğuya doğru bombalar yağdırılıyor, İsrail o ölüm yürüyüşüne devam ediyor, buna karşın, iktidar kurumlarının koridorlarında ve basında İsrail’i günahlarından arındırıp kurtarmak için gerekli yolu açan sakat bir ideoloji inşa ediliyor.

Harry Zehner
3 Eylül 2024
Kaynak