24 Kasım 2018

, ,

Brezilya, Faşizm ve Liberalizmin Sol Kanadı


28 Ekim Pazar günü yapılan başkanlık seçimi yarışında Jair Bolsonaro’nun elde ettiği zafer ile dünya genelinde radikal sağın yeniden canlanma imkânı bulduğu gerçeğini artık kimse inkâr edemez. Bolsonaro, politik olarak baskıcı ve kültürel olarak tahammülsüz bu hareketin çirkin bir temsilcisi. Bugün burjuva basınında şu soru soruluyor: Seçmenleri böyle bir insana oy vermeye ikna eden psikolojik rahatsızlık nedir?

Böylesi bir çerçeve, radikal sağdaki yeniden canlanmayı demokrasinin temel kusurunun, yani seçmenlerin bir sonucu olarak görüp, "anlaşılamaz" diye niteliyor. Başarısızlıkların tekrarındaki suç, aşağı doğru tekrar dağıtılıyor. Çünkü Bolsonaro, politik olarak baskıcı ve kültürel olarak tahammülsüz olduğuna göre, seçmenler de politik olarak baskıcı ve kültürel olarak tahammülsüz olmak zorunda. Çünkü Bolsonaro, bir cinsiyetçi zorba ve homofobik olduğuna göre, seçmenler de cinsiyetçi zorbalar ve homofobik olmak zorunda.

Bolsonaro’nun yükselişine dair açıklamalarda eksik kalan, son on yılda Brezilya’nın ülke tarihinde gördüğü en kötü ekonomik durgunluğu[1] yaşadığı gerçeğidir (Bkz: Aşağıdaki tablo). 14 milyon eski çalışan ve çalışma çağında Brezilyalı, şuan işsiz. Birleşik Devletler’de ve Avrupa periferisinde 2008’den sonra tanık olunduğu üzere, Brezilya’nın egemen sınıfının daha zengin ve politik olarak daha güçlü hâle getirildiği koşullara liberaller, kemer sıkma politikası ile cevap verdiler.

Tablo: Brezilya, 2008’de dünyanın geri kalan çoğu ülkesi ile birlikte küresel mali krizde durgunluğa girdi. 2012’de ülke tarihindeki en kötü ekonomik düşüşe dönüşen durgunluğa tekrar girildi. Liberaller, bu gelişmeye Wall Street ve IMF’nin de desteğiyle, on yıl yürürlükte kalan kemer sıkma siyasetiyle cevap verdiler. Kaynak: St. Louis Federal Rezervi.

2014’ten bu yana, Brezilya’nın kamu borcunun/GSYİH oranı %20’den %70’e tırmanması IMF’i kaygılandırdı.[2] Ama bu tırmanışın büyük kısmının IMF ve Wall Street tarafından himaye edilen ekonomik kemer sıkma siyasetine bağlı olarak düşen GSYİH’ten geldiğinden kimse bahsetmedi. On yıl yürürlükte kalan kemer sıkma siyaseti yüzünden liberal cumhurbaşkanı Dilma Rousseff, 2016’da Wall Street darbesi olarak adlandırılabilecek bir gelişme dâhilinde, görevden ayrıldı. Muhtemelen Bolsonaro, Wall Street’e alınan kredileri nereye koyacağını söyleyecektir.

Birleşik Devletler’de 1990’larda finansın ve ticaretin serbestîleştirilmesinin politik hesapların sonucu olduğunu herkes bilir. Bu, bahsedilen serbestîleştirme siyasetini cumhuriyetçiler de demokratlar da uyguladılar, bu da politik hesapların belirli ekonomik çıkarlara hizmet ettiğini ortaya koyuyor. Bu çıkarların, onların istediklerine göre biçimlendiğinin ve ekonominin o çıkarlar üzerinden battığının bir önemi yok. Eğer ekonomik sorunlar, politik hesaplardan kaynaklanıyorsa, demek ki o sorunların çözümü de politiktir, o hâlde daha iyi liderler seçilmelidir. Sorunların oluşumuna ekonomik çıkarlar sebep oluyorsa, o vakit tek çözüm yolu, ekonomik ilişkilerin örgütlenme tarzını değiştirmektir.

1928-1932 arası dönemde Almanya’nın endüstriyel üretimi %58 düştü. 1933 itibarıyla altı milyon eski Alman çalışan dileniyor, çöpleri eşeleyerek satacak eşya arıyordu. Liberaller (Sosyalist Parti) bu gelişmeye yetersiz önlemlerle ve kemer sıkma politikası ile cevap verdiler. Liberal çerçeve dâhilinde bunalım, politik alanda baş edilmesi gereken bir politik sorun olarak ele alındı. Mevcut siyaset alanında orta yolcu uyum anlayışı, mevcut sahayı belirledi. Adolf Hitler, Büyük Bunalım’ın dibe vurduğu noktada, 1933’te Almanya Şansölyesi olarak atandı.

Brezilya’da 2000’lerin başında Luiz Inácio Lula da Silva, daha iyi bilinen ismi ile Lula, 20 milyon Brezilyalıyı yoksulluktan kurtaracak bir solcu programı yürürlüğe koydu. Kamu borcu, kemer sıkma politikasının uygulanmasını dayatmak için kullanılmadan önce, 2008’de Wall Street tarafından çökertildikten sonra, Brezilya ekonomisi kısa sürede sağlığına kavuştu. Dilma Rousseff ise egemenlere teslim oldu ve Brezilya, tekrar durgunluğa girdi. Rousseff, 2016’da görevden alındı. Wall Street ve IMF himayesinde[3] kemer sıkma politikası ile kuşatılmış olan ve seçimle işbaşına gelecek her türden liberal hükümet, aynı akıbetle karşılaşacaktı.

İtalya’da ise, 1920’lerde, Birinci Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan borçların geri ödenmesi, faşist lider Benito Mussolini’nin yükselişinden önce uygulanan kemer sıkma politikasına ve durgunluğa yol açtı. Almanya’da, savaş tazminatlarının ödenmesi ve endüstriyel borçların geri ödenmesi, Weimar hükümetinin Büyük Bunalım’a cevap verme yeteneğini sınırladı. 1920’lerde endüstriye dayalı ekonomilerin finansallaşmasını kolaylaştıran liberal hükümetler, takip eden kapitalist krizde alacak tahsildarı olarak hizmet etmekten başka bir işe yaramadılar.

2008’den beri, alabildiğine dengesiz olan ticari ilişkilerle birlikte AB’nin finansal yapısı, Avrupa periferisi için on yıllık kemer sıkma, durgunluğa ve bunalıma sebep oldu. Birleşik Devletler’de, 2009’a gelindiğinde Wall Street, kemer sıkma politikasını dayattı, finansal istikrar adına sosyal güvenlikte ve sağlık sigortasında zorunlu olarak kesintiye gidildi. 40 yıllık finansallaştırılmış neoliberal politikaların yükü, kesinlikle eşit olarak paylaşılmadı. İçeride ve dışarıda işleyen sınıfsal ilişkiler, en çok, hızlı büyüme ve imkânlarının dar bir çerçevede dağıtılırken, iflasların daha geniş bir kesimce omuzlandığı koşullarda kendilerini açık ettiler.

“Faşizm tehdidini ortadan kaldıracağız” gibi bir iddiada bulunuyorlar, ama şu bilinmeli:

Faşizmi faşistlerle izah eden mantığın arkasındaki önermeler, tümüyle liberalizme aittirler. Burada bir açıklamadan çok, tarif söz konusudur.

Liberalizm, belirli ontolojik varsayımlardan hareket eder. Bu tümüyle zamanı esas alan çerçevede az da olsa toplumu gören bir mantık söz konusudur: Sonuçta liberaller, “faşistler varsa, faşizm neden olmasın?” diye düşünürler. Faşistlerle mi yoksa faşizmle mi mücadele edileceği meselesi, bu soruya verilecek cevaba bağlıdır. Özcü bakış açısı şunu söyler: Faşistleri faşist yapan, sahip oldukları özellikleridir. Bilimsel ırkçılık, işte bu görüşe yaslanır. Faşist ırk teorisinin temelini de bu görüş teşkil eder.

“Faşizme eğilimi olan halkı istismar eden diktatör” teorisi özcüdür, zira, kavrayışın tümüyle psikoloji, genetik gibi yapısal meselelerden kaynaklandığını düşünür. Son dönemde liberal solcu yorum, faşistlerin doğuştan faşist olduğuna veya her şekilde faşizme yatkın olduğuna dair özcü görüşe eğilim göstermektedir. Faşizm yanlısı olmayanları da bu çerçevede eşitlemek, düşüncesizliktir. Madem “zavallılar”[4] bu şekilde doğdular, o vakit neoliberalizmin kırk yılını temize çıkartabiliriz.

Faşizmin ne olduğu ve yirminci yüzyılda görülen Avrupa faşizminin günümüze nasıl bağlandığı sorusu, liberal bir yaklaşımla cevaplanamaz. Tüm dünya genelinde radikal sağın yaşadığı yükseliş ve düşüş, her daim kesintilerle maluldür. Tarihsel süreçte bu türden yükselişler ve düşüşler, asimetrik ekonomik güce dair merkez/çevre modeli dâhilinde, dünya kapitalizminin gelişimine bağlıdırlar. Finansal kriz süreci kesintiye uğrayana dek merkezden gelen finansal akış, ekonomik genişleme sürecini hızlandırmaktadır. Bu noktada çevre ülkelerdeki hükümetler, ekonomilerinin çöktüğü koşullarda, borçların yeniden ödeneceği süreci yönetmek zorunda kalırlar.

Tüm dünya genelinde borçlar, farklı ideolojilerden beslenen politik partileri birbirlerine yakınlaşmaya zorladı. Avrupa’daki merkez sol partiler, ideolojileri tersini önerdiklerinde dahi kemer sıkma politikalarını dayattılar. 2015’te, Yunan Syriza partisi içerisinde kendisini Marksist olarak tanımlayanlar, Almanya’nın önderlik ettiği AB’de etkin olan, kredi kuruluşları tarafından talep edilen özelleştirme ve kemer sıkma politikalarına boyun eğdiler. Lenin bile Ekim Devrimi’ni takip eden aylarda, Rusya adına Wall Street’teki kredi kuruluşlarıyla görüşmüştü. Politik bağlamda aşağıdan, kitlelerden kaynaklanacak bir çözüm önermek gerekirse bu, kendi sözlerinin eri olan liderler ve partiler seçmek olacaktır.

Pratikte ana sorunun sebebi, kredi kuruluşlarının ellerindeki güçtür. Borçlarını reddeden borçlular, sermaye piyasalarından tasfiye edilmektedirler. Ödemede kabul gören para yaratma gücü, aynı zamanda kredi veren merkez ülkelere ait bir imtiyazdır. Borcun yönetilemediği durumda kapitalist genişleme, yakın ve derin bir kıtlık üreten bir bağımlılık yaratır. Borç, gelirleri belirli bir gruba teslim edilebilen, başkasına geri ödemeyi yükümlülük olarak dayatan bir silâhtır. Örneğin IMF’in 2015’te Birleşik Devletler destekli darbeyi desteklemek için Ukrayna’ya bile bile ödenemeyecek borçlar vermesinde ABD önemli bir rol oynamıştır.

Faşist ırkçı tasnif, mevcut kapitalist sınıf ilişkileriyle benzerliğe sahiptir. Mültecilik statüsü, ırk ve cinsiyet, ekonomik sömürünün toplumsal düzeyde hangi sınıfları etkileyeceğini tanımlama noktasında önemli kavramlardır. Irk icat edilip, Siyahların sömürüsünü doğallaştırmak adına, köleliğin İngiliz-Amerikan dünyasındaki karşılıkları bağlamında, on yıllarca kullanılmış bir olgudur.[5] Cinsiyet farkı, kapitalist batıda kadınlar nezdinde ücretsiz emekten ücretli emeğe doğru yaşanan evrim süreciyle alakalı bir meseledir. Irkın, cinsiyetin, göçmenlik statüsünün sömürüye yol açtığını ileri sürenler, esasen zamansal sıralamayı yanlış anlamaktadırlar. O sınıflar, sahip oldukları o özel statüler izah edilmezden önce zaten sömürülüyorlardı.

Tabii burada, kapitalist sınıfsal ilişki biçimlerinin faşist ırkçı tasnifi tümden açıkladığı iddia edilmiyor. Fakat şunu görmek lazım: ırkçı tasnifi “donduran”, dolayısıyla onu basite indirgeyen ontolojik önerme, kapitalizm için çok önemlidir. Aşağıda da dile getirildiği biçimiyle, Nazi bilim insanları ve mühendisleri kılığında ABD’ye getirilen eğitimli Alman burjuvalar, Nazilere has ırkçı tasnifi, İkinci Dünya Savaşı ardından uzun süredir aykırı kabul edilen bir anlayış üzerinden, makul görülmesini sağlamışlardır. Başka bir ifadeyle, ırklarla alakalı ucube karikatürleri makul bulan, sadece ayaktakımı değildi. Peki bunun sebebi neydi?

1910'larda Birinci Dünya Savaşı konusunda zaten şüphede olan kamuoyundan destek alabilmek için Başkan Wilson’a yardım eden Edward Bernays, bu konuda yürütülen propagandayı geliştirip arıttı. Bu propaganda, Amerikan hükümeti ve kapitalist reklâm şirketleri tarafından o zamandan beri kullanılıyor. Buradaki fikir, halkı o ileri sürülen arzu ve isteklere bağlı olarak hareket ettirmek için psikolojiyi kelime ve imgelerle bütünleştirmekti.

Propagandanın eylemsel çerçevesi, araçsaldır: o, temelde insanların belirlenmesi noktasında zerre katkıları bulunmayan amaca ulaşmak için kullanılmalarını sağlar. Politik bakış açısı diktatörlere de hizmet edebilir, hayırseverlere de. Propaganda, oldum olası Amerikan hükümeti tarafından kullanıla geldi. İtalyan ve Alman faşistler de iktidara gelmeden önce bu türden yöntemlere başvurdular.

Birinci Dünya Savaşı’ndan beri ABD’de ticari propaganda, her yerde her şekilde kullanılmıştır. Reklâm firmaları, psikolojik baskının özgür seçimi kapitalizmden söküp atma ihtimaline zerre aldırış etmeksizin, reklâm kampanyalarında psikologları görevlendirirler. Siyasi ve ticari propaganda arasındaki fark yöntem değil, niyetle ilgilidir. Propagandanın yukarıda da bahsini ettiğimiz Woodrow Wilson örneğinde kullanım biçimi gayet öğreticidir: büyük ve sesi gür çıkan savaş karşıtı hareketin, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişine karşı çıkma noktasında gayet meşru sebepleri vardı. Bernays ve Wilson, bu aşamada siyasi muhaliflerin sesini kısmayı amaçladı.

İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip ABD, 1.600 Nazi bilim insanı ve mühendisini aileleriyle birlikte Ataç Operasyonu[6] adlı program vasıtasıyla Savunma Bakanlığı’nda ve Amerikan sanayinde çalışmaları için getirdi. Büyük bir kısmı da adanmış ve hevesli birer Nazi idi. Raporlara göre bazıları savaş suçlusuydu. Nazizmin akıldışı bir politika olduğunu ileri süren liberal/neoliberal iddiayla çelişen bir gelişme dâhilinde Nazi bilim insanları, askerî üretime sorunsuzca uyum gösterdiler. Nazi olmakla bilim insanı olmak arasında bariz bir çelişki mevzubahis değildi çünkü.

Kendilerini davaya adamış birer Nazi olan kişilerin, bir yandan da bilim insanı olmaları değildi mesele. Nazilere ait savaş mekanizmasını, bilim ve teknoloji yaratmıştı. Nazi toplama kamplarının oluşturulduğu ve işletildiği sürecin ayrılmaz parçasıydı o bilim ve teknoloji. Amerika’da geliştirilen ırk ıslahı “bilim”i, öjeniydi, Nazi ırk teorisinin temelini teşkil eden. Bilim ve teknoloji, Nazizmin işlevsel çekirdeğini oluşturdu. Ataç Operasyonu’yla ülkeye getirilmiş olan Nazi bilim insanları ve mühendisler, savaş sonrası Amerikan askeri hâkimiyetine büyük katkıda bulundular.

Nazizm, antik çağlara dek uzanan, zaferlerle dolu geçmişe dair romantik mitlerle burjuvazinin üstlendiği endüstrileşme ve ileriye dönük modernite pratiği arasındaki gerilimi tüm boyutlarıyla örgütledi. Eskiden beri analizlerinin odak noktasına bu mitolojiyi alan liberaller ve neoliberaller ise onun aklın irrasyonel tarzı olduğunu söylediler hep. Oysa şu husus gözden kaçırılmaktaydı: Nazizm, eğer endüstriyel güç için gerekli olan bilim ve teknoloji üzerine kurulu o burjuva temele sahip olmuş olmasaydı, Almanya sınırlarını aşamazdı. Dolayısıyla faşizm denilen kapsamlı projeyi liberalizme ait ontolojik ve idari önermeler bağlamına yerleştirmek şart.

Bu tespitin liberalizmle faşizm arasında büyük farklılık olduğunu söyleyen teorisyenleri fazlasıyla rahatsız edeceğine hiç şüphe yok. Bolsonaro, kemer sıkma politikalarını dayatmanın yanında, adaletten yoksun bir barışı sürdürme imkânı da buldu diyelim, o noktada IMF ve Wall Street, onun yüzüne pis pis sırıtıp daha fazlasını isteyecektir. Amerikalı patronların çıkarları Brezilya’yı çoktan kuşattı zaten.[7] O patronlar, kendilerine mahkûm olan tüketicilerin, yürürlüğe konulacak mülkiyet haklarının ve esnek işgücünün kârdan başka bir anlama sahip olmadıklarını gayet iyi biliyorlar. 

Peki tüm bunlar yaşanırken, Obama’nın bataklıktan kurtardığı Wall Street, Brezilya, İspanya, Yunanistan ve Portekiz halklarını ezip onları oligarkların aldıkları borçları ödemeye mecbur ederken, o liberaller nerelerdeydi?

Şurası bilinsin: Liberalizm, kapitalizmle faşizm arasındaki bağdır ve asla faşizmin antitezi değildir.

Uzun zaman önce Marx’a sırtını dönmüş olan Amerikan solu, liberalizmin dünyevi mantığı denilen o çölde yitip gitti. Dolayısıyla şu görülmeli: faşistlerle mücadele etmenin yegâne yolu, faşizm tehdidine son vermektir. Bu da Wall Street’le ve Batı kapitalizminin aslî kurumlarıyla dövüşmeyi gerekli kılar.

Rob Urie
29 Ekim 2018
Kaynak

Dipnotlar

[1] Brazil’s Lost Decade, Denverpost.

[2] Desmond Lachman, “Markets, IMF Send Brazil Clear Message: Reform Your Country”, Hill.

[3] “IMF Executive Board Concludes 2018 Article IV Consultation with Brazil”, IMF.

[4] Yazar “Deplorables” kelimesiyle, Hillary Clinton’ın seçim yarışında Trump destekçilerinin yarısı için kullandığı “basket of deplorables” (zavallılar toplamı) tabirine gönderme yapmaktadır. Clinton, daha sonra bu söz nedeni ile özür diledi, ancak Trump, bu sözden faydalanmayı bildi, hatta destekçileri, üzerinde Deplorables yazan tişörtlerle seçim çalışmalarına devam ettiler. Şimdilerde Steve Bannon gibi tipler (Bkz.: İştirakî dergisi sayı 12, s.14) bu tabirin ekmeğini yemeye devam etmektedirler. Bannon’ın planladığı yeni finans aracı, Clinton’a gönderme yapılarak “deplorables coin” (zavallıların akçesi) adıyla anılmaya başlandı. [Gian Volpicelli, “Steve Bannon is Creating a ‘Deplorables’ Cryptocurrency to Boost Global Populism”, 25 Temmuz 2018, Wired. ABD’de aşağılama-mağduriyet çarkı, Türkiye’dekine benzer dönmektedir. Demokratlar (“Türkiye’de sosyal demokratlar” diyelim) aşağılar, muhafazakârlar kucaklar. -çn.

[5] “The Invention of Race”, WNYC.

[6] “Operation Paperclip”, Wikipedia.

[7] Zaid Jilani, Lee Fang, “Bullish Opportunity For Us”, Intercept.

23 Kasım 2018

, ,

İki Yılın Ardından Fidel Castro: Ahlâk ve Bilim Ayrıştırılamaz


Fidel Castro, iki yıl önce, 25 Kasım günü vefat etti. ABD’li liberaller, Castro’yu okusalar Trump’ın hiç ilginçliği kalmaz aslında. ABD; üzerine bal dökülmüş ama içi küf fikirlerden çekiyor ne çekiyorsa. Fidel’deki o ayrıksı ama aslında gayet kadim olan o vizyonu kimse anlamıyor.

Onun peşine düşmek, çok kıymetli bir iş. Asıl meseleyse şu: o vizyona vakıf olmak için düşünmek gerek. Felsefî açıdan her daim bekleyip durduğunuz şeye kıyasla başka bir şeyi düşünmek daha kolay geliyorsa, o şeyin peşine düşmezsiniz.

Ne var ki felsefe asla lüks değil. Her gün geliştirdiğiniz düşünceler, ona tabi. “İnsan olmak ne demek?” gibi sorulara cevaben geliştirdiğiniz felsefî anlayışlar yön veriyor gündelik tercihlerinize. Bu, analitik bilim felsefesinde zaten bilinen bir şey. Öğrenileceği yer de Marx’ın ta kendisi.

Küba’yı sevenler bile okumaz Fidel’i. Alıp götürürler öğrencileri ve Küba’nın “kültür”ünü gösterirler. Ama fikirleri kulak arkası ederler. İşin tuhaf yanı şu ki Küba’yı dogmatik olmakla suçlayan kimi akademisyenler, bu ülkenin felsefî temellerini önemsemezler. Soru sormamalarının sebebi, bilmeleri gereken bir şeylerin olduğunu düşünmüyor olmalarıdır.

Onlarda bahsi geçen türden temeller mevcut değildir. Liberal felsefî dünya görüşlerine kimsenin muhalefet edemeyeceklerini söyleyecek kadar açık fikirlidirler. Oysa bu, kimsenin kabul etmediği, düşünceye en fazla zarar veren dogmatizm biçimlerinden biridir.

Küba’ya ilk geldiğim günlerde Fidel’e atfedilen bir sözü gördüm, duvara yazılmış hâlde: Al valor no le faltara la inteligencia, a la inteligencia no le faltara el valor. [Akıl değerden, değer de akıldan mahrum olmayacak] O an anladım, bu toplumun, bu devrimin felsefî liberalizmden uzaklaştığını açık bir dille ifade ettiğini: o liberalizm, Kuzey’deki Marksistlere, Aristoculara, anarşistlere, kuir teorisyenlerine ve feministlere hâkim olan ideoloji.

Fidel’in cümlesi, şunu ifade ediyor özünde: hem akıllı hem kötü olamazsınız; iyi olmayı başarırsanız, başkaları için iyi niyetle hareket etmeyi bilirseniz, yani sadece iyi niyetliymiş gibi görünmekle yetinmezseniz, o vakit siz akıllı da olmalısınız, bunun sebebi de aradaki illiyet temelli, karşılıklı bağımlılık ilişkisini gereğince idrak etmiş olmanızdır.

Ahlâk ve bilim ayrıştırılamaz.

Avrupalı felsefeciler, aklı ahlâktan ayırdılar. Gerçek/değer ayrımı üzerinde durdular ve değerle ilgili gerçekleri (veya bilgiyi) inkâr ettiler. Değer denilen sahada hiçbir gerçeklik yoktu, sadece “mitler ve kurgular” vardı.

Ne istiyorsanız isteyin, aklen ve fikren gelişip serpilebilirsiniz. Hem küresel adaletten hem etikten bahsedebilir hem de tutkularınızın esiri olarak yaşayabilirsiniz. Kimse aradaki çelişkiyi fark etmez bile.

“Düşünmek bir şey, yaşamak başka bir şeydir.” İşte bu görüştür hâlâ hâkim olan. Kübalı felsefeci Ernesto Limia’nın sözünü ettiği enternasyonal soldaki etkisizliğin izahını işte bu görüşte bulmak mümkündür. Bence Ernesto haklı.

Avrupa ve Kuzey Amerika’nın dışına çıkıp fikirler dünyasına baktığımızda, Fidel’in geliştirdiği görüşün daha hassas ve esasında daha yaygın olduğunu görürüz. Bu görüşe göre, insanın nasıl yaşadığı ile nasıl düşündüğü karşılıklı olarak birbirine bağlı iki meseledir. Eğer aklen ve fikren gelişip serpilmek istiyorsam, başkalarına hizmet etmeliyim. İlliyet temelli karşılıklı bağımlılık ilişkisine dair farkındalığımı artırmalıyım.

Bunun radikal bir yaklaşım olduğu açık ama Avrupa liberalizminin verdiği kadar zarara yol açmayacağı ortada.

Gerçeği bilmek suretiyle (bilim) insanlar olarak nasıl daha iyi yaşayacağımızı da biliriz (ahlâk). Bilime vakıf olduğumuzda, nedene ve sonuca da vakıf oluruz. İlliyet temelli, karşılıklı bağımlılık ilişkisini, yani doğanın kanunlarını biliriz. Kendi çıkarımı bilmenin başkalarının refahına, esenliğine muhtaç olduğunu görürüm. Bana, başkaları için iyi niyetli amellerde bulunmak fayda sağlayacaktır, bunu bilirim. Birilerine zarar verdiğimde ilkin ben acı çekerim. İşte neden-sonuç. İşte bilim...

Bu kadim bir görüş. Küba, o görüşe bağlılığını ispatladı. Zaten yeterince ortada olan enternasyonalizm geçmişini herkes biliyor. Brezilya’nın başına geçen Bolsonaro’nun bugünlerde Kübalı doktorlarla ilgili söylediği yalanların bir karşılığı yok.[1] Ama asıl meseleyi gene burada aramak lazım: beklemekte olduğumuz şeye inanmıyoruz aslında. Küba’nın enternasyonalizmini bilmeyen yok. Ama onun gerekçelerini inkâr eden liberalizme uymadığı için o enternasyonalizme kimse inanmıyor.

Küba, uzun süredir enternasyonalist ve bu enternasyonalizmi gayet yalın bir dille izah ediyor. Sebep-sonuç, karşılıklı bağımlılık, doğa kanunları. Fidel’in neredeyse her sözünde ve her yazısında dile getirdiği bir şey, enternasyonalizm.

Küba’nın Angola’da oynadığı rol, buna örnek. İngiliz tarihçi Richard Gott, bu epey maliyetli olan misyonu “bencilliğin zerresini içermeyen bir faaliyet” olarak niteliyor. Küba, ırk ayrımcısı Güney Afrika’yı mağlup etmek adına bölgeye 300.000 gönüllü gönderiyor, bunların iki binden fazlası ölüyor. Irk ayrımcılığına karşı mücadelede ölenlerin anısına Pretoria’da dikilmiş bir “isimler duvarı” var. Orada birçok Kübalının ismi kazılı. Başka bir ülkeden herhangi bir isme rastlanmıyor.[2]

ABD, Küba’nın Sovyetler’e bağlı bir vekil güç olarak hareket ettiğini söyledi ama kendi istihbaratı, “Castro’nun ülkesini Sovyet disiplinine ve güdümüne tabi kılmak gibi bir niyeti olmadığından” bahsediyordu. Eski dışişleri bakanı Henry Kissinger, 25 yıl önce kaleme aldığı hatıratında şunu yazmıştı: “Castro, o dönemde iktidarda olan, muhtemelen tek gerçek devrimci liderdi.”

Bugün hâlâ etkili olan düşünce yapısı devrimciydi. Bolsonaro, Küba’nın yürürlüğe soktuğu doktor programının Küba’yı zenginleştirmek için kullanıldığını iddia etti. Onun bunu söylemesine şaşırmamak gerek. Asıl şaşırtıcı olan, birilerinin bu söze inanması.

Fikir için değil de başka şeyler için yüzünü Güney’e çevirenlerden başka bir şey beklenemez zaten. Castro’nun 1999’da Hugo Chávez’in seçimi kazanması ardından Karakas’ta söylediği gibi:

“Onlar akıllı bombalar icat ettiler, bizse daha güçlü bir şey, insanların düşünüp hissedebilecekleri bir fikir icat ettik.”

Bu radikal bir görüş değil, birçok gelenekte, ta bin yıl öncesinde bile rastladığımız bir görüş aslında. Öyle olduğunu anladığımızda, liberal dogmatizme dair şüphemiz de bir miktar artacaktır. O liberalizmin varolduğunu kabul edip, ona pratikte meydan okumak ileriye doğru atılmış bir adım olacaktır. Ve Fidel Castro, bu işe başlamak, o yola koyulmak için iyi bir başlangıç noktasıdır.

Susan Babbitt
22 Kasım 2018
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Minoska Cadalso Navarro, “Perdón a mis niños por no haberles dicho adiós” [Hoşça kal demediğim için bağışlayın beni çocuklar] Cuba Debate; Sergio Alejandro Gómez, Irene Pérez, “José Angel Portal: ‘Cuba no hace política con la salud de ningún pueblo’” [Küba herhangi bir insanın sağlığı üzerinden siyaset yapmıyor], Cuba Debate.

[2] Susan Babbitt, “Thawing Relations: Cuba’s Deeper (More Challenging) Significance”, Counterpunch.

22 Kasım 2018

, ,

Ulusal Lübnan Direnişi



Bu şarkı, ilkin Ziad Rahbani’nin 1985 tarihli Ene Muş Kâfir isimli albümünde yer alır ve Tevfik Kusa isimli bir çocuk tarafından söylenir. Şarkıyı Feyruz, 2000’de gerçekleşen Beiteddin Festivali’ndeki konserinde, İsrail işgalinin son bulması ve mağlup edilmesi ardından seslendirir. Şarkıda geçen “selam”, esasen Lübnan Direniş Cephesi’ne, İsrail ordusunu yenip işgale son veren insanlara gönderilmektedir.

 

Ulusal Lübnan Direnişi

Tüm şarkıları söylediler
Güney Lübnan içindi hepsi.
Şiirler yazdılar
Güney için bestelendiler cümlesi.
Ama hiçbiri azaltmadı ya da artırmadı
Şehidlerin sayısını.
Ve eğer bugün Güney ayakta ise
Ki hâlen daha ayakta
Halkı sayesinde.

Güney’e dair tüm meseleleri
Bir bir tükettiler.
Güney’den bahsedip duran
Tüm kürsüleri yıktılar.

Bugün konuşanlar,
Dün ölmemiş olanlar.
Dünyanın her yanında
Mazlumlar
Her daim bir ve aynılar.

Bu bir şarkı değil
Bir selam.
Hepsi bu.

Söz ve Müzik: Ziad Rahbani
Kaynak

21 Kasım 2018

,

Kulübelerin Kıyamı


Lenin’in devrim sonrası şunu söylediği iddia edilir:

“Yoldaşlar, işimiz artık daha zor. Çünkü artık bütün alçaklar safımıza doluşacak.”

Son dönemde Lenin eleştirilerinin ve Ekim anmalarının, saflarda kalan son alçakların dökülmesini sağlamak gibi hayırlı bir iş gördüğünü söylemek lazım. Buna ek olarak, “Rojava Devrimi”nden dem vuranlara, “saflara dolan alçaklar”ı sormak lazım.

Kürd’ün varlık mücadelesi, bu alçaklığın zerre umurunda değil. Sınırsız-sınıfsız küçük burjuva özne olarak, akademik salvolar peşindeler. Kimsenin başkasına yoldaş olmasına asla tahammül edemiyorlar. Sadece kendilerinin görülmesini istiyorlar. Acı, elem, zulüm, sömürü, basit birer akademik inceleme konusu, ticari mal... Buradan teorik kılıf bulan söz konusu bencillik, kimi zaman Kadın, kimi zaman LGBT, kimi zaman da Kürd boyasına daldırılıyor. O boya alçaklığı örtüyor.

* * *

Solun son dönemde sosyal medyada öne çıkarttığı iki isim var: Nuriye Gülmen ve Fatih Maçoğlu. Tüketimci sol, bu iki ismi o kadar yaldızladıktan sonra, en kısa zamanda tüketti, buruşturup bir kenara attı. Biri “dayatmacılık”, diğeri “bakkalcılık” üzerinden eleştirildi. İtibarsızlaştırma kampanyası, freni boşalmış şekilde ilerliyor. Mevcut konumlar bu sayede meşruiyet kazanıyor.

Aynı bencillik; anarşizmle, liberalizmle melezlenmiş bir tür hedonizm, sosyalist harekete ayar vermekle meşgul bugünlerde. Devrim saflarına doluşan alçaklığı buradan izlemek mümkün.

Çünkü onlar, eski örgüt mensupları. Bireyliklerinin farkına geç de olsa varmışlar. Eski örgütlerinden, sosyalizmden intikam alıyorlar. O nedenle HDP’ye doluşuyorlar. Program, disiplin, devrimci hat, kitleye, halka karşı sorumluluk, bağlılık, iman vs. cümlesi küfrün, saldırının konusu. Kadın bahane, Kürd sığınak… Saldırıyorlar, saklanıyorlar. Bugün HDP içre tartışmanın düzlemi bu.

Bunlar, “şu sosyalistleri pistten çekin, biz dans edeceğiz” diyorlar. Seçimlere hazırlanıyorlar, ilişkilerin sorgulanmasını, kapalı kapılar ardında konuşulanların tartışılmasını, hesap vermeyi istemiyorlar. Hesap vermeyen, hesap da soramaz hâle geliyor. Siyaseti bireye; bireyi kim olduğuna indirgiyorlar. Ne olduğunu unutturmak için çabalıyorlar. Kolektif mücadeleye ve kişilerin ne olduğuna dair tartışmaya her daim küfrediyorlar.

Kürt hareketine sırtını yaslayıp söz konusu itibarsızlaştırma kampanyasını her kulvarda yürütenler, egemenlerle, devletle, AKP’yle veya rejimle kurulan gizli ilişkiye göre hareket ediyorlar. Bu ilişkilerin faş olmasını doğal olarak istemiyorlar. Kimi Avrupa’daki sarayların, kimi Ankara’nın sarayının eşiğine yüz sürme derdinde. Onlara karşı duran kulübelerin kıyamına tabii ki küfretmek zorundalar.

Misal Engin Sustam: son bukşinci yönelim dâhilinde katıldığı, tahammül edebildiği harekete sırtını yaslayıp HDP içi solculara “bürokrat, sömürgeci, mikro-faşist, otoriter, milliyetçi, Kemalist vs.” diyor. Üstelik bunları HDP içindeki sosyalistlere söylüyor! Esasen tüm eleştirilerini, bir yanıyla Kürt hareketiyle dövüşmek, onu yola getirmek için dillendiriyor. Türk soluna salladığı küfürleri, aslında Kürt hareketine savuruyor.

Engin Sustam, “Stalinist veya maoist birinin bana akıl vermeye hakkı yok” gibi zırva, küçük burjuva gevezelikleri, Sinan Çetin gevelemelerini teori sanıyor, çünkü akademinin çanağının önüne bu yüzden verildiğini iyi biliyor, bu küfrü ve gevezeliği akademisyenlik zannediyor.

“Akıl vermeye hakkı yok” lafını HDP içindeki sosyalistlere ediyor. Her türlü ideolojiden, sınırdan ve sınıftan azade bir varlık olarak, “Kürd” diye bir put yapıyor ağzında çiğnediği helvadan, sonra da onu yemeyi cinsel bir eylem olarak ifa ediyor. İtalya’daki gey partilerinde kucakta çektirdiği fotoğraflar emrediyor Stalinistlere ve Maoistlere küfretmeyi!

O partiler önemli, değerli ve politik olabilsinler diye, genel tarihsel ölçü, eksen ve hat, mecburen değiştiriliyor. Bu tip zevat, sosyal medyalarından, Avrupalı ağalarla beylerle, parlamento yanındaki lüks barlarda kurdukları lüks sofraları paylaşıyorlar, matah bir şeymiş gibi. Kendilerini “çok önemli kişiler”miş gibi satmaya çalışıyorlar. Mücadeleyi iğdiş ettikleri ölçüde değer buluyorlar aslında. O yüzden “içimize yerleşmiş, milliyetçi, egemen, Kemalist ve ortodoks solla hesaplaşmak gerek” diyorlar. “İç nedir, neresidir?” sorusu anlamını yitiriyor böylelerinin karşısında. Biyopolitik belirlemeler, belirli bir bencilliğin egemenlere söz vermişlik üzerinden icrasının ürünü. Sanki “Kürd’e gidelim, sosyalistleri boşverelim, Kürd’le ilişki kuralım” diyormuş gibi yapıyorlar, oysa Kürd görseler, onun acısını, derdini bilseler, kaçarlar Avrupalara; dertleri, Kürd’ü bahane edip sosyalist harekete saldırmak, rahatlamak, hafiflemek. Birilerinden ulufe ve cülus almak.

Bir de utanmadan Steve Biko’dan söz ediyorlar. Batı’da ancak post-kolonyalizm kürsülerinde ekmek bulabileceklerini bildiklerinden, bu tür isimlerle ilgileniyorlar. Bunların Türkçeye çevirdikleri Steve Biko kitabındaki bazı yazılar, nedense sansürleniyor. Üstelik akılları, fikirleri ellilerdeki bir Fransız subayı ve bürokratı kadar olanlar, bugün Cezayir’den vs. bahsediyorlar. Asla utanmıyorlar.

HDP içindeki tartışma, bu tür ağızlarda sürüyor maalesef. Barzanici bir damar ile batının ekmeğine kul olmuş, postmodern, liberal kesim, birlikte sosyalist harekete ayar veriyor bugünlerde. Kulübelerin derdi, öfkesi onları da korkutuyor. O yüzden daha düne kadar dağdaki insanlar hatrına şehirde sevgilisinin elini tutup yürümeye utanan gençlere, cinsellik, zevk politikası, cinsel kimlik öğretiyorlar.

Maçoğlu ve Nuriye Gülmen birer bahane; esas dert, sosyalist hareketin liberal temrinler önünde diz çökmesini sağlamak. Diri, direşken unsurlar varsa, devletin ve sermayenin reorganizasyonuna, restorasyonuna kurban vermek. O sunaksa CHP binasının eşiği… Onca eleştiri, döne dolaşa, oraya ram olmanın gerekçelerini döşüyor. Yüksek siyasette süren pazarlıklar, tartışmalar, aşağıya yönelik tasfiye hareketini tetikliyor. Efendiler, kendi önlerini temizliyorlar.

Eren Balkır
21 Kasım 2018

18 Kasım 2018

,

Sosyalizmin Ruhban Karşıtı Siyaseti

I. Krallık ve Cumhuriyet Döneminde Kilise

Şurası açık ki sosyalizmin ruhban karşıtı siyaseti derken, dinî inançlara sosyalist bir bakış açısı üzerinden saldırmayı kastetmiyoruz. Kitlelerdeki din, ancak toplumsal sürecin insana hükmetmediği, bilâkis, insanın o sürece hükmedip onu bilinçli olarak yönlendirdiği durumda tümüyle ortadan kalkacaktır. Kitleler, toplumsal evrimi sosyalizmin verdiği eğitimle idrak ettiği ölçüde bu anlayış da zamanla güçlenecektir.

“Din özel mesele” olduğundan, tarafsız olmak ve dinî meseleler sadece samimi kanaatlere ve vicdana atıfta bulunduğunda o meselelerin parçası olmamak gerekmektedir. Fakat bu başka bir anlama daha sahip olan bir kuraldır. Söz konusu kural, mevcut devlete yönelik bir çağrı olmakla birlikte, aynı zamanda sosyalistlerin davranışlarını da tayin eden ilke hâlini alabilmelidir. Vicdan özgürlüğü adına bizler, inananların inanmayanlar lehine olacak şekilde yararlandıkları tüm imtiyazların kaldırılmasını talep ediyor, kilisenin devlet bünyesinde hâkim bir güç hâline gelme girişimlerini şiddetle eleştiriyoruz. Bu, bir inanç değil siyaset meselesidir, dolayısıyla farklı ülkelerdeki sosyalist partiler, içinde bulundukları koşullar uyarınca, farklı taktikler benimseyebilirler.

Almanya ve Fransa, birbirine zıt iki ayrı siyaset benimsedi. Almanya’da 1870 ve 1880’de yürütülen Kültür Savaşı’na katılmakla kalmayan sosyal demokratlar, Cizvitlerin geri dönmesi görüşüne de destek verdiler. Bizim partimiz, dinin özel mesele olduğuna dair propagandayı fazla yürütmedi, kiliseye kamunun parasının aktarılmasına mani olmasını isteme lütfunda da bulunmadı. Tabii ki yasama meclislerinde bu yönde oy kullandık ama bu amaç doğrultusunda, mitinglerde, basında veya mecliste gerekli propagandayı yürütmedik. Alman sosyal demokratlar, dinî görüşlere ve dinî siyasete tesiri olan meselelere, sanki pratikte cumhuriyetçi propaganda mevcut değilmiş, her sosyalist, doğalında cumhuriyetçiymiş gibi, şerh düştüler. Kilisenin nüfuzu konusunda Fransa’da bu türden taktiklere rastlamak pek mümkün değil. İki ülkede koşullar farklıdır. Almanya’da din adamlarının ekseriyeti Protestan iken Fransa’da Katoliktir. Elbette Almanya’da da Katolik vardır ama bunlar, çoğunluğu teşkil etmemektedirler, üstelik on yıl önce zulüm de görmüşlerdir. Bismarck’ın yürüttüğü kültür savaşı [Kulturkampf] doğalında Sosyalistlerle Katolikler arasında bir ittifakın oluşmasını sağlamıştır, zira her iki kesim de aynı dönemde aynı kanunların devreye soktuğu gerici akıl sebebiyle zulüm görmüştür. Oysa bugün tam aksine Papacılar [Ultramontanistler] iktidardadır ve bu başarıyı kilise değil, politik parti olarak elde etmişlerdir. Dolayısıyla sosyal demokratlar, onlara belirli bir dini temsil etmedikleri için, gıda ürünlerine yönelik vergilere, militarizme ve emperyalizme onay veren vekiller olarak saldırabilirler. Esasen burada politik bir farklılık söz konusudur. Kilisenin nüfuzu, kamusal hayatta ne kadar gerici bir nitelik arz ederse etsin, krallıkta veya cumhuriyette kilise, farklı öneme sahip olmaktadır.

Krallıkla yönetilen bir ülkede kilise, özünde devletteki iç uyumu bozmadan ona ait mekanizmaya dâhil olmaktadır ve despotik bir öğreti olarak, temelde krallık yanlısıdır. Bu anlamda kilise, bağımsız bir politik güç değildir. Diğer yandan kilise ile aynı kaynaktan yetki ve güç temin eden, onun gibi kaynağı Tanrı olan krallık, kilise kamusal hayata müdahil olduğu vakit onu ele geçirme noktasında pek sıkıntı çekmemektedir. Protestan din adamları, ne kadar uysal ve dalkavuk olursa olsunlar, Alman imparatoru birkaç yıl önce onların siyasete girmelerine izin vermeyeceğini ilân etmek zorunda kalmıştır.

İtalya’da karşımıza hükümetle Vatikan arasında cereyan eden bir mücadele çıkmaktadır. Buradaki husumet, krallıkla kilise arasında değildir, iktidardaki iki seküler egemen güçle gücünü yitirmiş olan diğer güç arasındadır. Rusya farklı bir formda da olsa, kilisenin kamu otoritesine ve krallığa yardım ettiği başka bir çarpıcı örnektir.

Bu tür sebepler üzerinden, kamuoyuna ait bir organ olarak değerlendirilen, cumhuriyetin temel ilkelerine fıtratı gereği karşı olan kilise, ilk bakışta cumhuriyetçi Fransa’da dağılıyormuş gibi görünebilir. Devlete ait tüm kurumların halkın egemenliğinde ve seçim yoluyla tayin edilmesi ilkesine karşı gelen kilise, temelde orta sınıfa[1] ait saf seküler güç ilkesinin de karşısında konumlanmaktadır. Kendi ruhuyla hareket eden, feodal bir nitelik arz eden, krallık döneminden kalmış olan bir güç olarak kilise, doğalında devlete ait bir organ olarak politik bağımsızlığa sahiptir ve cumhuriyetin bir düşmanı olarak konumlanmaktadır. Dolayısıyla orta sınıfın Fransa’da teşkil ettiği cumhuriyetin tarihinde din adamlarıyla mücadele, siyaseten asla vazgeçilemeyecek bir kırmızıçizgidir. Ayrıca kilisenin okulları adım adım ele geçirdiğinden, onları cumhuriyete karşı bir silâh olarak kullandığından, cumhuriyetin ondaki muhalefeti alt etmek ve yaşanan dönemsel krizlerden çıkmak için boşuna çırpındığından da söz etmek gerekmektedir.

Fransa’da kilise ve ordu, birçok yönden benzer bir rol oynar. Dreyfus olayı ve sosyalizmin krizi konusunda geçen sene Neue Zeit’a yazdığımız yazıda dile getirdiğimiz biçimiyle:

“Üçüncü Cumhuriyet, bize en kusursuz orta sınıf hükümeti türünü bahşedecek noktaya doğru evrilmiştir. Ama aynı zamanda bu cumhuriyet, kendi çelişkilerini de geliştirmiştir. Bunlardan biri de cumhuriyetin varlığının orta sınıfın elindeki meclisin ve sömürgeci-emperyalist siyaseti uygulamaya sokması gereken daimi ordunun otoritesine yaslanıyor olması ile ilgilidir. Güçlü bir krallıkta ordu, kast tipi yapısıyla, yürütmenin elinde uysal bir araçtan ibaretken, cumhuriyette ordu bağımsız bir güç hâline gelir ve devletin diğer kısımlarına zayıf bağlarla bağlanır. Parlamenter cumhuriyette devleti sürekli farklı sivil isimler yönetir ve başında başbuğ olarak eski bir debbağ da veya belagatli bir avukat da bulunabilir.

Fransa’da, orta sınıfın yürüttüğü çıkar siyasetinin ilgili sınıfı birbirinden kopuk sınıflara böldüğü, onun en ufak bir sorumluluk hissine sahip olmadığı toplumsal evrim sürecinde hükümet ve meclis, o sınıfın çıkarlar dünyasına ait bir oyuncağa dönüşmüştür. Diğer yandan söz konusu evrim süreci orduyu bağımsızlaştırmıştır. Kamu kurumlarının elinde bir araç olmak yerine ordu, kendi çıkarlarına sahip bir grup hâlini almış, cumhuriyete rağmen hatta cumhuriyete karşı cumhuriyeti hiç düşünmeksizin, kendi imtiyazlarını savunmaya hazır olan bir yapıya dönüşmüştür.

Parlamenter cumhuriyetle daimi ordu arasındaki çelişki, ancak ordunun sivil topluma iade edilmesi, sivil toplumun bir ordu olarak örgütlenmesi yoluyla çözüme kavuşturulabilir. O noktada ordu, artık sömürgeci fetihler için kullanılamayacak, sadece milletinin savunulmasını düşünecektir.

Velhâsıl, daimi ordunun yerini milisler almalıdır. Bu durumun gerçekleşeceği güne dek içteki çelişki, kendisini dönemsel krizlerle, cumhuriyetle ordusu arasındaki mücadelelerle, disiplinsizlik, çürüme ve kurumsal bağımsızlıkta karşılık bulan mücadelelerle kendisini ele verecektir. Wilson olayı, Panama ve Güney Demiryolları skandalları Dreyfus olayının birer muadilidirler.”

Kilisenin ve ordunun cumhuriyete karşı işgal ettiği pozisyon kıyaslandığında, her iki gücün arasında bir yakınlaşmanın yaşandığı, sonrasında Fransa’da ortaya çıkan tüm politik krizlere krallığın rengini çaldığı görülmektedir. Cumhuriyetin bu iki kurumu, kıyam ettikleri vakit her daim birleşmişlerdir.

Tıpkı ordu ile cumhuriyet arasındaki çelişkinin daimi ordunun milis kuvvetlerine dönüştürülmesi sayesinde çözülmesinde olduğu gibi, Katolik Kilisesi ile cumhuriyet arasındaki çelişki de ancak kilise, bir kamu kurumu olmaktan çıktığı, özel bir kurum hâline geldiği noktada, yani kilise devletten ayrılıp ruhban sınıfı okullardan ve ordudan çıktığında, ayrıca mallarına el konulduğunda ortadan kaybolacaktır.

Sosyal demokrasi, orta sınıfa ait devletin kapitalist malları kısmen müsadere etmesini istemez, bunun nedeni, onun müsaderelere karşı olması değildir. Bir sanayinin örneğin demiryollarının toplumsallaştırılmasını istediğimizde biz, bu tedbir basit mânâda müsadere yoluyla alınmışsa, buna karşı çıkmayız. Ama bu adım yetmez. Belirli durumlarda, örneğin devletin bir sanayiye el koyması gerektiği durumlarda, daha fazlası yapılmalıdır. Zira belirli bir sanayiyi devletin işletmesi, mülkiyetin kapitalist niteliğinde herhangi bir değişikliğe yol açmaz, hatta kimi durumlarda gerici devletin gücünün artmasına neden olur. İsviçre’de görüldüğü üzere, bu korkunun makul bir zemini varsa, yani devletin gücünün artması tehlikesi mevcutsa, orta sınıf hükümetinden sanayiye el koymasını istemek, boş hayalcilik olacaktır.

Asıl makul olansa, sosyal demokrasinin orta sınıfın elindeki devletten ortaçağa has mülkiyet biçimlerine son vermesini istemesidir. Tekerdeki asıl “çomak”lardan birisi budur. Yoksullara yardım, hastaların tedavisi, okullar gibi tüm görevler, bugün modern devletin sırtındadır. Eskiden din adamlarının ifa ettikleri bu görevleri devlet yerine getirmektedir. Ruhban sınıfının elindeki mülkiyet, bugün orta sınıf toplumunda feodal dönemlerden kalan bir bakiyedir. Görevlerine sadık olan her türden orta sınıf devrimi, kilisenin mallarına el koymalıdır. Fransa’da böylesi bir tedbiri savunmuş olan ama aynı zamanda seküler eğitim talep eden sosyalistler, bugün orta sınıf cumhuriyetçileri ilkelerine uygun hareket etmeye zorlamaktadırlar.

Eğer Fransız yoldaşlar, kendi ülkelerinde başka koşullarla ilişkili olan Almanlara has taktikleri uygulamaktan ve cumhuriyetle kilise arasında otuz yıldır süren politik mücadeleye katılmaktan imtina etselerdi ve tüm bu kavgaların kendilerini ilgilendirmediğini söyleselerdi, kendilerini inkâr etmiş olacaklardı ve pratik siyasete asla etki edemeyeceklerdi.

II. Sosyalistlerde ve Orta Sınıfta Ruhban Karşıtlığı

Sosyalistler, cumhuriyet karşıtı, gerici bir güç olan kiliseyle mücadele etmeli, orta sınıfla ruhban karşıtlığı konusunda uzlaşmamalı, aksine ondan kurtulmalıdır. Son on yıldır rahiplere karşı verilen gerilla savaşı sayesinde Fransız orta sınıf cumhuriyetçileri, işçi sınıfının dikkatini toplumsal meselelerden uzaklaştırma ve sınıf mücadelesini güçsüzleştirme imkânı bulmuşlardır. Ruhban karşıtı siyaset, aynı zamanda Radikal Parti’nin yegâne varlık sebebidir. Gelgelelim son otuz yılda sosyalizmin yaşadığı yükseliş sayesinde bu tür partilerin programları beş para etmez hâle gelmişlerdir.

Orta sınıf partileri açısından devlete karşı mücadele bir araç değil, amaçtır. Özünde bu, belirli bir hedefe ulaşmayacak bir mücadeledir. Orta sınıf, mücadelenin sonsuza dek süreceğini düşünür, dolayısıyla devletin kalıcı bir kurum olduğuna kanaat getirir. Daha önce dile getirdiğimiz gibi, sosyalistler, orta sınıfın ruhban karşıtı mücadelesiyle yetinmemeli, onun hasım olduğunu bilmeli, ruhban karşıtı orta sınıfın kiliseye karşı verdiği mücadelede onun maskesini indirmesini bilmelidirler.

Sosyalizmin ruhban karşıtlığı ile orta sınıfın ruhban karşıtlığı arasındaki fark, programın kapsamı ve kararların ağırlığı değil, çıkış noktasının çok farklı oluşu ile ilgilidir. Orta sınıf cumhuriyetçilerin son otuz yıldır kiliseye karşı yürüttükleri, zerre ümit taşımayan, hatta böyle olması için de epey uğraş sarfedilmiş olan mücadeleleri, belirli bir niteliğe kavuşmakta, bu cumhuriyetçiler, iki farklı sorun üzerinden suni bir ayrışmaya maruz kalmaktadır. Tek ve ayrılması mümkün olmayan bu politik sorunlar bağlamında söz konusu cumhuriyetçiler, dinî bir kuruma değil de devlete bağlı yardımcı papaz veya rahipler anlamında seküler ruhbanla bekaret ve itaat konusunda yemin edip dinî kuruma bağlı olan nizami ruhbanı farklı görmekte, dinî tarikatları göz ardı etmektedirler. Oysa asıl mesele, kilisenin devletten ayrılmasıdır. O Gordiyon düğümünü tek darbede kesip atmak yerine, dinî tarikatların mallarına el koyup ruhban sınıfına verilmiş tüm idari görevleri ortadan kaldırmak ve kamusal ibadetle ilgili bütçeyi kısmak suretiyle cumhuriyetçiler, sadece yetki dışı tarikatlara saldırmaktadırlar. Kiliseyle devleti ayırmak yerine bu cumhuriyetçiler, dinî tarikatları devlete bağlamaya çalışmaktadırlar. Okullar, dinî tarikatların elinden alınsa da kiliseye ağır bir darbe indirilememektedir, zira kilise, hâlen daha bir devlet kurumu olarak görülmektedir. Bu konuda Fransız başbakanı Waldeck-Rousseau’ya bağlı bakanlık tipik bir örnektir. Dolayısıyla, Radikal Parti’ye bağlı bakanlıkların ve meclis çoğunluğunun aldığı o acınası ruhban karşıtı tedbirlerinin daha kapsamlı reformların başlangıcı olduğunu, soruna kısmi de olsa bir çözüm sunduğunu kimse söyleyemez. Bilâkis, tarikatlara yönelik olarak yürütülen bu yavan mücadele, ancak saldırıyı en hassas yerinden kırar ve din adamlarının pozisyonlarını korumalarına katkı sunar. Bu sebeple kilise, orta sınıf cumhuriyetçilerin uydurduğu hikâyeye, seküler din adamları ile nizami din adamları arasında belirli bir karşıtlık olduğuna dair hikâyeye dair inancı sürekli beslemektedir. Kilise, bu inancını açıktan sergilenen düşmanlıklar yoluyla, dışa vurmaktadır.

Sonuçta orta sınıf ruhban karşıtlığı gerçekte, orta sınıfa has anti-militarizmde görüldüğü üzere, kilisenin gücünü pekiştirir. Dreyfus Olayı, bu anti-militarizmin doğasında olan olgulara sadece temas etmekle yetindiğini ortaya koymuştur. Bu olay, generallerin bulaştıkları yolsuzluğu temize çekmiş, pratikte orduyu daha da güçlendirmiştir.

Sosyalizmin ilk ödevi, söz konusu siyasetin maskesini indirmektir. Bunun için sosyalist hareketin eksiksiz bir din siyaseti ortaya koymalı ve onu orta sınıf cumhuriyetçilerin kuşa çevrilmiş olan programının karşısına çıkartmalıdır. Ama öte yandan sosyalistler, parlamentarist Radikal Partililerin yürüttükleri zavallı hilelere dayanan mücadeleye eleştirme gereği duymadan katılacak olurlarsa, bu orta sınıf “rahip yiyiciler”in[2] her şeyden önce proletaryanın düşmanı olduğunu söylemezlerse, o vakit cumhuriyetçi ruhban karşıtları amaçlarına ulaşırlar ve sınıf mücadelesi yozlaşır. Din adamlarındaki gericilikle mücadele ümitsiz bir hâl almakla kalmaz, ayrıca orta sınıf ile işçilerin ortak eyleminden kaynaklanan, cumhuriyetçiliğin ve sosyalizmin birlikte göğüsleyeceği tehlike, hiç şüphesiz, kilisenin gerici saldırılarından kaynaklanacak güçlüklerden daha büyük olacaktır.

Dolayısıyla kanaatime göre, Fransa’da sosyalizm şu siyaseti gütmelidir: Sosyalistler, ne Alman sosyal demokratların ne de Fransız Radikallerin taktiklerini benimsemeli; sadece cumhuriyet karşıtı kiliseye bağlı gerici güçlere değil, ayrıca orta sınıfta görülen din adamı karşıtı riyakârlığa da saldırıp ona diz çöktürmelidir.

Rosa Luxemburg
Leipziger Volkszeiting
The Social Democrat
Ağustos 1903
Kaynak

[İlk Yayınlandığı Yer ve Tarih: (Fransızca olarak) Le Mouvement socialiste, 1 Ocak 1903 (Bir ankete cevaben).]

Ayrıca bakınız: “Sosyalizm ve Kilise

Dipnotlar:
[1] On dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Fransızca bir kelime olan burjuvazi İngilizceye çoğunlukla “orta sınıf” yani proletarya ile aristokrasi arasındaki sınıf olarak tercüme edilmiştir. Dolayısıyla, bugün okurların metinde geçtiği yerde orta sınıf yerine burjuvazi kelimesini koymaları gerekmektedir.

[2] Fransızca orijinali şu şekilde: “bourgeois mangeurs de prêtres. Mangeurs de prêtres” ifadesi, düz mânâda “rahip yiyiciler” demek ama deyim olarak ele alındığında muhtemelen burada “rahiplerden nefret eden burjuvalar” kastediliyor.

17 Kasım 2018

,

Hapishaneler, Siyahların Kurtuluşu Hareketi ve Filistin Mücadelesi

Aşağıda sunduğumuz, FHKC’nin şuan hapiste bulunan genel sekreteri Ahmed Sedat’ın kaleme aldığı makale, 15 Ekim’de samidoun.net’ten alınmıştır. Esasen makale, Huey Newton’ın Devrimci İntihar isimli çalışmasının yeni Fransızca baskısına takdim olarak kaleme alınmıştır.

* * *


ABD’deki siyahların kurtuluş mücadelesinin büyük lideri Huey P. Newton’ın yazdığı bir kitaba takdim kaleme almak, benim için büyük bir onur. Yoldaşlarım, Filistinli tutsaklar hareketi ve kendim adına söyleyebilirim ki işgalci gücün bu Ramon adındaki hapishanesinde bizler, bugün ağır baskılara karşı hapishanelerde kurtuluş mücadelelerine devam eden siyah yoldaşlarımızı sıkılı yumruklarımızla selamlıyor, onlarla dayanışma içerisinde, kol kola olduğumuzu ifade ediyoruz.

Ensar’dan Attica’ya oradan Lannemezan’a, hapishane denilen şey, sadece insanın fiziken kapatıldığı bir mekân değil, ayrıca mazlumların zalimlere karşı koydukları bir mücadele alanıdır. İsmi ister Mumya Ebu Cemal, ister Velid Dakka, ister Corc İbrahim Abdullah olsun, demir parmaklıklar ardındaki politik tutsakların hareketimizin önceliği hâline gelmeleri mümkündür ve zorunluluktur. Bu isimler, müşterek düşmana karşı mücadelenin kesintisiz olduğunun, altmışların, yetmişlerin ve seksenlerin sömürgecilik karşıtı, kurtuluş hareketleri bağlamında geride bıraktıkları mirasın bugüne ulaştığının kanıtıdırlar. Politik tutsaklar, sıradan birer birey değil, mücadele dâhilinde halklarımızı ve toplumlarımızı bizlerden ayırmaya yarayan demir parmaklıkların, duvarların ve zincirlerin kırılmasına, sökülüp atılmasına katkı sunacak hapishane örgütlenmesinin ve mücadelenin birer lideridirler. Onlar sürekli tecrit edilmekte, hücrelere atılmakta, en ağır işkencelerden geçmekte, işgalci ve gardiyanlar tutsağın iradesini kırmanın yollarını aramakta, onların halkla bağlarını kopartmaya çalışmaktadırlar.

Bugün Filipinler’de olduğu gibi, harekete karşı saldırılar daha da artmakta, Filistin direnişi üyeleri katledilmekte, planlı programlı saldırılara maruz kalmakta, öte yandan aynı şekilde siyahlar ve hareketleri kriminalize edilmektedir. Dolayısıyla bugün Huey Newton’ın yüzleştiği ve tanımladığı türde bir durumla karşı karşıyayız. Bugün hâlâ kapitalizmin, Siyonizmin ve emperyalizmin, onların polisinin ve askerinin acımasız saldırılarına karşı halklarımızı korumaya çalışıyoruz. Henüz hayallerimizi gerçekleştirebilmiş, hapishaneleri kurtuluş müzeleri hâline getirebilmiş değiliz. Tüm dünya genelinde devrimciler, mazlum halkların kurdukları her hareket dâhilinde böylesi bir geleceği düşlerler ve onun için mücadele ederler. Esasında tutsaklar hareketinden bahsettiğimizde bizler, direnişten söz ediyoruzdur.

Hapishanelerin varolmasının sebebi, muktedirlerin onlara muhtaç olması ve varlığının onların işine gelmesidir. Bir yerde işgal ve sömürgeleştirme pratiği varsa, orada hapishane de vardır. Tüm yasalar ve hukukî çerçeveler, sömürüyü, zulmü ve adaletsizliği meşrulaştırmaya, direnişi ve kurtuluş mücadelesini kriminalize etmeye yararlar. On dokuzuncu yüzyılda çıkartılan Kaçak Köle Kanunları’ndan dünya halklarının kurdukları direniş hareketlerini kriminalize edip yalnızlaştırmak için hazırlanan “terörist listeleri”ne dek tüm pratikler, halklara karşı yürütülen mücadelenin tezahürleridirler. Bu noktada Küba’da hâlen daha mücadele içerisinde olan ve özgür yaşayan kız kardeşimiz Assata Shakur’a selam edelim, ama öte yandan da bu tüm dünyada özgürlüğün sembolü hâline gelmiş olan bu kadının yakalanmasına yönelik çabaları meşrulaştırmak için “terörist” etiketine başvurulduğunu ve yeni tehditlerin gündeme geldiğini de görelim.

Bu örnek, aynı zamanda Kara Panter Partisi ile Siyahların Kurtuluşu Hareketi’nin yürüttüğü mücadelenin, güttüğü davanın ve örgütlediği hareketin varlığını sürdürdüğünün de bir delilidir. Söz konusu dosyanın kapandığını kimse söyleyemez. Adalet ve kurtuluş mücadelesi sürmektedir. Devrimci Filistin solu olarak FHKC, ellinci mücadele yılına girmiş durumdadır. Devrimci mücadelenin zafere ulaşacağı güne dek yürüyüşümüzü güçlü kılmak için bu mirasın yüceltilmesi, ama aynı zamanda eleştirilmesi gerekmektedir. Aynı şekilde, Kara Panter Partisi’nin kuruluşunun üzerinden de elli yıl geçmiştir. Partinin devrimci değişimle ilgili vizyonu bugün de geçerliliğini korumaktadır.

Bu miras, hem fikirlerle hem de kendi toplumlarını canlandırıp onlara ilham vermeye devam eden insanların mücadele tarihleriyle geleceğe taşınmaktadır. Berlin sokaklarında FHKC’nin eski tutsaklarından birini görseniz, onun hâlen daha Filistinlileri örgütlemeye çalıştığını görürsünüz. Aynı şekilde, Şikago, Oakland ve Harlem sokaklarında da siyahların mücadelesinin sürdüğünü, Kara Panter Partisi’nin mirasının hâlâ canlı olduğunu bir şekilde hissedersiniz. Oralarda mücadelenin mirasını bir cevahir misali sol memesinin altında taşıyan insanlara rastlarsınız. Hareketimize mensup yaşlı insanların, bilhassa yolu hapisten geçmiş olanların deneyimleri, yazılarla, kitaplarla ve edebiyatla bir nesilden diğerine aktarılmaktadır. Siyahların ve Filistinlilerin devrimci kurtuluş mücadeleleri gençlerin yürüdüğü yoldan ilerleyecektir.

Şu an içeride olsun ya da olmasın her politik tutsak, kurtuluş fikrini ve düşünü bağrında taşır, kurtuluşun pratikte ne anlama geldiğini bilir. Bugün Kanada ve ABD’deki Siyahların Kurtuluşu Hareketi’ne veya Yerli halkların mücadelelerine baktığımızda, bugün işgal altındaki Filistin’de karşı karşıya geldiğimiz aynı düşman kampını görüyoruz. Malcolm X ve Fred Hampton’a sıkılan kurşunla Gassân Kenefani’ye, Halid Nazzal’a veya Mahmud Hemşeri’ye sıkılan kurşun aynıdır. Bugün dünyanın her yerinde halkların üzerine aynı göz yaşartıcı gazlar, aynı kurşunlar sıkılmaktadır. G4S gibi şirketler, hareketlerimize yönelik saldırılardan ve insanlarımızın kütle hâlinde hapse atılma süreçlerinden büyük kârlar elde etmekte, ABD, Avrupa ve İsrail polis güçleri ırkçılığı beslemek, “kontrgerilla” faaliyetlerini yoğunlaştırmak, sokaklarımızda, kamplarımızda ve köylerimizde baskıları artırmak için birbirlerini eğitmektedir.

Hapishanelerde bizim tek umudumuz, tek arzumuz, başka yerlerdeki hareketlerle ve politik tutsaklarla iletişim kurmaktır. Bizler, kurtuluş hareketlerini güçlendirmek, tutsaklarımızı özgürleştirmek için edindiğimiz deneyimleri başkalarıyla paylaşmak niyetindeyiz. Politik tutsaklar, kavga ve hapishane pratiği konusunda ilk elden deneyime sahiptirler ve bu deneyimin politik tutsakları dönüştürmesi mümkündür. Söz konusu deneyim bireysel değil kolektiftir; tutsağın sergilediği kahramanlık salt hapishanede olmakla ilgili değildir, ayrıca bugün uluslararası planda yankılanmaya devam eden, yeni bir konumda süren mücadelenin ve hareketin liderliğini yaptıklarına dair bilinçle bağlantılı bir meseledir. Bugün Lannemezan Hapishanesi’nde bulunan Corc İbrahim Abdullah, tıpkı Mahanoy Hapishanesi’ndeki Mumya Ebu Cemal gibi, mücadele yürütmektedir. Ayrıca kahramanlık, sadece hapiste geçirilen yıllardan ve artık serbest bırakılmış olmaktan kaynaklanmaz. Onu bir emektar olarak, geride kalanlar için kurtuluş mesajını taşımaya devam etmede aramak gerekir.

Politik tutsağı onca çabaya rağmen kimse zayıf düşüremez veya ezemez. Onun asıl sorumluluğu, avcundaki ateşi muhafaza etmektir. Bu, bize verilen, almak için gidip uğraştığımız bir rol değildir. Bugün hepimiz, mevcut konumumuzu kavgayı sebatla yürüten, köklü bir geleneği olan halkımıza örnek teşkil etmek için korumakla yetinmemeli ama aynı zamanda o örnekliği düşmana karşı da sergileyip hapishane pratiğinin bizi veya halkımızı yenmeye yetmeyeceğini göstermeliyiz. Bizim davamız, basit mânâda bireysel özgürlük peşinde koşmaktan ibaret değildir. ABD Mumya Ebu Cemal’i, İsrail bizi, Fransa Corc Abdullah’ı serbest bırakabilir, bunun için hepimizin sisteme alet olmayı içine sindirmesi veya halka ihanet etmesi kâfidir. Oysa hapishaneler, sanat, edebiyat ve politik teori düzleminde çarpıcı örneklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Bugün hareketler ve devrimciler, dünya genelinde oldukça zor bir dönemden geçmektedirler. Ne var ki bu zor zamanlar da yakından incelendiğinde kıymetli görülebilir. Dünya genelinde bizler, sosyalizm, halk demokrasisi ve başka bir dünya talebini geleceğe taşıyacak yeni devrimci nesiller için yol açıyoruz. Huey Newton’ın yazılarını yazdığı dönemde hareketler ve tutsaklar deneyimlerini paylaşıyor, mektuplar, kitaplar ve sanat aracılığıyla iletişim kuruyor, bunlar çoğunlukla hapishanelere gizlice sokuluyor, sansür bir biçimde aşılıyor, demir duvarlar deliniyordu. Bugün teknoloji sahasında yaşanan tüm o büyük devrimlerle birlikte politik tutsaklar, sözlerinin duyulması için mücadele ederlerken, aileleriyle ve sevdikleriyle konuşmalarına mani olmak için telefon haklarından bile mahrum bırakılıyorlar.

Bugün Huey Newton’ın yazılarını neden hâlâ ciddiye alıyor, okuyor ve yeniden yayınlıyoruz? Esasen bunun sebebi, onun ve Kara Panter Partisi’nin yaptığı analizlerin doğru ve bugün de geçerli, doğru ve gerekli olması. ABD emperyalizminin yol açtığı yıkıma, Trump’ın dünyaya karşı savurduğu tehditlere ve siyahların sokak ortasında polislerce vurulduğu olaylara tanık olduğumuz bu dönemde, Kara Panterler’in çalışmalarının doğruluğunun ve gerekliliğinin altını çizmemiz gerekmektedir. Halk hareketlerinin saldırı altında oldukları, kurtuluş mücadelelerinin “terörist” ilân edilip kriminalize edildikleri günümüzde, halklarımıza kapsamlı ve ağır saldırılar gerçekleştirildiğine tanık olmaktayız. Hapishaneler, işgalcinin, sömürgecinin, kapitalistin ve emperyalistin ellerinde bir baskı aracından ibarettir; onlar, insanları bilgisiz kılarlar ve farklı baskı yöntemleri olarak yeni tecrit biçimleri dayatırlar.

Hapishaneler yanında tüketimci ideolojinin dayatılması, insanların insanlıktan çıkartılması ve yalnızlaştırma pratikleri, hareketleri, halkları ve kurtuluş vizyonlarını ortadan kaldırmaya yönelik farklı baskı yöntemleridirler. Onlar, hareketlerin “terörist listeleri” ve tecrit hücrelerindeki sessizlik üzerinden birbirlerinden kopmalarını istemektedirler. Burada, bir İsrail hapishanesinde bile ABD’deki en son teknolojilerden haberdar olduğumuz bir dönemde siyahlara uygulanan baskıların görünmemesi için kapitalist ve emperyalist medya tüm dünyanın gözüne perde germektedir. Oysa bugün dünyanın her yerinde, kendi halklarına görüşlerini aktarabilecek küçük Huey’ler, Assata’lar, Halid’ler ve İshak’lar dünyaya gelmektedir.

Huey Newton ve Kara Panterler, sosyalizmden, sosyal adaletten yanaydı, öte yandan Oakland sokaklarından Lübnan’daki mülteci kamplarına dek her yerde görülen ırkçılığa, emperyalizme ve savaşa karşıydı. Huey Newton şunları söylüyordu:

“Filistinlilerin kurtuluş mücadelesini tümüyle destekliyoruz. Bu desteğe devam edeceğiz; tüm insanların yaşayabilecekleri bir dünya kurmak için tüm ilerici insanların saflarımıza katılmasını istiyoruz.”

Bugün ABD’deki hapishane pratiği konusunda uzman değilim, ama eldeki rakamlara baktığımızda, sistemde bir şeylerin yanlış gittiği görülüyor. Biz Filistinliler de inkâr, saldırı, kötü muamele ve ırksal kimliğimiz üzerinden aşağılanma gibi durumlarla karşılaşıyoruz. Biz, kendi deneyimimizden işgalci gücün ve kapitalizmin nasıl kâr elde ettiğini görüyoruz. Aynı şekilde ABD’de de hapishaneler, ucuz veya ücretsiz emek kaynağı olarak değerlendiriliyorlar, kapitalizmin ekmeğine yağ sürüyorlar. Biz, hapishane pratiğinin toplumları kontrol etme, bölme, tehdit etme, halklara saldırma amacıyla kullanıldıklarını görüyoruz. Hapis pratiği, aynı zamanda şirketler için çok para demek, siyahî çocukların tepesinde sallanan sopa demek, onların yarınlarına yönelik tehdit demek. İşte Trump ve ABD emperyalizmi, dünyaya işte bu “güvenlik çözümü”nü pazarlayıp duruyor, kapitalizmin krizine sunabildiği tek çözüm yolu bu. Söz konusu çözümse kanla ve zulümle işleyen sömürü düzeni üzerine kurulu.

Bu saldırılar, şuan içinde bulunduğumuz hücrelerde yankılanıyor, işgalcilere ait özel baskı birimleri, işgaller ve sorgu pratiklerinde karşılık buluyor. Ayrıca bizler, hareketlerin dışarıyla birlikte içeriyi de ayaklandırmalarının mümkün ve gerekli olduğunu da görüyoruz. Binlerce insan, yirmi, otuz kırk yıllık hapis cezalarına çarptırılıyorlar, hatta özgürlükleri ellerinden alınan insanların canlarına kastediliyor. Direniş, çok önemli ve çok hayatî bir meseledir. Direniş, insanların hayatlarına gerçek mânâda tesir etmelidir. Bizlerin hapishanelerde sergiledikleri fedakârlıklar, ancak yoksullara ekmek, halklarımıza kurtuluş yolu hâline geldiğinde bir anlama sahip olacaktır. Bizim mücadelemiz, insanların hayatlarına maddi yoldan tesir edebilmelidir.

İrlanda’dan ABD’ye, Fransa’dan Filistin’e her yerde politik tutsaklar, ırkçılık, emperyalizm ve sömürgecilikle mücadele eden hareketlere hâlen daha liderlik ediyorlar. Aynı zamanda bizler, düşmanın hapishanelerinde tutulan Filistinli tutsakların, ABD’den çıkarılmaya çalışan yiğit insan Resmiye Ode’nin ve Kutsal Topraklar Beşlisi’nin tecride atıldığını, Siyahlarla birlikte 34 yıldır Fransız hapishanesinde çile çeken sevgili yoldaşımız Corc Abdullah gibi isimler için dayanışma içerisinde olduğunu görüyoruz.

Ayrıca hapishaneler ve politik tutsaklık, “kanun çiğneme”deki güce ve gerekliliğe dair birer örnektir. Emperyalistlerin ve sömürgecilerin hazırladıkları kanunlar, halkımızın haklarını ve kaynaklarını çalmak, aynı zamanda insanımızı tutsak edip ezmek ve kriminalize etmek için kullanılmaktadır. Kolektif “kanun çiğneme” pratiği ve sahip olduğu adaletle adaletsizliği ayırma becerisi üzerinden kanunlar meşruiyetini yitirirler. İnsanlar hep birlikte kanuna karşı çıkarlar ve onu çiğnerler. Bunu birey değil, kolektif bir güç olarak yaparlar. Kanun çiğnemek, kapitalizmin, emperyalizmin ve sömürünün kanunlarını çiğnemek, istisnai olmaktan çıkmalı ve kural hâline gelmelidir.

Onlar eylemlerimizden, fikirlerimizden, insanlarımızın sömürüye ve sömürgeleştirme pratiklerine karşı devrimci tarzda harekete geçme becerisinden korktukları için insanlarımızı hapse atıyorlar. Onlar, kurduğumuz iletişimden, halkımızın sahip olduğu becerilerden korkuyorlar. Bizim bir araya gelip mazlum halkların kurtuluşu için enternasyonal cephe kurma ihtimalimizden korkuyorlar. Onlar başka bir dünya kurabileceğimizi biliyorlar ve bu ihtimal onları iliklerine kadar titretiyor. Onlar yenilmekten çok korkuyorlar, bizim ve halklarımız içinse o korku özgürlük umudu, zafere dair vaat.

Ahmed Sedat
Ramon Hapishanesi
Kasım 2018
Kaynak

16 Kasım 2018

, ,

Solun Antisemitizmi ve Şalom

Romanya tarihinde önemli kabul edilen bir yazar, Bogdan Petriceicu Hasdeu. Aynı zamanda filolog olan Hasdeu, dönemin Liberal Parti taraftarı. Aşağıdaki değerlendirmesi Yahudilerle ilgili:

“Yahudiler, tefeci ve esnaflardan oluşan ayrı bir milletmiş gibi dolaşıyorlar ortalıkta. Çalışmıyorlar, hiçbir şey üretmiyorlar ama nasılsa büyük servet kazanıyorlar. Yahudiler, bir ülkeye sızdıktan kısa bir süre sonra para kazanma veya esnaflık gibi meslekler büyüme gösteriyor. Kısa zamanda Yahudiler, büyük bir servet biriktirmeyi biliyorlar. Pazarı kontrol edip diğer insanların itibarlarını ayaklar altına alarak iyice palazlanıyorlar.”

İkinci Dünya Savaşı öncesi Romanya’da bu türden antisemitist bildiriler dağıtılıyor. Siyonist hareket, Avrupa’daki Yahudilerin Filistin’e göç etmeyi istemelerini sağlamak adına, perde gerisinden çalışmalar yürütüyor. Romanya’dan Filistin’e yüz bin kadar insan göç ediyor ve bu göçte Siyonistlerin egemenlerle kurduğu ilişkiler, büyük bir rol oynuyor.

Romanya tarihinde, başka yerlerde de görülen bir gelişme var: Kral, ortalığı toparlasınlar diye faşist Lejyonerler Hareketi’ni devreye sokuyor. Liderleri idam edilmesine karşın hareket, devletin hizmetine büyük bir şevkle koşuyor. Devletin yürürlüğe soktuğu Rumenleştirme yasaları sayesinde Yahudilerin malları Rumenlere dağıtılıyor.

Şalom gazetesi yazarı Karel Valansi ise Türkiye’nin kuruluşunda dedesinin oynadığı rolle övünüyor.[1] Dedesi, efendiler adına, “yüz seneyi on seneye sığdırıyor.” Bu noktada o dedeler, Rumların ve Ermenilerin mallarının Türkleştirilmesinde önemli roller oynuyorlar. Valansi, “memleketi biz kurduk, dedem kurdu” diyor. Doğru söylüyor.

Rumların ve Ermenilerin mallarının transfer edildiği süreçte Türklere ittifak önerisi sunan kimi Yahudiler, bir yandan da, sonrasında o başa bela olmasın diye Türklüğü tanımlıyorlar. Genel mânâda Kuvvayı Milliye direniş hücreleri, Hristiyan dünyaya “vatanı satma riski bulunan kesimler”in yaşadığı yerlerde teşkil ediliyorlar. Antep’te Ermeni mallarına çöreklenenler yönetiyor oradaki kültürü, siyaseti ve ekonomiyi.

Bu ülke ki yıllar önce çok seyredilen bir şarkı yarışmasının çekimleri Yahudi bayramına denk geldi diye program yayınının ertelendiği bir yer. Aynı durumun İslamî gerekçeler üzerinden yaşanması hâlinde yaygarayı kopartacak olanlar, bu gelişmeye nedense hiç ses etmiyorlar. Din düşmanı olanların ağzından Yahudiliğe dair tek bir eleştiri çıkmıyor.

Ama nedense bugünlerde “antisemitizm” yaftası, sola da yapıştırılıyor. Şalom yazarı Meriç Aytekin[2], özünde solun, Mahir Çayan’ın, Marksizmin, Ulrike Meinhof’un “antisemitist” olduğunu yazıyor. Tezini de bunların “para eşittir Yahudi” önermesine iman ettikleri iddiası üzerine kuruyor. Buradan da antisemitizmin İsrail karşıtlığına zemin teşkil ettiğini söylüyor.

Meriç Aytekin, esasen yazısını, soldaki İsrail karşıtlığını kırmak için kaleme alıyor. “Zulüm görmüş Yahudi” anlatısının ardına sakladığı şey, İsrail zulmü, gasp, hırsızlık, zorbalık, hukuk bilmezlik, uşaklık ve emperyalizm bekçiliği. Marx’taki bilimselliği tırnak içine alması ise onun Marx’a ve sosyalist harekete düşmanlığından kaynaklanıyor.

Meriç, bu yazıyı İsrail’in o faşist ve ırkçı ulus-devlet kanununu yürürlüğe soktuğu dönemde yazıyor. Solun kendi devletine değil de Filistin’e destek olmasına içerliyor, kızıyor. Öfkesini bu türden yazılarla dışa vuruyor.

“Para eşittir Yahudi” meselesi, hem Yahudi kutsal metinlerinin bir talebinden hem de Hristiyanların toprak işlerini ve toprak sahibi olmayı Yahudilere yasaklamasından kaynaklanıyor. Marx’ın gençlik yıllarında kaleme aldığı felsefi-politik metinden antisemitizm çıkartmak için bayağı bir düşman olmak gerekiyor. Sonuçta Marx, analojik düzlemde, Avrupa’daki Yahudi meselesinin arka planını sorguluyor. Şalom’un zannettiğinin aksine, orada geçen “Yahudi” kelimesi, kendisini ifade etmiyor.

Ayrıca, şu ayrımı yapmak lazım: Şalom ve şürekâsı Yahudi değil, Siyonist. O, Yahudi cemaatinin değil, İsrail devletinin bir yayın organı. Dahası, bir din devletinin kendisini ulus-din-sınıf temelinde inşa etmesine yönelik itirazları savuşturma yöntemlerini solun kabul etmesini kimse bekleyemez. Özünde Şalom ve yazarlarını yandaki tweet’teki düşmanlıkla, “terörist”i yanlış yerde aramasıyla birlikte anlamak gerekiyor.

Öte yandan, Meriç Aytekin’in aktardığı Ulrike alıntısında eksik bırakılmış parçalar mevcut.

RAF’ın kurucularından Horst Mahler, Ekim 1970’te tutuklanıyor. Kendisinden beş ay önce tutuklanmış olan Ulrike Meinhof, Mahler’in 1972 Haziran’ındaki mahkemesine tanık olarak çağrılıyor. Meinhof, mahkeme salonunda tanıkların oturduğu camla kaplı bölmeye oturmak istemiyor. Holokost sürecini yönetmiş Nazi subayı Eichmann’a atfen, bölmeyi “Eichmann kutusu” olarak nitelendiriyor. Kavga çıkartıyor. Mahkeme başkanının “Mesleğin ne?” sorusuna, “Faşizmle mücadele” cevabını veriyor. Arada belirtmiş olalım: Meriç Aytekin, işte tam da bu meslekten nefret ediyor. Devletinin faşist olduğunu o da çok iyi biliyor.

Duruşmada Münih Olimpiyatları’nda Filistinli devrimcilerin saldırısı da gündeme geliyor. Mahler, bu saldırının “antifaşist” olduğunu söylüyor: “İsrail, timsah gözyaşları döküyor. Kendi sporcularını tıpkı Nazilerin Yahudileri yaktığı gibi yakmıştır” diyor.

Söze Ulrike giriyor. Tüm Alman halkının faşizmle suçlanamayacağını söylüyor. Hatta ondaki “antisemitizmin özünde antikapitalist olduğunu” iddia ediyor. Devamında da “Auschwitz, altı milyon Yahudi’nin para Yahudisi olma iddiası ile öldürülmesi ve Avrupa’nın çöplüğüne fırlatılıp atılmasıdır” diyor. Ardından da şu tespiti yapıyor:

“Esasta yaşanan şudur: emperyalist ve kapitalist sistemin ana çekirdeğini oluşturan finans kapital ve bankalar, insanların paraya ve sömürüye yönelik nefretlerini kendi üzerlerine çekmemek ve kendilerinden uzaklaştırmak için o nefretin Yahudilere yönelmesini sağlamışlardır.”[3]

İşte Şalom yazarı, antisemitizmi bu cümlelerde buluyor. Ulrike’nin antisemitizmde antikapitalizm bulmasıysa, onun insanların, bilhassa Alman halkının paraya ve sömürüye karşı nefretini örgütlemek istemesiyle ilgili. Şalom yazarlarının asıl korktuğu da o nefretin örgütlenmesi.

Neticede “Yahudi eşittir para” denkleminde bu tür sağcıların korumak istediği, Yahudi değil, para. Bugün Ortadoğu’daki kana, onun arkasındaki sermaye akışına ve pazar arayışlarına tek laf etmeyenler, halklardaki nefretin ve öfkenin örgütlenmesinden korkuyorlar, bu sebeple, her yerde Siyon Pirleri Protokolleri arayıp buluyorlar. Zulüm görmüş Yahudi söylemi ardında o pazarları ve para akışını korumaya çalışıyorlar. Kendilerini oralarla tanımlıyorlar. O pazarları ve parayı koruma altına almak için onları kutsal bir haleyle kuşatmak için uğraşıyorlar.

Antisemitizmi Sami ırkına karşı olmak olarak anlıyorsak, o vakit yeryüzünde İsrail devleti kadar antisemitist bir yapı yoktur. Dolayısıyla Şalom gazetesi, antisemitizmi başka yerlerde değil, propaganda aracı ve ideolojik aygıt olarak hizmet verdiği, uşaklık ettiği kendi devletinde aramalıdır.

Ortadoğu’da sosyalizm mücadelesi, bir gasp ve zulüm devleti olarak İsrail devletinin yıkılması hedefini doğası gereği içerir. Meriç Aytekin, “İsrail Devleti'ni tamamen yok etme isteğinin de katıksız bir antisemitizm”[4] olduğunu ileri sürmeye mecburdur, çünkü o, sosyalizm ve ezilen halkların düşmanı, İsrail devletinin dostudur.

Meriç Aytekin, egemenlerin bir sopa niyetine salladıkları antisemitizmi istediği şekilde tanımlayabilir, Ortadoğu, o sopaları kırmaya yazgılı çocukları doğuracak bir rahimdir.

Eren Balkır
16 Kasım 2018

Dipnotlar:
[1] Bkz. Eren Balkır, “Siyah-Beyaz”, 31 Ekim 2017, İştirakî.

[2] Meriç Aytekin, “Sol Antisemitizmi Ne Zaman Konuşacağız?”, 31 Ekim 2018, Şalom.

[3] Aktaran: Jillian Becker, “The Red Army Faction: Another Final Battle On the Stage of History”, Libertarian.

[4] Meriç Aytekin, “Sol, Antisemitizm ile Neden Yüzleşemez”, 26 Kasım 2018, Şalom.